31 Mart 2017 Cuma

Patolojik İnternet kullanımı


İnternet günümüz yaşamının önemli bir parçası popüler iletişim aracıdır. İnternet sayesinde, günümüzde bilgiye ulaşım hızı ve bilgi paylaşımı artmıştır. İletişim kolaylaşmış, boş zaman geçirmek isteyen kişiler için de bir zaman geçirme aracı haline gelmiştir. Digital’in 2016 Raporuna göre; 7.395 Milyar olan Dünya nüfusundan internete bağlanan insan sayısı 3.419 milyar, Dünyada, sosyal medyayı aktif olarak kullanan kişi sayısı 2.307 milyar, Dünyada mobil cihaz kullanıcısı sayısı 3.790 milyar, Mobil cihaz üzerinden sosyal medyayı kullananların sayısı ise 1.968 milyar. 79.14 Milyon insanın yaşadığı Türkiye’de ise internete bağlanan kullanıcı sayısı 46,3 milyon, 46.3 milyon internet kullanıcısından sosyal medyayı aktif olarak kullananların sayısı 42 milyon, 42 milyon sosyal medya kullanıcısının 36 milyonu mobil cihaz üzerinden bağlanıyor sosyal medyaya, İnternet kullanıcılarının %77’si her gün online (çevrimiçi) oluyor, %16’sı ise haftada en az bir kez internete bağlanıyor.
İnternet, sosyal yaşamda birçok avantajlar sağlamıştır. Günümüz metropol ortamında zor kurulan sosyal bağlar, internet üzerinden kolayca kurulabilmektedir. İnternet üzerinden yabancılarla kolay ve risksiz ilişkiye girerek kişilerin kendilerine daha özgürce ifade edebilmelerini sağlamıştır. Ayrıca oyun, chat gibi zevkli ve rahat zaman geçirilecek özellikleri de söz konusudur. Chat, facebook, twitter, instagram gibi sosyal medya internet iletişim araçlarıyla tanışmalar sonucunda evlilik dışı ilişkiler artmış ve kolaylaşmıştır. Pornografi, seks ve kumar tutkularının internette giderilmesi, bir çok aile için sorun ve boşanma nedeni haline gelmiştir. İnternette oynanan oyunlar ve yapılan aktiviteler nedeni ile geceleri uyumama, ertesi gün işte ya da okulda uyuklamalar, iş ve okul veriminin düşmesine neden olmaktadır. İnternet, tıpkı kumar gibi bağımlılık yaratmakta, sağlık sorunları ve uykusuzluğun yanı sıra depresif eğilimlere de neden olmaktadır.
Çocukları bekleyen çocuk pornosu ya da pornografi ile ilgili sorunlarda gittikçe tehlikeli bir şekilde artmaktadır. Özellikle çocukların daha kolay bilgiye ulaşması ve derslerine yardımcı olması için eve kurulan internet onların okul başarılarının düşmesine, ruh sağlığının bozulmasına ve günlük yaşamlarının etkilenmesine neden bir ciddi bir sorun haline gelmiştir. Günümüzde birçok aile çocuklarını bilgisayardan koparıp ödevlerini ve derslerini yaptıramamaktan yakınmaktadırlar.
İnternetle ilgili yapılan araştırmalarda 12-18 yaş arası gençlerin sadece %1’nin araştırma yapmak ve ders çalışmak için interneti kullandığı saptanılmış diğer gençlerin ise sanal sohbetlerde, chat, sitelerde dolaşma, oyun oynayarak zaman geçirdikleri anlaşılmıştır. 13-19 yaşındaki gençlerin ise ebeveynlerine göre daha fazla internet kullandığı tespit edilmiştir.  Anne ve Babalar, interneti sıklıkta kendi işlerinde kullanırken, gençlerin daha çok oyun oynadığı müzik dinlediği ve insanlarla tanışmak için kullandığı belirlenmiştir.
Günümüzde internet kullanımı “internet bağımlılığı” veya “patolojik internet kullanımı” gibi isimlerle ifade edilmektedir. Aşırı internet kullanımının ise diğer bağımlılıklara benzediği belirtilmektedir.
Young’un internet bağımlılığı için Tanı Ölçütleri;
1-İnternetle ilgili aşırı uğraş (Sürekli interneti düşünme, internette yapılan aktivitilerin hayalini kurma v.)
2-İstenilen keyfi alabilmek için giderek daha fazla oranda internet kullanma ihtiyacı duyma.
3-İnternet kullanımının azaltılması, kontrol etme ya da tamamen bırakmaya yönelik başarısız girişimlerin olması.
4-İnternet kullanımının azaltılması ya da kesilmesi durumunda huzursuzluk, çökkünlük ya da kızgınlık hissedilmesi.
5-Başlangıçta planlanandan daha uzun süre internette kalma.
6-Aşırı internet kullanımı nedeni ile aile, okul, iş ve arkadaş çevresi ile sorunlar yaşama, kariyer kaybı vb.
7-Başkalarına (aile, arkadaş, eş vb.) internette kalınan süre ile ilgili yalan söyleme.
8-İnterneti problemlerden kaçmak ve olumsuz duygulardan (örn. Çaresizlik, suçluluk, çökkünlük, kaygı) uzaklaşmak için kullanma.
Bu konu ile ilgili yapılan epistomolojik çalışmalarda, genel olarak internet bağımlılığının toplumda yaygınlığı %6-14 oranında bulunmuştur.
İnternet ve bilgisayarın aşırı kullanılması kişiler arası ilişkilerde sorunların yaşanmasına yol açmıştır. İnterneti yoğun kullanan çocuk ve gençlerin giderek yalnızlaştığı, yüz yüze ilişki kurmada zorlandıkları, bir süre sonra bilgisayar ve internetin arkadaşın yerini alarak sosyal izolasyona neden olmaktadır. İnternet ve bilgisayar oyunları ile zaman geçiren çocukların önemli ölçüde gerilediği, özgüvenlerinin düştüğü, sosyal kaygı ve saldırganlıklarının arttığı, az kullanan gençlere göre ise okul ve akademik performanslarının düştüğü tespit edilmiştir.
İnternet kullanıcısı ergen ve çocukların pornografik sitelerle ilgili mağduriyetleridir. Pornografi, çocuklarını cinsel gelişimini olumsuz yönde etkileyebilmektedir. İnternet kullanan ergenlerin ise cinsel davranışlarında ve sosyal uyumlarında bozulduğu gözlenmiştir.
Ayrıca bilgisayar oyunlarının beyinde dopamin artışına yol açtığı ve bilişsel fonksiyonlarda bozulmalara neden olduğu belirtilmektedir. Özellikle hiperaktivite bozukluğu ile ilişkiler tespit edilmiştir. Ergenler üzerinde yapılan çalışmalarda internet bağımlılığı depresyon, hiperaktivite ve dikkat eksikliği sendromu, sosyal hobi hostilite prediktör olarak bulunmuştur.
Tedavi için ise altta bir psikiyatrik rahatsızlık varsa, öncelikle o tedavi edilir. Eğer depresyon varsa antidepresan tedavi uygulanabilir.
Çözüm için Bilişsel-davranışçı terapi önerilenler arasındadır.
Nizamettin Biber

Türkiye'nin görüntüsü


Türkiye’nin görüntüsü batıdan nasıl görünmektedir? Görüntü, bozuk mudur? Dünyanın uygarlıkta en ilerlemiş olan kesiminin, daha somut olarak kamuoylarının, Ülkemizi görme biçimi nedir? Örneğin; Çoğu Afrikalılar, Asyalılar, Araplar, Türkiye’nin görüntüsünü bozuk değil çok düzgün, olumlu ve sağlam buluyorlar. Ya da batının olumsuz ve bozuk bulduğu yönleri değil başka yönleri bozuk buluyorlar.
Türkiye, batıdan iyi görünmemektedir. Ama neden? Sanayimiz onlar kadar iyi olmadığı için mi? Yoksa, tarımı, ticareti, demiryolları, karayolları, hava limanları, alt yapısı geri olduğu için mi? Ülkemizin yılda bastığı kitap sayısı, gazete tirajları, üniversite kütüphanelerindeki kitap miktarı, tiyatro, ya da sinema koltuğu, konser salonu kişi başına düştüğü sayısal değerden mi eksik buluyorlar bizleri?, kişi başına düşen bilgisayar veya cep telefon sayısının yetersizliği mi? Yoksa kaç kişiye bir otomobil, bir televizyon, bir buzdolabı, çamaşır veya bulaşık makinesi düştüğüne mi bakıyorlar?, Kişi başına düşen GSMH’mımızı yetersiz mi buluyorlar?, Yoksa kişi başına tüketilen elektrik, et, süt, yumurta bakımından mı bir eksiğimiz var? Bizde romancı, şair, heykeltıraş, mühendis, doktor, balerin sayısı mı az?, Uluslararası ödüller alamıyor muyuz diye mi? Yeterli hastanemiz mi, okulumuz mu yok. Bize Osmanlı Devleti'nin devamı olduğumuz için mi iyi olumlu bakmıyorlar?, ya da Türk, Müslüman olduğumuz için mi çekemiyorlar bizi?
Bence tüm bu nedenlerin hiçbir önemi yoktur ve tümü afakî sanal bahanelerdir, esas mesele batı açısından insan hakları (yaşama hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, kadına karşı şiddet, çocuk hakları, işkence, azınlık hakları, Kürt sorunu, ceza evleri, doğa hakkı, basına ve internete sansür), adalet ve demokrasi hakkındaki geriliğimizdir. Bozuk görüntünün Ülkemize zararları çoktur. Konu, sadece batılı turistlerin bize gelmiyor olması döviz bırakmıyor olmasından batan turizm konusu değildir. En çok dış ilişkilerimiz zarar görmektedir. Çünkü görüntünün fulü, puslu, sisli olması itibarsızlık demektir. Prestiji olmayan bir Ülke itilip kalkılır, pazarlık gücü zayıftır.
Türkiye’de kültürel bir yozlaşma söz konusu mudur? Söz konusu ise eğer nedeni kalkınmayı, gelişmeyi tamamen veya çok büyük ölçüde “maddi kalkınma” yani, yol, tünel, baraj, köprü inşaatı olarak gören müteahhit yaklaşımıdır. Bu yaklaşıma göre bunları yapmak, Türkiye’nin en önemli hatta biricik sorunudur. İnsan hakları, sanat, bilim, kültür, ahlak, erdem, felsefe, laiklik gibi şeyler önemsiz, “garnitür” kabilinden şeylerdir. Bunlar hikayedeki “istim” gibi, arkadan da gelebilir. Hatta batıdan hızlı tren, nükleer santral gelmelidir ama kadın haklarının, adaletin uygulanmasının, hukusal, toplumsal normların ve yaşamın sekülerleşmesinin önüne ket  vurulmalı mıdır? İnsanın odağına, insanın gelişimine konulmamış hiç bir şey gelişimini tamamlamamıştır.
Peki Türkiye Cumhuriyeti'nin görüntüsü hep bozuk mu olmuştur? Hayır, 1943 yılına kadar Ülkemizin görüntüsünün bozuk olmadığını düşünüyorum.
Ülkemizde tek parti yönetimi olduğu zamanda, Batının kendisi, bırakın otoriterliği, totaliter rejimlerle doluydu. Rusya’da Stalin, Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, İspanya’da Franco, Portekiz’de Salazar (Savaş içinde Fransa’da Petain) hükümetleri vardı. Doğu Avrupa, Polonya’da Yunanistan’a kadar (Çekoslavakya hariç) diktatörlüklerle yönetiliyordu. Öyle ki tek parti Türkiye’sinin onların yanında adeta özgür bir havası vardı. Serbest Fırka denemesi, Kadro, Kooperatif, Fikir Hareketleri gibi dergiler, Nazım Hikmet’in şiirlerini, yazılarını serbestçe yayınlayabilmesi, bu havanın göstergeleridir.
Türkiye’nin o döneme ait prestij belirtilerinin bazıları ise şunlardır;
1)Montreux Antlaşması,
2)Naziler iktidara geldikten sonra Almanya’da Üniversitelerden kovulan demokrat, solcu, Yahudi öğretim üyelerinden 144 tanesinin Türkiye’ye gelip yerleşmeleri,
3)Atatürk’ün hiçbir dış Ülkeye ziyaret yapmamasına rağmen, pek çok Avrupalı devlet adamının (başta İngiliz Kralı) Türkiye’ye gelmesidir.
Bundan şu sonucu çıkartabiliriz. Bugünkü rejimimiz çoğulculuk, demokrasi açısından Atatürk dönemine göre daha ilerde ama Atatürk dönemi Avrupa genelinden daha da geride değildi. Belki de daha ilerdeydi. Oysa bugün Avrupa genelinden hayli geride olduğumuz açıktır. Demek ki mutlak olarak ilerlemişiz, ama göreceli olarak Atatürk döneminden daha gerideyiz. Bu açıdan bakınca, bilinç düzeyi yüksek, evrensel hukuk ve insan haklarından yana çoğu insan tarafından ilerleme duygusunun verdiği avuntu bozulmakta, ekşimekte, çürümektedir.
Ülkemizin dünyada saygın, güçlü bir yerinin olabilmesi için “adam” yerine konulabilmesi için, gerçekten kalkınması için bütünsel, topyekûn kalkınma, kamu kaynaklarının etkin kullanılmasının yanında, terör, insan hakları, yargı bağımsızlığı, ifade ve medya özgürlüğü konularının da çözülmesi gerekmektedir. Baraj yapımı, otoyollar, hava limanları, hava meydanları, tüneller ülke kalkınması için gerekli ama yeterli parametre olmadığını söylemek için ekonomi kahini olmaya gerek yoktur. Yeterli, nitelikli insan gücü olmayan bir ülkenin kendi kaynaklarını kullanmasını, geliştirmesini beklemek ütopyadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) verdiği kararlarda 10. maddeden (ifade özgürlüğü) 619 kez ihlal hükmü verdiği Türkiye, 47 üye devlet arasında en fazla ihlal yapan ülkeler arasında yer almaktadır. Türkiye’nin görüntüsünün değişmesi, bütünü ile kalkınması için yeni bir aydınlanma çağına, kültürel, çağdaş gelişmeye, yoğun entelektüel bir ortamın doğmasına, nitelikli bir eğitimle oluşturulmuş nitelikli insana acilen, şiddetle ihtiyaç vardır.
Nizamettin Biber

26 Mart 2017 Pazar

Çerkez Ethem'i anlamak


Ethem Bey anılarında kendini şöyle tanıtır. “Ben kimim? Ben Emlak ve arazi sahibi, mesut ve müreffeh yaşayan aynı zamanda ekmeğinin hasmı denecek kadar cömert bir ailenin evladıyım. Merhum Babam Ali Bey, Malikanesinin bulunduğu Bursa Vilayetinde, şeref ve haysiyeti ile tanınmış bir kimse idi. Ben, Babamın çok sevdiği en küçük oğlu, ağabeyiminde evlatlarına tercih ettiği küçük bir kardeş idim.”

Yakın tarihimizin üzerinde çok tartışılan ve yargılara varılan, fakat aynı ölçüde bilinmeyen, tanınmayan bir kişilik, Çerkez Ethem. Tarihimizin kimi bölümleri gerçekten flu (Açık seçik olmayan, bulanık)ve çok karanlıktır. İnsanın harman olduğu bir dönemde, iyiyle kötüyle, büyüklük küçüklükle, erdem şerefsizlikle, özveri ihanetle içice girmiş birbirine karışmıştır. Ethem bey olmasaydı Ulusal Kurtuluş savaşımız daha başlangıcında “iç isyanlar” nedeni ile boğulabilirdi. Aynı zamanda “Mustafa Kemali TBMM Kapısına asacağım” sözünün sahibini anlamak, zor olsa gerekir. Ethem beyin daha sonra asıl düşman Yunan tarafına katılmasını hoş görmek mümkün olmadığı gibi, elem verici bir olaydır.
           
            Bugünü dünden ayıramayız, bugünü iyi anlayıp doğru değerlendirme yapmak için dün ile bugün arasındaki süreci iyi bilmek gerekir.

Yunus Nadi Çerkez Ethemle ilgili “Çerkez Ethem Kuvvetlerinin ihaneti” der, Nazım Hikmet, Kurtuluş Destanı eserinde “ve 1800 atlı ve ihanet yani”, Hasan İzzet Dinamo, Kutsal İsyan adlı eserinde “sosyalist düşünceye yakın halkçı bir önder” der, Yalçın Küçük Hoca, Türkiye üzerine Tezler kitabında “naiv popülist eğilimli, Çerkez bir köylü hareketini, bir devrimci demokrat hareketi, kişisel yeteneksizliği yüzünden heba etmiş, bu yüzdende ihanet etmiştir. Bu söylenebilir der, Ayrıca “hain saymanın imkansızlığı yavaş yavaş belli oluyor” der, Doğan Avcıoğlu ise “Eşkiyalıktan, Bolşevikliğe, Bolşeviklikten Yunan işbirlikçiliğine bir çırpıda geçiveren Ethem” der, Doğu Ergil ise”Merkez-çevre çelişkisi içerisinde borunlu bir çatışmadır” der, Mete Tuncay “Eşrafın tavrından dolayı Kuvay-ı seyyareyi ortadan kaldırmak zorunlu olmuştu” der, Zeki Sarıhan “Maceracı, hain” der, Cemal Kutay “Ulusal Kahraman olması gerektiğini bunu İsmet İnönünün önlediğini” der, Lord Kınross “Başı bozukların sonu” olarak değerlendirir, Sovyet Araştırmacı Noviçev “Bir Kemalist, provokatördür.” Der, İlhan Selçuk ”Ulusal Bağımsızlık amacı ile yola çıkan bir insanın pusulasını şaşırarak ihanetin karanlık kuyusunanasıl düştüğünü anımsadım” der, Tarık Buğra “Ben hala Çerkez Ethem olayının o günkü şartlrda önlenebileceğine inanıyorum. Bunda İsmet Paşanın sert, tavizsiz tutumunun etkisi olduğunu düşünüyorum. Ethem mağrur insandır. Hatasını anlamıştır ama geri dönmemiştir. Der.
               
                Düzenli ordu kurulana dek kurduğu kuvvay-i seyyareyi kuvvetleri ile TBMM'ye karşı girişilen ayaklanmaları bastıran, (Anzavur AyaklanmasıÇopur Musa Ayaklanmasıile Geredeve Yozgatisyanları) Ali Fuat Paşaile birlikte Gediz Muharebeleri'ne katılan ve TBMMkuvvetleri ile Gediz'i geri alan Düzenli ordunun kuruluşu döneminde, kayıt altına girmek istemeyerek hükümete başkaldırdıktan sonra ihanetle suçlanan Çerkez Ethem.
            Mustafa Kemal tüm söylenenleri ve yapılanları soğukkanlılıkla karşılamıştır. Zira Atatürk ne yaptığını bilen usta bir önder, Üstelik plotitik manevralar yapmakta tecrübeli, uzak görüşlü olduğundan, dostunu düşmanını iyi bilen, yeri geldiğinde ise uzun vadeli amaçlar için gözünü kırpmadan gerekeni eylem alanına sokan esnek ve soğukkanlı bir yapıya sahip bir komutan ve devlet adamıdır.
            Çerkez Ethem asker olarak başarılıdır. Ama salt askerlikle iktidar savaşı yapılamamaktadır, yapılamadığını kendi mücadelesinde görmüştür. Çünkü; İktidar mücadelesi çok yönlü bir harekettir

Çerkez Ethem hain ilan edildiğinde “Beni ihanetle itham edenlere soruyorum. Ben, ne zaman, hangi tarihte ve mevzide, esasen müdafaa ettiğim cepheden bir adım dönmüşümdür de bir tek kurşun atmışımdır? Bir tek kardeş kanı dökmüşümdür.” Diye sorar.
           
           Sizce de gerçekten Çerkez Ethem hain miydi?

Nizamettin BİBER

Türk ölçü birimleri


Milli ekonominin ve ticaretin gereklerine ve kamu yararına uygun olarak Türkiye hudutları içinde her türlü ölçü ve ölçü aletlerinin doğru ayarlı ve uluslararası birimler sistemine uygun olarak imalini ve kullanılmasını sağlayan  Uzunluk, alan, hacim, ağırlık ölçüleri, areometreler, hububat muayene aletleri, elektrik, su, havagazı, doğalgaz, akaryakıt sayaçları, taksimetreler, naklimetreler, akım ve gerilim ölçü transformatörleri ile demiryolu yük ve sarnıçlı vagonlarının muayenesi, ayarlanması ve damgalanması Ölçüler ve Ayar  Kanun hükümlerine göre yapılır.
Ama bu kanunun dışında doğal bir ölçü birimi kullanmaktadır Türkler;
1.Abi geçen bi balık yakaladık nah kolum gibi'
2. 'Muhsin abi geçen bi woofer almışım öküz gibi ses çıkarıyo. Mukemmel abi' 
3. 'kaç karış?'
4. Yol tarifinde bir ölçü birimi olarak yüz metre. 1 yuz metre = 300 metre 
5. Kedi kadar fare 
6. Başarılı bir Türk aşçı, Fransa'da bir lüks otele transfer edilir. Diğer aşçılara bazı tarifler öğretmesi gerekmektedir. Geçerler ocağın başına, bizimki başlar: Bir tutam maydonoz, bir tutam karabiber, yetecek kadar su. Fransiz dayanamaz sorar: - Bunlarin bir ölçüsü yok mu? Bizimki terslenir: - Ben ne diyorum? Bir tutam olacak demedim mi? 
7. 'Göt kadar' gibi söylendiğinde sadece Türkler'in anlaması muhtemel, hatta bazen Türk olanların dahi anlamakta zorluk çektiği ve sizin karşınızdaki kişinin nasıl bir ortamda yetiştiği, sosyo kültürel yaşantısı gibi konularda derin tespitler yapmanıza sebebiyet veren ölçü birimleridir. -Kac metrekare lan senin ev.? -Göt kadar ya.
8. Ayrıca yön tariflerinde de çığır açmış olmaları kaçınılmazdır. -Ne tarafta abi bu dükkan.-Şeyimin istikametinde, gibi. 
9. Bir demet maydanoz. 
10. İki tutam karabiber. 
11. Bir diş sarımsak. 
12. Bir avuç fındık. 
13. Bir tepeleme çay kaşığı tuz.
 14. Bir silme çay kaşığı tuz. 
15. Bir cimcik un, 
16. Bir adım yol.
 17. Bir dünya iş. 
18. Bir araba laf. vs.
 19. Aşure kazanı 
20. Kafam kadar 
21. Burdan sana kadar, bilemedin kapıya kadar . 
22.Bbir de bunların trakya insanına özgü olanları vardır ki, genelde revaçta olmama nedenleri nezaketsizliktir: iki güzel örneği: küçük ev = bülbüll büzüğü kadar yenilen az yemek = kedi çükü kadar bişey yedim . 
23. Üç kalem mal. 
24. İki satır yazı. 
25. Bir tek rakı. 
26. İki duble rakı.
 27. Beş posta  vs. J)) (Bu ölçü birimi standartların çok dışında)
 28. Alabildiğince un. 
29. Kasıktan dize kadar.... 
30. Türk'ün kendisi ölçü birimidir: Türk kadar kuvvetli, bir Türk dünyaya bedel. 
31. Kavgaya giderken 'bir kamyon adam' toplanır, sayı belirtmek icin uygun bir sıfattır. 
32. Çok uzakta: taa anasının ..minda 
33. İki bıyık bükümü sağa  34. üç evlek ileri  
35. Bir zaman ölçüsü olarak sigara:- hadi ne zaman gidiyoruz?- sigaram bitince gideriz.
 36. Bir fiske tuz, 
37. Göz alabildiğine geniş..
Doğru ölçülü ve ayarlı olmak umidi ile.
Nizamettin BİBER

235'inci ihtiyacımız nedir?


İhtiyaçların sıralanmasıyla ilgili bugüne kadar yapılan araştırmalar arasında, gerek teorik ve gerekse uygulama alanında en çok kabul edilen Amerikalı Psikolog Abraham Maslow’un yaptığı ihtiyaç listesidir. Maslow’a göre ihtiyaçlar belirli bir sıra izlerler. Sıralamanın ilk basamağındaki ihtiyaç, daha sonraki ihtiyaçlar ortaya çıkmadan doyurulmalıdır. İlk sırayı biyolojik ihtiyaçlar alır. Biyolojik ihtiyaçlar açlık, susuzluk, barınma ve cinsel ihtiyaçlar gibi belki ilkel ama acil olanlardır. Karnı acıkan insan bir iç ilişkinin etkisi altındadır. Belirli bir çabayla yiyecek temini ise dış ilişkidir. Eğer yeteri kadar yiyecek bulunabilirse denge sağlanır. Denge sağlandıktan sonra kişi diğer ihtiyaçların tatminine yönelir.
İnsanın İkinci ihtiyacı güvenliktir. İnsanlar, can ve mal varlıklarının korunmasına ihtiyaç duyarlar. Üçüncüsü ise sevgi ihtiyacıdır. Sevme, sevilme, bir gruba mensup olma, yardımseverlik, şefkat türündeki ihtiyaçlar bu gruba örnek gösterilebilir. Dördüncü ihtiyaç, insanın kabul görme ihtiyacıdır. İnsanlar sevmek, sevilmek dışında kendilerine saygı duyulmasını da isterler. Tanınma, sosyal statü sahibi olma, başarı elde etme, takdir edilme gibi ihtiyaçlara yönelirler. Son ihtiyaç ise kendini gerçekleştirmektir. Alt kategorilerdeki ihtiyaçlarını karşılamış olan birey son aşamada ideallerini ve yeteneklerini gerçekleştirme ihtiyacı duyar. Maslow’un geliştirdiği ihtiyaçlar sıralamasına göre bir basamaktaki ihtiyaç giderilmeden, bir sonraki ihtiyaç oluşmaz.
Türkiye, kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkelerinin gerisinde kalmış durumda. Japonyada toplumun yüzde 14’ü, Amerikada yüzde 12’si, İngiltere ve Fransada yüzde 21’i düzenli kitap okurken, Türkiye’de yalnızca 1000’de 1 kişi kitap okuyor. Bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli yılda ortalama 10, bir Fransız yılda ortalama 7, bir Türk ise 10 yılda ancak 1 kitap okuyarak okumaya yılda yalnızca 6 saat ayırıyor. Demokratik Eğitim Sendikası raporunun detaylarına ilişkin bilgilere bakarsak eğer: İrandan geriyiz “2007 yılı rakamlarına göre, Türkiyedeki kütüphanelerde 13 milyon kitap olmasına karşılık, Bulgaristanda 46 milyon, Rusya’da 739 milyon, Almanya’daki kütüphanelerde 104 milyon kitap mevcut. Türkiye’de kütüphanelere kayıtlı üye sayısı 493 bin 500 iken, İran’da 7 milyon, Fransa’da 16 milyon, İngiltere’de 35 milyon kütüphane üyesi bulunuyor.
Almanyada 7 bin 500 kişiye 1 kütüphane düşerken Türkiyede 68 bin 500 kişiye 1 halk kütüphanesi düşmektedir. Öte yandan Türkiye’de 95 kişiye bir kahvehane düşüyor. Almanyada halk kütüphanelerinde çalışan kütüphaneci sayısı 8 bin 337, Fransada 7 bin 88, İngilterede 6 bin 978, İspanyada 3 bin 794, Türkiyede sadece 333 kişidir.” Demokratik Eğitim Sendikası‘Okuma Alışkanlığı’ raporu, Türkiye’nin kitap ve okuma kültüründe sınıfta kaldığını gözler önüne serdi. Ancak ayrıca belirtmek gerekirse Ülkemizde okunan kitaplar genellikle “siyaset, aşk, cinsellik” konularını işliyor.
Kitap okumamanın birey ve toplum açısından olumsuzlukları anlatmakla bitmez.    İletişim becerisinde, Problem çözmede,   Karar verme gücünde, Yönetenleri ve nasıl yönetildiğini anlamada, Planlama yapmada,  Yeni fikirler elde etme gücünde, Fikirlerini yayma gücünde, Fikirlerine yeni fikirler katma gücünde, Duygusal zekasına katkı sağlamada yetersizliklere neden olur.
Okumayan, düşünmeyen, buna karşın çok düşündüğünü ve bildiğini zanneden garip bir toplumuz. Anlaşılan düşünmek ve bilginin tek kaynağı olarak kitap okumak bize ağır geliyor. Oysa insan, bildiği ve düşündüğü kadar insandır. Bir toplumun düşünmüyor, düşünemiyor olması, o toplumun insanlıktan, rasyonel akıldan uzaklaştığının göstergesidir. Bir toplumun az düşünen bir toplum olduğu, o ülkede ne kadar kitap yazılıp, yazılan bu kitapların ne kadar okunduğuna bakılarak anlaşılabilir.
Türkiyede, okuma alışkanlığına sahip olan kişi sayısı ortalama 40 bin kişi civarında. Ülkemizde insanların genel ihtiyaç maddeleri sıralamasında kitap, 235’inci sırada yer alıyor. Sizce ihtiyaç maddeleri sıralamasında, ülkemizde kitabı kaçıncı sıraya çekebiliriz? Ki sorunlarımızı bir miktar azaltalım!
Nizamettin BİBER

Kutsalı Yemek


Televizyonda TLC kanalında “Pastacılar Kralı” programını denk geldiğimde bazen izliyorum. Babasından devraldığı “Carlo’s Bake Shop” isimli minik pasta dükkânını, tüm dünyanın bildiği bir marka haline dönüştürmeyi başaran Buddy Valastro’nun hikayesini anlatıyor. New Jersey’deki pastaneyi ailesiyle birlikte işleten Buddy ve ekibinin uzmanlık alanı “Yok artık!” dedirten özel tasarım pastalar söz konusu; Kumdan kale pastası, deri ceket pastası, gerçek boyutta piyano, klozet, terlik, motorsiklet, robot…
Pastacılar kralı Buddy’nin dükkanından yani ABD’den yaklaşık 10.000 km uzaklıktaki Anadolu pasta işinde farklı bir konsept uygulaması ile geri kalmıyor.
Toplumumuzda ölümüne sevmek, ya benimsin ya da kara toprağın şeklinde kanıksanan negatif sevgi sözü grupları, coğrafyamızda çok sevdiği kutsalını pide veya pasta yapıp yemek gibi bir pratik eğilime dönüştü. Tokat’ın Zile ilçesi müftülüğünün Kutlu Doğum Haftası gerekçesiyle düzenlediği etkinlikte il müftüsü Kur'an-ı Kerim tasarımlı pasta kesti. Müftü ve davetliler daha sonra pastayı hep birlikte yediler. Söz konusu açılışa ait haber ve görseller müftülüğün resmi internet sitesinden de yayımlandı.
Sonrasında, Sakarya’da Serdivan Belediyesi Düğün Salonu’nda İktidar Partisinin İlçe Danışma Meclisi toplantısı sonrasında katılımcılara iftar yemeği verildi. Protokole üzerinde Allah yazan pide ikram edildi.
Haberimsen gazetesinin haberine göre ise Hac ve Umre organizasyonu düzenleyen özel bir firmanın açılışında dönemin Tekirdağ İktidar partili yetkilileri ile firma sahibinin katılımıyla kabeli pasta kesilip yenildi.
Edirne Anadolu İmam Hatip Lisesi öğrencileri Kutlu Doğum haftası en güzel pano yarışması birincisi sınıf kutlamasında Selimiye Camisi motifli okul amblemi olan camiyi pasta yapıp yediler.
Ayrıca, Geçtiğimiz gün Harbiye Askeri Müzesi’nde düzenlenen Çikolata, Şekerleme ve Pasta Festivali'nde 15 Temmuz şehidi Ömer Halisdemir’in pastadan heykelini yaptılar. Bu haberler sadece benim hatırladığım internetten hızla derlediklerimden ibaret.
Bildiğimiz ise dini inancımız gereği yaklaşık 900 milyon Hindu’nun kutsalını her yıl kesip yiyoruz eyvallah bu anlaşılabilir ve hesapta vermiyoruz. Ancak kendi kutsalını sembolik pasta yapıp yemek nasıl bir psikolojik ruh hali veya bir tarikat örgütlenmesinin davranışının ritüeli midir (ayin) anlamış değilim.
Bu davranışın nedenini anlayan ve psikanaliz değerlendirmesini yapabilecekler varsa lütfen bana da anlatabilir mi?
Nizamettin Biber

25 Mart 2017 Cumartesi

Sivil toplum adına şovenizm


Sivil toplum kuruluşları, resmi kurumlar dışında ve bunlardan bağımsız olarak çalışan, politik, sosyal, kültürel, hukuki ve çevresel amaçları doğrultusunda lobi çalışmaları, ikna ve eylemlerle çalışan, üyelerini ve çalışanlarını gönüllülük usulüyle alan, kâr amacı gütmeyen ve gelirlerini üyelik ödemeleri ile sağlayan, gelirlerini sosyal amaçları uğruna bağışlayan kuruluşlardır.
Vakıflar, Dernekler, sendikalar, Meslek Kuruluşları bilinen Sivil toplum kuruluşlarındandır. Özellikle son zamanlarda İstanbul’da kurulan sayıları bir hayli artan yöresel dernekler ile Okulların Mezunlar derneklerine rastlamaktayız. Bunların evrensel tanımı ile Sivil Toplum kuruluşu olarak algılamak oldukça güçtür. Açılan bu kurumlar resmi kurumlarından bağımsız olmayıp (onların işaret edilmesi ile kurulmakta ve arka bahçesi ile kullanılmakta), bağımsız çalışmamaktadırlar. Üyeler gönüllülük usulü ile seçilmesi gerekirken, devşirme üye metodu kullanılmakta, ısmarlama yönetim kurulu üyeleri ile de kurulmasını sağlayan resmi güç odaklarının mali gücü (üye aidatlarını ödemediğinden) ile ayakta durmaktadır.
Peki arka bahçe olarak kullanılmasına yönelik açılan bu sözde Sivil Toplum Kuruluşları bunların dışında ne yapmaktadır. Şovenizmi körüklemektedir. Şovenizm, herhangi bir şeye olan aşırı, nedenli veya nedensiz oluşan bağlılık olarak tanımlanmakta olup; Özellikle de başka uluslara karşı hoşgörüsüzlük ve saldırganlık, aşırı ve bağnaz milliyetçilik anlamında kullanılan bir terimdir. Sıklıkla karşı gruba olan nefret ve kötü niyet duygularını da beraberinde getirmektedir.
Aşırı milliyetçi ve yurtsever bir düşünce olarak görünmekte olup; bu milliyetçi ve bağnaz bağlılığı sergileyen kimseye de, şovenist denmektedir. Bu kavramın isim babası durmadan ve usanmadan, hayatı boyunca Napoleon'a bağlılığını sürdüren ve ona övgü dolu davranışlarda bulunan Fransız askeri Nicholas Chauvin'dir.
Günümüzde "Şovenizm" bir kişinin ait olduğu yere ya da gruba, aşırı ve duygusal bağlılığını ifade etmek için de kullanılmakta ama asıl anlamıyla milliyetçiliğin büyük ölçüde abartılmasına dayalı gerici burjuva ideolojisi ve politikasını temsil etmektedir.
Ülkemizde özellikle büyük kentlerde ve İstanbul’da kurulan Sivil Toplum Kuruluşlarının amacı ve ideolojisi hiçbir bilimsel temele dayanmayıp, yaptıkları faaliyetlerle kaba bir ayrımcılık yaratmaktadırlar.
Irkçı (faşist) düşüncenin kaynağı şoven duygularda yatar. Şovenizm, çoğunlukla ırkçı görüşlerle el ele yürür. Bu yönleri ile saldırgan ve gerici nitelikler taşır. Bu yolla "okulunu, mahallesini, köyünü, ilçesini, ilini, vatanını sevme" bahanesiyle haklı gösterilebilir. Nitekim Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda kitleleri savaşa sürmek için kullanılan şovenizm, en aşırı biçimini Hitler Almanya’sı ve Mussolini İtalya’sının ideolojisinde ve politikasında yer bulmuştur.
Ülkemizde, şovenizm, evrensel tanımı ile başka uluslara karşı hoşgörüsüzlük ve saldırganlık, aşırı ve bağnaz milliyetçilik anlamında kullanılamamaktadır.
Sonuç olarak; Ülkemizdeki Sözde sivil Toplum Kuruluşları; gerçekte başkalarına hayat hakkı tanımayan, kendi gibi düşünmeyenleri bertaraf etmeye yönelik, her türden milliyetçilik anlayışını benimseyen, kapitalizmin emekçi sınıfı üzerinde ayrımcılık yapmasına aracılık eden, aynı ülkede yaşayan insanları birbirinden daha üstün gösterme amaçlarına alet edinen bir vurucu şoven silah haline getirilmiştir.
Nizamettin BİBER

En çok söylenen popüler yalanlar


Yalan bir savunma mekanizması olup, bir hatayı gizlemek amacıyla gerçeğe uygun olmayan davranış girişimlerinde bulunmaktır. Bu girişim sözel yolla jest yolu ile ya da susma yolu ile olabilir. Sosyal bir davranış olan yalanın amacı, başkalarını aldatmaktır. Yalan, bazen zararımızı gördüğümüz bazen de kısa süreli bize faydası dokunan ama hepimizin karşılaştığımız acı bir gerçek olup; insanlığın var oluşu ile başlayıp halen söylenilmeye devam edilmektedir.
"Aşağıda listelenenlerden bir tanesini bile söylemedim" demeniz, “imkânsız” ve yalandır. Kendimize, Ailemize, sevgilimize, arkadaşlarımıza veya bir tanıdığımıza söylediğimiz ufak yalanlardan en popülerlerini paylaşıyorum sizinle.
-Dünya ahret bacımsın...
-mail kullanmıyorum…
-İşim bitsin ben seni bir ara ararım...
-Bir kez olsun yüzüm gülmedi...
-Hayatımda hiç doktora gitmedim, hiç ilaç almadım...
-O elinizdeki tek kaldı, başka yok...
-Valla bu size çok yakıştı, üzerinize cuk diye oturdu...
-Merak etme hayatım, sekreterimi görsen çok çirkin...
-Senin annen bir melekti yavrum...
-Kapatıyoruz…
-Bu gece beş posta attım…
-Yemek yemiyorum, ama su içsem yarıyor…
-Büyük ikramiyeyi kazanmak istemiyorum önemli olan alın teri...
-Merhaba karıcım, mesai yeni bitti de...
-Evi boşaltın! Almanya'dan oğlum geliyor...
-Şu an 75 milyon bizi izliyor...
-Gerçek aşkı sende buldum...
-Akşam elektrikler kesildi, ödevimi yapamadım...
-Bir kereden bir şey olmaz...
-Sadece arkadaşız...
-Son biletler bunlar...
-Eskiden çok kitap okurdum şimdi gözlerim bozuk…
-Hiç acıtmayacak...
-Magazin sevmem, evlilik programlarını hiç izlemem…
-Dış transferleri 15 gün içinde bitireceğiz...
-Failleri en kısa zamanda yakalanacak...
-Üzülme sevgilim evlenince anneni yanımıza alırız...
-Vallaha sarıda geçtim memur bey...
-İşten aradılar, gitmeliyim...
-İşlerim çok yoğun, başımı kaşıyacak vaktim yok, bu akşam mesaiye kalıyorum...
-Seni düşünmekten bütün gece gözüme uyku girmedi...
-Ben hiç horlamam…
-Sen bir de beni gençliğimde görecektin...
-Seni leylekler getirdi yavrum...
-Akşama erken gelirim...
-Hallederiz…
-İşsizlik azaldı, ihracat arttı, enflasyon düştü…
-Kadınlar en çok kel erkeklerden hoşlanır...
-Bu son sigaram...
-Bu sene üniversite soruları çok basitti, keşke sınava girseydim...
-Ben hiç yalan söylemem...
Nizamettin BİBER

“Teke gibi kokmak ” Ve kişisel bakım


“Teke gibi kokmak” Babamın çokça kullandığı bir deyim. Tekeler çiftleşme döneminde dişilerini etkilemek için vücutlarından bir koku yayarlar ki dişi keçilerin başını döndüren bu koku biz insanların burnunun direğini kırar. (Salimen düşündüğümüzde erkek keçi (teke) için, amacı uğruna yaydığı bu pis kokuyu doğal karşılayabiliriz.)
Son zamanlarda bindiğim Toplu taşıma araçlarında (Otobüs, tramvay, metro, minibüs) aşırı sıcak nedeni ile de teke gibi kokan, kokusu ile insanın burnunun direğini kıran insanlara fazlaca rastlamaktayım. Toplu taşıma aracından ineceğim ancak bineceğim diğer araçta böyle kokan insanların olmadığının garantisi yok. Babamın deyimi aklıma geliyor. 
Kötü kokan kişilere yakıştırılan bir benzetme olan bu deyimde kokan kişi tıpkı teke gibi kokar ve kendisi bu kokudan rahatsız olmadığı gibi çevresindekileri kokudan öldürmek üzere olduğunu ise bilmez tavırdadır. Bunlar; günlerce elbiselerini değiştirmeyen, yıkanmayan, çoraplarını haftalarca giyen insanımsılardır, teke gibi kokan bir ırk olarak yaşamlarını idame ettirilirler.
Ancak bir karşılaştırma yaptığımızda ise erkeklerin ter kokularının bayanlara nazaran daha ağır olduğu da bir gerçek. Bayanlar kokmaz demiyorum. Öyle bir kokar ki. Neyse işin özü, erkekler tekeler kadar pis kokabilir.
Bu konuya bir miktar açıklık getirmek gerekiyor terlemek başkadır, ter kokmak başkadır. Burada çok ince bir ayrım var aslında eleştirilmesi gereken, günlük çalışmasından ötürü ter kokan (işyerinde duş yapma olanağı bulunmayan) ama aksam evinde yıkanan işçiye yönelik değil; "üç gündür yıkanmamış olduğundan artık buram buran ter kokan işçiye" yönelik olmalıdır. Bu nedenle vardiya sonunda yıkanan ama vardiya sonuna kadar ter kokan işçi ile yıkanmadığından leş gibi, teke gibi kokan işçi ayrıdır.
Yıkanmanın, Sosyo-ekonomik durumla hiçbir alakası yoktur. Bu bir anlayış, zihniyet meselesidir. Su ve sabun tüketim araçları içerisinde en ekonomik olanlarıdır. Bazı solcu geçinenler alın teri diye emeğin kutsallığını, en yüce değerdir kavramını ter kokmayla sembolize ederek, emekle teri birbirine karıştırırlar. Ter kokusunu, patronun parfüm, deodorant kokusundan iyidir, kapitalistler zihniyeti ile kutsal ilan edilmiş olması anlamsızdır. Yıkanmamayı, medeniyetten nasibini almamış olmak gibi şeyleri "erdem" olarak görüp, üç gündür yıkanmadığı için buram buram ter kokan işçiyi çalıştığı için ve emek verdiği için değil, ter koktuğu için el üstünde tutamayız.
Stok sayımında, sırtında yük taşıyarak, inşaatlarda, Atölyelerde bin bir çeşit imalatlarda, fabrikalarda, depolarda, sabahtan aksama kadar kolilerin üstünden zıplayarak, her türlü akrobasi hareketi yaparak, koşturarak çalışıldığında insan terler ve biraz da kokmaya başlar doğal olarak, deodorant, parfüm alamayabilirsin, metroseksüel ol demiyoruz belki ama eve gidince bir duş al da teke gibi kokma be kardeşim.
Patronunun oğlunun, lüks arabalarla, yatlarla, kızlarla (mankenlerle) gezmesinin; kendi hakkının dört bir yandan çalınması sayesinde olduğunu anlayamayan, kendisini sürekli terleten, kokutan iktidarlara oy verenler, her şeyin kaderden geldiğini söyleyerek veya böyle söylenilenlere inanarak, sırt üstü yatıp, göbeğini kaşıyanların verdiği aylık 754 liraya çalışarak, her gün terlerler, yıkanmayınca da kokarlar doğal olarak.
Kişisel bakım ise; Çevremizle ve yakınlarımızla kurduğumuz ilişkilerde önemli rol oynayan aynı zamanda hayatımızı sağlıklı bir şekilde sürdürebilmemizi sağlayan kişisel temizlik kurallarının bütünüdür. Hiç kuşkusuz kadınlar erkeklerden daha fazla kişisel bakımlarına dikkat ederler. Kişisel bakım türleri; 1- El ve Ayak bakımı, 2- Vücut bakımı, 3- Saç bakımı, 4- Ağız ve Diş bakımı, 5- Kıyafet bakımı, 6- Genital bölge bakımıdır.
Sağlık açısından baktığımızda ise; Kişisel bakım, "kendine özen göstermek" ve "yaşam kalitesini yükseltmek" demektir ki bunlar günümüzün yükselen trendlerindendir. Uzayan yaşam süresi, yaşam kalitesini yükseltmeyi zorunlu hale getirmiştir. Kaliteli bir yaşam için daha çok sağlık bilinci ve farkındalık gereklidir. Sağlıklı yaşayabilmemizin önemli kurallarından biri hastalanmamayı becerebilmektir.
Dengeli beslenerek, damarlarımızın yaşlanmasına izin vermeden (egzersiz ve az stresli olarak), bağışıklık sistemimizi güçlü tutarak, sağlığımızı olumsuz etkileyen şeyleri az tüketerek (Alkol, kafein, beyaz un, tuz),  Sigaradan ve sigara dumanından sakınarak, Kas ve kemiklerimizi takviye ederek (Kalsiyum ve D Vitamini), Ağız bakımımıza özen göstererek, belleğinizi güçlü tutarak (Yeni bir dil, yeni bir hobi, yeni bir oyun), gereksiz yere ilaç kullanmadan,Sağlık kontrollerinizi ihmal etmeden; bir yaşam tarzı, bir hayat yaklaşımı yapabilirseniz, daha az hastalanan, daha keyifli yaşlanan biri olma şansımız artacaktır.
Kişisel öz bakımını yapmış, sağlığına dikkate eden, kendine özenen, teke gibi kokan insanların hiç olmadığı, düşünen, sorgulayan, üreten, çalışkan insanların var olduğu bir ülkede yaşamak istiyorum. Sizce isteğim gerçekleşebilir mi?
Nizamettin BİBER

Seri iki kadın katili


Ankara Barosu tarafından 15 ay önce hayata geçirilen “Gelincik Projesi” kapsamında 15 bin kadın irtibat bürosuna gelerek ve telefonla "imdat' diyerek yardım istedi. Erkeklerin şiddette sınır tanımadığı gelen telefonlar ve ihbarlar bir kez daha ortaya çıktı. Gelincik Projesine başvurarak eşlerine boşanma davası açan kadınların hikâyelerinden örnekler:
1-Güneydoğu'da cezaevinden çıktıktan sonra 6 yıllık eşinden elektrik alamadığını iddia eden M.D. yatağa bağladığı eşinin cinsel organına düşük voltajlı elektrik bağlayarak elektrik almaya çalıştı. Uzun süre devam eden bu işkenceye dayanamayan A.D. imdat için gelincikten yardım isteyerek boşanma davası açtı.
2- Bir yıl önce bodyguard'lık yapan K.B.'ye aşık olan A.B. kına gecesi başlayan şiddete bodrum katta kiraladığı evden sokağa çıkmama cezasını ekledi. Eşi tarafından İmrahor Vadisi'nde uçurumdan ayaklarından tutularak atılmak istenen A.B. dakikalarca uçurmada sallandırdı. Açılan dava ile K.B. eşinden boşandı.
3-Babaları tarafından 3 yıl tecavüze uğrayan 10 ve 14 yaşındaki iki kız çocuğu anneleri gelincik bürosuna başvurdu. Karşı çıktığı için burnunu ve dişlerini kırdığı eşi tarafından şikâyet edilen baba S.M. tutuklu olarak yargılanmasına devam ediliyor. Çocuklar ise devlet korumasına alındı.
4- Kültür Bakanlığı'nda çalışan B.C.20 yıllık eşini daha rahat dövmek için özel olarak sanayide plastik ve tahtadan cop yaptırdı. 3 çocuk annesi L.C. arayarak istediği yardım sonrası eşinden kurtarıldı ve sığınma evine yerleştirildi. Şimdi L.C. boşanma davası açtı, çocuklarıyla birlikte devlet koruması altında.
5-Eşine sürekli şiddet uygulayan A.K. her defasında eşinin vücuduna bir jilet izi bırakıyor. 6 yıldır şiddet gören Y.K.'nın vücudu jilet iziyle dolarken imdat çağrısından sonra gelincik avukatları tarafından kurtarıldı. Eşine açtığı dava halen devam ediyor.
6-Geçtiğimiz aylarda evine gelen hacizle gündeme gelen Nurseli İdiz, Çeşme'de alkol alıp etrafa rahatsızlık verdiği iddiası ile kaldığı otelden atıldığı, yol parası olmadığı için İstanbula gidemediği, 40 derece sıcağı bulan Alaçatı'da alkol alınca kendinden geçtiği, İdiz'in bu hallerini objektiflere alındığı gazeteye haber olarak yansıdı.
2004'te 'Kınalı Kar' dizisindeki rolüne alkol sorunu yüzünden son verilen Nurseli İdiz, 2007'de de 'Salıncakta İki Kişi' adlı tiyatro oyununda benzer sorunlar yaşadı. İdiz, son tiyatro oyunu 'Evliliğe Gelince' ekibiyle de aynı nedenden ötürü tartıştı. 'Geçmiş Bahar Mimozaları' dizisindeki rolüyle ünlü olan Nurseli İdiz, 1993'te 'Saklambaç' adlı yarışmayı sundu. 1994'te bir kanaldan 2 milyar alan İdiz, 1995'te bir başka kanala 10 milyara transfer oldu. İdiz, o dönem kanalları peşinden koştururken bir yandan da 'Evita' müzikali ile 'Kız Kulesi Aşıkları' filminde de rol aldı. İdiz, bu sayede de olay oldu. Şöhretin bunalımına giren Nurseli İdiz'e 20 yıllık eşi Cem İdiz boşanma davası açtı. 1995'teki bu ayrılık İdiz'in çöküşünü başlattı. Oyuncunun magazinsel olayları ve çıplak fotoğrafları çöküşü hızlandırdı.
Bipolar bozukluk hastası olduğunu ve ataklarını alkolle bastırdığını söyleyen Nurseli İdiz, "Alkol yüzünden maddi ve manevi çok kaybım oldu" dedi. İdiz, bu problemi yüzünden yapımcıların kendisine rol vermek istemediğini itiraf etti.
İdiz :”Şunu söyleyebilirim bu fotoğraflar, yazılanlar bugün benim ipimi çekti. Bu son nokta, gerçek bir ölüyüm.” dedi
7-Süreyya Ayhan ilk kez pistlerde çok başarılı bir sporcu olarak adını duyurdu. Daha sonra özel hayatı gerekçe gösterilerek ilk "linç" teşebbüsüne uğradı. "Linç"in ille de "recm" olması gerekmiyordu. Süreyya olayı atletizmin ötesine taşındı, birçok başka konuda olduğu gibi, milli gurur ve onurumuzu denemenin bir aracı haline getirildi.
Sureyya Ayhan Doping nedeni ile kendisine ömür boyu ceza verilerek "öldürüldüğünü"  ve konuda Ülkesinin ilgililerinden yardım isteyerek “Evladınızı öldürmeyin” dedi.
Türk Kadınları; her türlü çile ve cefaya göğüs geren, gençliğini de sıkıntı ve yokluk içinde geleceği için çalışan, yalnız başına bırakılan, örf, adet, din adına tepesine vurulan, hakkını arayamayan aradığı zamanda yanında hiçbir yetkili bulamayan, küçük görülen, kadın olduğu için itilip kakılan, her gün boy boy gazetelerde haber olmaktadır. Güzelim Ülkemizin onurlu, erdemli, ahlaklı, anaç, çilekeş, cefakar, vefakar, dert küpü, şiddet aracı güzel insanları kadınlarımız.
Yapılan istatistiklerde 2002-2012 yılına kadar öldürülen ve şiddet  gören kadın sayısı % 1400 artışla 4 bin 410'a kadar yükselmiştir. İçinde bulunduğumuz 2012 yılında kim bilir hangi kadının nerede;  kadına şiddeti kendinde hak gören, kadını aciz ve güçsüz görenlerin elinde nasıl bir çile çektiğini düşünmek bizler gibi düşünenlere acı veriyor.
Güya demokrasinin hüküm sürdüğü, Cumhuriyetle yönetilen ülkemizde; Devlet gücünü, sosyal devlet olma özelliğini toplumun en önemli değeri kadını korumak için kullanıyor mu? Kadının mutluluğu ve refahı için halen ne yapmaktadır? Sadece doğur, üre önerilerine mi maruz bırakılmaktadır?  Bunun yanında tüm olumsuzluklara rağmen Türk Kadını, her şart altında onurunu koruyacak güce ve iradeye sahip midir?
Kadını kadın, sanatı sanat, sporu spor olarak göremediğimiz, insanları da insan olarak göremediğimiz sürece hakkını aramaya çalıştığı için nice Münire Çimenleri, henüz gençliğinin baharında sevdiği için Hatice Fırat'ları, Ayşe Paşalı'ları, çeşitli sorunlar yaşayan Nurseli İdizleri, Sevdiği antrenörü olduğu için onunla evlendiği halde Süreyya'ları böyle öldürür ve yok ederiz.
Şiddeti, yaşarken öldürmeyi, yok etmeyi çok seviyoruz. (2002-2012 yılları arasında kayıtlara geçen, öldürülen 4140 kadın)
Bu kadın ölümlerini gerçekleştiren iki seri katil vardır.
1-Tarihin karanlıklarında yaşayan, aydınlanmamış, cehalet esiri, insan olma evrimini tamamlamamış Türk Erkeği ile,
2-1.maddede tanımlanan erkeklerin yaşadığı, Ortaçağ skolastik düşünce biçimiyle yaşamını 21.yüzyılda devam ettiren Türk Toplumudur.
İtirazı olan varsa söylesin, Lütfen!
Nizamettin BİBER

II. Dünya Savaşı, konferans görüşmeleri


TAHRAN KONFERANSI- 28 Kasım-1 Aralık 1943
ABD Devletleri Başkanı Roosevelt:İngiliz Amerika kuvvetlerinin kullanabileceği birçok yer var. İtalya’da, Adriyatik bölgesinde, Ege Bölgesinde ve hatta Türkiye savaşa girerse ona yardım etmek için kullanılabilir bunlar. Bunlara burada karar vermeliyiz.
Rusya Devlet Başkanı Stalin: Türkiye müttefiklere yol vermeye razı edilirse iyi bir şey olur. Ne de olsa Balkanlardan Almanyaya giden yol daha kısadır.
İngiliz Devlet Başkanı Churchill:Bundan sonraki önemli sorun Türkiye’yi savaşa girmeye razı etmektir. Çanakkale ve İstanbul Boğazlarından ulaşımın açılması olanağını sağlayabilirdi bu; Rusya’ya Karadeniz’den malzeme gönderebilirdik. Ayrıca düşmanla çarpışmak için Türk hava alanlarını da kullanabilirdik. Rodosu ve öteki adaları ele geçirmek için pek az bir kuvvet gerekirdi. Türkiye’yi nasıl sokabiliriz savaşa?
Rusya Devlet Başkanı Stalin: Başka bir soru Türkiye savaşa girerse bu durumda ne yapılabilir?
İngiliz Devlet Başkanı Churchill: Türkiye’nin batı kıyılarındaki adaların alınması için iki-üç tümenin yetebileceğini söyleyebilirim; böylece malzeme gemileri Türkiye’ye gidecek, ayrıca Karadeniz yolu da açılacak. Ama ilk iş olarak Türklere 20 hava filosu ve birkaç hava savunma alayı göndermeliyiz: bu iş öteki harekata bir zarar vermeden yapılmalı. Türkiye sorununu ne yapmamız gerek? Buda mı askeri uzmanlara bırakılacak?
Stalin:Hem siyasal hem de askeri bir sorun bu. Türkiye İngiltere’nin müttefiki, SSCB ve Birleşik Devletlerle dostça ilişkileri var. Türkiye artık bizimle Almanya arasında oynamamalı.
Churchill:Türkiye ile ilgili altı-yedi sorun olacak. Ama daha önce bunları bir gözden geçirmek istiyorum.
Stalin:Çok iyi.
Roosevelt:Ben de elbet Türkiye’nin savaşa sokulmasından yanayı; ama Türk Cumhurbaşkanının yerinde olsaydım ancak ikinci cephe harekatina zarar vererek ödenebilecek bir ücret isterdim.
Stalin:Türkiyeyi çarpışmaya itmek için çaba harcanmalı. Bir yığın hazır tümeni var.
Churchill:Hepimiz birbirimize dostça duygular besliyoruz, ama ayrılıklarımız da var elbet, zamana ve sabıra ihtiyacımız var.
Stalin:Çok doğru.
İngiltere, Birleşik Devletler ve S.S.C.B. Hükümet Başkanları Konferansının İkinci Oturumu
Tahran, 29 Kasım 1943 Açılış; 16:00, Kapanış; 19:40
Brooke:Türkiye’nin savaşa girmesinin iyi olacağını, bunun bize savaşı yönetmede yardım, Sovyetler Birliğine malzeme sevki için Çanakkale Boğazının açılması bakımından mümkün sonuçları inceledik.
Churchill:Türkiye savaşa girdiği anda Rodos Adasını almak için bunlar yetecek. Biz İngilizler Türkiye’nin müttefikiyiz; Yılbaşından önce Türkiye’yi savaşa girmeye ikna etmenin ya da savaşa sokmanın sorumluluğunu biz alıyoruz. Başkan bize katılmak ya da önderliği almak isterse kabul edeceğiz; ama Moskova Konferansında varılan kararı yerine getirmekte Mareşal Stalin’in yardımına muhtacız. İngiliz hükümeti adına şunu söyleyebilirim ki, Türkiye’ye bir uyarı yapılacaktır; savaşa girmeyi kabul etmezse bunun Türkiye için çok önemli siyasal sonuçları olabilir; İstanbul ve Çanakkale Boğazları üstündeki hakları bakımından etkisi olur bunun.
Bu sabah Generallerimizden kurulu askeri komite Türkiye sorununun askeri safhasını tartıştı; ama Türkiye sorunu askeri olmaktan çok siyasal bir sorundur. Türkiye savaşa girerse o bölgedeki harekat için, verebileceğimiz hava kuvvetlerinden başka en çok iki ya da üç tümen ayırmak niyetindeyiz.
İki Dışişleri Bakanı ve Başkanın atayacağı bir temsilcinin bu sorunu inceleyip Türkiye’yi nasıl savaşa sokacağımız ve bunun sonuçlarının ne olacağı konusunda bize öğüt vermelerini öneriyorum. Kesin olanaklarla bu sonuçların çok önemli olacağını sanıyorum. Türkiye Almanya’ya savaş ilan ederse Alman Halkı için büyük bir darbe olacaktır bu. Bu olayı iyi kullanmayı becerirsek Bulgaristan tarafsız hale getirilir.
Stalin:Mr. Churchillin Türkiye’ye ve Partizanlara yardım için ayırmayı önerdiği iki tümen konusundan bir itirazımız yok. İki tümenin ayrılması ve Partizanlara yardımı önemli görüyoruz. Ama buraya askeri sorunları tartışmak için geldiysek, biz ikinci cephe hareketını asıl ve kesin sorun olarak alıyoruz. 
Roosevelt:İkinci cephe harekatından başlayıp Türkiye sorunu ile sona eren konularda söylenen her şeyi ilgiyle dinledim. Ben tarihlere büyük önem veriyorum. İkinci cephe harekatında bir anlaşma olduğuna göre bu harekatın tarihinde de anlaşmaya varmak gerekir.
Churchill:İtalya’da, Balkanlarda ve savaşa girecek olursa Türkiye Bölgesinde olduğu kadar fazla Alman Tümeni bağlamalıyız. Türkiye’ye gelince, savaşa girmesi için ısrar etmeyi kabul ediyorum. Bunu red ederse bu konuda hiçbir şey yapılamaz. Kabul ederse Anadolu’daki Türk hava üslerini kullanıp Rodos’u almalıyız. Bu harekat için bir hücum tümeni yetecektir. Ada alındıktan sonra savunmasını oradaki garnizon yapabilir. Rodos’u alarak ve Türk üslerini kullanarak Alman Garnizonlarını Ege Denizindeki öteki adalardan sürebilir ve Çanakkale Boğazını açarız. Büyük kuvvetler gerektiren bir harekat değildir bu; sınırlı bir harekattır.
Türkiye savaşa girersek ve Rodos’u alırsak bu bölgede üstünlüğü sağlarız, Ege Denizindeki bütün adaların bizim olacağı zamanı gelir Türkiye savaşa girmezse buna pek üzülmeyeceğiz; o zaman birliklerden Rodos’u ve Ege adalarını almalarını istemeyeceğim.
İngiltere, Birleşik Devletler ve S.S.C.B. Hükümet Başkanları Konferansının İkinci Oturumu
Tahran, 1 Aralık 1943 I.ÖĞLE YEMEĞİNDEKİ OTURUM-Açılış: 13:00 Kapanış: 15:00
Hopkins:Türkiye’yi savaşa girmeye çağırma sorunu Türkiye’nin İngiltere ve Birleşik Devletlerden ne kadar yardım göreceği sorunuyla ilgilidir. Ayrıca Türkiye’nin savaşa girmesini bütünüyle savaş stratejisi ile ayarlamak gereklidir.
Roosevelt:Başka türlü söylersek, İnönü, Türkiye’ye yardım edip etmeyeceğimizi soracak bize. Bu sorun ayrıca ele alınmalıdır sanırım.
Stalin:Türkiye’ye yardım için Churchill İngiliz Hükümetinin 20-30 filo tümen verebileceğini söyledi.
Churchill:İki-üç tümen vermeye razı değiliz. Mısırda İngiliz-Amerikan komutanlığının bugünlerde kullanmadığı 17 filo var. Türkiye savaşa girdiğinde bu filolalar onun savunmasında kullanılır. Bundan başka, İngiltere Türkiye’ye üç savunma alayı verebilir. İngilizlerin Türkiye’ye vaad ettiği hepsi bu kadardır. İngilizler Türkiye’ye askeri birlik veremez. Türkiye’nin 50 tümeni var. Türkler iyi savaşçıdırlar, ama modern silahları yok.
Roosevelt:(Churcille) Rodos’a karşı hareket büyük sayıda çıkarma araçları gerektirmez mi acaba?
Churcill:Bu harekat Akdeniz de olandan fazla gerektirmez.
Roosevelt: Türkiye’ye yapılacak vaadler konusunda dikkatli olmalıyım. Bu vaadlerin dünkü anlaşmamızın gerçekleştirilmesine engel olmasından korkuyorum.
Stalin:Savaşa girmekten başka Türkiye topraklarını müttefik hava kuvvetlerine de açacaktır.
Churcill:Elbet.
Stalin:Bu sorunu bildirdik sanırım.
Churcill:Veremiyeceğimiz bir şeyi önermedik. Türklere Mısırdakilerden başka üç yeni avcı uçağı filosu ile birlikte toptan 20 filo vermeyi önerdik. Acaba bu sayıya Amerikalılar bir şey ekleyebilir mi? Türklere birkaç hava savunma birliği vaad ettik; askeri birlik vaad etmedik, çünkü bizimde yok.
Roosevelt:Askerlere danışmak istiyorum.
Churcill:Ben bir güçlük görmüyorum. Türkiye’ye bir şeyler önermedik; hem İnönü bunları kabul eder mi bilmem. Kahireye gelecek ve durum kendisine bildirilecek. Türklere 20 filo verebilirim; askeri birlikler veremem. Üstelik birliklere ihtiyaçları olacağını da sanmıyorum. Ama şu da var ki İnönü Kahire’ye gelir mi gelmez mi bilmiyorum.
Stalin:Hastalığa mı tutulabilir?
Churcill:Kolayca, İnönü Kahire’ye gitmeyi kabul etmezse ben bir savaş gemisiyle Adana’ya onu görmek için gitmeye hazırım. İnönü oraya gelecek ve ben Türklere savaşa girmezlerse karşılaşacakları kötü manzarayı onun önüne sereceğim, aksi haldeki iyi manzarayı da. Sonra İnönü ile konuşmamın sonuçlarını size bildireceğim.
Hopkins:Savaşta Türkiye’ye yardım sorunu Amerikan kurmaylarınca tartışılmadı; kurmaylar bu konuyu incelemeden önce İnönü’yü Kahire’ye çağırmak bilmem doğrumudur.
Stalin:Bu yüzden Hopkins İnönü’yü çağırmamayı öneriyor.
Hopkins:İnönü çağrılmasın demiyorum; ama önce Türklere yapabileceğimiz yardım konusunda bilgi almak yararlı olur diyorum.
Churcill:Hopkins’in dediğine katılıyorum. Türklere yapılması mümkün yardım üstünde anlaşmamız gerek.
Stalin:Askerler olmadan yapılamaz mı bu?
Hopkins:Churcill ve Edenin Ege Adalarının alınması hakkında Türklerle konuşmadıkları doğru mu?
Eden:Evet, bundan söz etmedim. Türklerden yalnız hava üslerini kullanmayı istedim ve çıkarma araçları sorununa değinmedim.
Roosevelt:Türk Cumhurbaşkanını görürsem Girit’in ve On iki Adanın alınmasını önereceğim; Çünkü bunlar Türkiye’ye çok yakın.
Churcill:Türklerin bize İzmir bölgesinde hava üssü vermesini isterim; İngilizler bunların yapımında Türklere yardım etmişti. Bu hava üsleri elimizde olursa Alman hava kuvvetlerini adalardan atarız. Bu amaç için yok edilen bir Alman uçağına karşı uçaklarımızdan birini fedaya hazırız. Türkiye’de üslerimiz olursa gemilerimiz havadan desteklenerek Alman ulaşımını kesebilirler ve böylece amacımıza erişmiş oluruz.
Stalin:Çok doğru. Kahire’de şimdi 20 filonun boş olduğu anlaşılıyor. Bunlar harekete geçerse Alman hava kuvvetlerinden hiçbir şey kalmaz. Ama avcı filolarına birkaç bombardıman uçağı da eklenmeli.
Roosevelt:Türkiye’nin savunması için birkaç bombardıman uçağı ile 20 filo verilmesi hakkında Churcillin önerisine katılıyorum.
Churcill:Türkiyeye pek az uçak ve hava silahı veriyoruz. Önümüz kış, Türkiye’nin istilası mümkün değil. Türkiyeye silah vermeye devam etmek niyetindeyiz. Türkiye’ye en çok Amerikan silahları veriliyor. Şimdi Türkiyeye Sovyet hükümetinin bir barış konferansına çağrısını kabul etmenin paha biçilmez fırsatını veriyoruz.
Stalin:Türkiye’de ne çeşit silahlar eksik?
Churcill:Türklerin tüfekleri, oldukça iyi topları var, ama tank savar topları, hava kuvvetleri, tankları yok. Biz Türkiye’de Askeri okullar örgütledik, ama devam eden pek az. Türklerin telsiz malzemesi kullanmakta tecrübeleri yok. Ama Türkler iyi savaşçılardır.
Stalin:Türkler müttefiklere hava alanları verirlerse Bulgaristan’ın Türkiye’ye saldırmaması ve Almanların Türkiye’nin saldırısını beklemeleri mümkündür. Türkiye Almanlara saldırmayacak, sadece onlarla savaş halinde olacaktır. Ama bu müttefiklere Türkiye’de hava alanları ve limanlar sağlayacaktır. Olaylar bu yolda gelişse bile gene kötü olmaz bu.
Eden:Türklere kendileri çarpışmadan müttefikleri hava üslerinden yararlandırmalarını söyledim; Çünkü Almanya Türkiye’ye saldırmayacaktır.
Roosevelt:Bu bakımdan Portekiz Türkiye’ye örnek olacaktır.
Eden:Numan Mengenecioğlu benim görüşüme katılmadı. Almanya’nın tepki göstereceğini, Türkiye’nin savaşa sürüklenmek yerine kendi serbest iradesi ile girmeyi yeğlediğini söyledi.
Churcill:Doğru bu. Şunları da söyleyeyim: Türkiye’den hava üsleri vererek tarafsızlığını bozması istenince Türkler ciddi bir savaşı yeğlediklerini söylüyorlar. Türklerden ciddi olarak savaşa girmeleri istenince Silahları olmadığını söylüyorlar. Türkler önerimize olumsuz cevap verirlerse onlara bu konuda çok ciddi olduğumuzu bildirmeliyiz. Bu durumda barış konferansına katılmayacaklarını söylemeliyiz. Biz İngiltere olarak ayrıca Türkiye’ye silah yardımını keseceğiz.
Eden:Kahire’de Türkiye’ye sunacağımız istekleri belirtmek isterim. Anladığıma göre Türklerin Almanya’ya karşı savaşa girmelerini isteyeceğiz.
Stalin:Kesinlikle.
II. Yuvarlak Masa Oturumu
Stalin:Türkiye savaşa girmezse bize devredilecek İtalyan gemileri Karadeniz’e getirilemeyecek; o zaman bunları Kuzey Denizine götürmek isteriz. İngiltere ve Birleşik Devletlerin gemiye ihtiyacı olduğunu biliyoruz, ama biz de fazla bir şey istemiyoruz.
Churcill:Kabul ediyorum.
Roosevelt:Ben de kabul ediyorum.
Churcill:Türkiye savaşa katıldığında yararlanacağımız bir nokta var. Türkiye savaşa girmekten korkar da tarafsızlığını bozmayı kabul ederse birkaç denizaltının ikmal gemileriyle birlikte Çanakkale ve İstanbul Boğazlarından Karadeniz’e geçmesine izin verilebilir. Amerikan denizaltıları Pasifik Okyanusunda birçok Japon Gemisi batırdılar, şimdi de Karadeniz’de işe yarayabilirler.
Stalin:Bu sorunun konuşulması bitti mi?
Churcill:Evet.
YALTA KONFERANSI Şubat 4-11 1945-Livadya Sarayında Beşinci Oturum 8 Şubat 1945
Churcill:Yapılacak konferansa Almanya’ya savaş ilan devletler yanında “dost devletler” de davet edilirse, Almanya’ya karşı bütün gücü ile savaşmış ülkeleri, savaş sırasında sallantıda kalmış ve hilekarlık yapmış olan ülkelerle konferansta yan yana oturmak kızdırabilirdi.
Roosevelt:Çağrılacaklar listesine İzlanda’yı eklemek istediğini bildirdi.
Churcill:İrlanda’nın da çağrılanlar arasında olmayacağını, çünkü Almanya ve Japonya ile ilişkilerinin olduğunu söyledi. Öte yandan, Churcill, herkesin razı olacağını ummadığı halde Türkiye’nin çağrılması için birkaç söz söylemek zorundaydı. Savaş patlamadan az önce çok tehlikeli bir dönemde Türkiye ile İngiltere bir ittifak imzalamıştı. Savaş başladığı zaman Türkler ordularının modern bir savaş için yeterince silahlı olmadığına inanıyorlardı. Gene de Türkiye’nin tutumu dostça ve her bakımdan yararlıydı. Türkler İngilizlere yardım etmeyi bile önermişlerdir; ama İngilizler onların önerisini kabul etmedi. Churcill kendine soruyordu: Türklere ölüm döşeğinde bir nedamet fırsatı verilemez miydi?
Stalin:Türkiye şubat sonundan önce Almanya’ya savaş ilan ederse çağrılması gerekir, diye cevap verdi.
Roosevelt ve Churcill buna katıldıklarını bildirdi.
POSTDAM KONFERANSI- 17 Temmuz- 2 Ağustos 1945Yedinci Oturum 23 Temmuz 1945
Truman:Karadeniz Boğazları ve Ulusal suyolları ile ilgili görüşümü, genel olarak belirtmeme izin verin. Bu sorunla ilgili durumumuz şöyle: Montreux sözleşmesinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğine inanıyoruz. Karadeniz Boğazlarının bütün dünyaya açık bir su yolu olmadı ve bütün gemilere sağlanacak olan serbest geçme hakkının her birimiz tarafından güvenlik alınması gerektiğine inanıyoruz.
Stalin:Doğru.
Churcill:Sovyet Rusya donanmasına ve ticaret filosuna, hem savaşta hem barışta, Boğazlardan serbest ve engelsiz geçit sağlanması için Montreux sözleşmesinin yeniden gözden geçirilmesini kuvvetle destekliyorum. Başkana ve bu boğazlarda uygulanacak serbest rejimin tarafımızdan güvenlik altına alınması konusunda yaptığı öneriye bütünüyle katılıyorum. Üç büyük kuvvetin ve ilgili devletlerin garantisi etkili olacaktır elbet.
Truman:Montreux Sözleşmesinin değiştirilmesi konusunda aynı görüşte olduğumuz kuşkusuz doğru.
Churcill:Hangi amaçlarla değiştirileceği konusunda da.
Sekizinci Oturum 24 Temmuz 1945
Truman:Bundan sonraki konu, Karadeniz Boğazları ve uluslar arası nitelikteki ulusal su yollarında serbest ulaşım Amerikan Delege Kurulu bu sorunla ilgili önerilerini vermiş bulunuyor.
Stalin:Boğazlar sorunundan önce daha çabuk çözülmesi gereken sorunlar olmalı. Bu sorunlar ertelenebilir.
Churcill:Bu sorun, Montreux Sözleşmesinin düzeltilmesi için gösterilen istek üzerine İngiltere tarafından ileri sürüldü. Sovyet delegesi öyle istiyorsa ertelenmesine bir diyeceğim yok.
Stalin:Bu sorunun ertelenmesi daha iyi olur, Türkiye’nin fikride alınmalı.
Truman:Uluslar arası denetimi önerirken Boğazların kimsenin elinde olmayacağını söylemek istedik. Bu konudaki tutumumuzun doğru olduğuna Türkleri inandırmaya çalışacağız.
Stalin:Peki öyle yapalım.
Dokuzuncu Oturum 25 Temmuz 1945
Truman:Görüşmelerimize ara verirken, uluslar arası nitelikteki ulusal su yolları ile ilgili önerime bir daha dikkatinizi çekmek istiyorum. Dış işleri Bakanlarının bu önerimi de inceleyebileceklerini sanıyorum.
Stalin ve Churcill kabul ettiklerini belirttiler.
 On birinci Oturum 31 Temmuz 1945
Truman:Ulusal suyollarının sorunu çok ilgilendiriyor beni. Bu sorunu görüşerek bazı ilkeler üstünde anlaşmak iyi olacak. 25 Temmuzda görüştük bu sorunu bildiğim kadarıyla bir tek kere bile toplanmayan bir komisyona gönderildi. Ulaşım yollarının kullanılması konusunda kesin bir karara varılmasını çok istiyorum, çünkü bu yollarda gidiş geliş özgürlüğü çok büyük önem taşıyor. Ulusal suyollarının kullanışı için ortak bir siyasetin önemli bir katkısı olacağına inanıyorum. Bu sorunun ayrıntıları üstünde anlaşmaya varamamamız mümkün, ama kanımca, bu sorun çok önemli, burada görüşülmesi gerekir.
 30-31 Ocak 1943 Adana görüşmeleri, açık bir teklif değil ise de, 5-8 Aralık 1943’teki Kahire görüşmelerinde, bu talep açıkça ifade edildi. Ancak, Türkiye, askeri teçhizatının, sadece savunma esaslı olduğunu belirterek, yeni yardımlardan sonra savaşa girileceğini ifade etti. Gerçi bir ara Bakanlar Kurulu, savaşa katılmayı düşünür gibi olduysa da, Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak buna direndi. Sonuçta, Türkiye, savaşa katılmayı geciktirdi. Bu arada, 1944 başında Fevzi Çakmak emekliye ayrıldı. Sonuç olarak, Türkiye’nin II. Dünya savaşına fiilen katılmayışı, İnönü ve Dış İşleri ekibinin takip ettiği başarılı bir dış siyasetin sonucudur.
Nizamettin BİBER

Tıplı değil, tıbbiyeli


Blog yazarları içerisinde oldukça mühendis, eğitimci, hukukçu, tıp eğitimi almış olanlar ile birazda tıbbiyeliler var. Günümüz tıpçıları maalesef geçmişlerini bilmiyor. Daha doğrusu bilmek için çaba sar etmiyorlar ya da bilsinler de istenmiyor. Gerici ve ulusçu olmayan çağ dışı kafalar, tıbbiye ve tıbbiyeli bilgilerini, “isyana teşvik çıkartma, kışkırtma” gibi algılıyor olabilirler. Bunlar bu blog alanında bile katlanılması zor kafalardır. Ve artık bu bilgiler, tıbbiyelilerden saklanıyor, hiçbir yetkin kişi bunu ağzına almıyor. Ne yazık ki benim tanıdığım, gördüğüm tıbbiyelilerin geçmişle bağı kopartılmış, bellekleri yok edilmiş gibi. Tıbbiye, 1839’da Mekteb-i Tıbbiye adı altında düzenlenerek Galatasarayda açılmış olup, 1773’te açılan Deniz Mühendislik Okulundan (Mühenishane-i Bahri-i Humayun) sonra açılan ikinci laik eğitim kurumudur.
Fransız Filozof Emile Littre’nin “Hekimlik adi bir sanat düzeyine düşmek istemezse kendi tarihi ile meşgul olmalıdır.” Sözünü tıbbiyelilere hatırlatmak gerekir. Mustafa Kemalin “Ey Türk Gençliği” ile “Bursa Söylevi” bu türden gerici kafalara çarpmıştır. Artık bu iki anıtsal belge sadece duvarları süslüyor ne yazık ki. Okunur ve düşünürlerse, arkasından “İsyan, başkaldırı, yüksek ses, tepki” gelir korkusu yaşanmaktadır.
Geçmişinden kopuk Tıbbiyeli, tıbbiyeli bilinç, ruh ve terbiyesini taşımıyorsa, o tıplıdır; okuduğu yer ise tıbbiye değil Tıp Fakültesidir. Mustafa Kemal Atatürk “Cumhuriyet benim en büyük eserimdir.” Dediği halde devrimin hemen sonrasında başlayan ödünler, çok partili yaşamın ilk seçimi 1946 seçimlerinde ve sonrasında yoğun olarak verilmeye başlanmış süreç 1950‘de hız kazanmış, günümüze dek hızı artarak gelişmiş, 12 Eylül 1980 Cuntayla ülkeye tam egemen olmuş; şahlanmış ardından Türkiye’yi teslim almıştır.
Dolayısı ile yıllar önce olduğu gibi, emperyalistlerin ve onların işbirlikçilerinin karşılarında diri üniversite gençliği, tıbbiye, harbiye ve mülkiye gençliği, kuvay-i milliye ruhu ve ulusal bilinç yoktur. Çünkü bunlar gerici 12 Eylül Cuntasıyla silinip, yok edilmişlerdir. Atatürk Devrimi, felsefi bakımdan bir aydınlanma hareketidir; ortaçağa, karanlık güçlere, emperyalistlere, dinsel dogmalara, kulluk ve ağalığa, şeyhlik düzenine karşı çıkıştır, toplumsal kalkınma anlayışıdır ve ruhu devrimciliktir.
Cumhuriyet Devrimine gelişte “Tıbbiyeli” olarak tarihe geçen Askeri Tıp Okulu öğrencilerinin büyük payı olmuştur. Tıbbiyeli, Harbiyeli ve Mülkiyeli, “hürriyet ve ülke birliği” ve “istibdada karşı direniş” savaşımında sembol olmuş üç isim ya da üç terimdir. “Türk toplumu son 150 yıldır bir troyka (Fr.Troika=üç at koşulu rus arabası) tarafından ileri çekildi ya da ileri çekilmeye çalışıldı. Bu harbiye, tıbbiye, mülkiye üçlüsüdür. Atatürk Samsuna çıkarken bile yanında onlardan temsilci vardı.”
Samsuna çıkan 18 kişilik ekipte, iki tıbbiyeli, iki mülkiyeli ve 14 harbiyeli bulunmuştur. İşte troyka bu üçlüdür.
Tıbbiyelilik bir ruh, bir bilinç bir terbiyedir; cehalete, taassuba, geriliğe, yoksulluğa, ezilmişliğe, gericiliğe ve istibdada karşı direniştir, savaşımdır; “hürriyet”i aramadır. Mustafa Kemal de hep cehalete, taassuba, geriliğe ve gericiliğe düşman olmuş ve halkı, bu dört orta “düşmana” karşı birleşmeye çağırmıştır.  O nedenle tıbbiye ve tıbbiyeli devrimci, ilerici, çağdaş, özgürlükçü ve bilimci olmak zorundadır. Bu değerleri taşımayan ve yaşayamayan tıbbiyeli olamaz; tıp öğrencisi olabilir. Ya da tıp eğitimi almış kişi olabilir. Aynı anlamlar Harbiyeli ve mülkiyeliler için de geçerlidir.
Ulusal Bağımsızlık konusunda son derece duyarlı olan Balıkesirli Tıbbiyeli Hikmet Boran, Sivas kongresi görüşmelerinde bizzat Atatürk’ün yüzüne şunları söylemiştir. “Delegeleri bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya bağımsızlık yolundaki çalışmalara katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Manda fikrini siz kabul ederseniz sizi de ret ederim. Mustafa Kemali vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandırır ve lanetleriz.”
M.Kemal Atatürk bu sözler üzerine “Evlat müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir, değişmez: Ya İstiklal Ya Ölüm.”
Ermenilerin tehcir olayında, emperyalist devletlere yaranmak için Damat Ferit kabinesi tarafından suçlu bulunarak, Kürt (Nemrut) Mustafa Paşa Başkanlığındaki Divan-i Harb-i Örfide idama mahkum edilen Mekteb-i Mülkiyeyi bitirmiş Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Beyin idam edilmesinden sonra cenazenin başında genç bir Tıbbiyeli gür ve titrek bir sesle konuşmuş ve konuşmasını şu sözlerle bitirmiştir.
“Kemal!... Sen, şu anda toprağa verdiğimiz bir çiçeksin! Orada büyüyecek, dalların o kadar dikenli olacak ki, seni bu akibete laik görenlerin hepsini paramparça edecektir. İntikamın behamehal (ne olursa olsun) alınacaktır Kemal…”
Prof. Dr. Süheyl Ünver’in “Tıbbiyeli, diploma ile kalmış bir hekim değil, adam olarak çıkmış bir seçkindir.” Sözü tıbbiyeliyi tanımlamıştır. Yani, almış olduğu bilimsel eğitim gereği, bilim ortamını en canlı yaşayan tıbbiyeli hem adam hem de seçkin insan olmalıdır, der.
Tıbbiye ve tıbbiyeliler eski ruhlarını yitirme noktasına değin gelmişlerdir. Bunun pek çok nedeni varsa da asıl nedeni, Tıp Fakültelerindeki öğretim üyelerinin bu ruhu bilmeyişleri ve yaşamayışlarıdır.
Adamlık, seçkinlik, tıbbiyeli ruh, bilinç ve terbiyesini taşımak; ilerici, çağdaş ve devrimci olmaktır. Tıbbiye, harbiye ve mülkiye “troyası” Cumhuriyetin sahibi ve bekçisi olmakla tarihsel bir sorumluluk taşır. Bu sorumluluk büyük savaşım ve özverilerle kazanılmıştır. Tıbbiyeli bu onurlu mirasa sahip çıkmazsa; geçmişine ve Cumhuriyet Devrimine ihanet ediyor demektir. Cumhuriyet, onun bu aymazlığını ve sapkınlığını asla bağışlamayacaktır.
Kuvay-i Milliye ruhu yurdun tüm sathında canlı tutulmalıdır. Tıbbiyeliler tarihte sorumluluklarını yerine getirip, önemli bir misyon üstlenmiş olup, günümüzde ise Ülkemizde bu sorumluluk zincirine ve bilincine ihtiyaç duyulduğu gözlenmektedir.
Bu yazı aracılığı ile durum, tüm Kuvay-i Milli ruhlu okurlara ve özellikle tıp eğitimi alanlara önemle duyurulur.
Nizamettin BİBER

Dünyada ve ülkemizde açlık


“Dünyadaki açlık ve sefaletin nedeni yoksulları doyuramamak değil, zenginleri doyuramamaktır!”

İlk çağlardan bu yana insanlığın en temel sorunu olan açlık, ne yazık ki üçüncü bin yıla yaklaşırken de insanlığı tehdit etmekte, hızla artan dünya nüfusu doğal kaynakların tükenmesine neden olmakta ve bütün teknolojik gelişmelere rağmen açlık tehdidi hala sürmektedir. Açlık bugünü ve geleceği tehdit eden ciddi bir sorundur. Dünya nüfusunun önemli bir kısmı bu sorunla yıllardır karşı karşıyadır. Açlık, insanlığın uykusunu kaçıran olgulardan biridir. Dünyanın hiç de azımsanmayacak büyük bir kesimi açlık, yoksulluk, sağlıksız koşullar gibi problemlerle karşı karşıyadır. Dünya ve özellikle insan hakları ihlalini olmaz yerlerde arayan “gelişmiş ülkeler”, insanın yaşamı için en temel hakkı olan gıdaya ulaşma hakkı ve açlıkla mücadelede duyarsız kalmaya devam ettikçe problem daha da büyümektedir. Çünkü gelişen dünyanın ve kullandıkları yüksek teknolojinin hedefi, açlığı önlemek değil, silaha yatırım yapmak, savaş alanları açmak ve ürettiği gıdayı silah olarak kullanmaktır.

İşte 7 milyara yaklaşan nüfuslu, küreselleşmeye çalışan koca dünyanın tüyleri ürperten utanç tablosu; dünyada 1 milyar insan aç, yeterli gıda tüketimi olanağı bulamayan insan sayısı 200 milyon, beş yaşın altındaki çocuklar olmak üzere 840 milyon, yoksulluk sınırının altında yaşayan insan sayısı 2 milyar, güvenli su tüketim olanağı bulamayan insan sayısı 1,2 milyar, sağlık hizmetinden yararlanamayan insan sayısı 800 milyondur. Sadece ölmeyecek kadar karın doyurmak yetmemektedir. İnsanın hayatını anlamlı kılacak ekonomik, siyasi, kültürel ve sanatsal faaliyetlere katılabilmesi, üretebilmesi ve değer yaratabilmesi sağlıklı olmasına, sağlıklı olması da iyi beslenebilmesine bağlıdır.

Aslında, israf edilmeden kullanılması halinde, yeryüzünün kaynakları bugünkü dünya nüfusundan çok daha fazlasını beslemeye yeterlidir. Sanayi devriminden sonra ortaya çıkan gelişmeler; tarımda makineleşme, gübreleme, ilaçlama ve sulama imkânlarının gelişmesi gibi nedenlerle tarımsal üretimdeki verimlilik inanılmaz ölçülerde artmıştır. Yeryüzünde tarıma elverişli topraklar sınırlı olmasına rağmen, verimlilik artışları sayesinde birim araziden elde edilen ürün miktarı büyük oranda artırılabilmektedir Buna son zamanlarda gen mühendisliği alanında kaydedilen gelişmeler de eklendiğinde, aslında mevcut teknolojik olanaklar çerçevesinde yeryüzünde açlık diye bir sorunun olmaması gerekir. Oysa bugün yeryüzünün birçok bölgesi için böyle bir sorun vardır ve geleceğe ilişkin beklentiler son zamanlarda giderek umutları karartmaktadır.

Dünyada açlık sorununun giderek derinleşmesinin ve bu konudaki endişelerin artmasının en önemli iki nedeni, küresel iklim değişikliğine bağlı olarak artan kuraklık ve emperyalist ülkelerin kışkırtması ile de oluşan bölgesel anlaşmazlıklardan doğan çatışmalardır. Dünyada açlıktan en çok etkilenen ülkelerin dörtte üçü savaşların tahrip ettiği ülkelerdir. İnsanoğlunun hem cinsleriyle geçinememesi ve saldırgan-tahripkâr ideolojilerin peşine takılarak komşularıyla kavgaya girişmesi, birçok başka maliyeti yanında, açlık sorununu da kronik hale getirmektedir Daha özelde, az gelişmiş ülkelerdeki gıda üretimi yetersizliği, bir yandan doğal gelir kaynaklarının yetersizliğine ve iklim koşullarının elverişsizliğine, öte yandan da nüfus yoğunluğuna bağlanmaktadır. Nüfus yoğunluğunun açlık nedeni olması sadece sanal bir yanılgıdan ibarettir Açlığın nedeni, çocuklarımızı iyi ve nitelikli bir eğitim verememek, emperyalistlerin kışkırtması ile dünyada tüm insanoğlunun sahip olduğu zaman, enerji, para, sermaye, emek ve toprak gibi kıt kaynaklarını çekişme, çatışma, kavga ve savaşlarda heba etmemizdir.

Açlık sorununun boyutları ; Açlık ve yoksulluk sorunu dünyada daha yoğun olarak kırsal yörelerde gözlemlenen bir sorundur Yapılan araştırmalar günümüzde dünya nüfusunun yarısının günde 2 dolardan, 1,5 milyar insanın ise günde 1 dolardan daha az bir gelirle yaşadığına işaret etmektedir. Dünya genelinde açlık çeken 800 milyonu aşkın insanın %80’ini, gelişmekte olan ülkelerin kırsal yörelerinde yaşayanlar oluşturmaktadır. Dünyada her yıl 11 milyon kişinin açlık veya yetersiz beslenme yüzünden öldüğü tahmin edilmektedir.  300 milyonu çocuk olmak üzere, 800 milyon açlığa maruz insanın 203 milyonu Sahra Altı Afrika’da, 519 milyonu Asya ve Pasifik’te (221 milyonu Hindistan’da, 142 milyonu Çin’de), 53 milyonu Latin Amerika ve Karayipler’de, 33 milyonu ise Yakın Doğu ve Kuzey Afrika’da yaşamaktadır.

Esasen yapılacak küçük bir fedakârlıkla açlık sorununu büyük ölçüde hafifletmek mümkün görünmektedir. BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), 2015 yılına kadar dünyada açlık çeken kişi sayısını yarı yarıya azaltarak bugünkü 1 milyardan 500 milyona indirmek için, 24 milyar dolara ihtiyaç olduğunu bildirmiştir Bu rakam her yıl silahlanmaya harcanan yüzlerce milyar doların yanında “devede kulak” düzeyindedir. Dünya Gıda Programı (WFP), küresel sağlık ve refaha en önemli tehdidi oluşturan “yoksulluk ve açlık” olgusuna karşı, tamamen gönüllülük esasına göre çalışarak mücadele eden; doğal afetler, iç savaşlar veya sınır çatışmaları gibi nedenlerle ani açlığa maruz kalan halk kitlelerine gıda yardımı sağlayan, bu alanda dünyadaki en büyük yardım örgütüdür. Bunların dışında, FAO, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) teknik yardımda bulunmakta, Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu (IFAD) yatırım projelerine yardım etmektedir. Açlığı yaratan Ülkeler, sözüm ona yardım örgütleri kurarak açlığı yok etmeye çalıştıklarına Dünyayı inandırmaktadırlar.

Türkiye’ de açlık; Bugün ülkemizde açlık sorunu yaşanmamasına rağmen dengesiz ve yetersiz beslenme halkımızı tehdit etmektedir. Ülkemizde yeterli miktarda gıdaya ulaşamayan insan sayısının 13 milyon dolayında olduğu ifade edilmektedir. Halen yaklaşık 6,5 milyon kişi proteinsiz, 10 milyon kişide düşük kalorili gıdalarla beslenmektedir. Çünkü Türkiye'de temel besin ekmek ve diğer tahıl ürünleridir. Ülkemizde son 10 yılda nüfus % 18 oranında artarken, tarımsal üretim % 12 artmıştır. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de açlık ve yetersiz beslenme sorununun temel sebebi nüfus artışı değildir. Sürdürülebilir gıda güvencesi, bütün insanların hakkının verilmemesi gelir dağılımındaki eşitsizliktir.

Yoksulluk ve açlık sorunu ülkemizde de belli ölçülerde hissedilen bir sorundur. TÜİK’in 2011 yılı gelir ve yaşam koşulları araştırmasına göre, Türkiye’de her 100 kişinin 16.1’i yoksul. 11 milyon 670 bin yoksulumuz var. 2010 yılında 12 milyon 25 bin yoksulumuz vardı. 2011 yılında yoksul sayısını azaltmışız. Devletin (TÜİK’in) hesaplamalarına göre, 2011 yılında Türkiye’de eşdeğer hane halkının ortalama geliri 10.774 TL olmuş. (Eşdeğer hane halkı geliri, toplam hane gelirinde, çocuk ve yetişkin ayrımı yapılarak hesaplanan hane halkı başına düşen gelir rakamıdır.) En küçük gelir ile en yüksek gelir aşağıdan yukarıya dizildiğinde, en ortadaki gelire “Medyan Gelir” deniliyor. (Medyan gelir ortalama gelirden düşüktür.) Eşdeğer hane halkı medyan geliri 2011 yılında 8.139 TL olarak belirlendi. (Aylık 678 TL) Yoksulluk hesabında eşdeğer hane halkının “ortalama” geliri değil, “medyan” gelir esas alınıyor. Medyan gelirin yüzde 50’sinden (yarısından) 4.069 TL’den (aylık 339 TL) daha az geliri olan eşdeğer hane halkı yoksulluk sınırı altındakiler tanımına giriyor. Her ülkede yoksulluk oranı ve yoksul sayısı yanında üzerinde en fazla durulan gıda yoksulu sayısını belirten ‘açlık sınırı’dır. Eğer kişilerin geliri günde en az 2.100 kalori sağlayacak gıda maddelerini satın almalarına imkan vermiyor ise bu kişiler açlık sınırı altındadır.

TÜRK-İŞ tarafından, çalışanların geçim koşullarını ortaya koymak ve temel ihtiyaç maddelerindeki fiyat değişikliğinin aile bütçesine yansımalarını belirlemek amacıyla her ay düzenli olarak yapılan“açlık ve yoksulluk sınırı” araştırmasının 2012 Ekim ayı sonuçlarına göre; Dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 958,01 lira,  Gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer harcamaların toplam tutarı (yoksulluk sınırı) ise 3.120,55 lira olarak hesaplanmıştır.

Sorunun çözümüne yönelik öneriler; Açlık, insanoğlunun başına gelebilecek en büyük felaketlerden biridir. Açlığın yol açtığı sorunlar sayılamayacak kadar çoktur: hastalıklar, ölümler, iş gücü ve üretim kaybı, verimsizlik, zihinsel gelişim sorunları, ruhsal çöküntü, suç işleme ve şiddet kullanma eğiliminin artması bunlardan bazılarıdır. Açlık sorununu çözememiş bir toplumun sosyal huzurunu sağlaması, kalkınma yolunda hızla ilerlemesi, uluslararası alanda kendi çıkarlarını gözeten politikalar izleyebilmesi mümkün değildir. O halde barış ve huzur içinde bir dünya ortaya koyabilmenin ön koşullarından biri de açlık sorununun çözülmesidir.

Artan nüfus ve yeryüzünde tarıma elverişli toprakların sınırlı oluşu gibi faktörler dikkate alındığında, açlık sorununun çözümü için son zamanlarda önerilen çıkış yollarının başında bio-teknoloji gelmektedir. Bio-teknolojik yöntemlerle, kendi türü dışındaki bir türden gen aktarılarak belirli özellikleri değiştirilmiş bitki, hayvan ya da mikroorganizmalara genel olarak Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) adı verildiği bilinmekte ve bu tohumdan üretilen ürünlerin gen yolu insan sağlığını tehdit ettiği tartışmaları ise halen devam etmektedir.

Açlık sorununun çözümü de, öteki tüm sorunlarda olduğu gibi, nedenlerin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Sorunun nedenleri arasında küresel ısınmaya bağlı iklim değişikliği ve kuraklık gibi, mücadele etmesi kolay olmayan, tek tek ülkelerin gücünü aşan, uluslararası kolektif çabalar gerektiren sorunlar olduğu kadar; emperyalistlerin doymaz tükenmez bilmeyen açlıkları ve onların yarattığı bölgesel çatışmalar, kabile savaşları, iç çatışmalar, ülkeler arası savaşların kaynak israfına neden olmasıdır.

Belirli bölgelerde kuraklığa neden olduğu için tarımsal üretimde düşüşlere yol açan küresel ısınma sorunuyla mücadele bağlamında, uluslararası iş birliği şart olup, Kyoto Protokolü dahil, sera etkisi yaratan gazların salınımını sınırlayan tedbirler titizlikle uygulanmalıdır. Bunun yanı sıra, ülke içi ve ülkeler arası savaşları en aza indirecek barışçı, özgürlükçü, hoşgörülü, dışa açılmacı, serbest ticaretçi ve komşularıyla barış içerisinde yaşayan ve uluslararası iş birliğini öğütleyen siyasi, iktisadi, ahlaki, sosyal, kültürel değerler ve öğretiler üzerinde ısrarla durulmalıdır.

Sonuç olarak; tok bir Dünya adına daha barışçı bir dünya idealine dayalı, doğayı seven, paylaşımcı anlayışla yep yeni kuşaklar yetiştirilmelidir.

Nizamettin BİBER