Bu blog yazısı, Sevan
Nişanyan tarafından yazılan, Yanlış Cumhuriyet: Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51
Soru kitabındaki 14. Soruya yönelik yanıtın eleştirisidir. Kitap tanıtımında, “Bu
çıkmazı aşmak için, bir zihin devrimine gerek vardır. Türkiye’de çağdaş ve
özgürlükçü düşünce, kendisini yetmiş veya seksen yıldan beri cenderesine alan
ipoteği atmalı, Türk modernleşmesinin tarihi, eleştirel bir gözle yeniden
değerlendirilmelidir. Ancak bu kambur atıldıktan sonradır ki, Kemal Atatürk
adındaki parıltılı ve trajik insan, gerçek boyutlarında ele alınabilir; Türkiye
gibi toplumlarda yüzyılda bir yetişen bu büyük kabiliyet, olağanüstü
ihtirasları ve olağanüstü hatalarıyla, tarihte ait olduğu yere konabilir. ” İfadeleri
kullanılmıştır.
14.
soru, “Kemalist rejim, Türkiye’de
“kul kültürünün” giderilmesine yardımcı olmuş mudur? Şeklindedir.
Türk
halkının, siyasi otoriteye “tapmaya alışık” bir halk olup olmadığı
tartışılabilir. Özellikle kasabalı ve köylü halk çoğunluğu açısından, ne bugün
ne de geçmişte, güçlü bir “siyasi tapınma” eğilimi saptamak kolay değildir. Aksine,
kuşkuculuk, içe kapalılık, rasyonel fakat dar vadeli bir çıkarcılık, bağlayıcı
duygu ve ifadelerden kaçınma güdüsü, daha belirgin kültürel özellikler olarak
göze çarparlar. Halk sınıflarının önemlice bir kısmında, dinî nitelikli olanlar
dışında hiçbir kişi veya nesnenin tapınmaya layık olmadığı inanışı yaygındır. Kırsal
kesimde ise, yüz yüze ilişkiler dışında kalan dünya hakkında güçlü herhangi bir
inanç veya duyguya sahip olan kimselere çok sık rastlanmaz.
Siyasi
otoriteye tapınma, pekala bilindiği üzere, Türkiye’de daha çok elit kesimi
etkileyen bir alışkanlıktır. Devlet büyüklerine her türlü mantık ve haysiyet
ölçüsünü aşan övgüler sunma geleneğinin sahipleri, daha çok devlet memurları,
milletvekilleri, silahlı kuvvetler mensupları, öğretmenler, profesörler,
serbest meslek erbabı ve öteki aydınlar gibi, toplumda belli bir mevki ve
saygınlığa sahip olan, dolayısıyla bunları kaybetmeme endişesi ya da daha
yükselme hırsı taşıyan zümrelerdir. Az sonra örnekleri görülecek olan kulluk ifadelerinin,
mesela bir bakkala veya kapıcı karısına değil, az çok okumuş ve otorite kullanmaya
alışık kimselere ait oldukları kolaylıkla anlaşılabilir. Halktan kişilerin bu
tür bir üsluba heves etmeleri ise, çoğu zaman, kendilerini olduklarından daha
“okumuş” ve “önemli” gösterme çabasının bir ürünüdür.
Dalkavukluğun
toplumsal koşulları Yukarıdaki gözlem, kısaca “şark dalkavukluğu” diye
adlandırılan sosyal hadisenin, bir kültür veya gelenek sorunu olmaktan önce,
pekala rasyonel bir davranış biçimi olabileceğini düşündürür. Okumuş, aklı
başında ve yükselme hırsına sahip insanların siyasi otoriteye tapınmaları ya da
tapınır gibi davranmaları, belki de, bazı toplumsal koşullarda akılcı
sayılabilecek bir uyum (adaptasyon) yöntemidir. Dolayısıyla bu toplumsal
koşullar ortadan kalktığında, belki hemen, belki (insan alışkanlıklarının gücü hesaba
katıldığında) bir-iki kuşak içinde kaybolup gitmesi beklenecek bir davranış bozukluğudur.
Sorun toplumun “kültürel” bir zaafı değil, aksine koşullara uymada gösterdiği rasyonel
yetenektir.”
Siyasi
otoriteye tapınma tavrını “kul kültürünü” mantıklı bir toplumsal refleks haline
getiren koşullar nelerdir? Birer hipotez olarak ortaya çıkarmaya çalışalım. Kul
kültürü şu koşullarda rasyonel bir davranış biçimi olarak ortaya çıkacaktır:
1.
Siyasi ikbal, bir tek kişi veya merciin (örneğin Tek Parti yönetiminin)
yetkisinde ise; farklı otoritelerin rekabetinden doğan pazarlık kapıları
kapalıysa.
2.
Siyaset dışındaki ikbal ve yücelme yolları (örneğin ticaret, sanayi, bilim,
sanat, din), milli siyasetin birer şubesi haline getirilmiş; bu alanlarda
başarı, siyasi bir davaya hizmet etme şartına bağlanmışsa.
3.
Siyasi bir görüş veya milli bir davanın ülkedeki mutlak hakimiyeti, bunun
dışında kalan düşünce ve davranışları “toplum düşmanlığı”, “vatan hainliği”,
“nankörlük”, “psikopatlık” ve benzeri nitelemelere açık bırakmışsa.
4.
Siyasi ve milli amaç uğruna hukukun zedelenmesine, dolayısıyla toplumda hukuka olan
güvenin sarsılmasına (örneğin devrim mahkemeleri kurularak) göz yumulmuşsa.
5.
Siyasi ve milli amaç uğruna her aracın mübah olduğu (örneğin “devrimin kendi mantığı”
olduğu) görüşü hakim kılınmışsa.
6.
Siyasi ve milli amaç uğruna yalan söylemek (örneğin Hititlerin Türk olduğunu beyan
etmek) ahlaken doğru kabul ediliyorsa.
7.
Toplumda vicdan ve haysiyet duygularını geliştiren, ikbali reddetme ve terörden
yılmama gücünü kişilere kazandıran kurum ve değerler (örneğin din, mutlak bilim
kurumları) zayıflatılmış veya zedelenmişse.
8.
İçte hakim olan siyasi koşulları sorgulamaya imkân veren uluslararası bilgi ve düşünce
alışverişi (örneğin yabancıların “düşman” ve “emperyalist” oldukları fikri aşılanarak)
kısıtlanmış; uluslararası dayanışma araçları (örneğin “kökü dışarıda akımlar”
diye tanımlanarak) yok edilmişse.
9.
Siyasi otoritenin intikamından çekinmeyecek kadar sağlam dayanakları olan, davranışlarıyla
toplumun geri kalan kısmına ilham ve cesaret veren birtakım ayrıcalıklı kesimler
(örneğin irsi bir aristokrasi, veya yabancı devletlerin himayesinde olan vatandaşlar)
toplumda yoksa veya yok edilmişlerse.
10.
Devlet gücünün, en ücra köy ve kasabaya kadar uzanan coğrafi homojenliği,
devletin dolaysız denetiminden kaçış imkânlarını yok etmiş; başkentin veya
sarayın boğucu havası dışında memlekette soluyacak temiz hava bırakmamışsa.
11.
Nihayet, bütün bunlar sayesinde gelişen dalkavukluk ve Üst’e yaranma kültürü, toplumun
en üst mercilerinde (örneğin mebus atanmak veya devlet sofralarına davet
edilmek suretiyle) mükafat ve takdir görüyorsa.
Saydığımız
koşulların, şu ya da bu ölçüde, Şark toplumlarında sıkça rastlanan koşullar
oldukları gerçektir. Ancak Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş aşamasında bu
koşulların, Osmanlı devrinde hemen hemen hiç görülmemiş bir şiddet ve yoğunluk
derecesine erişmiş oldukları da ayrı bir gerçektir.
Son
tahlilde soruya yönelik yanıtı için yapılan analizler son derece zorlama
sosyolojik gerçeklikten kopuk, ön yargı ile donanmış karşıtlık muhalefet
oluşturma amacını güden sığ ve mesnetsiz bilimsellikten uzak, informal içerik
taşıyan ifadelerden ibarettir.
Bikakis Cumhuriyetten önce her birey Osmanlı hanedanının kulu ve bu kulların
oluşturduğu topluluğa da tebaa denirdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve
saltanatın kaldırılmasıyla kul olarak tanımlanan bireyler, yasalarla
belirlenmiş hak ve özgürlüklere sahip yurttaşlık kimliğini kazanırken tebaanın
yerini de millet ve ulus kavramı almıştır. Saltanatın kaldırılması ve anayasaya
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi konularak teokratik rejimden,
halkın iradesine dayanan yönetim biçimine geçilmiştir.
Cumhuriyet
“Fikri Hür, Vicdanı Hür, İrfanı Hür” kuşaklar yetiştirmeyi hedef almıştır.
Çünkü hedef özgür insanı yetiştirmekti. Cumhuriyet; bağımsızlık ve özgür
düşüncenin temel taşıdır.
“Cumhuriyet
birey olmaktır.”
Nizamettin
BİBER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder