Dil
toplumsal bir kurumdur, bireyin, ulusun ve insanlığın kendini ifade
edebilmesinin tek yoludur. Gelişmenin de ve soyut düşünmenin de yolu dili iyi
kullanabilmekten geçer. Leibniz, haklı olarak “Dil zihnin aynasıdır.”
demiştir. Dil, bir yandan zihnin bir anlatma aracı, öbür yandan da zihni
yoğuran bir şeydir. Yine Leibniz’e göre “Halk diliyle anlatılamayacak hiçbir
şey yoktur.”
Tıbbi
terminoloji binlerce yıl içinde şekillenmiştir. Önemli bir özelliği konuşma
dilinden farklı bir yapıda olmasıdır. Günümüzde tıp eğitimi dilinin nasıl
olması gerektiği halen tartışma konusudur. Bilimsel dilin en önemli
özelliklerinden bir tanesi bilimin kendine has ve genellikle günlük kullanımda
olmayan farklı terimleri içermesidir. Bu terimlerin öğrenilmesi bilimin
öğrenilmeye başlandığı ilk anda çok daha yoğun olmak üzere eğitimin tüm
aşamalarında, mesleki ya da akademik yaşamda süreklilik gösterir.
Ülkemizde
sadece kullandığımız konuşma dilinde değil tıp dilinin içinde bulunduğu dil
sorunu, İlköğretimden Üniversiteye kadar, ortak bir Türkçe tıp bilim dilinin
oluşturulması sorunudur.
Bilindiği
üzere orijinal anatomik terimler Yunanca olup anatomik ortak dil olarak Latince
ile takviye edilmiştir. Anatomik literatürde terminolojinin dil engellerini
aşması profesyonellerin entelektüel iletişimi kolaylaştırmakta olup oldukça
erken bir aşamada anatomide, evrensel terminolojinin Latince olması gerektiği,
alanın öncüleri tarafından gayri resmi olarak kararlaştırılmıştır.
Bugün,
tip dilimiz; İngilizce, Fransızca, Latince, bir ölçüde de Almanca’dan gelen
sözcüklerin, Osmanlı artıkları ile birlikte kaynaştığı alacalı bulacalı bir
bohça görünümündedir. İngilizce sözcüklerin Fransızlaştırılarak, Fransızca
sözcüklerin de İngilizleştirilerek, her ikisinin birden Türkçeleştirilerek, ya
da yanlış söylenerek bozulup yozlaşmış biçimde kullanılması, durumu fark
edenleri aşırı ölçüde tedirgin eden yaygın bir uygulamadır.
Türk
toplumuna yüzyıllarca egemen olan Osmanlı, ulusun öz dilini görmezden geldiği
ve yer yer Türkçe, daha çok Arapça ve Farsça karması bir yoz dili ( Jargon)
yeğlediği için, ne sanatta, ne de bilimde yaratıcı olabildi. Osmanlı’nın ulus
olma, uluslaşma çabası ve köktenci bir girişimi olmadığı gibi, bu tür girişim
ve çabalara veri üretecek, alan açacak, dil gibi, tarih ve bilim kurumları gibi
dayanak ve güvenceleri de yoktu. Bundan dolayı Osmanlı okumuşu, Kuran ve
Hadislere bakarak düşünmek durumunda kalmıştır. Dipten doruğa kapalı devre
dinsel bir kimliğe bürünen Osmanlı eğitimi, eğitim ve öğretim dili olarak
Arapçayı yeğlemiş, devlet dili, yazışma dili olarak da (Arapça/Farsça + Türkçe)
kırması bir sözde dili benimsediği için, Türkçe bir alt dil, yer yer bir aşiret
dili olarak kabuğuna çekilmek durumunda kalmıştır.
Bugün
için Türkçe, Arapçanın, Farsçanın baskısını büyük ölçüde yendi sayılabilir. Ama
bu kez de Batı dillerinin yoğun bir saldırısıyla karşı karşıyadır. Hem de
yalnızca bilim ve teknik alanında değil, iletişim alanında da yoğun bir saldırı
söz konusudur.
Orijinal
ismi ile Corona virüsü döneminde yeni bir iletişim dili ortaya çıktı. Ki bana
en sorunlu gelen şey de nereden geldiği ve ne idüğü belirsiz şu “bulaş”
kelimesinin icat edilmiş olmasıdır. Bulaşma riski ifadesi zaten dilimizde
varken, buna bulaş riski denilmesine ne gerek var? Özellikle devlet görevlileri
öz Türkçe dili kullanmalı, onu korumalı ve gereksiz kelime türetilmemelidir.
Pnömoni:
Zatürre, Peak: Zirve, Entübe hasta: Solunum cihazına bağlanan hasta, Mortalite:
Ölüm oranı, Epidemi: Salgın, Kıran, Pandemi: Yeryüzü salgını, Sosyal mesafe: Fiziksel
mesafe, adeta tüm kavramların Türkçesi varken topluma tıp öğrencisi şeklinde
davranmak niyedir?
Kaldı
ki H1N1 virüsüne Domuz Gribi, H1N1 virüsüne (1918) İspanyol Gribi, Avian Influenza
virüsüne Kuş Gribi demişken, korona (covid19) virüsüne neden Çin Virüsü
demiyoruz?
Türk
dili özleştirmesi açısından yabancı bir kelime olan korona hastalığının adını “gezentutan”
olarak ta kullanabiliriz.
Bizler,
İnsanları, düşünceleri, nesneleri, dilin aracılığıyla kavrarız. Dil
aracılığıyla kendimizi ifade ederiz. Türkçemizi niçin doğru kullanmalıyız,
sorusunun cevabı da buradadır. Dili doğru kullandığında iyi bir iletkendir;
yanlış kullandığımızda ise kötü bir iletken hatta yalıtkan hale gelebilir. Sonuçta
biz dili ne kadar iyi tanır, dili ne kadar iyi kullanırsak iletişimimiz o kadar
iyi olacaktır.
Bizim
bugün yapabileceğimiz ise Türkiye Türkçesini diğer Türk lehçeleri ile
destekleyerek geliştirmek; bilim, sanat, toplumsal bilimler, günlük kullanım
gibi her alanda özleşmiş ve güçlü bir dil yapmaya çalışmaktır.
Ortak
Türkçe ancak özleşmiş ve güçlü bir dille sağlanabilir.
Nizamettin BİBER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder