Bir
zamanlar ülkelerden birinde bir padişah varmış, geçmişi de çok merak edermiş.
Bu yüzden, ülkedeki tüm bilginleri toplayıp, insanlık tarihini yazıp
getirmelerini buyurmuş. Bunun üzerine bilginler hummalı bir çalışmaya
girişmişler!
Gel gelelim;
aradan geçen süre içinde padişah da iyice yaşlanıp, ölüm döşeğine düşmüş.
Bilginleri huzura çağırtıp, en kısa biçimiyle, insanlık tarihinin özetini
öğrenmek istediğini bildirmiş.
Huzura
çıkan bilginler süklüm püklüm, boyunları bükük, mazeretlerini dile getirmişler;
“Yazmak zordur, ama özetleyerek yazmak zorunda zorudur!” deyip, Hünkârdan af
dilemişler.
Padişah
ölüm döşeğinden şöyle doğrulup “peki ama” demiş… son nefesini verip, şu ölümlü
dünyayı terk etmeden önce, bana insanların şimdiye dek neler yaptığını
özetleyebilecek hiç kimse yok mu aranızda? Bunu öğrenemezsem gözüm arkada
kalacak!...
Bunun
üzerine, bilginlerden biri, Padişahın kulağına eğilip şunları fısıldar;
“İnsanlar;
doğdular, çoğaldılar ve öldüler. İşte budur tarihin kısa özeti…”
Hikâye
yalandır, değildir bilinmez ama en azından, tarihin insanların doğup
ölmelerinden ibaret olmadığı apaçık ortadadır.
Çünkü
insanlar, doğup, üreyip, ölmediler sadece; ürettiler de…
Bu
gerçekliğin en somut kanıtı, bugün sahip olduğumuz sayısız olanaklarından
yararlandığımız, uygarlıktır.
Peki
bunca değişikliği ve uygarlığı niye öteki canlılar değil de insan başardı?
Aradaki temel ayrım neydi?
İnsan,
iki organını, evet evet sadece sahip olduğu iki organını, diğer canlılara göre
olağanüstü yetkinlikte kullanabildi de ondan; elini ve beynini.
Kısacası,
insan, esas olarak beyni ile bilimi, eli ile de sanatı yaratıp geliştirerek,
hem kendini hem çevresini değiştirdi. Dünyanın efendiliğini eline geçirdi.
Ve
böylece; geçmişte yaşamış insan ve insan topluluklarının bütün faaliyetlerini
yer ve zaman göstererek, sebep-sonuç ilişkisi kurarak, belge ve bulgular
ışığında inceleyen bilim olan tarih ortaya çıktı.
Nizamettin
BİBER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder