30 Nisan 2020 Perşembe

Şamdan Tipi Aydın


Geri kalmış ülkelerde çağının bilincine ulaşamamış, okuma yazma bilmeyen, okuduğunu anlamayan ve okuduğundan rasyonel bir sonuç çıkaramayan, değerlendirme yeteneği olmayan ve bu nedenle hamasetle avutulup aldatılan milyonlarca insan yaşamaktadır.
Bunun yanında üstün ve inatçı çabaları sonucu, çoğunluğun arasından sıyrılıp çıkarak bilinçlenmiş, bilgi birikimi, ülkesinin ve halkının sorunlarını çağdaş bilimin verileri ve kanıtları ile bütünleştirerek çözüm önerme bakımından doruğa tırmanmış, çağdaş hatta çağını aşmış bilim insanları ve aydınları da bulunmaktadır.
Bunlar arasında içinden çıktığı topluma yabancılaşarak, egemen sınıflara hatta yabancıya uşaklık yapabilecek kadar yozlaşanlarda yok değildir.  İstenilen ve ideal olan aydın ise halkından kopmadan ve ona yabancılaşmadan sonuna kadar halkın çıkarlarını korumaya ve doğrudan savunmaya, bildiklerini halka aktararak toplumun yücelmesi, refaha erişmesi ve çağdaşlaşması için yaşadığı zorlukları aşarak görevini en iyi şekilde yapmaya çalışanlardır.
Demokrasiye inanan, açık, şeffaf, hesap verebilir, denetlenebilir, hukukun üstünlüğü esas olan çağdaş toplumlar yelpazesi içinde, kendi toplumunun en uygun yeri almasından yana olan aydın insanının en önemli görevi, bilimsel doğruları savunmak, bireylerin ve toplum katmanlarının gerçekler doğrultusunda donatılmasını sağlamak olmalıdır.
Bu yazının konusu ise, şu veya bu biçimde bilimsel ve bürokratik unvanlar kazanmış orta çağ tipi karanlık dehliz ve labirentlerinde halk yığınlarını karanlık köşelere doğru sürükleyen, götüren şamdan tipi aydınlardır.
Çağının gerisinde kalmış, biyolojik, sosyal, kültürel ve politik gelişme gösterememiş toplumların kaderi her şeyden önce, bilimsel doğruların çoğunluğa anlatılıp, anlaşılmasına ve yaşama aktarılmasına bağlıdır.
Halklar onu kendi mantığı ve inançları doğrultusunda aydınlatan, yaşamına uyguladığı zaman, uzun ve kısa sürede, ona zarar getiren şamdan tipi aydına değil gerçek aydına ihtiyaç duyar.
Halk içinde özellikle işçiler, köylüler, dar gelirliler, üretici katmanlar ve kesimler hazır susamış durumda, doğruyu, bilimsel olanı yaşamına uyguladığı zaman kendisini cehaletten, yoksulluktan, eziklikten ve sömürülmekten kurtaracak ve onlara yasaların tanıdığı hakları kullanmakta yardımcı olacak ilke ve yöntemleri öğretecek aydınlara ihtiyaç duymaktadır.
Sosyoloji açısından toplumu, bireye göre daha iyi örgütlenmiş büyük bir canlı organizma gibi düşünebiliriz. Bu organizmanın beyni ve vicdanı olma sorumluluğunu taşıyan aydınlar da toplumun ihtiyaçları neyi gerektiriyorsa, onların tümünü düşünüp yargılayabilmesi, bilimsel düzeyde doğru olanlarla doğru görünenleri, kamuoyunda savunması gerekir. Beyin, yani aydın, her şeyi düşünebilecek kapasitede ve doğru olanı uygun yöntemlerle yargılayıp bilimsel gerçekleri ayırt edebilecek güç ve yetenekte olmalıdır. İyiyi, doğruyu, güzeli, vicdanı değerleri ahlakı topluma yerleştirip tesis etmekte aydının görevleri arasındadır.
Toplumun beyni ve vicdanı olma sorumluluğunu taşıyan aydınlar, düşünerek tartışarak vicdan ve ahlakı kullanarak halkını yönlendirmeli, aydınlatmalıdır.
Beyin durumundaki aydınlar, eğer şamdan tipi yarı aydınsa kendini dogmalardan kurtaramamış öğrenmeyi bırakmış, öğrendiklerini de çevresi ve toplumla paylaşmayı bilmiyorsa; topluma yara yerine zarar veriyordur.
Şamdan gibi loş, yarı aydın tipi yerine, ancak; gerçekler doğrultusunda halkını uyaran, çağdaş konuları yansız ve tarafsız yansıtan, özgürlükten, bilimden, hukuktan yana aydınlarla refah toplumları oluşabilecektir.
Unutulmamalıdır ki insanı yarım doktor canından yarım imam da dininden eder.
Yarım, bilgisiz, korkak şamdan tipi sadece kendisini aydınlatan çevresine ışık saçmayan aydın da bulunduğu toplumu karanlığa gömer.
Nizamettin BİBER

29 Nisan 2020 Çarşamba

Nitelikli Eğitim



Eğitim, temel bir insan hakkı olduğu gibi insanların kendilerini eşitsizlik ve yoksulluktan kurtarabilmelerine olanak sağlayan önemli bir araçtır. Birleşmiş Milletler 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ve Eğitimi, özellikle de nitelikli eğitimi bütün dünyanın en önemli tartışma konularından biri olmaya devam etmektedir.
Özet bir tanımla, bireyin ve toplumun ihtiyaçlarına yanıt veren davranışların maksimum düzeyde geliştirilmesini amaçlayan eğitim sistemine nitelikli eğitim diyoruz.  Yani nitelikli eğitim bir anlamda bireysel olarak kişilik geliştirme, davranış olumlama özelliklerini taşır.
Bu konuyu birey ve toplum açısından irdelersek eğer;
Nitelikli eğitim, hem bireyin gelişim ihtiyacına, hem de toplumun ihtiyaçlarına cevap veren davranışları en üst düzeyde değiştirmektir.
Hem bireyin, hem de o bireyin yakın çevresinin ailesinin ve içinde yaşadığı toplumun gelişmesine katkıda bulunmaktır.
Toplumla ters düşmeden, çevreyle uzlaşabilen, uyum içerisinde olan ve içinde yaşanılan toplumun maddi ve manevi kültürüyle bütünleşebilen ve bunu yaparken de bireyselliğini kişiliğini kaybetmeden oluşturulan davranış değişikliğidir.
Toplumun ve bireyin ihtiyaçlarına cevap vermektir. Eğitimin, toplum ve o toplumu yaratan bireylerin ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak düzenlenmesidir.
Eğitimde kalite, sistemin tüm girdilerinin teker teker nitelikleri ve bu girdilerin amaca en uygun en iyi şekilde birleştirilmesi
Nitelikli eğitim hedeflerindeki en dikkat çekici gelişme, temel eğitime erişimin ve dolayısıyla temel bilgi ve becerilerin ötesinde, eğitimin bir yandan mesleki, ekonomik boyutuyla, bir yandan da aktif vatandaşlık üzerinden toplumsal yaşama katılım boyutuyla ele alınmasıdır.
Nitelik söz konusu olduğunda ise hem öğrenme çıktılarının iyileştirilmesi, hem de nitelikli eğitim personelinin temin edilmesine yönelik bir yaklaşım önemlidir.
Ülkemizdeki nitelikli eğitim sorunu özel okul ve devlet okulu ayrımı ile gittikçe derinleşti. Günümüzde çocuklarımız birbirlerinden çok farklı eğitim alıyor. Eğitimde standardın kaybolması, ülke içindeki kutuplaşmanın da bir nedeni olabilir. Başarı konusunda zaten sorunlu olan ve her iki yılda bir eğitim sisteminin değiştiği Ülkemizde standardı olan nitelikli eğitim beklentisi ütopya gibi.
Eğitim bir çok Sürdürülebilir Kalkınma Hedefinin (SKH) gerçekleşmesinin anahtarıdır. İnsanlar nitelikli eğitim alabildiklerinde yoksulluk girdabından da kurtulabilirler. Bu nedenle eğitim eşitsizliklerin azaltılması ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına yardımcı olur. Ayrıca nerede olursa olsun insanların daha sağlıklı ve sürdürülebilir yaşamları olmasını sağlar.
Eğitimle insanların yoksulluktan kurtulabilmesi ise sorunun üzerine gitmek için başlı başına büyük bir nedendir. Nitelikli eğitim ayrıca hoşgörünün gelişmesi ve barışçıl toplumların inşasına da destek olur. Nitelikli eğitim, kişinin hem kendine hem de topluma yararlı olabilecek biçimde, faaliyet ve yetenekleriyle tam sağlıklı bir kişilik geliştirmesi olarak bireyin gelişmesinin ve toplum kalkınmasının, olmazsa olmaz önemde, temelini oluşturmaktadır.
Ülkelerin gelişmişlik endeksinde nitelikli insan sayısı ilk sırada iken toplumların varlıklarını sürdürebilmeleri, gelişmeleri, kalkınmaları ancak eğitimli insanla gerçekleşebileceğine göre; nitelikli eğitim, toplumlar için bir ölüm kalım davasından kurtuluşa açılan tek yoldur, diye düşünüyorum.
Nizamettin BİBER

27 Nisan 2020 Pazartesi

İrrasyonalite mi? Sezgici mi?


Çinin Huan kentinden ortaya çıkan daha sonra da tüm dünyayı etkisi altına alan korona covid-19 virüsü insanların sağ duyusunu ve akıl sağlığını da olumsuz yönde etkilemişe benziyor. Pandeminin ilk salgın günlerinde hijyen kurallarına daha fazla önem verilmeye başlandı. Kolonya ve el dezenfaktanının dışında ev temizliği için kullanılan ürünlerin de satışında patlama yaşandı. Önlem almak için çamaşır suyunu abartılı kullanan vatandaşlar ise hastanelere koştu.
Ülkemizde iİlk şaşırtıcı haber ise Trakyadan geldi. Tekirdağ’ın Çerkezköy ilçesinde yeni tip koronavirüsten (Covid-19) korunmak için dezenfektan ve etil alkol içen kişi hastaneye kaldırıldı.
Sonrasında ise dünyanın en süper devleti sayılan koronavirüs önlemi için 1 Trilyon Dolar ayıran ABD’nin Başkanı Donald Trump, koronavirüse karşı vücuda ışın verilmesi ya da dezenfektanların enjekte edilmesini önerdi.
Geçtiğimiz günlerde bizim vergilerimizle maaş alan TRT spikeri Sermin Baysal Ata, İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Ayça Kaya’ya Koronavirüse karşı demir eksikliğinin giderilmesi konusunda Dr. Kaya'ya demir döküm malzemelerinin kullanılmasının faydalı olup olmayacağını sordu.
Bu haberler bana; 17.yüzyılda ortaya çıkan ancak temeli Antik Yunan’da atılmış olmakla birlikte Parmenides, Sokrates, Platon gibi filozoflar ile Descartes, Spinoza, Leibnz ve Hegel’de devam eden Rasyonalizm akımını aklıma getirdi.
Rasyonalizm (Akılcılık), anlam olarak; zorunlu kesin ve genel geçer bilgilere ancak akılla ulaşılacağını sonuç olarak doğru bilginin kaynağının akıl olduğunu söyler. Duyu organlarının verileri geçici ve doğruluğu kesin olmayan bilgilerdir ve bu verilere güvenilemez olduğunu iddia eder. Felsefe evreni ve insanı kavrarken aklı kullanarak doğru bilgilere ulaşabilir, der. Karşıtlığı olarak İrrasyonalite ise hayatta ve bilgilerde akıl dışı öğelere tek yanlı olarak ağırlık veren sevgi, duygu ve içgüdüleri, bilginin kaynağı sayan görüş, akıl dışıcılıktır.
Bu haberler akıldışılıkla mı yorumlamalıyım diye düşündüğümde ise konuyla ilgili yine başka bir akımın varlığını hatırladım.
Bu ise felsefi bir kavram olarak sezgiye akıl, zihin ve soyut düşünme karşısında hem öncelik, hem de üstünlük tanıyan Sezgicilik, İntüisyonizmdi. Bu akımın kurucusu Henri Bergson olduğundan kimi zaman felsefe tarihinde sezgicilik, Bergsonculuk olarak ta adlandırılır.
Sezgiciliğe göre bilginin, özellikle de felsefe bilgisinin kaynağı ve temeli sezgidir. Burada önemli olan sezgi kavramının içeriğidir. Felsefi anlamda sezgi, bir tür açılma, doğrudan doğruya keşfedilme ve dolaysız, aracısız birden bire kavranılma anlamında kullanılır. Zorunlu bilgiler eksiktir, ancak sezgi ile tamamlanır, iddiası taşır.
Bu akım, hayatın bir yaratma gücü vardır ve bu yaratma gücünü biyolojik temeli olan alet yapmaya yarayan zekamız kavrayamaz, der. Bunu kavrayacak özel bir yetenek ise sadece sezgi yani İntution olduğunu var sayar.
Bu ifadelere göre;
Korona virüsüne karşı önlem olarak dezenfektan içen Çerkezköylü vatandaş, koronavirüse karşı vücuda ışın verilmesi ya da dezenfektanların enjekte edilmesini öneren Trump, Koronavirüse karşı demir eksikliğinin giderilmesi için demir döküm malzemelerinin kullanılmasının faydalı olabileceğini düşünen TRT spikeri irrasyonel midir?
Yoksa sezgici midir?
Nizamettin BİBER


24 Nisan 2020 Cuma

Karantinada Öncelikler



Bilindiği üzere Abraham Maslow insanın ihtiyaçlarına yönelik hiyerarşi teorisi 5 kategoriden oluşmaktadır. Fizyolojik ( Açlık, susuzluk ve buna benzer temel yaşamsal ihtiyaçlar), Güvenlik (Dış faktörlerden kaynaklı tehlikelerden korunma), Sosyal (Aidiyet, sevgi, kabul görme, sosyal yaşam vb.), Değer Verilme/Saygınlık İhtiyacı (Statü, başarı, itibar, tanınma), Kendini gerçekleştirmedir. (Gelişim, bir işi başarıyla tamamlama, yaratıcılık)  
Piramidin en tepesinde ‘Kendini gerçekleştirme’ basamağı yer alırken, Maslow İhtiyaçlar Hiyerarşisi Piramidi, bir basamaktaki ihtiyaçlarını tam olarak gideremeyen bireyin bir üst basamağa geçemeyeceğini vurgular.
Karantina günlerinde son bir ayda Google’da en çok artan aramalar listesinde; İşsizlik maaşı, ücretli, ücretsiz izin, yoga ve pilates kelimeleri yer alıyor.
Bir diğer değişim ise mutfakta yaşandı. Evden çıkmayan kişilerin sıkça yöneldiği şeylerden biri de evde ekmek yapmak oldu. ‘maya’, ‘un’, ‘ekmek’, ‘ekmek tarifi’ ve ‘evde ekmek’ kelimeleri de arama listesinin ilk sıralarında yer aldı.
Korona virüs pandemisi sonrasında ülkelerin ekonomilerinde, bireylerin yaşam tarzlarında köklü değişiklikler meydana geliyor. Google Trend raporlarında bu değişikliklere ilişkin çeşitli tespitler yapabilmek mümkün.
İnsanların uzun süre evde kalması ihtiyaçlarını ve alışkanlıklarını da etkiledi. Bunların başında internetten alışverişler geliyor. Tek kullanımlık eldiven, maske ve ekmek yapma makineleri zirvede, kuaför ve berberlerin kapalı olması nedeni ile de kadınlar saç boyasına erkekler ise saç kesme ve traş makinelerine yöneliyor.  Kutu oyunları, ev eşyalarında da yoğun artış gözleniyor. İnternetten market alışverişleri de artış gösteren bir davranış olarak ortaya çıktı.
Hayat tercihlerden ibarettir ve insanı belirleyen tercihlerinin toplamıdır. Şunu da unutmamak gerekir ki geçmişteki tercihlerimiz ne ise bizi tanımlayan şey bugünkü tercihimizdir.
Nesnel koşullar nesnel sonuçlar önermesine göre ekonomik durumu iyi olan karantinacılar da Maslow’un ihtiyaç listesinin en tepesine yönelerek internetten yoğun olarak kitap siparişi vermiş. Evde kal çağrısının başladığı ilk hafta, kitap sektöründeki satışlarda bir önceki haftaya göre %30 oranında artış gerçekleşmiş.
Normal koşullarda Maslow’un teorisine eklenecek ve itiraz edecek yeni bir teorimiz yok. Ancak yaşadığımız karantina döneminde kendimizi tükenmiş, yorulmuş ve bitkin hissediyoruz, sonuç olarak belirsiz ve muallâk durum bizi geriyor ve giderek zaman ve mekan içerisinde kaybolduğumuzu düşünüyoruz,  bir çok şey anlamsız ya da ağır geliyor bize, sürecin koşulları altında eziliyor, çare bulmakta zorlanıyoruz. Peki ne yapmalıyız? Evde dahi olsak nasıl bir davranış örüntüsü geliştirmeliyiz?
Zekâ, önceliklerimizin zihinde anlamlı bir şekilde sıralanmasıdır, tanımına göre bu zor süreci kolay atlatabilmemiz için önceliklerimizi gözden mi geçirmeliyiz?
İnsanlar ihtiyaçlarına göre davranıyor tabii.
Ama salgın sürecinde ilk hedef corona virüsüne yakalanmamak olmalı!
Nizamettin BİBER



19 Nisan 2020 Pazar

Korona Dili


Dil toplumsal bir kurumdur, bireyin, ulusun ve insanlığın kendini ifade edebilmesinin tek yoludur. Gelişmenin de ve soyut düşünmenin de yolu dili iyi kullanabilmekten geçer. Leibniz, haklı olarak “Dil zihnin aynasıdır.” demiştir. Dil, bir yandan zihnin bir anlatma aracı, öbür yandan da zihni yoğuran bir şeydir. Yine Leibniz’e göre “Halk diliyle anlatılamayacak hiçbir şey yoktur.”
Tıbbi terminoloji binlerce yıl içinde şekillenmiştir. Önemli bir özelliği konuşma dilinden farklı bir yapıda olmasıdır. Günümüzde tıp eğitimi dilinin nasıl olması gerektiği halen tartışma konusudur. Bilimsel dilin en önemli özelliklerinden bir tanesi bilimin kendine has ve genellikle günlük kullanımda olmayan farklı terimleri içermesidir. Bu terimlerin öğrenilmesi bilimin öğrenilmeye başlandığı ilk anda çok daha yoğun olmak üzere eğitimin tüm aşamalarında, mesleki ya da akademik yaşamda süreklilik gösterir.
Ülkemizde sadece kullandığımız konuşma dilinde değil tıp dilinin içinde bulunduğu dil sorunu, İlköğretimden Üniversiteye kadar, ortak bir Türkçe tıp bilim dilinin oluşturulması sorunudur.
Bilindiği üzere orijinal anatomik terimler Yunanca olup anatomik ortak dil olarak Latince ile takviye edilmiştir. Anatomik literatürde terminolojinin dil engellerini aşması profesyonellerin entelektüel iletişimi kolaylaştırmakta olup oldukça erken bir aşamada anatomide, evrensel terminolojinin Latince olması gerektiği, alanın öncüleri tarafından gayri resmi olarak kararlaştırılmıştır. 
Bugün, tip dilimiz; İngilizce, Fransızca, Latince, bir ölçüde de Almanca’dan gelen sözcüklerin, Osmanlı artıkları ile birlikte kaynaştığı alacalı bulacalı bir bohça görünümündedir. İngilizce sözcüklerin Fransızlaştırılarak, Fransızca sözcüklerin de İngilizleştirilerek, her ikisinin birden Türkçeleştirilerek, ya da yanlış söylenerek bozulup yozlaşmış biçimde kullanılması, durumu fark edenleri aşırı ölçüde tedirgin eden yaygın bir uygulamadır.
Türk toplumuna yüzyıllarca egemen olan Osmanlı, ulusun öz dilini görmezden geldiği ve yer yer Türkçe, daha çok Arapça ve Farsça karması bir yoz dili ( Jargon) yeğlediği için, ne sanatta, ne de bilimde yaratıcı olabildi. Osmanlı’nın ulus olma, uluslaşma çabası ve köktenci bir girişimi olmadığı gibi, bu tür girişim ve çabalara veri üretecek, alan açacak, dil gibi, tarih ve bilim kurumları gibi dayanak ve güvenceleri de yoktu. Bundan dolayı Osmanlı okumuşu, Kuran ve Hadislere bakarak düşünmek durumunda kalmıştır. Dipten doruğa kapalı devre dinsel bir kimliğe bürünen Osmanlı eğitimi, eğitim ve öğretim dili olarak Arapçayı yeğlemiş, devlet dili, yazışma dili olarak da (Arapça/Farsça + Türkçe) kırması bir sözde dili benimsediği için, Türkçe bir alt dil, yer yer bir aşiret dili olarak kabuğuna çekilmek durumunda kalmıştır.
Bugün için Türkçe, Arapçanın, Farsçanın baskısını büyük ölçüde yendi sayılabilir. Ama bu kez de Batı dillerinin yoğun bir saldırısıyla karşı karşıyadır. Hem de yalnızca bilim ve teknik alanında değil, iletişim alanında da yoğun bir saldırı söz konusudur.
Orijinal ismi ile Corona virüsü döneminde yeni bir iletişim dili ortaya çıktı. Ki bana en sorunlu gelen şey de nereden geldiği ve ne idüğü belirsiz şu “bulaş” kelimesinin icat edilmiş olmasıdır. Bulaşma riski ifadesi zaten dilimizde varken, buna bulaş riski denilmesine ne gerek var? Özellikle devlet görevlileri öz Türkçe dili kullanmalı, onu korumalı ve gereksiz kelime türetilmemelidir.
Pnömoni: Zatürre, Peak: Zirve, Entübe hasta: Solunum cihazına bağlanan hasta, Mortalite: Ölüm oranı, Epidemi: Salgın, Kıran, Pandemi: Yeryüzü salgını, Sosyal mesafe: Fiziksel mesafe, adeta tüm kavramların Türkçesi varken topluma tıp öğrencisi şeklinde davranmak niyedir?
Kaldı ki H1N1 virüsüne Domuz Gribi, H1N1 virüsüne (1918) İspanyol Gribi, Avian Influenza virüsüne Kuş Gribi demişken, korona (covid19) virüsüne neden Çin Virüsü demiyoruz?
Türk dili özleştirmesi açısından yabancı bir kelime olan korona hastalığının adını “gezentutan” olarak ta kullanabiliriz.
Bizler, İnsanları, düşünceleri, nesneleri, dilin aracılığıyla kavrarız. Dil aracılığıyla kendimizi ifade ederiz. Türkçemizi niçin doğru kullanmalıyız, sorusunun cevabı da buradadır. Dili doğru kullandığında iyi bir iletkendir; yanlış kullandığımızda ise kötü bir iletken hatta yalıtkan hale gelebilir. Sonuçta biz dili ne kadar iyi tanır, dili ne kadar iyi kullanırsak iletişimimiz o kadar iyi olacaktır.
Bizim bugün yapabileceğimiz ise Türkiye Türkçesini diğer Türk lehçeleri ile destekleyerek geliştirmek; bilim, sanat, toplumsal bilimler, günlük kullanım gibi her alanda özleşmiş ve güçlü bir dil yapmaya çalışmaktır.
Ortak Türkçe ancak özleşmiş ve güçlü bir dille sağlanabilir.
Nizamettin BİBER

17 Nisan 2020 Cuma

Deli Kestane Balı


Annem ve Babam 80’li yaşlarında olmalarına rağmen halen Rize’nin İkizdere ilçesinin kafkame köyünde (Çağrankaya mah.) yaşamaktadır. Dedemlerin Kestane ağaçları ile dolu Muhun ırmağı dediğimiz mevkide kurun tipi bal petekleri vardı.  Çok sonraları babamda birkaç petek ile aynı bölgede petek bulundurup bal üretmeye çalışıyor. İstanbul’da yaşıyor olmamıza rağmen özellikle annem ineği olduğu birkaç yıl öncesine kadar bize tereyağı, koloti peynir ve minci (çökelek) gönderirdi. Şimdilerde ise zaman zaman köy ürünlerinden bazen de bizlere bal gönderirler. Son gönderlikleri kavanoz balımız ise kestane yoğunluklu bir ormandan üretilen deli baldır. Deli bal ve acı bal isimleriyle de bilinen kestane balı, daha çok Karadeniz Bölgesi’nde kestane ağacı çiçeklerinden elde edilmektedir, ayrıca çiçek balına göre çok daha fazla vitamin ve mineral içeren kestane balı, doğal antibiyotik olarak da bilinir.
Kestane balının en önemli özelliği tamamen doğal olmasıdır. Kestane ağaçlarının çiçek açmasının ardından ağaçlara herhangi bir ilaç atılmamasından dolayı, kestane balı tamamen doğaldır. Ancak üretiminin kısıtlı olmasından dolayı kestane balının fiyatı anzer balı kadar olmasa bile çiçek balı fiyatına göre en az 2-3 kat civarında daha fazladır.
Kestane balı buruk tadından ve güçlü besin içeriğinden dolayı genellikle diğer çiçek balları gibi kahvaltılık olarak tüketilmez. Tadındaki burukluktan dolayı kestane balını tüketmekte zorlananlar ise balın tadındaki bu burukluğu gidermek için balı yoğurt veya süt ile tüketmeyi tercih edebilirler. Şimdi ise bu şifa depo deli balın sağlığımıza ne gibi faydaları olduğuna bir göz atarsak;
Kestane balı öksürük, astım, bronşit ve nefes darlığı başta olmak üzere üst solunum yolları enfeksiyonlarının tedavisinde önemli rol oynamaktadır.
İçerdiği vitaminlerle bağışıklık sistemini güçlendirerek vücudun hastalıklara karşı daha dirençli olmasını sağlar.
İçerdiği etken maddelerden kaynaklanan antioksidan özelliği sayesinde kestane balı kansere karşı da koruyucudur.
Yüksek miktarda potasyum içeriği ile kasların güçlenmesine ve kas rahatsızlıklarının giderilmesine yardımcı olur.
Kan dolaşımının düzenlenmesine yardımcı olur.
Mide ve karaciğer yorgunluğunu giderir.
Hazmı kolaylaştırır, kabızlığı önler ve bağırsaktaki gaz problemlerine karşı da etkilidir.
Ağız yaralarının iyileştirir.
Vücuttaki ağrıları ve sancıları gidermeye yardımcı olur, halsizliği giderir.
Ağız kokusunu giderir ve tansiyonu dengeler.
Kestane balı, daha uzun süre tok tutuyor.
Çocukluğumuzda annem tabağa bal koyar, bizde çorba kaşığı ile yerdik. Dünyadaki ilk farmakologlardan Paracelsus “İlacı zehirden ayıran dozdur.” Sözüne dikkat etmeden, kestane balının faydalarından yararlanmak adına günde 1-2 tatlı kaşığı kadar tüketilmesi gerekirken ben nerdeyse her gün bağışıklık sistemimi güçlendirmek için abartarak 3-4 çorba kaşığı yedim.
Ölçüyü kaçırınca iki gün boyunca deprem oluyor sandım, sürekli başım döndü, midem bulandı, kusma, baş dönmesi yaşadım,  aniden tansiyonum düştü,  halsizlik yaşadım. Corona virüsü nedeni ile kendimizi korumak için önlem alayım derken neredeyse kaş yaparken göz çıkartıyordum. Neyse ki şimdi iyiyim.
Aman siz siz olun insanın delisine değilse bile deli kestane balına dikkat edin!
Nizamettin BİBER

İbni Sinanın Önerileri



İlk insanlar, kendilerinin çok büyük sayıda görünmez kuvvetler tarafından kuşatıldığını tasavvur ederlerdi. Hayatın başlangıcı, doğa, doğal olaylar (yağmur, kar, dolu, şimşek, yıldırım, gök gürültüsü, deprem, su taşkınları, vb.), ay, dünya, yıldızlar, güneş, bulaşıcı hastalıklar ve ölüm gibi kavramlar üzerinde durmuşlar, içinde bulunduğu veya yakın ilişkide oldukları toplumların törelerine göre bazı tanımlar ve yorumlar yapmışlar ve bunlara inanmışlardı. Anlayamadıkları, çözümleyemedikleri konuları, insan veya doğaüstü güçlere, ilahlara, cinlere ve şeytanlara veya mucizelere, kutsala bağlamışlardı. Hastalıklar ve ölümlerin, tanrılar veya insanüstü güçler tarafından, yeryüzündeki kötü kişilere ceza olarak gönderildiğine inanmışlar ve bu inançlarını da yüzyıllar boyu devam ettirmişlerdi. Batı kendi oluşturduğu yeniden doğuşu (Rönesans) ile aklı egemen kılmış kilisenin engizisyonundan ve hurafelerden, inanç esaretinden sıyrılmıştı.
8. Yüz yılın ortasından 13. Yüz yılın sonuna kadar aklın egemen olduğu İslam’ın Altın Çağı ya da İslam Rönesans’ı olarak adlandırılan dönemde, Orta Çağ’da İslam dünyası, uygarlığın her alanında gelişme göstermişti. Kindi, Farabi, ve İbni Rüşd bu çağlar ile özdeşleşmiş filozoflardı.
İslamiyet döneminde, insan ve hayvan hastalıkları hakkında birçok yazılar yazılmış ve gözlemler yapılmıştı. İlk hastane Şam’da M.S. 707’de kurulmuştu. Bağdat’da yaşamış olan Ebubekir Mehmet bin Zekeria El Razi (MS. 854-925), yazdığı “Tıp Ansiklopedisi'nde” çiçek ile kızamık hastalıklarını tanımlamış ve bulaşıcı hastalıkların fermentasyona benzediğini bildirmişti.
Buharalı bir anne ve Belhli bir babanın oğlu olan Dünyanın günümüze kadar etkisini göstermiş en büyük bilim adamlarından biri olan İbni Sina (980-1038),  bulaşıcı hastalıkların gözle görülmeyen kurtçuklardan ileri geldiğini ve korunmak için temizliğin önemli olduğunu vurgulamıştı. Ayrıca, yazdığı kitaplarda, bazı hastalıkları da (plörizi, verem, deri ve zührevi hastalıklar) tanımlamış ve korunmak için de bazı ilaç adlarını vermişti.
Buhara’da medrese eğitimi alan, tıp yanında çeşitli bilimler Üzerinde de bilgisini arttıran İbni Sina Önce Samanoğulları, sonra da çeşitli hükümdar/ara bağlı olarak devlet hayatının bazı kademelerinde de görev yapmıştı. Öldüğü zaman lran’da, Hemedan’da gömüldü. İbni Sina için, Ortaçağ tıbbına bıraktığı etkiler ile İslam dünyasının bilimsel başarısını en üst düzeyde tutmuş çok büyük bir bilim adamıdır, denilebilir. Onun tıbba getirdiği yenilikler, yüz yıllar boyu Avrupa’da etkisini göstermiş, kitapları okullarda klasik ders kitabı olarak okutulmuştur.
Çin’de Huan kentinde ortaya çıkan ve tüm dünyaya yayılan Corona virüsü salgınına karşı henüz bir çözüm bulunamadı. Ülkeler virüse karşı kendi yol haritalarını oluşturuyor. Öte yandan geçmişte yaşanmış salgınlar da gündeme geliyor. Tarihte yaşanan büyük salgın olaylarında toplumların nasıl mücadele ettiği merak ta ediliyor.
İşte İbn-i Sina’nın insandan insana bulaşan pandemi tipi bu salgın hastalıklara karşı çözüm önerileri;
“Sirke ile temizlik yapın.
Ellerinizi, bulaşıklarınızı ve kıyafetlerinizi mutlaka sirke ile yıkayın.
Birlikte dolaşmayın.
Beş on kişi bir araya gelerek kalabalıklar oluşturmayın.
Pazarları terk edin.
Paraları bırakın.
Toplu halde ibadet etmeyin
Salgından korkmayın, hastalıktan sakının, hastalarınızı terk etmeyin.
Evinizde oturun ve neşeli olun.
Hastalık neşeden kaçar.”
Görülüyor ki, Doğu’da “Hekimlerin Piri ve Hükümdarı”, Batı’da ise “Avicenna” (umut)  olarak tanınan İbni Sina “El Kanun Fit Tıb” kitabında bulaşıcı hastalığa karşı sunduğu çözüm önerileri bilgi çağı denilen günümüzde virüs için uygulanması gereken 14 kurala temizlik, sosyal mesafe ve temas konuları açısından ne kadar çok benzemektedir.
Sağlık ve mutluluk dilerim.
Nizamettin BİBER


16 Nisan 2020 Perşembe

Köy Enstitüleri ve Tarım


Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda Ülkede okuma yazma oranı % 5’i bile geçmiyor ve nüfusun yüzde 80'i köylerde yaşıyordu.
Bugün Anadolu’daki aydınlanma ışığının halen daha yoğun olarak yandığı,  tren yollarına yakın ve tarıma elverişli bölgelerde 1940 yılı itibari ile 21 Köy Enstitüsünün kurulduğu yerlerdir. Tarımda verimliliğin artırılmasına yönelik Köy Enstitüleri’nde eğitim görenler hem örgün eğitim aldılar, hem de modern tarım teknikleri konusunda bilgiler edindiler.
İlk önce Eğitim alanında kırsal kesimde yaşayan halk ile kentliler arasındaki bozuk dengeyi eşitlemek ve köy halkına pratik bilgi vermek amacıyla 1936’ta Saffet Arıkan’ın Vekilliği döneminde Köy Eğitmeni projesi uygulamasına başlanır. Askerliğini onbaşı veya çavuş olarak yapan gençler, Ziraat Bakanlığı’nın işbirliğiyle, modern tarım tekniklerini uygulayan Mahmudiye Devlet Üretme Çiftliği'nde yetiştirilerek köylere gönderilir. Amaç, köye hem bir öğretmen hem de modern üretim araçları ve tarım yöntemleri sağlamak ve eğitimin mali yükünü hafifletmektir. İsmail Hakkı Tonguç yönetiminde başlanan bu projenin başarılı olması üzerine 1937 ve 1939 yıllarında çıkarılan yasalarla köy eğitmeni yetiştirme deneyimi yaygınlaştırılır. Kırsal kesime yönelik bu eğitim uygulaması hiç şüphesiz daha sonra kurulan Köy Enstitüleri için uygun koşullar yaratmış ve Köy Enstitüleri’ne geçişi kolaylaştırmıştır.
Köy Enstitülerinin kuramcısı, uygulayıcı İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç hedeflenen uygulamalı eğitimi “Tabiatın içinde, tarla ve bahçeler arasında açılan bu kurumlarda, biyolojinin derslikte karatahta başında okutulması artık gülünç olurdu. Tıpkı bunun gibi ekilip biçilen çadır hayatından başlanarak yeni yapılar kurulan, hayvan beslenen bu kurumda fizik, kimya, aritmetik ve geometri derslerini bu olaylarla bağlılık yaratılmadan okutmaya çalışmak büsbütün gülünç olurdu.” ifadeleriyle açıklayarak hayatın gerçek problemleri üzerinden öğrenme eyleminin gerçekleştirilmesi amaçlanıyordu.
Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmasında;
“Enstitü kelimesini biz batılıların ifade ettiği tarzda aldık ve buna alıştık. [...] Biz köy enstitüsünü sadece içerisinde kuramsal eğitim yapılan bir kurum olarak almadık. İçerisinde ziraat sanatları, demircilik, basit marangozluk gibi amelî bir takım faaliyetler de bulunduğu için okul adı ile anmadık, enstitü diye isimlendirmeyi uygun gördük.
Köy Enstitülerinde söylenen ve bir özgüven destanı olan Ziraat Marşının dizelerini Behçet Kemal Çağlar yazmış, Adnan Saygun da bestelemişti.
“Sürer eker biçeriz, güvenip ötesine
Milletin her kazancı milletin kesesine
Toplandık baş çiftçinin Atatürk’ün sesine
Toprakla savaş için ziraat cephesine
Biz ulusal varlığın temeliyiz köküyüz
Biz yurdun öz sahibi efendisi köylüyüz.”
Dizelerinde anlatılan ulusal bir ekonomi yaratma ve buna dayanarak tüm dünyada başı dik durma anlayışına yeniden sarılma gerektiği ifade edilir, bu temel üzerinden emeğin en yüce değer sayıldığı bir düzen yaratılabilir.
Aynı zamanda bu marş enstitü eğitiminin “Biz yaparız, biz başarırız, biz üretiriz”  anlamındaki kararlığının göstergesi olarak okunabilirdi.
Köy Enstitüleri, ülkenin gereksinmelerine göre uygulamalı eğitim yapan kurumlar olarak İş okulu, kültür okulu, spor okulu, müzik okulu yanı sıra tarım okuluydular. Haftalık 44 saatlik ders programında 11 saat tarım ve ziraat faaliyetlerine ayrılmıştı. Amaç öğrencilere üretmeyi öğretmek, verimsiz toprakları verimli hale dönüştürmek, modern tarım anlayışını köylere götürmek ve köylerdeki geleneksel tarım tekniğini aşmaktı. Enstitü eğitimi bu anlamda öğrencilerin çok boyutlu gelişimini sağlayan bir bütünselliğe sahipti.
Çifteler Köy Enstitüsü müdürü Rauf İnan’ın enstitüye kabul edilen öğrencilere “Sevgili oğlum” diyerek yazdığı mektupta; “Enstitümüze talebe olarak seçildin. Sana müjdeler ve kutlarım. Enstitümüzde hem okumanı, tahsilini ilerletecek, hem de ileri usullerde ziraat öğreneceksin. Bağcılıkta, sebzecilikte, arıcılıkta, tavukçulukta, hayvan bakımında, makine ile ekim, biçim ve harman yapmasında, zahire hazırlamada çalışıp iyice yetişeceksin. Ayrıca bir de sanat elde edeceksin. Dokumacılık, dikiş makinesi kullanmayı, halı dokumacılığını, bisiklet ve motosiklet binmeyi, mandolin çalmayı da öğrenebileceksin. Burada çok çalışma ve iyi yetişmen için her şey var. Senden yalnız çalışmak.” İfadelerinde enstitüdeki tarım eğitiminin içeriğini ve enstitülü öğrencilere kazandırılacak temel becerilerin neler olduğunu görebilmekteyiz. Hayat verilerek canlandırılacak köyün çocuklarına, pedagojik eğitimin yanında modern tarım ve hayvancılıkla ilgili tüm beceriler kazandırılarak adeta orta çağ koşullarındaki köylere gönderilmesi temel amaçtı.
Her Enstitünün 1000-7000 dönüm arazisi vardı. Buraları genellikle önceden el değmemiş, verimsiz, terk edilmiş topraklardı. Aklın, bilimin, tekniğin olanaklarıyla buraları işlenerek üzerinde hem eğitim hem de üretim yapıldı. Üretilen ürünleri enstitülü öğrenciler tüketti.
Ziraat dersleri ve uygulamaları; tarla ziraatı, bahçe ziraatı, fidancılık, meyvecilik ve sebzecilik bilgisi, sanayi bitkileri ziraatı, zooteknik, kümes hayvanları bilgisi, arıcılık, ipek böcekçiliği, balıkçılık ve su ürünleri bilgisi ve ziraat sanatlarını içermekteydi.
İlk üç ay okulun tarım alanlarında büyük bir coşkuyla, şarkılarla, türkülerle tüm okul pamuk toplanırdı. Öğrenciler, tarım derslerinde okulun sebze bahçesindeki çalışmalarına katılırdı
Sağlıklı insanın sağlıklı beslenme döngüsü ve dünyadaki yaşanan kıtlıklar açısından Ülkelerin iç tarımsal üretimi çok önemli. Tarımsal üretimin yeterince desteklenmediği, önemsenmediği, tarım alanlarının boş bırakıldığı, tarım ürünlerinin ithal edildiği ülke koşullarında; Köy enstitüleri içinde bulunduğumuz eğitim sorunlarından kurtulup, halkçı bir eğitim düzeni kurma mücadelesinde bize yol gösterebilir.
Köy enstitüleri, uygulamalı tarım eğitiminde çok özgün kazanımlar üreten eğitim kurumları olarak eğitim tarihinde yerini almıştır. Öğrencinin, ülke gerçek ve ihtiyaçlarına göre yetiştirilmesi amaçlanmış ve bu da başarılmıştı. Enstitü eğitimi, işlevsel bir eğitim sisteminin adıydı.
Köy enstitülerinde uygulanan eğitim yöntemleri bugünde geçerliliğini koruyor. Bu ilkeler, bugünkü uygulananlardan çok daha çağdaştır. Bu nedenle, o ilkeleri okul öncesi eğitiminden üniversite eğitimine kadar eğitimin her alanına yaygınlaştırmak gerekir.
Yakınmakta olduğumuz ezberci eğitim sistemini terk ederek, deneyerek, yaşayarak öğrenme; öğrencilerin kafalarını gereksiz bilgi ile doldurmak yerine gerekli bilgiler edinme yöntemini eğitime yerleştirmek için, Köy Enstitülerinden alınacak dersler vardır. Enstitülerde “iş içinde, iş aracılığıyla, iş için” eğitim yapılıyordu. Bu yöntemin kullanılması bugün tüm eğitim kurumlarımız için elzemdir, gereklidir.
Nizamettin BİBER
Kaynaklar;
3-Bilim ve Ütopya Dergisi, Mayıs 2000 Sayı 71

14 Nisan 2020 Salı

Martı Jonathan Gibi



Okuduğum binlerce kitap arasında belki de dünyanın en iyi kitabı diye ifade edebileceğim İlk gençlik yıllarımda okuduğum bir kitap olan Martı Jonathan Livington’dan günün anlam ve önemine binaen kısacık bahsetmek istiyorum.
Kitabın yazarı Richard Bach’ın asıl mesleği pilotluktur. Uçmanın verdiği hazzı kendi inancıyla bileştirmiş ve bu yoğun duygusunu okurlara ileterek paylaşmak istemiştir.
Kitabın kahramanı Martı Jonathan Livington, uçmayı öğrenmek için ailesine ve sürüsüne karşı koymuş idealist bir martıdır. Uçmakta diğer martıların yapamadığını görür. Uzaklara gidebilmenin kendisini özgür kıldığını hisseder. Günübirlik yaşamla, yemekle uğraşan sürüsünü sıkıcı ve zavallı bulur. Bir gün Jonathan kendisine doğru yolu gösterecek bir uçuş öğretmeniyle tanışır. Öğretmen ise ışıklar saçan bir ermiştir.
Eren, “… tüm yaşamın özü olan o görünmez yetkinliğe ulaşmak için çabalamaktan asla vazgeçilmemesini” öğütler. Öğretmenin yolundan giden Jonathan sürüsüyle ters düşer.
Bir martının hayatı üzerinden bize kendi sınırlarımızı aşabileceğimizi söyleyen yazar, kitapta jonathan’ın uçuş denemelerine de yer verir.
Yazar, özgürlük, dayanma ve umut kavramlarını bir martının kanatlarına bindirirken, umutsuzluk ve boşluk içinde günlerini geçiren insanların maceralarını da ustaca ortaya koyar.
Richard Bach’ın “martı jonathan livingston” metaforu üzerinden hikayeleştirdiği bu kitap, kendi kabuğunu kırmaya çalışan, limitlerini zorlayan, öğrenmeye aç ve hayat amacını sorgulayan olan bir martının sürünün dışına itilişi ve bir zaman sonra tekrar geri dönüşünü anlatır.
Ayrıca kitap, sıradan olmayı reddedenlerin, çoğunlukta olmanın dayanılmaz hafifliğine, kolaycılığına ve güvenli ortamına sığınmayanların, çoğu ülkede, mahallede hatta ailede dahi nasıl dışlandığının veya baskı altına alındığının güzel bir tasviridir adeta.
Ben bu kitap sayesinde, İlk önce kanatlarım olduğunu fark ettim. Sonra da uçmayı öğrendim. İnsanın hayatta kendisi olarak, olduğu gibi var olabilmekten öte bir amacı olmaması gerektiğini anladım.
Uçmak bir martıya bahşedilen en doğal hak, özgürlük ise onun doğasında var. Biz ise özgürlüğümüzü engelleyecek ne varsa; gelenekler, kör, batıl inançlar ya da farklı şekillerdeki sınırlamaların yok edilmesi için var gücümüz ile mücadele etmeliyiz.
Corona virüsü nedeni ile karantina koşullarında yaşadığımız bu günlerde özgürlüğün değerini çok daha baskın bir şekilde anlama olanağı buluyoruz deneysel olarak.
Yaşamak için anlamlı bir nedenimiz olmalı; öğrenmek, keşfetmek, özgür olmak gibi!
Hepimizin birer Martı Jonathan olması, içimizdeki uçsuz bucaksız özgür ruhun ortaya çıkması için zihnimizdeki zincirlerden kurtulmamız gerekir.
Yaşınız kaç olursa olsun Richard Bach’ın “martı jonathan livingston” kitabını okumadıysanız eğer geç kalmış sayılmazsınız şimdi bile şiddetle okumanızı öneririm.
Nizamettin BİBER

8 Nisan 2020 Çarşamba

Bilginin sağlığı



Bilgi nedir? Bilgi ne içindir? Nasıl bir bilgi? Bilgi ne işi yarar? Hangi amaçla kullanılır?
Bilgi, bilen varlık özne ile bilinen varlık nesne arasında kurulan ilişkiden doğan ürüne verilen addır.
“Bilgi çağı” olarak ifade edilen, bilginin gücünden, erdeminden söz edilen bir çağda nasıl bir bilgi?
Silah yapımından, her türlü teknolojik araç üretimine, yaşamı kolaylaştırıp, hızlandıran, hastalıkları iyileştiren, ömrü uzatan, insanı daha sağlıklı ve cesur kılan, hayattan alınacak keyifleri çoğaltan, yoğunlaştıran günübirlik sorunları çözmeye yönelik bilgi mi?
Bilgi insanın mutluluğunu amaçlıyorsa! Dünyada bunca sorun ve acı niye var? Kullanılan bilgi eksik mi, yetersiz mi, sağlıksız mı?
İnsanlığı yok etmeye yönelik tüm kazanılmış insanlık değerlerini aşan bilgi ile uygun ilişki kurulursa insana zara vermez. Kaldı ki hiçbir bilgi kendi başına sağlıksız değildir. Ki bu sorun bilgi ile ilişkili ta akademik hayatın köklerinde yatıyor. Hırsızlık, intihal, plagiarism denilen şey bilginin çalı çırpılması ile başlıyor.
Peki bilginin sağlığını nasıl koruyabiliriz?
Diploma almak, akıllı ya da bilgili görünmek, para kazanmak, meslek sahibi olmak için mi bilgi? Salt bilgi sağlıksız ve zararsız değilse onu kim bozuyor, hasta ediyor? İnsanlık adına anlamlı amaçlarla kullanılmayan bilgiye zarar veren kim?
Ahlaksız insan, bilginin sağlığını bozuyor onu sağlıksız hale getiriyor.
Bilginin sağlığını bozan insanların giderek çoğaldığı bir çağdayız. Sağlıksız bilgiye sahip insanlar kolayca aldatılıyor, yönlendiriliyor, etki altına alınıyor. İnsanlar sağlıksız bilgiyle mutsuz, kaygılı, yılgın, çökkün, sabırsız, sinirli, kıskanç, kafası karışık, zayıf iradeli olabiliyor. 
Kibirli, kasıntılı, kendini beğenmiş, edesiz, ölçüsüz, değersiz, kaba, insanları küçümseyen insanlar bilgiyi hasta ediyor. Sağlıklı insan ile sağlık bilgi arasında doğrusal bir korelasyon ve dualite var.
Bilgi ile sağlıksız ilişkiler, insanın kafasını düzleştirebiliyor, yargı gücünü kısıtlayıp, yozlaştırabilir, bilgi edine edine insan cahilleşebilir de.
İnsanın bilgisi ile rezil olduğu, aşağılanıp, hor görüldüğü bu gezegende yaşamda dönen sağlıksız bilgisel dolapların farkına varmak gerekir.
Bilginin salt güçlü olmak, dünyada egemenlik denetim kurmak isteyen sığ dar kafalı bilgi tacirlerinin eline geçmesi, kurgu roman ve filmlerde olduğu gibi dünyanın sonunu da getirilebilir.
Her sağlıklı insan, her gün “bugün bilgi sağlığı için ne yaptım?” sorusunu kendisine sormalıdır!
Nizamettin BİBER

6 Nisan 2020 Pazartesi

Büyünün Dayanılmaz Hafifliği


Malinowski’ye göre, ister post modern bir toplum ister en ilkel toplum olsun büyüsüz bir toplum yoktur. Arkeolojik eserler insanoğlunun her zaman hayatında var olan sihir ve büyünün tarihinin M.Ö. binlerce yıl geriye gittiğini göstermektedir. Büyücülüğün ilk olarak nerede başladığını bilmemekle beraber başlangıç yerinin Orta Doğu olduğu kabul edilmektedir. Etkileme, yayılma, örtme, kapatma anlamlarını taşıyan  büyü, (Büy/Büğ/Böğ) kökünden türemiştir.
Büyü veya sihir, insanların doğaüstü, paranormal veya mistik yöntemlerle doğal dünyayı (olayları, nesneleri, insanları) etkileyebildiğini öne süren uygulamalar ve bunların çevresinde oluşturulan kültürel sistemdir. Popüler kültürde sık rastlanılan büyü yapma yöntemleri arasında; çeşitli malzemelerden karışımlar hazırlama, büyülü sözcükler söyleme veya hareketler yapma, büyülü yazılar veya semboller çizme, sihirli değnek gibi araçlar kullanma, belirli bir kişiyi sembolize eden kuklalar kullanma, kan veya hayvan yağı kullanma sayılabilir.
Büyü, deprem, sel, savaş, trafik kazaları, yangın vb. trajik olaylar, yaşamdaki krizler, önemli tasarımların başarısızlıkla sonuçlanması, ölüm, soy sırlarına giriş, mutsuz aşk, hiç dinmeyen nefret duygusal gerilim durumlarında oluşur, en çok ta bu zamanlarda etkili olan bir olgudur.
Büyü, önceden hesaplanmayan rastlantılarla ilişkili olarak insanın ısrarcı beklentisiyle yapılmaktadır. O halde her dileğin kendi büyüsü olduğu söylenebilir.
Faaliyetin kesin güvenli olduğu, rasyonel yöntemlerin ve teknik süreçlerin kontrolü altında bulunduğu yerlerde hiçbir büyü faaliyetine rastlanmaz.
Büyünün asıl işlevi insanın henüz tümüyle egemen olamadığı önemli faaliyetlerde gedikleri ve aşılamazlıkları aşmak amacı taşımasıdır. Büyücü insanı kesin bir inançlar donatır.
Büyü pratik hedefleri gerçekleştirmeye yönelmiştir. James Farzer büyüyü bir yalancı bilim olarak tanımlar. Büyü, karşı büyüyü doğuran bir özelliğe sahiptir, özel duyu deneyimlerine dayanır ve doğrudan kendini gözler. Umudun boşa çıkmayacağını ve isteğin yanılmayacağı inancına dayanır.
Sihir, büyü ve tabiatüstü güçler kullanılarak yapılan eylemler kendi içlerinde bazı materyallerle bütünleşmektedir. Bu materyaller kimi zaman kutsal olarak nitelendirdiğimiz şeyler olurken kimi zaman farklı nesneler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunları muska ve tılsımlar, uğurluklar, isim, sayı ve renkler, kutsal kitaplar, cinlerle ilişki kurma ve birtakım nesneler başlıkları altında toplanabilir.
İnsanoğlu başlangıçtan itibaren bilinmeyene karşı merak duygusu, insanları yaşadıkları psikolojik olaylar ve farklı inançların da etkisiyle tabiatüstü üstü güçlere başvurmaya yönlendirmiştir. Bu arayış sonucunda birey cinci, büyücü, falcı, muskacı vb. ruh sağlığı alanında hiç eğitimi olmayan kişilere başvuran ve başvuru sonucu çok sayıda zarar gören bireyler karşımıza çıkarmaktadır. Levi Strauss’un “kendi doğasına ve içinde yaşadığı topluma yabancılaştırılan ‘çağdaş insan’, büyüye, söylene, vb. belki de her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymaktadır” düşüncesi pratik yaşamda umulduğundan fazla yer bulmaktadır.
Aydınlanma ve modernizasyon düşüncesinin “aklını kullanma cesaretini göster!” mottosuna rağmen toplumsal ve bireysel düzlemde akıl-büyü sarkacının hala aktivitesini nasıl sürdürdüğü ve Frazer’ın, eski bir İtalyan halk töresinde anlattığı ‘altın dal’ umudu ile açıklanabilir. İnsanoğlu her zaman kendi bilgi sınırlarını aşan durumlara ilgi duymuş, bu ilgisi zaman zaman hayatında batıl inançların yer almasında büyük rol oynamıştır. İnsanlar gelecekle ilgili kaygılarını gidermek ve psikolojik olarak kendilerini rahatlatmak için falcı, büyücü vb. kişilere başvurmaya devam etmektedir.
Günümüzde sihir ve büyüye başvurma nedenleri olarak; a) Belirsizliği giderme ve geleceği bilme arzusu, b) Özel yaşam başarısızlığına neden bulma ihtiyacı, c) Biyolojik/psikolojik hastalıkların nedenini büyüyle ilişkilendirme ve büyü bozmak için, d) Bireysel merakın tatmini, gösterilmektedir.
Son olarak; Niğde’nin Ulukışla Belediyesi, belediye binasının önünde ‘üzerlik’ denilen tütsü yaktırıp, “Bu tütsü Corona virüsü Ulukışla’dan def edecek” iddiasında bulunması,
Güngören’de kendisini imam olarak tanıtan Fikret G.’nin corona virüsüne karşı muska yazdığı, hastalıkları tedavi ettiği, ayrılan çiftleri barıştırdığı, kötü büyüleri bozduğu ve kısmet açtığı bahanesiyle insanları dolandırdığı gerekçesi ile gözaltına alınması,
Büyünün toplumumuzda halen daha yoğun olarak teveccüh gördüğünün göstergeleridir.
Nizamettin BİBER

4 Nisan 2020 Cumartesi

Editörlük



Herhangi bir konu hakkında önümüze getirilmiş içeriğin incelenmesi, düzeltilmesi ve okuyucuya sunulacak hale getirilmesini sağlayan kişiye ”Editör” denilmektedir. Editör, kitap, gazete, dergi veya web sitelerinde yayınlanmak üzere bir içeriği planlar, gözden geçirir ve revize eder. Bilindiği üzere Ülkemizde editörlükle ilgili yüksek öğrenim yok. Editörlükte, üniversitelerin Fen Edebiyat ve ilgili Sosyal Bilimler Fakültelerinden mezunları tercih ediliyor. Ancak meslekte başarılı olabilmek için eğitim zorunluluğunun yanı sıra kişisel tecrübe ve yetkinlik önemli rol oynamaktadır.
Editörün Görev Tanımı Neleri Kapsar?
Editörün görev tanımı çalıştığı iş grubuna göre farklılıklar göstermektedir. Farklı alanlarda editörlük yapılmasına rağmen yayın hayatında bu meslek profesyonellerinin genel mesleki sorumlulukları şu başlıklar altında toplanabilir;
Yayınlanmak üzere hangi metinleri düzenleyeceğine karar vermek için yazarlardan gelen içerikleri değerlendirmek,
Okuyucuların anlamasını kolaylaştırmak için yazarın üslubuna sadık kalarak metne tekrar şekil vermek,
Referans kaynakları kullanarak metinde geçen tarih ve istatistikleri doğrulamak,
Tasarımcı, fotoğrafçı, reklam temsilcisi, yazar, sanatçı vb. ile iletişim kurmak ve işbirliği yapmak,
Yayınlanan içeriğin telif hakkı yasalarına uygun olduğundan emin olmak,
Etik kurallara uymak,
Son teslim tarihleri ve belirlenen bütçeye uygun olarak çalışmak.
Yazarla birlikte ya da bir ekibin parçası olarak çalışabilecek iletişim yeteneğine sahip olmak.
Şimdilerde bu işi piyasada genellikle deneyimli yazarlar ve entelektüeller icra ediyor. İnternet üzerinden yapılan kısa bir araştırma ile onlarca editörlük kursuna ulaşılabiliyor. Ben de bir deneme yaparak, internet üzerinden eğitim veren İstanbul Enstitüsü kursuna kayıt oldum. Ancak eğitimin tamamını takip edemedim. Videolarının kısmen canlı bir kısmını da sonradan izledim. Verilen eğitimler başarılı sayılsa da anladığım anlamda bir eğitim içeriğini taşımıyordu. Şöyle ki, Eğitimi verenlerin çoğunluğu edebiyattan uzak bilişim eğitim almış kişilerdi: Genelde işin internet ve web tasarım kısmına ağırlık verilmişti. Anlam açısından eksen kaymıştı. Eğitim, kreatif nüveler taşımıyordu. Düşünmeye sevk etmiyordu. Bilgi vermekten yoksundu. Yazmanın ve okumanın beyin ve bağışıklık sistemine olan olumlu etkisine değinilmemişti.
Nasıl Editör Olunur? Editörün Nitelikleri Nelerdir? Sorularını tartışırsak eğer;
Çeşitli konularda yaratıcı, meraklı ve bilgili olmak,
Tüm içerikte doğru dilbilgisi, noktalama işareti ve sözdizimi kullanıldığından emin olmayı sağlayacak güçlü dil becerisine sahip olmak,
Metnin hatasız olduğundan ve bir yayının stiliyle eşleştiğinden emin olabilmek için detay odaklı çalışmak.
Editörlüğün düşün emekçilik faaliyeti olduğu ortada. Yapılan iş edinilen tecrübe ile bir meslek için gereken okul eğitimini görmeden kendini yetiştirme seklinde alaylı bir nitelik taşıyor. Zihinsel faaliyetin sürekliliğine çok bağlı. Düşünme, kavrama ve anlama olarak aklın yapısı ve gücü çok önemli. Gereğinden fazla olmadan, gerektiği kadar okumak en önemli bir malzeme. Sadece okumanın editörlük işini yapabileceği hakkında doğrusal bir korelasyon yok.
Kültürel anlamda olumlu biriktirdiklerimizle ise doğrudan ilişkili. Editörlük, özerk, özgün, yaratıcı, özgür, bağımsız zihinlerin işi. Mantık ilkelerine uygun biçimde düşünme ya da bu ilkelerden yararlanarak sorun çözme yeteneğine sahip olmak gerekir.
Hukuk, matematik, felsefe gibi bir çok konuda güçlü bir doğru düşünme ve sanatına ihtiyaç vardır.
Nizamettin BİBER