Tarih
boyunca sanılanın aksine insanlar savaşlardan çok salgın hastalıklardan öldü.
Osmanlı Devleti’nin son yıllarında
özellikle savaşlar nedeniyle yoksulluk ve gayr-ı sıhhî durum söz konusuydu. Bu konu
Türkiye’ye gelen ve Türkiye’de kalan yabancıların da dikkat çekmişti. Alman
Ernst J. Christoffel, savaş öncesindeki durum üzerine kötü yönetimden,
vergilerin yüksekliğinden, çiftçilerin baskı altında tutulmasından ve ulaşımın
yetersizliğinden kaynaklanan açlık ve sefaletin mevcut olduğunu söylemişti. Christoffel,
1909 yılında Malatya’ya geldiğinde burada da açlık olduğundan ve bütün Asya
Türkiye’sini bulaşıcı hastalıkların sardığını ifade etmişti. Christoffel,
Anadolu’da yaşananlara ilişkin olarak, “Günlerimiz Tifüs, Dizanteri, Siyah
çiçek hastalığı ve frengi hastalıklarıyla mücadele etmekle geçiyor. Güneydoğuda
ve sahil şehirlerinde koleradan dolayı insanların ölüyordu.” demektedir. Bulaşıcı
hastalıklar halkın yanı sıra cephedeki askerler arasında da çok yaygındı. I. Dünya
Savaşı yıllarında bit ve pire salgını yüzünden Kafkas cephesinde binlerce asker
tifüs, lekeli humma ve humma-i raciden, yaklaşık 6.000 kişi dizanteriden, tüm
cephelerde ise 20.000’den fazla asker sıtmadan hayatını kaybetmiş; Hicaz, Irak
gibi sıcak bölgeden dönen askerler de malarya tipi sıtmayı ülke geneline
yaymışlardı. Salgın hastalıklar cephelerde sadece Türk askerlerini değil
müttefik devletlerin askerlerini de etkilemişti. Çanakkale cephesinde, Haziran
1915’te sıcaklıklarla birlikte sineklerin çoğalmasıyla dizanteri baş
göstermişti. Her hafta 100 kadar müttefik askeri dizanteriye yakalanarak
cepheden tahliye edilmişti. Türk tarafında da dizanteri yaygındı. Savaştan
sonra yapılan istatistiklere göre 85.000 Türk askeri hasta olarak cepheden
çekilmiş, bunlardan 21.000’i hastalıktan ölmüştü. Sadece Çanakkale’de günde 800
civarında asker hastalık nedeniyle cepheden alınmıştı. İkinci Anafartalar
Savaşında da dizanterinin yaygınlaşması askerleri yıldırmış ve askerler tedavi
için adalara gönderilmişti.
Savaş ortamlarının getirdiği en büyük
olumsuzluklardan biri bulaşıcı hastalıklardı. Balkan Savaşlarından sonra
Anadolu’ya göçlerin fazlalaşmasıyla birlikte I. Dünya Savaşı sırasında gerek
Anadolu’da ve gerekse diğer cephelerde kolera, tifüs, veba, verem gibi salgın
hastalıklar baş göstermişti. Bu hastalıklar su ihtiyacının karşılanamaması,
teçhizat eksikliği, bit ve pirenin artması gibi nedenlerden dolayı daha da
çoğalmıştı. I. Dünya Savaşında ordularda, hastalıktan ölenlerin sayısı,
yaralanma nedeniyle ölenlerden 7 kat daha fazla idi. Bulaşıcı hastalıklar,
zaman zaman öyle boyutlara ulaşmıştır ki yabancı görevlileri, hatta paşa ve doktorların
ölümüne neden olmuştu. Bu derece etkili olan bulaşıcı hastalıklardan olanakları
sınırlı olan insanların ölmemesi mümkün değildi.
1918 yılında baş gösteren ve I. Dünya
Savaşı’nın yarattığı olumsuz koşulların da etkisiyle kısa sürede bütün dünyaya
yayılan İspanyol gribinin neden olduğu ölüm sayısı 50 milyon civarındaydı. I. Dünya
Savaşı’nda bu kadar insan ölmemişti. Atatürk bile İspanyol gribine
yakalanmıştı.
I. Dünya Savaşı’ndan çok ağır bir
yenilgiyle şehirler, hatta ülkeler kaybederek çıkan Osmanlı’nın o yokluk ve
yoksulluk içinde bir de bu salgınla mücadele etmesi pek kolay değildi. Ayrıca
Osmanlı’da ne yeterli doktor, ne yeterli hemşire, ne yeterli hastane, ne de
yeterli ilaç vardı. Bilimsel yetersizlik ve o sırada yaygın durumdaki tifüs,
sıtma, verem, trahom gibi hastalıkları da buna ekleyince Osmanlı’nın İspanyol
Gribiyle mücadele etmesi daha da zorlaşıyordu. Ancak yöneticiler ve doktorlar
yine de ellerinden geleni yapıyorlardı.
Kurtuluş Savaşı’nda da Türk kuvvetleri,
sadece düşman kuvvetleriyle değil, mikroplarla da büyük bir savaşa girişmişti. İsmet
Paşa, işgalci güçlerin kuvvetlerinden değil, ellerinde neredeyse sağlam katır
bırakmayan sığır vebasından korkuyordu. Az sayıdaki, çalışkan, bilgili ve
fedakar veterinerlerimizin sığır vebasına karşı büyük ve başarılı mücadelesi
olmasaydı, Garp Cephesi’ndeki mücadelenin zaferi kesin olmayabilirdi.
Savaş yıllarında Kızılay’ın yerindeki
Hilal-i Ahmer Cemiyeti, İstanbul’da 1400 yataklı 6 hastane ile cepheden yaralı
taşımak üzere iki hastane gemisi kiralamıştı. Üsküdar ve Fatih semtlerinde iki
dispanser tesis etmiş, Cemiyet, cephelerde hastaneler, nekahethaneler, dispanserler
kurup işletiyordu. Düşman, Çanakkale’ye asker çıkarınca derhal, Galatasaray,
İstanbul ve Darüşşafaka liseleri hastaneye çevrilmişti. Bunların yetersiz
kalması üzerine ise 5500 yataklı 7 hastane daha devreye sokmuştu.
İstanbul’da bel soğukluğu, frengi, uyuz,
kırkayak, karnebit ve benzeri zührevi hastalıklar savaştan sonra çok artmış,
İstanbul sınırlarını aşarak Anadolu’da bulaşıcı hastalıkların tehdidi altına
girmişti. Halkın yarısından fazlası sıtma, her üç dört aileden bir fert tüberküloz,
trahom, frengi, yoğun biçimde kolera, tifüs, tifo ve diğer salgın hastalıklar
nedeni ile hasta, sakat veya hayatını kaybetmişti
Türk halkı Kurtuluş Savaşı’nda sadece
düşmanla mücadele etmemiş, bulaşıcı ve salgın hastalıklarla da mücadele etmişti.
Kurtuluş Savaşı’nda askerin % 40’u sıtmalı, 10 milyon insanın 3 milyonu
trahomlu idi.
Sonrasında, Dr. Refik Saydam
önderliğinde 1928 yılında Merkez Hıfzısıhha Okulunun açılmasıyla halk sağlığı
çalışmaları ivme kazanmıştı. 1930 yılında 1539 sayılı Umumi Hıfzısıhha Kanunu
çıkarıldı. Bu kanun o dönemin şartlarına göre devrim niteliği taşıyordu.
1928-1945 yılları arasında Seyyar Tabiplikler, Tedavi Evleri, Hıfzısıhha
Mektebi, Köy Sağlık Koruyucuları, Köy Ebesi Mektebi, Etimesgut Dispanseri ve
Köy Enstitüleri açıldı. Sağlık propagandası yapılarak; sıhhi filmler, renkli
afişler, sağlık broşürleri, teknik neşriyat, sıhhi ve içtimai coğrafyalar,
sağlık dergisi ve sıhhi teşkilat haritaları basıldı ve yayınlandı.
Tarih yazıcılığındaki yeni
yaklaşımların, “hanedan tarihçiliği” görüşünü terk etmesinin üzerinden epey
süre geçmesine rağmen, toplumların kolektif bilincinin oluşmasında geçirdiği tarihi
deneyimin kimsenin göz ardı etmemesi gerekmektedir.
Nizamettin BİBER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder