31 Mart 2020 Salı

Corona Miladından Sonra


Tüm dünyayı kasıp kavuran Corona Virüsü sonrası yeni bir dünyaya uyanacağımız kesin. Sosyolojik olarak Ülkeler kendilerini yeniden dizayn edecek, kara günlere yönelik öncelikle pandemik hastalıklar için pro aktif türden önlemler alacaklardır. Bu yüzden kendi kendine yetebilen üretim çabalarına girecekler. Özellikle sağlık, besin, su konusu hayatidir. Üzücü olan kimi ülkelerin ekonomileri bu duruma dayanamayacak ve ekonomik olarak çökecek, yoğun olarak yoksulluk ve açlık ortaya çıkacaktır.
Karantina özel günlerinden sonraki günlerde ise bireysel olarak bir kısım davranışlar yoğun olarak yaşanacaktır diye düşünüyorum. Corona artık yaşamsal miladı bir tarihsel dönemdir. Yaşam benim için kişisel olarak evlilik öncesi ve evlilik sonrası değil. Çocuk öncesi çocuk sonrası miladı taşırdı.
Ancak bundan sonra yaşamımız Corona öncesi (C.Ö.) ile Corona sonrası (C.S.) miladi süreci kapsayacaktır.
Sonrasında ne mi olacak? Corona virüsü nedeni ile bir arada kalmak zorunda kalan eşler stres altında sürekli bir çatışma haline girmiş olacak, her biri diğerinin açıklarını ve eksik yanlarını kendisine uyumlu olmayan tutumlarını çok yoğun gözlemleyeceklerdir. Bu da eşlerin süreç sonucunda birbirlerinden ayrılmasına neden olacak boşanma davaları patlayacaktır.
Corona virüs baskısı sonucu virüs kapıp hasta olma kaygısı ile evde zorunlu/gönüllü karantina altında yan yana yaşayan aile bireyleri çeşitli psikolojik hastalıklara yakalanmış olacak ve psikologlara bu süreçten sonra yoğun olarak başvurulacaktır.
Evde karantina altındayken zamanı geçirmek adına sürekli mutfağı merkeze alan anlayışla yaklaşmak, sürekli olarak kg artışı sağlayacak karantina sonrası herkes diyetisyenlere koşacaktır.
Ayrıca, fazla kilolar aynı zamanda terzilere ve giyim mağazalarına talebi artıracaktır.
Bu süreç sonrasında kapalı olan ve bu nedenle kılların tüylerin hegemonyası altına girerek mağara insanına dönen herkes berber ve kuaförler de yoğun rağbet gösterecektir.
C.S. miladi dönemde güzellik ve SPA salonlarına da talebin artacağı konusu kehanet değildir.
Ayrıca sağlığımız konusunda daha pro aktifçi önlemler için Check Up yaptırılması ile özel sağlık sigortasına da ilgi artacaktır.
Virüs sonrası hem kişisel hijyene hem de beslenmeye fazlası ile dikkat edilecektir.
Kapitalist ve liberal toplumlar daha da devletleşecektir. Milli ve Ulus devlet kavramı ön plana çıkacak. İnternet yaşamımıza daha da etkin hale gelecek. Salgınla mücadelenin ön safındaki kahramanlar olan sağlık çalışanlarının fedakârlıkları, yenidünyanın kurucuları olarak belirlenecek. Bilim, bugüne kadar hiç olmadığı kadar saygınlığını artıracak. Eskiden olduğu gibi yine aileler, çocuklarının büyüyünce doktor olmasını isteyecek. En bağımsız hissettikleri üniversite çağında evlerine kapanan gençler, yine en bencil oldukları yaşlarda topluluk ruhuna uygun hareket etmeyi öğrenecek.(mi?) Bir virüsün gücünü kavrayan herkes, yaşadığı dünyaya karşı daha duyarlı ve hassas olacak! Tüm bu kâbus bittiğinde, bir arada olabilmenin değeri anlaşılmış olacak.
İnsanlığı diz çöktüren görünmez olan kendisi çok küçük etkisi ve tahribatı çok büyük olan Corona öncesini biliyoruz, sürecini de yaşıyoruz sonrasını da eğer yaşarsak göreceğiz.
Nizamettin BİBER

30 Mart 2020 Pazartesi

Ekonomik Krizler ve Türkiye


Dünya ekonomi tarihinde büyük ekonomik krizler hep olmuş ve birbirini takip etmiştir. Tarihçiler her olay kendi başına benzersizdir derler, oysa bunalımın çoğu zaman kendini tekrarlayan bir trendi vardır. Hyman Minsky bu tekrarlama trendini bir ekonomik kriz modeli ile şöyle açıklıyor. Ona göre krize giden olaylar dış etkenlere bağlı olarak büyüyen bir şokun mikro ekonomik sistemde halkı çeşitli ekonomik nedenlere bağlı spekülatif hareketlere özendirmesi ile başlar.
Ekonomi literatüründe kayıtlara geçmiş en eski uluslar arası kriz 1720’deki Güney Deniz ve Mississippi Şirketler krizidir.
1763 yılında Hollanda, Hamburg, Prusya ve İskandinav Ülkelerinde ekonomik kriz yaşanmıştır.
Amsterdam ve Londra’da, Bina-kamu hizmetlerinin, kanalların ve Doğu Hindistan şirketlerinin hisse senetleri üzerinde yapılan spekülasyonlardan ve bu arada Ayr Bankasının batışından meydana gelen 1772 krizidir.
Kanallar üzerinde yapılan büyük spekülatif oyunlar ve bunların Fransa’dan gelen ara akışı ile büyük çapta desteklenmeleri, çok kötü ürün elde edilmesi, Taşra Bankalarının birbiri ardından batmaları 1793 ekonomik krizini meydana getirmiştir.
1799’da Hamburg’da mal spekülasyonları ve kontinental kuşatmasının yarılması neticesinde mal bolluğunun getirdiği fiyat düşüşleri büyük bir kriz yaşattı.
1810’da daha ziyade İngiltere’yi etkisi altına krizdi.1815-1821, 1836- 1839 yılları arasında İngiltere ve Amerika’da yerel ekonomik krizler meydana gelmişti.
Ekonomi tarihinin uluslararası boyut kazanan büyük krizlerinden birisi de 1857 yılında Avrupa ve Amerikan’ın içine düştüğü ekonomik krizdir. 1866, 1869, 1873, 1882-1882 bilinen ekonomik krizlerdi. İtalya’da başlayıp sonra dünyayı etkisi altına alınan 1907 krizi yaşanmıştır.
1919 ve 1920 yıllarında dünya çapında kısa ve etkili bir aşırı büyüme (Boom) oldu.
Büyük Buhran ya da diğer adıyla Dünya Ekonomik Bunalımı ABD’de başlayıp etkisini tüm dünyaya gösteren küresel krizdir. Öncesindeki ticari odaklara göz atmak gerekirse New York Down Jones Borsası 1928 yılının başından 1929 yılı Ekim ayının başına kadar olan süreçte gittikçe yükselmiş ve yatırımcılarına yüksek kazanç sağlamıştır. Fakat 3 Ekim 1929 tarihine gelindiğinde ise birkaç şirketin hissesinde ekstrem düşüşler meydana gelmiştir. Bu düşüş sonrası 21 Ekim günü yabancı yatırımcıların kağıtlarını ellerinden çıkarmalarıyla hızlanmış ve ardından 24 Ekim 1929 Perşembe günü borsa dibe vurmuştur. Bu süre zarfında 3.000’den fazla banka batmış ve milyonlarca kişi işsiz kalmıştır. ABD’de başlayan buhran Avrupa’ya da yayılmış, Almanya'da Hitler çözüm olarak görülmüş ve başa gelen Hitler 2. Dünya Savaşı’nı başlatmıştır.
1987’de Dünya borsalarının kısa zaman zarfında büyük değer kayıpları yaşaması sonucunda Kara Pazartesi Ekonomik Krizi yaşanmıştır.
Asya Mali Krizi, Temmuz 1997’de Tayland Borsası’nda başlayan ve Asya Kaplanları olarak bilinen birçok Doğu Asya ülkesini, para birimlerinin ve borsalarının çöküşüne kadar etkileyen ekonomik krizdi.
Tarım ürünleri üreten ülkelerdeki kuraklıklar ve petrol fiyatlarındaki artışlar olması 2007 Krizinin asıl nedeni oldu.
2008-2012 arasında ABD’deki Mortgage sisteminin çökmesi ve piyasalarda bir anlık nakit kıtlığı neticesinde büyük parasal şirketler batmaya başlamış ve bunun zincirleme etki yapmasıyla birlikte bir anda Büyük Buhran’dan daha etkili bir kriz baş göstermişti. Tüm dünyaya sıçrayan bu kriz AB ülkelerini derinden etkilemiş ve İzlanda, İspanya, Portekiz, Yunanistan gibi ülkeler kriz çıkmazı içerisine girmişti.
Osmanlı 1873/1896 dünya depresyonunda dış ülkelerden borç alamayınca, borcu borç ile ödemeye alışmış, 1875 yılında resmen iflasını istemiş ve Osmanlının iflas edip tüm önemli gelirlerini Duyun-u Umumiye terk ettiği 1881 yılında Atatürk doğmuş, Atatürk, Osmanlının bu borçlu bağımlı düzenini 42 yıl sonra değiştirmiş, genç Cumhuriyet borçlarının tamamını ancak 1954 yılında bitirebilmiştir.
Ekonomik krizler tarihi iyi okuyan, tecrübe edebilen Ülkelere iki ders vermiştir.
Birincisi, Kindleberger’in dediği gibi, dünyada hiç kimse, ister akıllı ister akılsız olsun, yeni bir ekonomik krizin, bir depresyonun ne zaman geleceğini tam olarak bilemez.
İkincisi, ekonomi bilimi keskin bir kılıç üzerinde çıplak ayak ile yürümeye benziyor. Ne sağa (işsizliğe) ne sola (enflasyona) düşeceksin, hedefine varmak için yürüyeceksin ve bu arada ayaklarını da kesmeyeceksin.
Sonuç mu ne olacak? devam eden bir şeyin sonu olur mu! Dünya ekonomisi nasıl başladı ise aynı genişleme, boom, buhran, panik, depresyon problemleri kriz şeklinde kendini gösterecektir. Kahin değilim ama özellikle Dünyaca Yaşadığımız uluslararası Corona pandemik virüs salgının ekonomik kriz şeklinde bir sonucu olacaktır. Ülke ekonomimiz de bu krizden kendini düşen payını alacaktır.

Nizamettin BİBER

29 Mart 2020 Pazar

Batıda Aydınlanma Türkiye'de Batılılaşma




Modernleşme, kavram olarak en basit biçimi ile sosyal, ekonomik, siyasal alanlardaki ilerleme yani gelişmedir. Batı 15. Yüzyıl sonlarında, Türkiye ise 18. Yüzyıldan itibaren modernleşme girişimlerine başlamıştır. Ancak bu süreçte görülen ortak yargı; Engellenmek ya da istenilen düzeyde ve hızda gelişememektir.
C.E. Black’a göre Modernleşme, Tarih içinde oluşan kurumların, hızla değişen yapılanmayla uyuşmasını ve böylece insanın çevresine egemen duruma gelmesini sağlayan süreçtir. D.A. Rustow ise modernleşmeyi, entelektüel, teknolojik ve sosyal bir devrim olarak tanımlıyor. S.P. Hungtinton, insanın düşün faaliyetinin her alandaki değişimi içine alan çok yönlü bir süreci modernleşme olarak ifade ediyor. Orhan Hançerlioğlu da Doğal olarak eski ile yenin savaşı modernleşmesinin itici gücüdür, demektedir.
J.A. Bill’e göre; Modernleşmenin gerçekleşmesi tamamen 1)Zamana (tarihsel süreç), 2)bu zaman içerisinde değişen ve gelişen sosyal yapıya ve 3) değişen bu sosyal yapıda rasyonelleşen bireylerin gelişmeye ilişkin olumlu tavırlarına bağlıdır. C. E. Black ise Batılı olmayan toplumlar, ilk aşamada modernleşme eğilimleri karşısında olumsuz tavır almakta, ikinci aşamada toplumu modernleşmeye taşıyacak lider, geleneksel liderin yerini almakta, üçüncü aşamada ise yeni lider güç kazanarak toplumda sosyal, ekonomik ve siyasal bazı radikal yenilikler yaratmakta son aşamada ise toplum bu yeni sosyal, ekonomik ve siyasal oluşumları kabullenip, benimseyerek modern topluma adım atmaktadır.
C. E. Black’ın Batılı olmayan toplumlar için (Türkiye) modernleşme aşamalarına çok benzemektedir.
Modernleşmenin başlaması için toplumda yaşayanların geri kalmışlığa dair bir şeylerden rahatsız olması ve bu içsel rahatsızlığın eyleme geçirilmesi gerekmekteydi. Modernleşmeyi amaçlayan toplumda kapitalist sürecin başlaması gerekirdi, üretim için uzmanlaşmış kişilere, iş bölümüne ve teknolojik gelişmelere ihtiyaç duyulurdu. Toplumda birtakım rahatsızlıkların farkında olan ve bu rahatsızlıkları kendi ideolojilerinin öngördüğü çözümlerle giderebilmek için kültürel ve de bilimsel potansiyellerini kullanarak harekete geçen ve toplumu harekete geçiren aydınlara ihtiyaç vardı. Bilim, düşün insanlarına ihtiyaç duyulduğu gibi onların yetişeceği yer edineceği, uygun nesnel ortama ihtiyaç vardı.
Batıda çağdaşlaşma sürecini başlatanlar ve reformları uygulayanlar kendi yetiştirdiği kişilerdi. Türk çağdaşlaşması için uğraş verenler ise kendi yetiştirdiği kişiler olmadığı gibi Batılılar tarafından yetiştirilmiş kişilerdi. Osmanlı, ilk defa geri kalmışlığını fark ettiği anda modernleşme atılımını savaş teknik ve araçlarını Batıdan örnek alarak gerçekleştirmiştir. Bu eğilim diğer modernleşme girişimi uygulama işini doğal olarak ertelemiştir.
Kendi toplumunun, ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal, teknolojik ihtiyaçlarını bilen ve modernleşmenin topluma yükleyeceği olumsuz ve kazandıracağı olumlu yönleri analiz edebilen Batı toplumları, modernleşme faaliyetlerini kendisine göre saptayabilmiştir. Öte yandan toplumu modernleştirmek için Batı modelini alıp uygulamaktan başka bir alternatifi olmayan Osmanlı ve Türk Toplumları kendi farklı sosyal ve siyasi niteliklerine adapte etmeye çalıştıkları ithal bir modernleşme gerçekleştirmişlerdir.  Bu da yüzyıllardır topluma şekil veren gelenekler, din ile çatışmış, bu nedenle de modernleşme bir devlet ideolojisi haline gelmiştir.
Batı kendi aydınlanmasını sanat, bilim, felsefe ve mimarlıkta gerçekleştirdiği Rönesansla hayata geçirmiş teokratik yapıyı yıkarak, aklı egemen kılmış, laik, seküler bir yaşam oluşturmuştur. Türkiye ise Cumhuriyetle beraber batılılaşmış, modernleşme yerine Niyazi Berkes’in söylediği gibi, doğu toplumlarında her çağdaşlaşmanın arkasından olduğu gibi dinselleşme humması başlamıştır.
Son tahlilde; Batı aydınlanmış Türkiye ise sadece kısmen batılılaşmıştır.
Nizamettin BİBER

İdeolojik Bir Virüs; Corona


Cemil Meriç, “izm’leri (ideolojileri), algımıza giydirilen deli gömlekleri” diye tanımlar. İdeoloji, siyasal ya da toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükümetin, bir siyasi partinin, bir toplumsal sınıfın davranışlarına yön veren politik, hukuksal, bilimsel, felsefi, dinsel, ahlâki, estetik düşünceler bütünüdür. Kimilerine göre de ideolojiler, çağımızın yarattığı toplumsal çalkantıların ardından gelen, karışıklıkların yıprattığı ve erittiği değer ve bilgiye ait evrenleri yeniden kurma çabalarıdır. İdeolojilerin en başta gelen özelliği, etken oldukları insan gruplarında inatla savunulan, kan dökme pahasına da olsa vazgeçilemeyen inançlar olarak yerleşmeleridir. İdeolojiler, insanın tüm duygularını harekete geçirerek “seferber” duruma getirir.  Her ne kadar bazı düşünür ve sosyologlar çağımızı ideolojilerin batış devri olarak ilan etmişlerse de, 20. yüzyıla yeniden baktığımız zaman, bu yüzyılın “en yoğun anlamda ideolojik” olduğu görülür.
21. yüzyılın kabusu nedir dense tek kelime ile dünyayı teslim alan pandemik corona virüsüdür diye yanıt veririz.
Son tahlilde; Coronanın yapısal durumu hareket tarzı ve etkileme biçimi ideolojik nitelikler taşıyor gibi!
Corona covıd19 virüsüne etkin müdahale edecek hastaneler, oksijen tüpleri, kitler, anti septikler, maskeler vb. işletmeler, devletten çok özel vatandaşların elinde olduğundan, yani sermaye sahipleri, sermayelerini üretim sürecinde ve bitiminde gelirlerini ” kar ” olarak elde etmeye çalıştıklarından, Corona kapitalisttir.
Corona Faşisttir, corona sürecinde de insanların hakları sadece devletin onlara verdiklerinden ibarettir.
Özel mülkiyeti toplumda baskı kaynağı ve devleti onun bir aracı olarak gören, bunların ortadan kalkmasıyla insanın özgürleşeceğini öne süren siyasal öğreti olarak; Corona virüsü bütün kurumları yıkım geçmesi ile anarşisttir.
Hedonisttir, Corona virüsü nedeni ile evlerinde karantina altında olan insanlar, haz duyduğu şeyleri yaparak mutlu olabileceği şekilde davranmaktadır.
Rasyonalisttir, ona yönelik önlemlerde kesinlikle Uscu, akılcı veya rasyonal olunmalıdır.
Corona tüm insanları kendisine hayran kılan Narsist hale çevirmiştir.
Corona, sanatın kuralının olmadığı, çağrışımların, imgelerin, hayallerin en basit nesnelerin en olmadık yerlerden fışkırabildiği, düşünce ürünü bir sanat akımı olarak sürrealizme benzer. Corona, kendisi kural tanımaz, bu anlamda da sürrealisttir.
Gerçekliğin özünü bilmenin imkansız olduğu bu sürede, henüz hiç bir zaman gerçek bilgiye ulaşılamadığından Corona septik, kuşkucudur.
Human kökeninden türemiş olan amacı “insanlığın barışı” olan bir akım olarak İnsanoğlunu din, dil, ırk ayrımı gözetmeden, insana insan olduğu için değer vermek gerektiğini, kardeşliği savunan bir ilke durumundaki koşulları Corona da sağlamıştır bu anlamda Corona hümanisttir.
Corona ile birlikte kimi fırsatçılar ortaya çıkarak yararcılık ya da “faydacılık” anlamına gelen pragmatist bir tavır sergilemişlerdir, deyim yerindeyse Corona bu bakımdan da pragmatisttir.
Korkuların yarattığı bir sığınma alanı olarak en temelde bir yaratıcıya inanma düşüncesini çok yoğun olarak sağlayan Corona Teisttir.
Yeryüzündeki yaşamış ve var olan bütün ilahi güçlerim, tüm dinlerin hiçbir çözüm ve olumlu sonuç doğurmayacağını göstermesi açısından da Deisttir
Her bireye özgü olması açısından da Liberaldir.
Ayrıca muhafazakârların ölümüne korktuğu bütün özellikleri taşıyor. Korunmak için dua, tören çare olmadığından, materyalisttir. Makam, mevki sınıf tanımadığından, komünisttir. Doğal seçilimci, adaptasyon sağlamayanları, zayıfları yok etmesi açısından da Darwinisttir.
Corona, deneysel, deneye dayalı, tecrübe ile belirli bir sonucun elde edileceğinin bilinmesi, çözüm üretilmesi ile deney ve tecrübe ile anlaşılmış her bilgiye ihtiyaç duyması açısından da Ampriktir.
Nizamettin BİBER

28 Mart 2020 Cumartesi

Hepimiz Sisifosuz



Asım Bezirci, 13 Mayıs 1944 tarihinde, Erzurum’da;
“Zaman kalbimizde can vermiş gibi,
En güzel renklerle süslenir mekân...
Suda aksimizle, havuzun dibi
‘Hayat efsanedir’ diyordu her an!”
Yunan Mitolojisinde, efsaneye göre; kurnazlığı ile ünlü Korint kralı Sisifos, şehrine yeterince su verilmesi karşılığında nehirler tanrısı Asopos’a, Zeus tarafından kaçırılmış kayıp kızının yerini söyler. Zeus buna öfkelenince ölüm meleği Thanatos’u onu cezalandırması için gönderir ancak Sisifos, ölüm tanrısını, kendisini almaya geldiğinde kandırarak tutsak almayı başarır. Ölüm tanrısının yakalanmasından sonra, yeraltı tanrısı Hades kimsenin ölmemesinden işkillenip kardeşi Zeus'tan yardım ister. İnsanların ölmemelerinin bir kaosa neden olacağını düşünen Zeus, Hades’e Sisifos’un yakalayacağına dair söz verir. Zeus’un emri ile Hades’e yardım eden Ares, Sisifos’u yakalar ve yeraltı dünyasına hapseder. Yeraltı Dünyasında sonsuza kadar büyük bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkum edilir.
Sisifos’un cezası her ne kadar korkunç olsa da (sırtında sürekli taş taşıyıp tam tepeye vardığında taşın yuvarlanması) Sisifos, bundan tuhaf bir haz alır. Tıpkı sıradan insanların sıradan hayatlarına rağmen bıkmadan, usanmadan ve sıkılmadan yaşaması gibi, temelde efsanenin bize anlattığı ya da anlatmak istediği “hayatın sıradan bir kısır döngü olduğudur.”
İlgi çekici olan neden ceza aldığından daha çok nasıl bir cezaya aldığı idi. “Yeraltı dünyasında büyük bir kayayı sonsuza kadar tepeye taşımak.” Sisifos, ne zaman ki kayayı tepeye ulaştırır; kaya tekrar aşağı düşer. Ve Sisifos kayayı tekrar tekrar yukarı taşır. Bir, iki, üç,...... kayaya alışmıştır, onun her kıvrımını, yumuşak yerlerini, keskin yerlerini öğrenmiştir nasıl olsa. Cezasının normal bir insanın hayat denen cezasından farkı ise tahmin edileceği gibi onun cezanın sonsuza dek sürecek olmasıdır. Ve cezanın sonu gelmez. “Sisifos, keyif almaya bakmalıdır.”
Konu ile ilgili Fransız yazar ve düşünürü Albert Camus II. Dünya Savaşı ortasında yayımlanan “Sisifos Söyleni”, deneme kitabı, adını Yunan mitolojisinden alır. Camus, Kitapta, yaşamı ve intiharı sorgularken, saçmayı başka bir deyişle uyumsuzluğu anlatır.
Sisifos, Homeros’a göre ölümlülerin en bilgesiydi. Aldığı ceza nedeni ile dağın tepesine çıkardığı sırada taş aşağı yeniden yuvarlanıyor, taşın ardından bakan Sisifos aşağı inip tekrar taşı çıkarmaya çalışıyordu. Camus’a göre bu kısır döngüyü trajik yapan da kahramanın her deneyişinde tekrar düşeceğini bile bile taşı çıkarmaya gayret etmesiydi. Camus, saçma kavramını kurarak, insanın yaşamın beyhudeliğinin bilincinde olduğunu söyler.
İnsan, her gün aynı günü yaşar, günler birbirinin aynısı gibi görünse de her gün başka bir umut ile uyanır. Sisifos’un. rutine karşı en güçlü silahları; azim, inanç ve umuttur.
Yaşamın ağırlığını bir yük gibi iter ve her gün hem zirvede hem en diptedir.
Aslında, dayanışmanın ve diyaloğun olmadığı ülkemizde “Hepimiz birer Sisifos’uz

Nizamettin BİBER

27 Mart 2020 Cuma

Ruh Sağlığımızı Korumak


Dünya Sağlık Örgütü’nün araştırmasına göre; dünyada kişilerin işlevsellik kaybına en çok yol açan on hastalıktan beşini psikiyatrik hastalıklar oluşturmaktadır. Yine Dünya Sağlık Örgütü; Sağlıklı insan; bedenen, ruhen ve sosyal bakımdan tam bir iyilik halidir, diyor.
Zorunlu, gönüllü olarak evlerde karantina altında bulunduğumuz bugünlerde ruh sağlığımızı nasıl koruyabiliriz?
Ekonomik koşulların ağırlaşması ile geçim derdi ve yarın kaygılarının yanında Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), pandemi ilan edilen ve dünyanın birçok ülkesinde toplu ölümlere yol açan yeni tip koronavirüsle mücadelede, ruh sağlığının korunmasına dikkat çekiyor.
Bu dönemde yaşanan en yaygın duygular, korku ve kaygılardır, virüs hastalığının ve sonuçlarına ilişkin korkulara ek olarak, günlük yaşam biçiminde oluşan ani değişim ve belirsizliğin de kaygılarımızı artırdı. Karantina süreçleri sırasında kaygılı, öfkeli, çaresiz, tükenmiş, çökkün hissedebiliriz.
Koronavirüsün ruh sağlığımızı olumsuz etkilememesi için neler yapılmalı?
Güvenilir kaynaklardan bilgi almalıyız.
Belirli düzeyde korku ve kaygının hissedilmesi çok normal bir tepki, sağlığımızı korumaya yönelik etkisinin bulunması ancak bu duygular çok artarsa işlevsel olmaktan çıkıp irrasyonel değerlendirmelere ve davranışlara neden olabilir. Böylesi bir kaygının yaşanmaması için sosyal veya görsel medyadaki kirli ve karmaşık yayınlanan bilgilerden değil, güvenilir kaynaklardan alınması önem taşıyor.
Zira bilgi alma süresi kontrol edilmeli, sürekli salgınla ilgili bombardıman halinde yayın yapan haber kanallarını izlemek, sosyal medyayı takip etmek ruh sağlığı üzerinde olumsuz etki yaratacağından bu, günde bir ya da iki kez olacak şekilde belirlenen zaman dilimlerinde yapılmalıdır. Üzücü bulunan haberleri izlemeye ya da dinlemeye ayrılan zaman azaltılarak hissedilen endişe ve gerginlik azaltılabilir.
Hobilerimize zaman ayırmalı, bol bol kitap okumalıyız.
Bunun dışındaki zamanlarda evdeki yakınlarla zaman geçirmeli, telefonla ya da sosyal platformlar aracılığı ile arkadaşlarla görüşmeli, sosyal dayanışma bilinci her şekilde geliştirilmelidir. Bu süreçte özellikle Çocuklar, yaşlılar ve engelliler psikolojik olarak desteklenmelidir.
Kendimizi yeterince tanımaya çalışmalı, Sahiplik ve olmak kavramlarına dair farkındalık yaratan ve farklı bakış açısıyla günlük yaşantımızda yaptığımız yanlışları psikolojik olarak ele alan Erich Fromm ve onun “Sahip Olmak Ya Da Olmak” adlı kitabındaki yaşam mottosunu düşünerek, sadece olmak fikrini yeniden değerlendirmeliyiz.
Sahip olduğu somut şeylere daha çok güvenmek ve ömrümüzü bu somut şeylerin güveniyle sürdürmek yerine hayatımızdaki soyut şeylerle beslenmeyi ve onlarla yaşamımıza renk katmayı düşünebiliriz. Mutluluk ve hazzı bu şekilde yakalayabiliriz diye düşünmeliyiz.
Günlük yaşantımızda yaptığımız yanlışlardan, “Olabilmek” için “sahip olmak” duygusundan vazgeçmeli, yeteri kadar paylaşmalı, güvenmeyi öğrenmeli, tüm varlıklara sevgi ve saygı duymalı, yapıcı bir şekilde eleştirme konularını değerlendirmeliyiz.
Daha mütevazi olmak için yeni bir yaşam felsefesi olarak şu sloganı öneriyorum: “Az Tüket”. Altında yaşadığımız soluk mavi gökyüzünün şimdikinden daha yaşanabilir bir parlak bir tona evrilmesi dileğimle.
Korkulara ve kaygılara teslim olmayalım, sağlıklı günler diliyorum.
Nizamettin BİBER

26 Mart 2020 Perşembe

Virüsün Sosyolojik Etkileri

Bugün paylaştığım bir yazıma yorum yapan MB yazarlarından sevgili Bumin Kağan Oğuz’un önerisi ile günümüzün en önemli sosyologlarından Fransız filozof Edgar Morin’in BBC Türkçede corona virüsünün yarattığı karantinanın gelecek üzerine vereceği etkileri ile ilgili verdiği mülakatı okudum, sizinle de paylaşmak istiyorum.
Fransız filozof, “Bu salgından nasıl bir ders çıkarılmalı” sorusuna verdiği yanıtta küreselleşmeyi şu sözlerle eleştirdi: “Bu kriz bize küreselleşmenin, dayanışmanın olmadığı karşılıklı bir bağımlılık olduğunu gösterdi.
Küreselleşme tabi ki tekno-ekonomik bir birleşme üretti ama insanlar arasındaki anlayış kavramında bir ilerleme sağlamadı, Küreselleşmenin başından 1990’lardan bu yana savaşlar, ekonomik krizler yaşandı. Ekoloji, nükleer silahlar, işlemeyen ekonomiler gibi küresel tehlikeler, insanlar için kaderci bir toplumu yarattı. Ama farkındalık yaratmadı.
Bu virüs bugün, kaderci toplumlarda ani ve trajik bir aydınlanma sağladı. Pandemiyle mücadelede uluslararası dayanışma ve ortak kuruluşların yoksunluğunda, bencil milletlerin kendi içlerine kapandığına tanık olduk.
“Ne gibi değişiklikler yapılması lazım” sorusuna Edgar Morin, ‘New Deal’ (Yeni Düzen) politikalarına alternatif geliştirilmesi gerektiği yanıtını veriyor. ‘New Deal’ politikaları ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in, ‘Büyük Buhran’ (Great Depression) sonrası 1933-1938 yılları arasında ekonomiyi düzeltmek için yürürlüğe soktuğu bir dizi düzenlemenin adı.
Bu uygulamalara atıf yapan Edgar Morin, “Koronavirüs bize, tüm insanlığın politik, toplumsal ve siyasi olarak bir New Deal için, neoliberal doktrini terk edecek yeni bir yol araması gerektiğini söylüyor” dedi ve şöyle devam etti:
“Bu yeni yol, yıllarca gereksiz yere Avrupa’da kesintilere maruz kalan hastaneler gibi kamu hizmetlerini korumalı ve güçlendirmeli. Bu yeni yol, temel özerklikleri koruyan küreselleşmeyen alanlar yaratarak, küreselleşmenin de etkilerini düzeltmeli.” Morin, ‘temel özerklikler’ tanımını da şu ifadelerle genişletiyor: “Öncellikle gıda üretimi özerkliği, Tarımsal yeterlilik.
Tecrit döneminin insanları nasıl etkileyeceği, ilişkilerin nasıl şekilleneceği yönündeki bir soruya Fransız filozof ve sosyolog Morin geleneksel tanımların değiştiğine dikkat çekerek yanıt veriyor:
“Geleneksel dayanışma yapılarının yozlaştığı bir toplumlarda yaşıyoruz. En büyük sorunlardan biri, komşular arası, çalışanlar arası, vatandaşlar arası dayanışmanın yeniden inşa edilmesi... Uygulanan kısıtlamalarla, dayanışma da güçlenecek, okula gidemeyen çocukla ebeveynleri arasında, komşular arasında... Tüketim imkanlarımız da etkilenecek, bu durumu tüketim anlayışımızı de yeniden düşünmek için kullanmalıyız. Yani bir başka deyişle tüketim bağımlılığı, ‘uyuşturucu bağımlısı gibi tüketmek’, gerçekten ihtiyacımız olmayan ürünleri sarhoş olmuşçasına tüketmek, ve kalitesine göre miktar belirlemek...”
Fransız filozof Morin’in, ‘zamanla ilgili kavramların nasıl değişeceğine’ ilişkin yorumu da şöyle:
“Tecrit sayesinde, içinde bulunduğumuz sıkışık olmayan, metro-iş-uyku arasında kaybolmayan zamanda kendi kendimizi bulabiliriz. Yani, aşk, arkadaşlık, şefkat, dayanışma, hayat şiiri...
Virüs ortaya çıkmadan önce, tüm dünya genelinde insanların sorunları aynıydı: biyosferin bozulması, nükleer silahların yayılması, eşitsizlikleri artıran düzensiz ekonomi... Bir kader toplumu var. Ama zihinler kaygılı olduğu için, bunun bilincine varmak yerine, ulusal egoizme veya dine sığınıyorlar. Tabii ki ulusal dayanışma gerekli, bu elzem. Ama insan kaderine ilişkin ortak bir bilince ihtiyaç duyulduğu anlaşılmazsa, dayanışmada ilerleme sağlanmazsa, siyasi düşünce tarzı değişmezse, insanlık krizi daha da kötüleşecek.”
Arkeolog Prof. Dr. Nevzat Çevik hocamda “Kültürel Değişimlerde Salgınların Rolü: Corona” adlı köşe yazısında; Bugünlerde yaşadığımız Corona salgını da kültürel değişim üzerinde de aktif bir rol oynamakta, kültür bilim açısından enteresan yeni örnekler oluşmaktadır. Örneğin el sıkışma, sarılıp öpüşme gibi her toplumda farklı formlarda bulunan geleneksel davranışlar Corona ile birlikte bıçak gibi kesilmiştir. Corona salgını sonucu soframızdaki çeşitler ve içerikler de değişmeye başlamıştır. Genel toplumsal yaklaşımlar açısından da bilime saygı ve inancın arttığı da açıkça gözlemlenmektedir. Her akşam balkonlardan alkışlanan bilimdir. Salgını önleyecek tek yolun bilimsel araştırmalardan çıkacağına ölüm korkusuyla tanık olan toplumun bilime bakışı olumlu yönde- hızla değişmektedir. artık, geleneklerin izlerini teknolojinin ilerlemesiyle ve doğal ve sosyal çevrenin değişimiyle yeniden biçimlenen davranışlar içerisinde arayacağız. Artık, uzaktan eğitim, ev-ofis, e-ticaret gibi yeni hayatın kuralları ve formları geçerlidir.
Sonuç olarak, Morin’e göre; küreselleşmenin anti hümanist, kapitalist, neo liberal politikaları terk edilecek, kamu hizmetleri korunacak ve güçlenecek, gıda üretimi özerkliği, Tarımsal yeterlilik ön plana çıkarılacak, dayanışma gelişecek, insan kendini bulacak, tüketim alışkanlıkları değişecek,
Nevzat Çelik Hocama göre ise; toplumlarda kültürel değişimler olacak (selamlaşma, öpüşme vb.), yeme alışkanlığı değişecek, bilime olan saygı yükselecek, çalışma konsepti yeniden düzenlenecektir.

Nizamettin BİBER

25 Mart 2020 Çarşamba

Dünya Kassandra Geçidi



Benim kuşağın hemen hemen tamamının izlediği Orijinal adı Cassandra Crossing olan; başrollerini Sophia Loren, Richard Harris, Martin Sheen ve eşini öldürmek suçuyla yargılanan Oj Simpson’un da paylaştığı unutulmaz film, Kassandra geçidi. Film, ismini Porto Caras’ın birkaç yüz kilometre kuzeyindeki dağlarda tehlikeli bir geçit olan Cassandra’dan alır. Virüs felaket filmlerinin piri, sanırım kendisini geçen bir film çekilmedi henüz.
25 Ekim 1977 günü öğleden sonra, Transcontinental Express Cenova istasyonundan bin kadar yolcuyla hareket eder. Paris, Brüksel, Amsterdam, Kopenhag ve Stockholm güzergâhını izleyecek olan trene ölümcül bir virüs taşıyan mahkum gizlice biner ve mikrobu trendeki yolculara bulaştırmaya başlar. Salgın yayılırken tek çare kalmıştır, ya tren yok edilecek, ya da tüm vagonlara geçmeden acil bir önlem alınacaktır.
Film hem virüs salgın felaketini hem de devletin, bürokratik otoritenin acımasızlığını gözler önüne serer. Trenin karantina altına alınıp camlarının kapatıldığı sahne ile tren köprüsünün yıkılma sahneleri unutulmazdır. Ayrıca filmin en sevimli sahnelerinden biri, hippiler kompartımanda şarkılar söylüyor, güler yüzlü kondüktör, güzeller güzeli şarkıcı kız, neşeli enstrümanistler ve harika bir şarkı ile tamamlanıyor.
Corona virüsünün tüm Dünyayı etkisi altına aldığı, ele geçirdiği, virüs nedeni ile evimizde yaşadığımız şu günlerde 1977 yılında çekilen Kassandra Geçidi filmi ilginizi çekmeyi başarabilir. Metafor olarak treni Dünya olarak kabul edersek ve virüs yayılırsa tek çare nedir acaba?
Dünyayı mı karantinaya alacağız, yoksa!
İyi seyirler.
Nizamettin BİBER

Ağrının Sığası ya da Eşiği



Tarihi insanlık tarihi ile eş giden ağrı, farklı coğrafyalarda yaşayan uygarlıklar tarafından her dönemde değişen algılamalarla karşılaştı. İlk çağlarda doğaüstü güçlere atfedilen inanışlar ve büyüyle beslenen bu algılama, yerini Antik Yunan ve Roma’da felsefeden yola çıkan açıklama çabalarına bıraktı. Kilisenin baskısı ve egemenliği altındaki Ortaçağ, Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ve Rönesans’ın doğuşu arasında sıkışmış bir dönemdi. Gelişmeden uzak olduğu, vebanın yaygın olduğu, savaşların ve sivil isyanların yaşandığı, bilimin geride kaldığı, Tanrı korkusunun insanları kontrol altına almak için kullanıldığı karanlık bir çağdı.
“Skolastik Tıp”ın egemen olduğu dönemde, Bebek bekleyen annelerin acısını dindirmek için şekerli ve sirkeli karışımlarla kasıkların ovulması gibi tezekle ağrıları tedavi etmek çok yaygındı. Kutsal sayılan insanların, hasta kişilerin yaralarını yalayarak iyileştirebileceğine inanılıyordu.
Hastanın beyninin bir kısmını kesip çıkarmayı içeren lobotomi yöntem, yıllarca şizofreni, klinik depresyon gibi birçok sinir hastalıklarında yanlış bir yöntem olarak kullanıldı. Vebanın koku yoluyla bulaştığına inanıldığı içi çiçeklerle dolu bir gagaya sahip maskeyi giyen doktorlar bu şekilde hastalarını tedavi ederken, diğer yandan da veba hastalığını Tanrının kuluna cezası olarak yorumladığı için bu hastaları kırbaçlardı.
Aslına bakılırsa Orta Çağ kavramı, başlı başına Batı dünyasının uzunca bir süre içinde bocaladığı bir döneme verilen addı. Rönesans’la bilime ve sanata verilen değerle dünyanın aydınlatılması zemini hazırlandı.
Tıp dünyası ise bütün bu gelişmeler ışığında rasyonel ve bilimsel temellere kavuşarak, edindiği birikimi hastalıklara ve ağrıya yönelik yaklaşımlarına taşıdı.
Hepimizin ağrı acı ile ilgili anlatacak hikayeleri vardır. Fiziksel anlamda deneyimlediğim en yoğun ağrım, ameliyat olduğumda sondaj, dren borusunun bir bıçak şeklinde bedenime saplanması, duygusal olarak ta ablamın ölümü idi. Ağrı, acı hikayeleri arşivleri, kütüphaneleri dolduracak kadar çoktur. Evrensel bir deneyim olan ağrı kavramı Uluslararası Ağrı Araştırmaları Örgütü (IASP) tarafından “doku hasarı veya potansiyel doku hasarı ile birlikte olan ya da böyle bir hasar süresince tanımlanan duyusal ve emosyonel (duygusal, dokunaklı)  deneyim” olarak tanımlanmıştır.
Yaşam süresince kazalar, hastalıklar gibi pek çok farklı nedenlerle ortaya çıkabilen ağrının, kişi tarafından ifade edilişi yaş, cinsiyet, altta yatan özürlülük ve ağrı davranışı ile ilgili sosyal ve kültürel özellikler gibi faktörlerden etkilenmektedir.
Depresyondan travma sonrası stres bozukluğuna her alanda yapılan çalışmalar gösteriyor ki, duygusal acılar da beyinde fiziksel acılarla aynı bölgeyi tetikliyor ve bazı vakalarda bu acı fiziksel acılardan daha dayanılmaz olabiliyor. Başta kulağa şaşırtıcı gelebiliyor ama psikolojik sorunlar insanların tecrübe edebileceği en zorlayıcı acılardır.
“Çoğunlukla, ağrı kişiye çözülmemiş duygusal sorunlar olduğunu hatırlatma görevindedir, bazen de sinir sisteminde çözülmemiş travmaların habercisi olabiliyor.”
Tıbbi yardım gerektiren en yaygın belirti ağrı ya da acıdır. Normal koşullarda ağrı bedendeki bir hasarın işareti, errorudur. Ancak insanlarda acıyı fark etme, acıya dayanma ve acı karşısında verdikleri tepkiler çok farklı olduğu bilinmektedir. Yapılan hesaplamalar ağrıdaki değişkenliğin % 60 kadarının kalıtımsal olduğuna, bir başka deyişle genetik unsurların sonucu olduğuna işaret ediyor. Kısacası, acıya duyarlılık da tıpkı boy, saç rengi ya da ten rengi gibi aileden geçiyor.
Kadınların ağrı eşiğinin erkeklerden daha yüksek olduğu bilinmekte, bilim adamları bunu kadınların doğurgan olma özellikleriyle bağdaştırmaktadır. Bedensel ağrı eşiğiniz ne kadar yüksekse, bedensel acıya o kadar dayanıklısınız demektir. Ağrı eşiği, bir çeşit fiziksel ve psikolojik tahammül sınırıdır aslında.
Ağrı için ne zaman haykırıyoruz? Bıçağın kemiğe dayandığı anda mı, o keskin uç deriyi zorladıkça canımızın çok yandığında mı?
Ağrı/acı eşiği denilen şey, genetik, fizyolojik olmaktan öte ; Politik mi?, Sınıfsal mı?,  Kültürel mi?
Sahi çok zor zamanlar geçirdiğimiz bu günlerde acı sığanız, eşiğinize baktırdınız mı?
Nizamettin BİBER

24 Mart 2020 Salı

Yaşlılığa Dair



Yaşlılığın kendisi insanlık tarihi kadar eski bir olgu olmakla birlikte yaşlılığın sosyal bir sorun olarak ortaya çıkışının tarihi çok daha yenidir. Daha önceleri gerek nüfus içinde oransal olarak küçük bir grubu oluşturmaları gerekse insan ömrünün kısa olması nedeniyle yaşlılık ve yaşlanma, eskiden bireysel ve ailevi bir sorundu. Tıp ve sağlık alanında meydana gelen gelişmelere paralel şekilde insanların yaşam süreleri uzamış, geçmişte daha az kişinin erişebildiği yaşlılık bir ayrıcalık olmaktan çıkarak tüm bireylerin karşılaşması olası bir yaşam dönemi haline gelmiştir. Başka bir deyişle yaşlılık, nüfus içinde yaşlıların oranının artması ve yaşlılık döneminin uzamasıyla birlikte bireyin ve ailenin baş etme sınırlarını aşan bir takım sorunları beraberinde getirmiştir. Benzer şekilde toplumsal yapıda yaşanan değişimler, aile yapısının göç ve kentleşmeyle birlikte dönüşüme uğraması da yaşlılığın yapısal değişimine neden olmuştur.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) kronolojik sınıflamasına göre: 0-18 yaş arası: ergen, 18-65 yaş arası: genç, 65-74 yaş arası: genç-yaşlı, 74-84 yaş arası: yaşlı, 85 yaş ve üzeri: çok yaşlı kabul edilmektedir. Çeşitli sınıflandırmalar, farklı yaş kriterlerinin kullanımı söz konusu olsa da, ulusal ve uluslararası yaşlılık çalışmalarının genelinde DSÖ’nün tanımı esas alınmaktadır.
Yaşlılık, genetik, yaşam şekli, kronik hastalık gibi değişkenleri içeren karışık bir süreçtir. Yaşlılık ve yaşlanma kavramları, tek bir tanımla yapılamadığından, genellikle yaşlanma; kronolojik, sosyal, fizyolojik ve psikolojik yaşlanma olarak tanımlanmaktadır. Yaşlılıkla ile ilgili ilk akla gelen biyolojik tanımıdır. Yaşlılık canlı organizmanın çevreye uyum yeteneklerini zamanla yitirmesi ve bu yeteneklerin tamamen yok olması veya doğumdan itibaren geçirdiği doğal ve yavaş ilerleyen değişimler olarak tanımlanmaktadır. Psikolojik açıdan bakarsak yaşlanma dönemi hafıza ve öğrenmedeki azalmalarla tecrübe ve bilgi birikiminden oluşan gelişmeleri kapsamaktadır. Sosyolojik tanımı ise şöyle açıklanmaktadır: Bedensel ve zihinsel durumda meydana gelen aksaklıklar fiziksel, sosyal, kültürel, çevrenin yetersizlikleri ile birleşince yaşlılık bir problem haline gelmektedir.
Yaşlılığın problem olarak algılanmasının nedeni büyük ölçüde, yaşlılığın toplumsal olarak hep kaçınılmak istenen ve hastalıklarla özdeşleştirilen bir dönem olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Sosyolojik olarak yaşlanma, yaşam boyunca kişinin toplumsal rolleri ve statüsü, beklentileri ve normlarının değişmesi ile ilgilidir. Bu nedenle de yaşlılık başlangıcının emeklilik dönemiyle birlikte düşünülmesi doğaldır.
Yaşlılık evrenseldir ve bilinen fakat görmezden gelinen bu gerçekle dünya nüfusunu oluşturan herkes öyle ya da böyle bir dönem geçirecektir. Dünya nüfusundaki 65 yaş ve üstü nüfusun oranı birçok değişim ve gelişmeye bağlı olarak artmaktadır. En başta sağlık koşullarındaki iyileştirmeler ve teknolojik gelişmelerle birlikte ortalama yaşam süresinin uzaması, bunlara bağlı olarak azalan bebek ölüm oranlarının ve doğum oranlarının düşmesi dünya çapında bir yaşlanmayı kaçınılmaz kılmıştır. Ülkelerin farklı demografik yapıları ve gelişmişlik seviyeleri nedeniyle her ülke aynı doğum, ölüm oranlarına sahip değildir, ancak kendi demografik yapısı içinde değerlendirilince, çoğu ülke yaşlanma dönemine çoktan girmiştir ya da girmek üzeredir. Dünyadaki nüfusun hızla yaşlandığı istatistiklerle çarpıcı bir şekilde kanıtlanmaktadır. Yaşlılar bugün dünya nüfusunun % 14’ünü oluşturmaktadır. Bu oran, 2050 yılına geldiğimizde % 21’e yükselecektir.
Türkiye her zaman için genç, dinamik bir nüfusa ve büyük bir iş gücüne sahip olan ve bu özelliklerle övünen bir ülke olmuştur. Fakat özellikle son yıllarda doğurganlık oranlarının düşmesiyle ve beraberinde oluşan çeşitli demografik değişimlerle giderek yaşlanmaktadır. Birleşmiş Milletler toplam nüfus içinde 65yaş ve üstü olanların % 7’yi geçmesi halinde, o ülkeyi yaşlanmakta olan bir yer olarak tanımlar. Türkiye’de 2009’da 65 yaş ve üstü kategori Türkiye nüfusu içinde % 7’ye kadar ulaşmıştır. Türkiye, her ne kadar yaşlı nüfus oranı açısından, Japonya (% 19,7) ve İspanya (% 16,8 ) gibi ülkelerle kıyaslandığında genç bir ülke gibi gözükse de, BM kriterlerine göre yaşlanan nüfus kategorisine girmenin eşiğindedir. Öte yandan,  Türkiye’nin geçirdiği demografik değişimler giderek, yaşlı nüfusun yoğun olduğu gelişmiş bir Avrupa ülkesinin demografik yapısına ve değişimlerine benzemektedir. Türkiye’nin demografik yapısını anlamak ve giderek nüfusun nasıl yaşlandığını kavramak için kısaca bu değişimleri görmek faydalı olacaktır. Türkiye için nüfus kuruluş yıllarından beri hep bir mesele olmuştur. Ülke, genel olarak üç demografik geçiş yaşamıştır. Devletin kuruluşundan 1960’lara kadar olan ilk dönemde, gerek yeni bir devletin kuruluyor olması, gerekse ülkenin savaşlardan çıkması nedeniyle nüfus artışını teşvik eden politikalar uygulanmıştır. Bu sebeple kaba doğum hızı bu dönemde oldukça yüksektir. Bu politikalar, erken Cumhuriyet döneminde nüfus artışını ülkenin gelişimi için zaruri gören bakış açısına dayanmaktadır. Bu doğum hızındaki artış, ekonomi ve sağlık alanındaki gelişmelere bağlı ölüm oranlarının düşmesiyle birlikte nüfus artışını getirmiştir. 1960-1985 arasındaki ikinci dönemde, hızla artan bu nüfusu kaldıracak ekonomik güç olmadığından doğum oranlarını düşürmeye yönelik politikalara başvurulmuştur. Nüfus planlamasıyla birlikte doğum oranları azalmaya başlamıştır. Bununla birlikte ölüm oranlarındaki azalma devam ettiği için, nüfus artışı belli bir seviyede sabitlenmiştir. Doğum oranlarının düşmesinde göç ve şehirleşme de etkili olmuştur. 1985’ten günümüze kadar olan son dönemdeyse, doğum oranındaki keskin düşüş nüfus artış hızında da bir düşüşe neden olmuştur. Demografik veriler, Türkiye nüfusunun giderek yaşlandığını göstermiştir.
İstatistiklerin de gösterdiği üzere Türkiye’de yaşlanma her yerde aynı oranları göstermemekte ve bölgelere, şehirlere göre değişmektedir çünkü her şehrin demografik, ekonomik ve sosyal yapıları farklılık göstermekte, bu durum da doğal olarak nüfusun yapısını etkilemektedir. Bununla birlikte bazı bölgelerin demografik özellikleri göç, terör gibi dış faktörlerden de etkilenerek şekillenmektedir.
Yaşlılık döneminin en önemli ölçütleri yaşam doyumu ve kalitesidir. Yaşam kalitesi hem genel hem de patolojik özellikleri kapsamaktadır. Yaşam doyumu ile yaşam kalitesi benzer kavramlardır. Yaşlılık dönemi, bu dönemdeki yaşam doyumu ve kalitesi; hayat koşulları, çevre, doğa, sağlık koşulları, gelir düzeyi/meslek, sosyal statü, eğitim düzeyine göre değişebilmektedir. Bu gibi faktörler yaşlı bireylerin yaşam doyumu ve kalitesini de etkilemektedir.
Yaşlı bireylerin karşılaştıkları sorunları ve yaşam tatmin  düzeylerini toplumun genelinden bütünüyle ayırmak doğru değildir. Bir toplumun içinde ve onun bir parçası olarak yaşayan yaşlılar da genel toplumsal, kültürel ve siyasal bağlamın ürettiği sorunlarla muhatap olmakta ve onlardan etkilenmektedirler. Bununla birlikte karşılaştıkları sorunların çözülmesi  ve  muhtemel  problemlerin  önlenebilmesi,  yaşlılığa  ve yaşlanmaya dair deneyimli kişilerin görüşlerini ve değerlendirmelerini
dikkate almayı gerekli kılmaktadır.
Ülkemizdeki yaşlı ve emekli nüfustaki hızla artışa paralel olarak bu insanların ihtiyaçlarına, yaşlılığa ve emekliliğe uyum süreçlerinde yaşadıkları problemlere, karşılaştıkları sosyal, kültürel ve ekonomik güçlüklere karşı daha kesin çözümler üretecek “yaşlılık politikalarına” önemle ihtiyaç duyulmaktadır. Yaşlıların topluma daha aktif katılacakları çözüm yollarının, hem yerel politikalar hem de ulusal yaşlılık politikaları çerçevesinde düzenlenmesi gerekmektedir. Bu düzenlemelerin de, değişen koşullara uyum sağlaması ve çağdaş özelliklerle donatılmış olması gerekmektedir.
Son tahlilde Corona virüsü nedeni ile yaşlıların sokağa çıkma yasağına yönelik olarak sosyal medyadan izlediğimiz yaşlılarımıza hiçte hak etmediği tutumları da şiddetle kınıyor, konuyu Blogger aracılığı ile kamuya saygı ile duyuyorum.
Nizamettin Biber

Kaynaklar;
1-İstanbul’da Yaşlanmak, İstanbul’da Yaşlıların Mevcut Durumu Araştırması, Editör: Murat Şentürk, Harun Ceylan, Açılım kitap, 2015
2-https://www.academia.edu/6669183/ Türkiye'de yaşlılık incelemesi: Yaşlılık dönemi ve eşitsizlikler
3-http://www.journalagent.com/adlitip/pdfs/adlitip_24_2_32_39.pdf
4-https://www.uplifers.com/dunya-saglik-orgutu-18-65-yas-arasini-genc-kabul-ediyor-o-zaman-omurgamiz-icin-dans/

22 Mart 2020 Pazar

Epikürde Ölüm





İnsanlık tarihinde filozofların en çok üzerine düşündüğü konulardan birisi de ölümdür. Postmodern çağımızda bile Doğal afetler (Deprem, heyelan, sel, fırtına, kuraklık, orman yangını, hortum vb.), insan kökenli yapay afetler (sınai, baraj patlamaları,  yangınlar, hava, su, çevre kirlenmeleri, ulaşım kazaları), savaş, hatta tüm dünya yüzeyine yayılan ve etkisini gösteren salgın pandemik hastalıklar ölümü sıradanlaştırdı. Ölüme karşı insanların ölümden korkma, ölümü inkar etme, ölüme meydan okuma, ölümü isteme ve ölümü kabullenme olmak üzere beş farklı tutum geliştirdikleri söylenebilir. İslam’a göre ölüm bir son değil, daha gerçek bir hayat ve varoluşa geçiştir.
“İnsanların ölümden korkması, çocukların karanlık bir yere girmekten korkmalarına benzer, çocukların doğal korkusunu masallar nasıl arttırırsa, insanın ölüm korkusu da öyle artar. Ölümün, günahların bir karşılığı, başka bir dünyaya geçiş olarak görülmesi, hiç kuşkusuz kutsal, tanrısal bir düşüncedir, ama nasıl olsa ödenmesi gereken doğal bir borç olduğundan, ondan korku duymak budalalıktır.” diyor Francis Bacon.
M.Ö. 341 yılında Samos’ta doğan, Sade bir yaşamı ve sade bir mutluluk anlayışı olan ve Helenistik felsefenin en önemli düşünürlerinden biri olarak bilinen, Ahlak felsefesini geliştirmiş ve felsefenin ana düşüncesinin mutluluk olduğunu söyleyen Epikür’e göre insanın en büyük korkusu ölümdü. Hemen hemen bütün korkuların ölüm fikrine bağlandığını ileri sürdü ve ölümün korkutucu düşüncesini yenmenin bir insanın en büyük kazanımı olduğunu iddia etti. Epikür’ün felsefeye olan en büyük katkısı da ölüm düşüncesini yok etmek için ortaya attığı fikirlerdi.
Epikür, Sade yaşanan, kaygı ve endişeden uzak durulan hatta kaygı ve endişeye yol açacak tüm durumlardan uzak durularak mutluluğun yakalanacağına inanıyordu. Az şeye ihtiyaç duyun. Erişmek istediğiniz şeylere kolayca erişebilecek şeyler olsun. Zenginlik ve şöhret peşinde koşmayın çünkü istek isteği doğurur ve sonu yoktur. Evrende her şey insan için haz objesidir. Ancak erdemle gelen bilgi arttıkça haz da artar. Bu nedenle yönelim hazza değil bilgiye olmalıdır, şeklinde insanlığa tavsiyelerde bulundu.
Epikür “Öldüğümüzde ölü bedende ne olursa olsun hissedecek bir parçamızın kalacağını düşünme hatası” yaptığımızı söyler. Ona göre deneyimlediğimiz şeylerden korkabiliriz ama ölüm deneyimleyeceğimiz bir şey değildir. Bilincimiz öldüğümüzü fark etmeyeceği için ölmek başımıza gelecek bir olay değildir. Epikür bu düşüncesini kanıtlamak için farklı bir yol izler ve doğumdan önceki zamanı işaret eder. Doğmadan önceki sonsuz günleri düşünüp korkmuyorsak ölümden sonraki sonsuzluğu düşünüp korkmak da saçmalıktır. Buradan da şöyle bir sonuca varır: Aslında her canlı bir şekilde ölümü tecrübe etmiştir. Doğmadan önce ölüydük ve o günler bize nasıl düşünmesi imkansız geliyorsa öldükten sonra da aynı şeyler geçerli olacaktır.
Epikür huzurlu bir hayatın anahtarını ararken korkuyu yenmeye ek olarak hayattaki beklentilerimizi de en aza indirmemiz gerektiğini söyler. Ona göre “Gelecek günden en az şey bekleyen, onu en büyük sevinçle karşılar.” Haz hayatı yaşanılır kılar. Ancak hayatın hazları korkunun ve beklentinin olmadığı bir iç dünyada mümkün olabilir. Hazzın kovalanmaması gerektiği sonucuna varır.
İnsan ne kadar ölçülü yaşarsa yaşasın, ne kadar dostluk kurarsa kursun, mutsuzluğun kökeni olarak ölüm onun aşamayacağı bir engeldir. Epikür, ölüm korkusunun sürekli bir acı kaynağı olduğunu görmüş ve şöyle bir çözüm sunmuş: İnsan, öleceği gerçeğini reddediyor ve bu mutsuzluk yaratıyor, Reddediyor çünkü ölümün korkunç bir şey olduğunu düşünüyor, Halbuki ölüm, her şeyin sonu olduğu için acısızdır.
Seneca; Hayattan önce, ölüme hazırlanmalıyız, Leo BuscagHa ise Hiç kimse, bu dünyadan canlı çıkmıyor, diyordu.
Kendisine affedilme olanağı verildiği halde adalet adına bile bile ölüme giden Socrates, Gerçekte kimse bilmiyor ölümün ne olduğunu, insana verilen en büyük iyiliktir belki ölüm; ama en büyük kötülükmüş gibi korkuluyor ondan, demişti.
Ölüm hakkında Epiktetos “Ölüm daima gözünün önünde olsun, o zaman asla adi endişelere düşmezsin ve hiçbir şeyi fazla hırsla arzu etmezsin.” şeklinde düşüncesini açıklıyordu.
Epikür’ün mezar taşında yazan söz felsefesini en yalın haliyle şöyle özetler: “Ölümden korkmak anlamsızdır, çünkü yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise artık biz yokuz.”
Nizamettin BİBER