16 Temmuz 2020 Perşembe

Sarıklı bir Yiğit; Ali Suavi



1789 Fransız devrimi ile çağdaş olan III. Selim dönemindeki atılımların ardından, Osmanlı Devleti özellikle 1800’lü yıllarda geniş bir dizi yenileşme eylemine girişti. 1699-1770 yılları arasında, yaklaşık bir asırlık dönemde Osmanlı Devleti’nin sürekli toprak kaybetmesi, zayıflaması ve otoritesinin başarısızlığı merkezi yönetimi güçlendirme, nitelik ve modern teknik donanıma sahip bir askeri örgütlenmeyi zorunlu kılmıştı. 1839’da 1839'da Tanzimat döneminde Osmanlı Devleti'nin modernleşmesinde, merkezi yönetimin, düzenleyici, eğitici, öğretici, yasa koyucu, yorumlayıcı, yargıç gibi alt görev kollarına ayrıldı.

Türk modernleşmesinde önemli bir yapı taşı olarak Yeni Osmanlılar sahneye çıkmıştı. Bu durum kısa sürede dünyada yankılara yol açtı. Bu yayınlar üzerine, Mısır hidivleri soyundan gelen Mustafa Fazıl Paşa Belçika’da yayınlanan Nord gazetesine açıklamalarda bulundu. Genç Osmanlılar kavramını Fransızcaya çevirerek, siyasal sözlüğe Jön Türkler kavramını kazandırdı.

Mustafa Fazıl Paşa Osmanlı Sultanına gönderdiği dilekçede Jön Türklerin anayasal düzen istediklerini, devamen; Padişahın sarayına en zor giren şeyin doğruluk olduğunu, padişahın çevresinde bulunan kişilerin doğruluğu kendisinden bile sakladığını ifade etti.

On sekiz sayfalık bu dilekçe el altından İstanbul’a dağıtılması başlı başına olay oldu. Ali kararnamesi sert ve acımasız biçimde uygulanarak; hükumete açık ve kapalı eleştiriler yöneten Muhbir gazetesi kapatılarak başyazarı Ali Suavi Kastamonu’ya sürüldü.

Mustafa Fazıl Paşa bu gelişmeler üzerine Paris’e gider. Vatanın saadet ve selametine hizmet etmek isteyen genç aydınlara Paris’ten çağrıda bulunur. Ali Suavi’de bu davete icabet eder, Paris’in yolunu tutar. Muhbir, Ali Suavi’nin yönetimi altında, Yeni Osmanlılar Cemiyetinin yayın organı olarak yurt dışında yeniden yayınlanır.İlk sayısı 31 Aralık 187’de Londra’da çıkan ve İngiltere’de 3 Kasım 1868’e kadar yayınını sürdüren Muhbir’de Ali Suavi kendisini şöyle tanıtır;

 “Öyle bir adamım ki icabında yalın ayak yürümek, toprak üstünde yatmak, kuru ekmek kemirmekten müteezzi olmam (incinmek), cihanda dört günlük ömür için müdahana (dalkavukluk, boyun eğmek) ve riya (iki yüzlü) telaşlarını çekemem.”

Kısa boyu nedeni ile küçük hoca lakabını alan Ali Suavi, medrese kökenli olduğundan verdiği vaazlarda İstanbulluları coşturuyordu. Modernleşme sürecinin ilginç örneklerinden biri olan Suavi, gerektiğinde inanılmaz düzeyde yırtıcı, kavgacı ve ödünsüz olabiliyordu. Muhbir’deki yazılarında Türkiye’nin kurtuluş yolları konusundaki düşüncelerini anlatıyor, İngilizce yayınladığı bir yazısında üç çözüm seçeneği öne sürüyordu;

1-Bir kurucu meclis oluşturup anayasa düzenlemek,

2-Tüm iç ve dış engelleri bir anda yok edebilecek bir diktatör çıkarmak,

3-Eğitimi halk arasında yaygınlaştırmak, eğitilmiş insanlar eliyle özgürlükleri yaşama geçirmek,, özgürlükler yoluyla bir anayasa yapmak ve anayasa ile de ülkeyi kurtarmak, öyleyse, eğitiniz.

En sağlıklı çözümün halkı eğitmek olduğunu haykırır, Ali Suavi şunları ekler; “Hepimiz aynı gemi içindeyiz, gemi batıyor, nasıl feryat etmeyelim…”

Sarıklı devrimci bu yiğit adam İngiltere’deki Muhbir’deki yazıları, sonra da Fransa’da yayınladığı Ulum’daki incelemeleriyle Türkiye’nin gündemine şu ana huşuları yerleştirmiştir;

a) İslam dini ve inançları toplumsal açıdan anayasal bir yönetime aykırı değildir.

b) İslam’da gerçek anlamı ile verasete dayalı bir hilafet yoktur. Kamusal seçim cumhur yolu ile açıktır.

c)Türkiye’de parlamentoya dayalı bir anayasal düzen kurulurken yasama, vergileme, yürütme erkleri de halk katılımı ile kullanılmalıdır.

d)Eğitimde köklü yenilikler yapılırken, İslam’da İbadette Türkçe olmalıdır. Kuran ve namaz süreleri, Türkçe olarak okunmalıdır.

Ali Suavi, Türkiye’ye döndükten sonra da inançlarını aynı keskinlikle savunacak ve sonunda II. Abdülhamid’e karşı, yenilikçi modernistlerin umutlarını bağladıkları hasta eski sultan Murad’ı kurtarmak amacı ile bir grup göçmenle Çırağan Sarayını basmaya çalışırken (Mayıs 1878), zaptiye sopaları altında kafası parçalanarak hayatını kaybedecekti. Mithat Cemal Kuntay, yazdığı Sarıklı İhtilalci Ali Suavi kitabında "İstanbul'da ilk sivil ihtilalin ilk şehidi olan Suavi'dir. Suavi, medeni kahramanlık tabirini, Türkçe’ye, kendi kanıyla tercüme etti. Bu ölümün destanını, şiirin büyük sesine bırakıyorum. Benim yazdığım, vesikaların Suavi’sidir." diyordu.

Nizamettin BİBER


15 Temmuz 2020 Çarşamba

Su ve Sele Dair


İnsanoğlu toplama ve avcılık sürecinden sonra yerleşik hayata su kenarlarında konuşlanarak başlamış, su kültürün başlangıcı ve uygarlığın ilk temel taşı olmuştur.

İnsanlık tarihi incelendiğinde hem tarımsal, hem endüstriyel gelişme, hem de topluma dâhil olan kültürel ve dini değerler sudan etkilenmiş, suya duyulan ihtiyaç ve talep, insanlık tarihi boyunca sağlık, toplum, ekonomik refah, kültürel önem ve gelişme için itici bir güç olmuştur.

Suyun kullanılma ve değerlenme şekli, bir toplumun kültürel kimliğinin ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bireyler, kurumlar ve uluslar sahip oldukları kaynakları etkin bir şekilde kullanarak hedeflerine ulaşır. Kaynak denince ilk akla gelen fiziki ve doğal kaynaklardır. Ancak, fiziki olmayan, gözle görülüp elle tutulmayan kaynaklar da söz konusudur. Kültür unsuru, bu kaynakların belki de en önemlisidir.

Geniş anlamdaki kültürün bir alt bileşeni olan su kültürü; insanların suya olan, yüzyılların imbiğinden süzülmüş ilgisi, sevgisi, bilgisi ve onunla kurduğu ilişkiler ile ondan sürdürülebilir biçimde yararlanma yeteneği olarak tanımlanabilir.

Bilinen o ki, Mezopotamya; Fırat ve Dicle ikiz nehirleri arasında kalan ve birçok uygarlığa ev sahipliği yapmakla bilinen ilk uygarlığın geliştiği bölgedir.

Tarihte Mezopotamya’daki ikiz nehirler, Fırat ve Dicle’de karşılaşılan problemler çok zor ve karmaşıktı. Bu problemlerden ve özellikle selden kurtulmanın yollarından bir tanesi, Babil’in ünlü asma bahçeleridir. Bilinen en eski yazılı kanunda su ile ilgili olup, Babil krallarından Hammurabi tarafından ortaya konmuştur

Şiddetli yağışlar veya uzun süreli kar erimeleri nedeniyle akarsulardaki su miktarı aşırı derecede artar ve taşkınlar oluşur. Ülkemizde de zaman zaman yaşamakta olduğumuz taşkınlar nedeniyle halen önemli ölçüde can kaybı ve buna ilave olarak genellikle çok miktar da hasar oluşmaktadır. Doğal afet denilince, belki kısa süreli ve ani olması nedeniyle akla ilk önce depremler gelmektedir. Ancak taşkınların uzun sürelere ve alanlara yayılabilmesi nedeniyle bazen şiddetli depremler kadar, hatta daha fazla hasar verdiği bilinmektedir. Doğal afet olan taşkınları tamamen önlemek mümkün olmamakla beraber olumsuz etkilerini en aza indirilebilir. Bu nedenle çeşitli yapısal önlemler alınabilir. Örneğin, baraj göllerinin bir kısmı taşkın dalgasının depolanması amacıyla kullanılabilir. Hatta sıklıkla taşkına maruz kalan bölgelerde sadece taşkın kontrol amaçlı barajlar veya daha küçük ölçekli sel kapanları yapılabilir.

Yerleşim yerlerinde yapılaşma nedeniyle yağan yağmurun toprağa sızması engellendiğinden yüzey alanlarında biriken sular kentsel taşkınlara neden olmaktadır. Bu nedenle kentsel yerleşimlerdeki fazla suyun boşaltılması için yer altına döşenen boru sistemlerinden oluşan yağmur suyu şebekeleri yapılmalıdır. Ayrıca yerleşim yerlerindeki uygun bölgelerde taşkın sularını depolayıp bunun toprağa sızmasını sağlamakla da uygun bir tahliye gerçekleşmiş olabilir. Bu amaçla, düşük seviyelerdeki parklar ve stadyumlar kullanılabilir.

Yerleşim yerleri dışında da fazla suların uzaklaştırılması gerekir. Örneğin, kara yollarında, hava alanlarında ve sulama sahalarında toplanan fazla suları uzaklaştıran tesisler inşa edilmelidir. Ayrıca akarsuların yanlarındaki tarım arazilerini ve yerleşim birimlerini korumak için akarsu boyunca dolgu malzemesiyle yapılmış setler de kullanılabilir.

Seller, heyelanlar ve çığlar, neden oldukları afetler ile birçok yaşamı tehlikeye atıp ağır ekonomik kayıplara yol açarak toplumlarda büyük facialara, üzüntülere yol açmaktadır. Bunlar doğal olaylardır fakat doğru önlemlerle oluşma ihtimalleri ve yaratacakları etkiler azaltılabilir. Ekonomik ve sosyal zararları yanında sel, heyelan ve çığlar ciddi çevresel sonuçlar da doğurabilir. Gelecekte Türkiye’de de büyük bir sel, heyelan ve çığ yaşanarak daha fazla can kaybı ve ekonomik zarar görülmesi muhtemeldir. Gelecekteki olası sel, heyelan ve çığların oluşturduğu riskler hakkında öncelikle daha fazla bilgiye, veri tabanına ihtiyaç vardır. Küresel iklimdeki, arazi kullanımındaki değişimler gibi birçok faktör sel, heyelan ve çığ riskinin gelecekte nasıl olacağını ve bu risklerin ne kadar iyi yönetilebileceğini etkileyecektir.

Suyun doğanın bir parçası olduğu ve suyun bir şekilde kendi istediği yolu bulduğunu, su ile ilgili yaşanan her yeni bir doğal afete rağmen insanlık her nedense öğrenmemekte direnç göstermektedir.  İnsanlığın gelişme adı altında kontrolsüz sanayileşme girişimleri, zararlı gazların doğaya salınımı, ozon tabakasında meydana gelen delinme ve büyümesi, bunun iklim değişikliği üzerindeki etkilerinden çok uzun yıllardır farklı kaynaklarca, başka sonuçlar bağlamında bahsedilmektedir.

Dünyada hiçbir varlık doğaya insan kadar zarar vermemiştir. Hayvanlar alemi doğa ile yaşam arasındaki uyumu sağlamakta usta iken, insan ise gelişme uğruna doğaya uyumun önemini maalesef unutmuş gibi hareket etmektedir.

Toplumların ve kültürlerin önemli bir parçası olan su, her şeyden önemlisi doğanın bir parçasıdır. Kendisiyle uyumlu hareket edilmediği takdirde doğanın, sadece su ile değil, doğanın diğer elementleri ile birlikte gücünü gösterdiği ve insan karşısında her zaman galip geldiği yaşanan birçok örnekle karşımıza çıkmaktadır.

Suyun uygarlıkları var kılabildiği gibi, yok edebileceğini de unutmamak gerekir. Ülkemizdeki yüzlerce Üniversitede binlerce inşaat mühendisi mezun ediyoruz. Vadi tabanlarını, su yataklarını parselleyerek, inşaat yapma kültürünü yok ederek, yerine, her yanı su ile çevrili ülkemizde su ile enerji üretmeyi bir kültür haline getirmeyi başarabilir miyiz?

Türkiye coğrafik olarak orta enlemlerde sel, heyelan ve çığ tehlikesine açık bir ülkedir. Fakat daha çok kriz merkezleri, kriz masaları, vb. gibi afet sonrasına yönelik pro aktif önlem yerine reaktif kriz yönetimi ile bu afetler ile mücadele etmeye çalışmaktadır. Sonuç olarak Ülkemizde meteoroloji karakterli veya hidro-meteorolojik olaylar sık sık birer afete, dönüşerek gelişmiş ülkelere oranla çok daha fazla insan ve ekonomik kayıplara neden olması ile birlikte, geçerli çözümler de geliştirilememektedir.

Peki neler yapılabilir?

Ülkemizde şiddetli yağışların sel, çığ ve heyelan afetine dönüşmemesi için pro aktif önlemler alınmalı, risk yönetimi ve şehir planlaması ile engellenmelidir.

Ülkemizdeki meteorolojik tahmin ve erken uyarı hizmetleri Dünya standartlarına çıkartılmalıdır.

Geçmişte yaşanan afetlerden yeterince dersler alınmalıdır.

Nehirlerimizde erken uyarı sistemleri kurulmalıdır.

Nehir, dere yatakları ve göl kıyıları imara ve yerleşime kesinlikle kapatılmalıdır.

Şehirlerde yağmur suyunu tahliye edebilecek alt yapı tesis edilmelidir.

Selden önce, sel anında ve selden sonra ne yapacağına dair halk eğitilmelidir.  

Ülkemizde çiftçi ve işyeri sahibi sel, dolu, don vb. meteorolojik afetlere karşı sigortanmalıdır.

Özel ve resmi yerel TV ve Radyolar bir merkeze bağlı olarak “Afet Anında Zorunlu Yayın” yapılmalıdır.

Kamu kurum ve kuruluşlarında meteoroloji mühendisi istihdam edilmelidir.

Önceden belirlenmiş, veri tabanına kaydedilmiş maximum debilere ve yağışlara göre önleyici bentler, setler ve uzaklaştırıcı su boruları, kanallar inşa edilmelidir.

Fransız yazar ve düşünür Albert Camus’un: “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın.” sözünü aklımızdan hiçbir zaman çıkarmamalıyız.

Kısacası doğayla barışık yaşayarak bilimsel kriterlere, rasyonel akla uyarak; afettir olur, fıtrattır normaldir ataletine ve cehaletine teslim olmamalıyız.

Geçtiğimiz günlerde selin olumsuz etkilerini yeniden yaşayan memleketim Rize’ye (Çayeli, İkizdere) geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum.

Nizamettin BİBER


14 Temmuz 2020 Salı

Karanlıkta İki Aydınlık


Aynalardan korkan bir yazar olarak biliniyordu. Jorge Luis Borges, 35 yaşında Alçaklığın Evrensel Tarihini yazdığında henüz gözleri görüyordu. Büyülü gerçeklik akımının önde gelen isimlerindendi. Gerçekle hikâyeyi şimdiye kadar ondan daha iyi betimleyen olmadı. Hatta 1955’te Arjantin Devlet Kütüphanesi Müdürüyken görme yetisini tamamen kaybetmesini doğal bir gerçeklik olarak kabullendi. Bu durumu “Bana aynı anda hem 800.000 kitabı hem de karanlığı veren Tanrının muhteşem ironisi” olarak tanımlamıştı.

Babasının kör olması zaten kalıtsal nedenlerle gözlerinin bozuk olması sonucu Borges körlüğü soğukkanlılıkla karşılamıştı.

Yıllarca yazın dünyasında anlaşılmamaktan doğan bir yalnızlık çeken ve gözlerini kaybetmesi ile önce derin bir umutsuzluğa hatta bunalıma sürüklenen de Cemil Meriç’ti. 38 yaşında merdivenlerden inerken yakalamıştı onu karanlık. Eşine “Feyziye, ışıklar mı söndü? diye seslendiğinde onun için ışıklar yanmayacaktı artık. Görme yeteneğini Borges’ten bir yıl önce gözlerini kaybetmişti. Kitaplarını okşayarak kederli, üzgün günler geçirdi. Bir dizi ameliyatlar ve sonuçsuz tedaviler yaşadı. Ancak yılmadı. Tıpkı Borges’in kitaplarını yazmasına yardım eden kadınla evlenmesi gibi onun da hayatına bir kadın girdi; Lamia…

1976’da yayınladığı “Bu Ülke” kitabı için “Bana öyle geliyor ki bu hayata bu kitabı yazmak için geldim” demişti.

Daha önceden ışığı ve rengi tanıyan yazın dünyasının bu iki düşün insanı, karanlığa gömülüp yok olmamıştı ama yaşadıkları onca trajediye rağmen düşünce eserleri üretmeye devam etmiş, üretkenlikleri hiçbir zaman bitmemişti.

14 Haziran 1986 yılında Borges, tam bir yıl sonra da 13 Haziran 1987 yılında da Cemil Meriç hayata gözlerini yummuştu. Görmeyen gözlerin berrak zihnin iki kalemi, zihinleri aydınlatmaya devam ediyordu.

Eserlerinde karanlığın yoğun aydınlığı ışıl ışıl ışıldıyordu.

 Nizamettin BİBER


8 Temmuz 2020 Çarşamba

Mehmet Kum, Son Ezidi


Kişisel olarak çok zeki sayılmam. Hatta tipik saf Anadolulu tanımına uygun biriyim. Emeğe çok inanırım, okurum, sürekli bir öğrencilik halim vardır. Olayları, olguları analitik değerlendirmeye çalışırım

İnsan ilişkilerim iyidir ekonomik nedenlerden mi bilmiyorum ama çok sosyal biri sayılmam. Hayatta en çok imrendiğim kişiler bilgi sevici, entelektüellerdir. Ancak esas kıskandıklarım ise doğadaki tüm canlıların hayatına karşılıksız olarak dokunanlardır.

Sosyal medyayı çok sert bir şekilde eleştirsem de bu alanda çok değerli ilginç, örnek insanlar tanıdım.

Bunlardan üç kişiye değinmek istiyorum;

Burçin Can; onlarca kedi ve köpeğe evinde bakan yüzlerce hayvanı da dışarda besleyen, hayvanların mutlu, sağlıklı olabilmeleri için gecesini gündüzüne katarak mücadele eden onlarca kötülükle, kötü insanla baş eden, çevresindeki tüm hasta hayvanları tedavi, ettiren kocaman yürekli genç bir kadın.

Agop Kuyumcuoğlu; kendi olanakları ile felçli hasta hayvanlara yürüteç yapan, Atölye kuran, karşılıksız olarak hayvanların mutluluğu, onların hayatını kolaylaştırmak için var gücü ile çaba harcayan, yürüteç yapan müthiş bir insan. Aslan yürekli bir Adem oğlu.

Var olsunlar, bin selam olsun!

Zaman içerisinde daha önce hiçbir şekilde adını duymadığım Orta Doğunun dini geleneklerinden birisi olan ezidiliği duydum, Vikipediada birkaç makale okuyarak konu hakkında bilgi edinmeye çalıştım.

Kuruluşumuza taahhüt işi yapan Sosyolog Ferhat bey, MSÜ’de hazırladığı Ezidilerle ilgili yüksek lisans tezi hakkında bana tafsilatlı bilgi vermişti.

Geçen hafta Güngören Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Başkanı dostum Kenan Yerlitaş’ı dernek merkezinde ziyaret ettim. Ziyaretimde dernekteki kitap rafından Esat Korkmaz’ın araştırması olan “Ezidiler” gördüm, okumak için aldım.

Sosyal medya genellikle imajinel kimlik sunumu alanı, makyaj yapan, güneş kremi sürerek güneşlenen resim çekip paylaşanlar, çiçek, böcek ve yediği yemeği gösterenlerin bir de siyasi eleştiri adı altında paylaşımların yoğunlaştığı bir mecra. Bana da okuduğum kitapları paylaşma rolü verilmiş.

Belki de sosyal medya arkadaşlarımın arasında en çok takdir ettiğim kişi; Yusuf Sığıngan hoca araçlığı ile arkadaş olduğum Iğdırlı, Dr. Yazar Mehmet Kum’dur. O eğitimin toplum için motor gücünü gelişmeye olumlu katkısına inanmış, bölgesinde yüzlerce kardelene, yoksulluğun pençesine düşmüş insanlara dokunmuş zamanımızın Robin Hood’udur. Kendisi ne kadar övülse azdır, yoksul, çaresiz insanlara yardım etmeyi görev saymış erdemli bir insan o. Kütüphaneler kuruyor, kitap toplayarak dağıtıyor, çocukların ihtiyaçlarını karşılıyor.

Biliriz ki bireyi biçimleyen en önemli faaliyet, eğitimdir. Bireyin kişiliğini geliştiren, davranışını olumlayan eğitime doğrudan katkı sunarak insana dokunanlar en önemli muteber insanlardır.

Mehmet Kum daha önceleri Mozalan isminde öykü kitabını yayınlamıştı. Henüz basımı tamamlanan “Son Ezidi” roman kitabı satışa sunuldu. Okuyucusu bol olsun, tebrik ederim. Kalemine dimağına sağlık, temin edip, okuyup, eleştirip, yorumlayacağım.

Bölgesinde dokunduğu tüm canlar adına kendisine tekrar teşekkür ederim.

21.yüzyılda yaşıyor olsak bile Anadolu’da Orta Çağın düşünsel kodları ile hayatını idame ettiren, bin bir sorunla boğuşan yoksulluğun girdabına girmiş insanın coğrafyanın makus tarihini yenmek için Ülkemize binlerce, on binlerce Mehmet Kum gerekmektedir.

Köy Enstitülerinin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç’un söylemi ile; “Ülke ve Ulus, kitaplardan öğrenilmez. Aydın olarak Anadolu’ya gideceksin, köylerde kalacaksın, dertlerine ortak olacaksın. Bu toprak, o zaman bize vatan olur.”

Mehmet Kum’un “Son Ezidi” kitabını okumanızı öneriyorum.

 Nizamettin BİBER


20 Haziran 2020 Cumartesi

Kitap ve Aydın


Uygarlığın simgesi, aydınlığın ve kültürel kimliğin temel yapı taşı kitap ile aydın arasında nasıl bir ilişki vardır?

Tarihte toplumların ve insanların yaşamında keskin değişimler olmuştur. 15. Yüz yılın ikinci yarısında matbaanın bulunması, tüm insanlığı derinden etkilemiştir. Uygarlık tarihi bir anlamda matbaanın icadıyla başlar. Matbaada kitapların seri halde basılması ile bilgi, düşünce ve aydın dünya görüşü dünyanın her bir yanına yayılmıştır.

Kitaplar aydın insanın dolayısı ile toplumun aydınlık yarınlara ulaşmasını sağlayan köprü diğer bir ifade ile aydınlığa açılan pencerelerdir.

Uygar ulusların yapı tuğlası kitap, harcı kağıttır. Bu malzemelerden oluşan yapının temelleri öyle sağlamdır ki o yapıyı hiçbir güç kolaylıkla yıkamıyor.

Aydın olmak beyin ve yürek çilesi gerektiriyor. Aydının dünyasında suya sabuna dokunmamaya, gelen ağam, gidene paşam demeye yer yoktur. Aydının görevi toplumsal kaygılara ilgisiz kalmak, masal, düş ve ütopyalardan beslenmek, hele sessiz şeytan olmak hiç değildir.

Ona biçilen görev; toplumu dürüstçe yönlendirmek, yanında ve önünde yer almaktır.

Gerçek aydın konumu gereği bazen ödün vermemenin, güven vermenin, ışık ve umut olmanın bedelini çok ağır ödeyebilir. Toplumu sırtında taşımanın, çağdaş ve hakça bir düzen istemenin bedelini de ağır öder aydınlar.

Toplumları yasakların değil, yasaların yönettiğinin farkına ve ayırdına varan kişi olarak aydının beslendiği verimli tarla kitaptır. Savunan ve uygulayan kalemini bükmeye, başını eğmeyen onurlu insan da odur. Aydının dünyası erdem hoşgörü, içtenlik, inanç ve saygı üzerine kuruludur. Küçük hesap adamı değillerdir. Erdemin, adaletin, özgürlüğün, ahlakın simgesi olan aydın, dik değil dimdik durur, her ölenle ölümü, her doğanla yaşamı paylaşan dost, deniz feneri misali ışık saçarak yol göstericidir. Sürekli bir eğitici olarak yiğitlik ve dürüstlük örneğidir.

Duyarlılığını topluma yöneltmek zorundadır. Sessiz kalamaz, bilmiyorum diyemez, baskıya uğrayabilir, bedenen ortadan kaldırılabilir ama düşüncesi, çizgisi ve etkisi sür git devam eder.

Okumanın gelişmek, özgürlük, yazmanın ise yaşamak olduğuna inanan ve bu inancını toplumla paylaşmayı amaçlayan aydın bazen ciltler dolusu eserler, bazen insan ruhunu derinden etkileyen şiirler ve yazılar bazen de onulmaz acılar boşluklar bırakır artlarına.

Jean Paul Sartre diyor ki “Aydın, korkmadan düşünen adamdır.”

Okumayı bırakmak aydınlıktan uzaklaşmak, azar azar ölmektir. Voltaire yüzyıllar öncesinden sesleniyor bize; “Ülkeleri yönetenler insanlar değil kitaplardır.”

İnsanlığın zaman zaman sevgi, saygı, özlem ve umutla, zaman zaman korku ve kuşku ile baktığı kitaplar, aydının en temel besin kaynağıdır.

İnsanın eğitim sürecinde ve yaşam boyunca başarıya götüren en önde gelen çaba okumaktır. Yüzyılların araştırma, deneme ve düşünce ürünü kitaplardan yararlanmak her aydın için kaçınılmaz bir ihtiyaçtır.

Kitap sevgisi her aydının her okuma yazma bilenin ve her uygar kişinin yaşamsal zorunluluğudur.

Kitaplar bize ve aydına dünü öğretir, yarını aydınlatır.

İnsan okur, aydın daha da çok okur.

Nizamettin BİBER


28 Mayıs 2020 Perşembe

Uygar mıyız?


Tarihteki ilk uygarlıklar Mezopotamya, Mısır, İnka, Maya, Çin, Akdeniz, Hint uygarlıkları olarak bilinmektedir. İnsanlık tarihinde uygarlık kavramının ortaya çıkması kentsel yerleşimlerle doğrudan ilişkilidir. İnsanların uzmanlaşması, becerilerin gelişmesi, düşünen aydınların ortaya çıkmasıyla kentler ve kasabalar oluşmuştur.
Kent yaşamı çağa uygun daha yeni ve daha gelişmiş aletleri ortaya çıkarmış, böylece kültürün maddi, düşünce ve sanata ilişkin cepheleri oluşmuş, kültür karmaşık ve incelmiş bir düzeye çıkmıştır. İşte bu tanımlanan düzeye Uygarlık denilmektedir.
Vikipedia’da uygarlık kentsel gelişme, kültürel seçkin sınıf tarafından dayatılan sosyal sınıflaşma, iletişimle ilgili sembolik sistemler ve doğal çevreden ayrı olma ve üzerinde hükmetme algısı ile karakterize edilen karmaşık yapıdaki toplumdur, diye tanımlanmaktadır. Başka bir ifade ile “Bir kültür, yazılı bir dile, bilime, felsefe ve yüksek derecede uzmanlaşmış iş bölümüne, karmaşık bir teknolojiye ve siyasal sisteme sahip olduğunda Uygar kültür halini alır.”
Çağdaş ölçüler bakımından uygarlık, bugün diğerlerinden daha kitlesel, daha karmaşık olan toplumlar yani insanlık ve doğa üzerinde zayıf etkisi olan ilkel toplumlara oranla çok daha geniş egemenlik kurmuş toplumlar için kullanılabilir.
Tarihte istila amacıyla gelen göç eden topluluklar sahip oldukları kültür ve medeniyeti Anadolu’ya taşıdılar. Anadolu, Mısır, Ege ve Yunan uygarlıklarına yakın bir konumda olması nedeni ile bu medeniyetlerden etkilenmiştir. Anadolu’da Hititler, Frigyalılar, Lidyalılar, İyonlar, Urartular, Sümerler, Akkadlar, Elamlılar, Babiller, Asurlular ve daha birçok şey uygarlıklar yaşanmıştır.
Anadolu uygarlıkları; Tarih yazıcılığı, inşa ettikleri barajlar ve sulama kanalları, kaleler, surlar, saraylar ve tapınaklar, resim, kabartma, heykel ve kaya oymacılığı gibi süsleme sanatlarının yanı sıra maden işçiliği, dokumacılık, ağaç işlemeciliği, kilim, üretimi, çivi kullanımı, mobilya yapımı, ticaret ve denicilik alanında yazı, dil, edebiyat, mimarlık, bilim ve sanat konusunda günümüze nice eserler bıraktılar.
 Sözcük anlamıyla uygarlık, “bir ulusun, bir toplumun düşün ve sanat yaşamıyla eriştiği düzey, diğer toplumlardan ayıran, onun özgün yanını ortaya koyan, yaşayış biçimlerinin, kullanılan aletlerin, çalışma biçim ve yöntemlerinin, inançların, düşünsel ve sanatsal faaliyetlerin maddi ve manevi varlıkların tümü.” olarak ifade edilmektedir.  Uygar kelimesi, yerleşik hayata ilk geçen Türk kavimi olan Uygurlardan gelmektedir.
Bir ülke veya toplumun veya diğer zeki canlı türlerinin, maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını ifade eden uygarlığı bilmeden, öğrenmeden uygar olunabilir mi?
Montaigne diyor ki; “Yamyamlara, aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz ama bize benzemiyorlar diye onlara barbar diyemeyiz.” Toynbee, Uygarlığı yaratan büyük ırklar değildir, insanları yaratan büyük uygarlıklardır, diyor. Çağımızın büyük düşünürlerinden biri olan Levi Strauss, “ilkel” toplum ile “uygar” toplum arasında bir ilerilik ya da gerilik ayrımından söz edilemeyeceğini ifade ediyor.
Barbarlık’tan sonraki bir aşama olarak “uygarlık”, özetle kent yaşamı, devlet, yazı, kanun, matematik demektir. Her uygarlık, belli bir iktisadi yapının biçimlendirdiği bir değerler sistem olup, bunlar, siyasal ve hukuksal kurumlar, din, ahlak, felsefe, edebiyat, sanat, özetle bir kültürü oluşturan bütün öğelerdir
Son tahlilde Anadolu’da tarih içerisinde bu kadar özel ve yetkin uygarlık yaşanmış olması günümüz toplumumuza yansımış mı? Yansımamışsa nedeni nedir?,  neden yeterince uygarlaşmamışız?
Uygarlıklarla toplumumuzun bağını, korelasyonunu, ilintisini kesen ne olmuş?
Nizamettin BİBER

20 Mayıs 2020 Çarşamba

Will Durantın Kültürel Yapı Taşları


Felsefe tarihi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan üstelik felsefe dalında pulitzer ödülü sahibi Will Durant, felsefeyi ve filozofları, felsefeyle uğraşmayanların anlayabileceği şekilde çekici ve zarif bir üslupla yazmakta büyük bir başarı kazanmıştır. Eserlerinde felsefe konuları, edebi ve merak verici bir özellik taşımaktadır. En zorlu problemleri açıklarken, filozofların çevreleriyle hayatları ve felsefeleri arasındaki ilişkiden ustaca yararlanan Durant, derin olmaktan çok, doğru ve dikkati çeken eleştirilerinde okuyucuya telkinler yapan öğretsel bir tavır takınır.
Alman yazar Hans Dollinger, Durantın kültürel yapı taşlarını sekiz noktada toplayarak şöyle özetlemiştir;
Kültürün ilk yapı taşı emektir, tarım, zanaat, ticaret ve ulaşım.
Kültürün ikinci yapı taşı devlettir, yaşamın soy ve aile tarafından oluşturulan toplumun, yasalar ve devlet aracılığı ile kurallar bağlanması ve güvence altına alınmasıdır.
Kültürün üçüncü yapı taşı toplumsal normlardır. Gelenek ve görenekler, vicdan ve insan sevgisidir bu.
Kültürün dördüncü yapı taşı dindir, din, insanoğlunun yüreğini yatıştıran, ona birlik duygusu veren,  onda toplumsal düzen duygusunu pekiştiren ve mutsuz olanlara da teselli veren doğaüstü güce olan inançtır.
Kültürel beşinci yapı taşı bilimdir, bilim, açık bilgi, kesin saptama, nesnel doğrulamadır.
Kültürel altıncı yapı taşı felsefedir, insanın genel tabloyu kavrayabilmesi için gösterdiği anlık mütevazi çabadır. Şeylerin en son anlamını anlamak için cesaretle ve sonuçsuz bir çabayla yürütülen araştırma tutkusudur.
Kültürün yedinci yapı taşı edebiyat ve düşünsel ürünlerdir. Dilin aktarılması, gençliğin eğitilmesi, yazının gelişimi, şiir ve destanların yaratılması, romanın yazılmaya teşvik edilmesi ve geçmişin kayıt altına alınmasıdır.
Kültürün sekizinci yapı taşını sanat oluşturmaktadır. Yaşamın hoşa giden renklerle, ritimlerle ve biçimlerle güzelleştirilmesidir.
Kültür; toplum içinde kazanılan inanç, davranış ve düşünce kalıplarıyla meydana gelen bir düzendir, toplumlarda yaşayan insanlar tarafından yaratılır, yaşatılır ve ortaklaşa paylaşılır. Paylaşılan ve kabul edilmiş olan tutum ve değerler o toplumun kültürüdür.
Kültürün oluşması ve kültürden söz edilebilmesi için üç ana esas vardır. Bunlar:
1.Bir toplumun var olması,
2.Toplum içerisinde kişilerin karşılıklı etkileşmeleri,
3.Ortak bir dilin var olması, gerekli ve yeter unsurlardır. Kültürün oluşması ve kültürden söz edilmesi için gerekli yeter ve gerekli unsurlarımız söz konusu.
Bütün bunların ışığında Durant’ın kültürel yapı taşları bizde döşeli mi?
Döşendiyse de uygun mu döşenmiş?
Nizamettin BİBER

30 Nisan 2020 Perşembe

Şamdan Tipi Aydın


Geri kalmış ülkelerde çağının bilincine ulaşamamış, okuma yazma bilmeyen, okuduğunu anlamayan ve okuduğundan rasyonel bir sonuç çıkaramayan, değerlendirme yeteneği olmayan ve bu nedenle hamasetle avutulup aldatılan milyonlarca insan yaşamaktadır.
Bunun yanında üstün ve inatçı çabaları sonucu, çoğunluğun arasından sıyrılıp çıkarak bilinçlenmiş, bilgi birikimi, ülkesinin ve halkının sorunlarını çağdaş bilimin verileri ve kanıtları ile bütünleştirerek çözüm önerme bakımından doruğa tırmanmış, çağdaş hatta çağını aşmış bilim insanları ve aydınları da bulunmaktadır.
Bunlar arasında içinden çıktığı topluma yabancılaşarak, egemen sınıflara hatta yabancıya uşaklık yapabilecek kadar yozlaşanlarda yok değildir.  İstenilen ve ideal olan aydın ise halkından kopmadan ve ona yabancılaşmadan sonuna kadar halkın çıkarlarını korumaya ve doğrudan savunmaya, bildiklerini halka aktararak toplumun yücelmesi, refaha erişmesi ve çağdaşlaşması için yaşadığı zorlukları aşarak görevini en iyi şekilde yapmaya çalışanlardır.
Demokrasiye inanan, açık, şeffaf, hesap verebilir, denetlenebilir, hukukun üstünlüğü esas olan çağdaş toplumlar yelpazesi içinde, kendi toplumunun en uygun yeri almasından yana olan aydın insanının en önemli görevi, bilimsel doğruları savunmak, bireylerin ve toplum katmanlarının gerçekler doğrultusunda donatılmasını sağlamak olmalıdır.
Bu yazının konusu ise, şu veya bu biçimde bilimsel ve bürokratik unvanlar kazanmış orta çağ tipi karanlık dehliz ve labirentlerinde halk yığınlarını karanlık köşelere doğru sürükleyen, götüren şamdan tipi aydınlardır.
Çağının gerisinde kalmış, biyolojik, sosyal, kültürel ve politik gelişme gösterememiş toplumların kaderi her şeyden önce, bilimsel doğruların çoğunluğa anlatılıp, anlaşılmasına ve yaşama aktarılmasına bağlıdır.
Halklar onu kendi mantığı ve inançları doğrultusunda aydınlatan, yaşamına uyguladığı zaman, uzun ve kısa sürede, ona zarar getiren şamdan tipi aydına değil gerçek aydına ihtiyaç duyar.
Halk içinde özellikle işçiler, köylüler, dar gelirliler, üretici katmanlar ve kesimler hazır susamış durumda, doğruyu, bilimsel olanı yaşamına uyguladığı zaman kendisini cehaletten, yoksulluktan, eziklikten ve sömürülmekten kurtaracak ve onlara yasaların tanıdığı hakları kullanmakta yardımcı olacak ilke ve yöntemleri öğretecek aydınlara ihtiyaç duymaktadır.
Sosyoloji açısından toplumu, bireye göre daha iyi örgütlenmiş büyük bir canlı organizma gibi düşünebiliriz. Bu organizmanın beyni ve vicdanı olma sorumluluğunu taşıyan aydınlar da toplumun ihtiyaçları neyi gerektiriyorsa, onların tümünü düşünüp yargılayabilmesi, bilimsel düzeyde doğru olanlarla doğru görünenleri, kamuoyunda savunması gerekir. Beyin, yani aydın, her şeyi düşünebilecek kapasitede ve doğru olanı uygun yöntemlerle yargılayıp bilimsel gerçekleri ayırt edebilecek güç ve yetenekte olmalıdır. İyiyi, doğruyu, güzeli, vicdanı değerleri ahlakı topluma yerleştirip tesis etmekte aydının görevleri arasındadır.
Toplumun beyni ve vicdanı olma sorumluluğunu taşıyan aydınlar, düşünerek tartışarak vicdan ve ahlakı kullanarak halkını yönlendirmeli, aydınlatmalıdır.
Beyin durumundaki aydınlar, eğer şamdan tipi yarı aydınsa kendini dogmalardan kurtaramamış öğrenmeyi bırakmış, öğrendiklerini de çevresi ve toplumla paylaşmayı bilmiyorsa; topluma yara yerine zarar veriyordur.
Şamdan gibi loş, yarı aydın tipi yerine, ancak; gerçekler doğrultusunda halkını uyaran, çağdaş konuları yansız ve tarafsız yansıtan, özgürlükten, bilimden, hukuktan yana aydınlarla refah toplumları oluşabilecektir.
Unutulmamalıdır ki insanı yarım doktor canından yarım imam da dininden eder.
Yarım, bilgisiz, korkak şamdan tipi sadece kendisini aydınlatan çevresine ışık saçmayan aydın da bulunduğu toplumu karanlığa gömer.
Nizamettin BİBER

29 Nisan 2020 Çarşamba

Nitelikli Eğitim



Eğitim, temel bir insan hakkı olduğu gibi insanların kendilerini eşitsizlik ve yoksulluktan kurtarabilmelerine olanak sağlayan önemli bir araçtır. Birleşmiş Milletler 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ve Eğitimi, özellikle de nitelikli eğitimi bütün dünyanın en önemli tartışma konularından biri olmaya devam etmektedir.
Özet bir tanımla, bireyin ve toplumun ihtiyaçlarına yanıt veren davranışların maksimum düzeyde geliştirilmesini amaçlayan eğitim sistemine nitelikli eğitim diyoruz.  Yani nitelikli eğitim bir anlamda bireysel olarak kişilik geliştirme, davranış olumlama özelliklerini taşır.
Bu konuyu birey ve toplum açısından irdelersek eğer;
Nitelikli eğitim, hem bireyin gelişim ihtiyacına, hem de toplumun ihtiyaçlarına cevap veren davranışları en üst düzeyde değiştirmektir.
Hem bireyin, hem de o bireyin yakın çevresinin ailesinin ve içinde yaşadığı toplumun gelişmesine katkıda bulunmaktır.
Toplumla ters düşmeden, çevreyle uzlaşabilen, uyum içerisinde olan ve içinde yaşanılan toplumun maddi ve manevi kültürüyle bütünleşebilen ve bunu yaparken de bireyselliğini kişiliğini kaybetmeden oluşturulan davranış değişikliğidir.
Toplumun ve bireyin ihtiyaçlarına cevap vermektir. Eğitimin, toplum ve o toplumu yaratan bireylerin ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak düzenlenmesidir.
Eğitimde kalite, sistemin tüm girdilerinin teker teker nitelikleri ve bu girdilerin amaca en uygun en iyi şekilde birleştirilmesi
Nitelikli eğitim hedeflerindeki en dikkat çekici gelişme, temel eğitime erişimin ve dolayısıyla temel bilgi ve becerilerin ötesinde, eğitimin bir yandan mesleki, ekonomik boyutuyla, bir yandan da aktif vatandaşlık üzerinden toplumsal yaşama katılım boyutuyla ele alınmasıdır.
Nitelik söz konusu olduğunda ise hem öğrenme çıktılarının iyileştirilmesi, hem de nitelikli eğitim personelinin temin edilmesine yönelik bir yaklaşım önemlidir.
Ülkemizdeki nitelikli eğitim sorunu özel okul ve devlet okulu ayrımı ile gittikçe derinleşti. Günümüzde çocuklarımız birbirlerinden çok farklı eğitim alıyor. Eğitimde standardın kaybolması, ülke içindeki kutuplaşmanın da bir nedeni olabilir. Başarı konusunda zaten sorunlu olan ve her iki yılda bir eğitim sisteminin değiştiği Ülkemizde standardı olan nitelikli eğitim beklentisi ütopya gibi.
Eğitim bir çok Sürdürülebilir Kalkınma Hedefinin (SKH) gerçekleşmesinin anahtarıdır. İnsanlar nitelikli eğitim alabildiklerinde yoksulluk girdabından da kurtulabilirler. Bu nedenle eğitim eşitsizliklerin azaltılması ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına yardımcı olur. Ayrıca nerede olursa olsun insanların daha sağlıklı ve sürdürülebilir yaşamları olmasını sağlar.
Eğitimle insanların yoksulluktan kurtulabilmesi ise sorunun üzerine gitmek için başlı başına büyük bir nedendir. Nitelikli eğitim ayrıca hoşgörünün gelişmesi ve barışçıl toplumların inşasına da destek olur. Nitelikli eğitim, kişinin hem kendine hem de topluma yararlı olabilecek biçimde, faaliyet ve yetenekleriyle tam sağlıklı bir kişilik geliştirmesi olarak bireyin gelişmesinin ve toplum kalkınmasının, olmazsa olmaz önemde, temelini oluşturmaktadır.
Ülkelerin gelişmişlik endeksinde nitelikli insan sayısı ilk sırada iken toplumların varlıklarını sürdürebilmeleri, gelişmeleri, kalkınmaları ancak eğitimli insanla gerçekleşebileceğine göre; nitelikli eğitim, toplumlar için bir ölüm kalım davasından kurtuluşa açılan tek yoldur, diye düşünüyorum.
Nizamettin BİBER

27 Nisan 2020 Pazartesi

İrrasyonalite mi? Sezgici mi?


Çinin Huan kentinden ortaya çıkan daha sonra da tüm dünyayı etkisi altına alan korona covid-19 virüsü insanların sağ duyusunu ve akıl sağlığını da olumsuz yönde etkilemişe benziyor. Pandeminin ilk salgın günlerinde hijyen kurallarına daha fazla önem verilmeye başlandı. Kolonya ve el dezenfaktanının dışında ev temizliği için kullanılan ürünlerin de satışında patlama yaşandı. Önlem almak için çamaşır suyunu abartılı kullanan vatandaşlar ise hastanelere koştu.
Ülkemizde iİlk şaşırtıcı haber ise Trakyadan geldi. Tekirdağ’ın Çerkezköy ilçesinde yeni tip koronavirüsten (Covid-19) korunmak için dezenfektan ve etil alkol içen kişi hastaneye kaldırıldı.
Sonrasında ise dünyanın en süper devleti sayılan koronavirüs önlemi için 1 Trilyon Dolar ayıran ABD’nin Başkanı Donald Trump, koronavirüse karşı vücuda ışın verilmesi ya da dezenfektanların enjekte edilmesini önerdi.
Geçtiğimiz günlerde bizim vergilerimizle maaş alan TRT spikeri Sermin Baysal Ata, İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Ayça Kaya’ya Koronavirüse karşı demir eksikliğinin giderilmesi konusunda Dr. Kaya'ya demir döküm malzemelerinin kullanılmasının faydalı olup olmayacağını sordu.
Bu haberler bana; 17.yüzyılda ortaya çıkan ancak temeli Antik Yunan’da atılmış olmakla birlikte Parmenides, Sokrates, Platon gibi filozoflar ile Descartes, Spinoza, Leibnz ve Hegel’de devam eden Rasyonalizm akımını aklıma getirdi.
Rasyonalizm (Akılcılık), anlam olarak; zorunlu kesin ve genel geçer bilgilere ancak akılla ulaşılacağını sonuç olarak doğru bilginin kaynağının akıl olduğunu söyler. Duyu organlarının verileri geçici ve doğruluğu kesin olmayan bilgilerdir ve bu verilere güvenilemez olduğunu iddia eder. Felsefe evreni ve insanı kavrarken aklı kullanarak doğru bilgilere ulaşabilir, der. Karşıtlığı olarak İrrasyonalite ise hayatta ve bilgilerde akıl dışı öğelere tek yanlı olarak ağırlık veren sevgi, duygu ve içgüdüleri, bilginin kaynağı sayan görüş, akıl dışıcılıktır.
Bu haberler akıldışılıkla mı yorumlamalıyım diye düşündüğümde ise konuyla ilgili yine başka bir akımın varlığını hatırladım.
Bu ise felsefi bir kavram olarak sezgiye akıl, zihin ve soyut düşünme karşısında hem öncelik, hem de üstünlük tanıyan Sezgicilik, İntüisyonizmdi. Bu akımın kurucusu Henri Bergson olduğundan kimi zaman felsefe tarihinde sezgicilik, Bergsonculuk olarak ta adlandırılır.
Sezgiciliğe göre bilginin, özellikle de felsefe bilgisinin kaynağı ve temeli sezgidir. Burada önemli olan sezgi kavramının içeriğidir. Felsefi anlamda sezgi, bir tür açılma, doğrudan doğruya keşfedilme ve dolaysız, aracısız birden bire kavranılma anlamında kullanılır. Zorunlu bilgiler eksiktir, ancak sezgi ile tamamlanır, iddiası taşır.
Bu akım, hayatın bir yaratma gücü vardır ve bu yaratma gücünü biyolojik temeli olan alet yapmaya yarayan zekamız kavrayamaz, der. Bunu kavrayacak özel bir yetenek ise sadece sezgi yani İntution olduğunu var sayar.
Bu ifadelere göre;
Korona virüsüne karşı önlem olarak dezenfektan içen Çerkezköylü vatandaş, koronavirüse karşı vücuda ışın verilmesi ya da dezenfektanların enjekte edilmesini öneren Trump, Koronavirüse karşı demir eksikliğinin giderilmesi için demir döküm malzemelerinin kullanılmasının faydalı olabileceğini düşünen TRT spikeri irrasyonel midir?
Yoksa sezgici midir?
Nizamettin BİBER


24 Nisan 2020 Cuma

Karantinada Öncelikler



Bilindiği üzere Abraham Maslow insanın ihtiyaçlarına yönelik hiyerarşi teorisi 5 kategoriden oluşmaktadır. Fizyolojik ( Açlık, susuzluk ve buna benzer temel yaşamsal ihtiyaçlar), Güvenlik (Dış faktörlerden kaynaklı tehlikelerden korunma), Sosyal (Aidiyet, sevgi, kabul görme, sosyal yaşam vb.), Değer Verilme/Saygınlık İhtiyacı (Statü, başarı, itibar, tanınma), Kendini gerçekleştirmedir. (Gelişim, bir işi başarıyla tamamlama, yaratıcılık)  
Piramidin en tepesinde ‘Kendini gerçekleştirme’ basamağı yer alırken, Maslow İhtiyaçlar Hiyerarşisi Piramidi, bir basamaktaki ihtiyaçlarını tam olarak gideremeyen bireyin bir üst basamağa geçemeyeceğini vurgular.
Karantina günlerinde son bir ayda Google’da en çok artan aramalar listesinde; İşsizlik maaşı, ücretli, ücretsiz izin, yoga ve pilates kelimeleri yer alıyor.
Bir diğer değişim ise mutfakta yaşandı. Evden çıkmayan kişilerin sıkça yöneldiği şeylerden biri de evde ekmek yapmak oldu. ‘maya’, ‘un’, ‘ekmek’, ‘ekmek tarifi’ ve ‘evde ekmek’ kelimeleri de arama listesinin ilk sıralarında yer aldı.
Korona virüs pandemisi sonrasında ülkelerin ekonomilerinde, bireylerin yaşam tarzlarında köklü değişiklikler meydana geliyor. Google Trend raporlarında bu değişikliklere ilişkin çeşitli tespitler yapabilmek mümkün.
İnsanların uzun süre evde kalması ihtiyaçlarını ve alışkanlıklarını da etkiledi. Bunların başında internetten alışverişler geliyor. Tek kullanımlık eldiven, maske ve ekmek yapma makineleri zirvede, kuaför ve berberlerin kapalı olması nedeni ile de kadınlar saç boyasına erkekler ise saç kesme ve traş makinelerine yöneliyor.  Kutu oyunları, ev eşyalarında da yoğun artış gözleniyor. İnternetten market alışverişleri de artış gösteren bir davranış olarak ortaya çıktı.
Hayat tercihlerden ibarettir ve insanı belirleyen tercihlerinin toplamıdır. Şunu da unutmamak gerekir ki geçmişteki tercihlerimiz ne ise bizi tanımlayan şey bugünkü tercihimizdir.
Nesnel koşullar nesnel sonuçlar önermesine göre ekonomik durumu iyi olan karantinacılar da Maslow’un ihtiyaç listesinin en tepesine yönelerek internetten yoğun olarak kitap siparişi vermiş. Evde kal çağrısının başladığı ilk hafta, kitap sektöründeki satışlarda bir önceki haftaya göre %30 oranında artış gerçekleşmiş.
Normal koşullarda Maslow’un teorisine eklenecek ve itiraz edecek yeni bir teorimiz yok. Ancak yaşadığımız karantina döneminde kendimizi tükenmiş, yorulmuş ve bitkin hissediyoruz, sonuç olarak belirsiz ve muallâk durum bizi geriyor ve giderek zaman ve mekan içerisinde kaybolduğumuzu düşünüyoruz,  bir çok şey anlamsız ya da ağır geliyor bize, sürecin koşulları altında eziliyor, çare bulmakta zorlanıyoruz. Peki ne yapmalıyız? Evde dahi olsak nasıl bir davranış örüntüsü geliştirmeliyiz?
Zekâ, önceliklerimizin zihinde anlamlı bir şekilde sıralanmasıdır, tanımına göre bu zor süreci kolay atlatabilmemiz için önceliklerimizi gözden mi geçirmeliyiz?
İnsanlar ihtiyaçlarına göre davranıyor tabii.
Ama salgın sürecinde ilk hedef corona virüsüne yakalanmamak olmalı!
Nizamettin BİBER



19 Nisan 2020 Pazar

Korona Dili


Dil toplumsal bir kurumdur, bireyin, ulusun ve insanlığın kendini ifade edebilmesinin tek yoludur. Gelişmenin de ve soyut düşünmenin de yolu dili iyi kullanabilmekten geçer. Leibniz, haklı olarak “Dil zihnin aynasıdır.” demiştir. Dil, bir yandan zihnin bir anlatma aracı, öbür yandan da zihni yoğuran bir şeydir. Yine Leibniz’e göre “Halk diliyle anlatılamayacak hiçbir şey yoktur.”
Tıbbi terminoloji binlerce yıl içinde şekillenmiştir. Önemli bir özelliği konuşma dilinden farklı bir yapıda olmasıdır. Günümüzde tıp eğitimi dilinin nasıl olması gerektiği halen tartışma konusudur. Bilimsel dilin en önemli özelliklerinden bir tanesi bilimin kendine has ve genellikle günlük kullanımda olmayan farklı terimleri içermesidir. Bu terimlerin öğrenilmesi bilimin öğrenilmeye başlandığı ilk anda çok daha yoğun olmak üzere eğitimin tüm aşamalarında, mesleki ya da akademik yaşamda süreklilik gösterir.
Ülkemizde sadece kullandığımız konuşma dilinde değil tıp dilinin içinde bulunduğu dil sorunu, İlköğretimden Üniversiteye kadar, ortak bir Türkçe tıp bilim dilinin oluşturulması sorunudur.
Bilindiği üzere orijinal anatomik terimler Yunanca olup anatomik ortak dil olarak Latince ile takviye edilmiştir. Anatomik literatürde terminolojinin dil engellerini aşması profesyonellerin entelektüel iletişimi kolaylaştırmakta olup oldukça erken bir aşamada anatomide, evrensel terminolojinin Latince olması gerektiği, alanın öncüleri tarafından gayri resmi olarak kararlaştırılmıştır. 
Bugün, tip dilimiz; İngilizce, Fransızca, Latince, bir ölçüde de Almanca’dan gelen sözcüklerin, Osmanlı artıkları ile birlikte kaynaştığı alacalı bulacalı bir bohça görünümündedir. İngilizce sözcüklerin Fransızlaştırılarak, Fransızca sözcüklerin de İngilizleştirilerek, her ikisinin birden Türkçeleştirilerek, ya da yanlış söylenerek bozulup yozlaşmış biçimde kullanılması, durumu fark edenleri aşırı ölçüde tedirgin eden yaygın bir uygulamadır.
Türk toplumuna yüzyıllarca egemen olan Osmanlı, ulusun öz dilini görmezden geldiği ve yer yer Türkçe, daha çok Arapça ve Farsça karması bir yoz dili ( Jargon) yeğlediği için, ne sanatta, ne de bilimde yaratıcı olabildi. Osmanlı’nın ulus olma, uluslaşma çabası ve köktenci bir girişimi olmadığı gibi, bu tür girişim ve çabalara veri üretecek, alan açacak, dil gibi, tarih ve bilim kurumları gibi dayanak ve güvenceleri de yoktu. Bundan dolayı Osmanlı okumuşu, Kuran ve Hadislere bakarak düşünmek durumunda kalmıştır. Dipten doruğa kapalı devre dinsel bir kimliğe bürünen Osmanlı eğitimi, eğitim ve öğretim dili olarak Arapçayı yeğlemiş, devlet dili, yazışma dili olarak da (Arapça/Farsça + Türkçe) kırması bir sözde dili benimsediği için, Türkçe bir alt dil, yer yer bir aşiret dili olarak kabuğuna çekilmek durumunda kalmıştır.
Bugün için Türkçe, Arapçanın, Farsçanın baskısını büyük ölçüde yendi sayılabilir. Ama bu kez de Batı dillerinin yoğun bir saldırısıyla karşı karşıyadır. Hem de yalnızca bilim ve teknik alanında değil, iletişim alanında da yoğun bir saldırı söz konusudur.
Orijinal ismi ile Corona virüsü döneminde yeni bir iletişim dili ortaya çıktı. Ki bana en sorunlu gelen şey de nereden geldiği ve ne idüğü belirsiz şu “bulaş” kelimesinin icat edilmiş olmasıdır. Bulaşma riski ifadesi zaten dilimizde varken, buna bulaş riski denilmesine ne gerek var? Özellikle devlet görevlileri öz Türkçe dili kullanmalı, onu korumalı ve gereksiz kelime türetilmemelidir.
Pnömoni: Zatürre, Peak: Zirve, Entübe hasta: Solunum cihazına bağlanan hasta, Mortalite: Ölüm oranı, Epidemi: Salgın, Kıran, Pandemi: Yeryüzü salgını, Sosyal mesafe: Fiziksel mesafe, adeta tüm kavramların Türkçesi varken topluma tıp öğrencisi şeklinde davranmak niyedir?
Kaldı ki H1N1 virüsüne Domuz Gribi, H1N1 virüsüne (1918) İspanyol Gribi, Avian Influenza virüsüne Kuş Gribi demişken, korona (covid19) virüsüne neden Çin Virüsü demiyoruz?
Türk dili özleştirmesi açısından yabancı bir kelime olan korona hastalığının adını “gezentutan” olarak ta kullanabiliriz.
Bizler, İnsanları, düşünceleri, nesneleri, dilin aracılığıyla kavrarız. Dil aracılığıyla kendimizi ifade ederiz. Türkçemizi niçin doğru kullanmalıyız, sorusunun cevabı da buradadır. Dili doğru kullandığında iyi bir iletkendir; yanlış kullandığımızda ise kötü bir iletken hatta yalıtkan hale gelebilir. Sonuçta biz dili ne kadar iyi tanır, dili ne kadar iyi kullanırsak iletişimimiz o kadar iyi olacaktır.
Bizim bugün yapabileceğimiz ise Türkiye Türkçesini diğer Türk lehçeleri ile destekleyerek geliştirmek; bilim, sanat, toplumsal bilimler, günlük kullanım gibi her alanda özleşmiş ve güçlü bir dil yapmaya çalışmaktır.
Ortak Türkçe ancak özleşmiş ve güçlü bir dille sağlanabilir.
Nizamettin BİBER