İnsanının
konuşması gerekiyordu. Bunu gerektiren, beslenmek için avlanmaları, benzerleriyle
ortaklaşa, beraberce çalışmalarıydı. Çünkü insanlar birlikte çalıştıkları
zaman, işle ilgili şeylerde, hiç olmazsa biraz olsun birbirlerini anlamak zorundaydı.
İnsan, çene altı bölgesinin ve çenesinin gelişip, konuşmaya elverişli hale
gelmesini bekleyemezdi. Çünkü bu, binlerce yıl isterdi.
Peki
ama, insanlar nasıl anlaşabilirdi? Tüm vücuduyla. Henüz bir özel konuşma organı
olmadığı için, bütün vücudu konuşurdu: yüzünün adaleleri, omuzlar, ayaklar ve
çokça da eller.
İlk
insanlar da sözlerle konuşmayı bilmezlerdi. Ama başka, insanlarla anlaşmaya
yardım eden elleri vardı. İnsan, “kes” diyeceğine, bu anlamı ifade eden bir
şekilde elini sallardı.: “ver” diyeceğine avucunu uzatır; buraya “buraya beriye
gel” yerine de parmağıyla kıvırarak işaret ederdi. Sesi de ellerine yardım eder.
Karşısındakinin dikkatini jestlerine çekmek için bağırır, böğürürdü.
Bugün
de faydalandığımız Jestlerle konuşma dilinde “Evet” demek istediğimiz zaman
parmağımızla işaret ederiz. Hatta bunun için , “işaret parmağı” dediğimiz,
konuşan özel bir parmağımız var.
Selamlaşırken
başımızı eğeriz. Başımızı sallarız, omuz silkeriz, çaresizlik ifadesi olarak
ellerimizi açarız, kaşlarımızı çatarız, dudak ısırırız, dudak bükeriz, elle
tehdit ederiz, yumrukla masaya vururuz, ayağımızı yere vururuz, el sallarız,
başımızı iki elimizin arasına alırız, elimiz kalbimize götürürüz, kucaklama
anlamına ellerimizi yana açarız, elimizi uzatırız, vedalaşırken havadan
öpücükler göndeririz. İşte içinde tek bir söz olmayan konuşma. Ve bu “dilsiz
dil”, jestler dili hiç unutulmuyor iken Bu dilin bazı avantajları vardı. Bazen,
uzun bir konuşmayla anlatılamayan birçok şey tek bir hareketle
anlatılabiliyordu.
İnsanın
beyni gelişiyor, insan düşünmeyi öğreniyordu. İnsan, güneşi hatırlatan bir
işareti gördüğü zaman, gece bile olsa, güneşi düşünmeye başlıyordu. Kendisine,
gidip mızrağı gösterdiklerinde, mızrap yakında olmayıp, görünmese bile, onu
düşünebilir olmuştu. Ortaklaşa çalışma, insan konuşmayı, konuşma da düşünmeyi
öğretmişti. İnsan, aklını doğadan bir armağan olarak almamış, kendi emeğiyle
kazanmıştı.
Daha
aletler azken ve insanın tecrübesi kıtken, bu tecrübeyi başkasına iletmek için
en basit işaretler yetiyordu. Çalışma toplumsallaştıkça, jestler de toplumsallaşıyordu:
Her şeyi tam olarak anlatabilecek ayrı ayrı jestler gerekmişti. Bu zorunluluk,
hareketlerle ifade edilen anlamlar doğurdu. İnsan, jestleriyle hayvanın,
silahın, ağacın resmini havada çizmeye başladı. İnsan oklu kirpinin şeklini
çizerken, sadece
çizmekle
yetinmeyip bir an için kendisi de oklu kirpiymiş
gibi bir hal alıyordu. Kirpinin toprağı nasıl
kazıp
attığını, iğnelerini nasıl diktiğini hareketlerle tasvir etmeye başlıyordu.
Böyle
bir pantomim için, zamanımızda, ancak gerçek sanatçılarda rastlanılan derin bir
gözlem gücüne sahip olmak gerekirdi. “Su içiyorum” dediğimiz zaman,
sözlerimizden suyu nasıl içtiğimiz, bardaktan mı, şişeden mi, avucumuzdan mı
içtiğimiz anlaşılmaz. O zaman jestlerle konuşan insan, su içme fikrini
belirtmek
için avucunu ağzına götürür, görünmeyen suyu kana kana içiyormuş gibi yapardı.
Görene de su gerçekten tatlı, soğuk ve susuzluğu gideriyor gibi gelirdi. Biz
yalnız, “avlanmak” deriz. İlk insansa işaret ve hareketlerle başından sonuna
kadar tüm av sahnelerini tasvir ederdi.
Jest
dili hem fakir, hem de zengindi. Fakirdi, çünkü eşya ve olayları canlı bir
şekilde tasvir edebilirdi. Fakirdi, çünkü jestle, mesela sol göz de, sağ gözde
de gösterilebilirdi ama göz anlamını ifade etmek çok güçtü. Jestlerle bi şeyin
aslında az çok uygun bir tasviri yapılabilirdi, ama soyut bir kavram, hiçbir jestle
anlatılamazdı. Jest dilinin başka yetersizlikleri de vardı. Geceleri bu dille
konuşulamazdı. Çünkü karanlıkta el hareketleri görülmezdi. Gün ışığında da jest
diliyle konuşmak, her zaman mümkün olmuyordu. Kırda insanlar jestlerle kolayca
anlaşabiliyorlardı. Fakat ağaçtan bir duvarın avcıları birbirinden ayırdığı ormanlarda,
jest ve işaretlerle konuşmak imkansızlaşıyordu. İşte o zaman sesten medet ummak
gerekmişti. İlk zamanlar dil ve boğaz, sahibinin iradesine pek tabi olmuyordu.
İnsanın dilinden, boğazından kendisinin çıkarmak istediği sesler yerine başka
sesler çıkıyordu. Ve bunlar birbirine karışarak bağırma, böğürme ve çığlık
şeklini alıyordu. İnsanın kendi diline hakim olup açıkça anlaşılacak bir
şekilde konuşmaya başlayabilmesi çok uzun sürmüştü. Dilin ağız boşluğundaki
hareketleri, jestlerin en göze çarpmayanıydı. Fakat işitebilmeleri büyük bir
avantajdı.
Eve
kabilesinin dilinde bildiğimiz “yürümek” yerine şu şekiller kullanılırdı: “Zu
dze dze” emin adımlarla yürümek; “zo bula bula” hangi yolda olduğuna bakmadan
acele yürümek; “zo pia pia” küçük adımlarla yürümek; “zo govu govu” başını öne
doğru eğip hafifçe topallayarak yürümek.
Sesle
ifade edilen birer resim biçiminde olan bu sözler, basbayağı emin adımlarla yürüyüşü,
dizlerini
bükmeden
yürüyen bir insanın emin adımlarla yürüyüşünü bütün ayrıntılarıyla belirtiyordu.
Kısacası
kaç çeşit yürüyüş varsa, o kadar da ifade görülüyordu. Jestlerle çizilen resmin
yerini, artık sözle ifade edilen anlamlar almıştı. İşte insan önce jestlerle,
sonra da sözlerle konuşmaya böyle alışıyordu.
Evrimleşme
süreci içinde emeği, becerisi gelişen atalarımızın beyni ve vücut yapısı da
gelişiyordu. Çalışırken bir yandan da tüm organizması dönüşüme uğruyordu.
Böylece önceleri ancak çığlıklar, böğürmeler biçiminde sesler çıkarabilen veya jest,
vücut diliyle, işaretlerle anlaşan atalarımız daha farklı sesler çıkarma
yeteneğine de kavuştu. Ve giderek aralarında iletişim sağlayan bir dil doğdu.
Dil sayesinde edinilen deneyimler korunuyor ve yeni kuşaklara aktarılıyordu. Sonuçta;
atalarımız “ Doğal Seçme”nin en parlak öğrencisi olarak yoluna devam ederek
günümüze kadar geldi.
Nizamettin
BİBER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder