27 Şubat 2020 Perşembe

Çağdaş İnşaat Mühendisleri


Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği 7303 sayılı Yasa, 66 ve 85 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamelerle değişik 6235 sayılı Yasayla 1954 yılında kurulmuştur. TMMOB tüzel kişiliğe sahip, Anayasanın 135. Maddesinde belirtilen kamu kurumu niteliğinde bir meslek kuruluşudur.
Geçtiğimiz hafta sonu, TMMOB İMO İstanbul Şubesi’nin 23 Şubat 2020 tarihinde yapılan 47. Dönem Yönetim Kurulu Seçimlerinde; iki liste ile seçime girilmiş Çağdaş İnşaat Mühendisleri 3314 Uygarlık Mühendisleri 1372 oy almıştır.
Çağdaş inşaat mühendisleri seçim bildirgesinde; mühendislik alanı ile ilgili sorunların çözümlenmesi,
bölgemizin ve İstanbul’un rehabilite edilerek insan onuruna yaraşır kaliteli bir yaşamın sürdürülmesine yönelik yapılması gereken çalışmalar sıralanmış. Bir dizi yasa ve yönetmeliklerin meslek çalışanlarının sorunları ve istihdamları, işsiz meslektaşlarımızın durumları da dahil olmak üzere kent ve kentli yararına olacak çalışmalara değinilmiş.
Bunun için tüm meslek odaları ve sivil örgütler ile işbirliği yapılacağını, sadece eleştiren değil, öneren ve bir arada olmanın ve çalışmanın yararına inanan anlayışını sürdüreceklerini, genel olarak afetle ilgili, özel olarak depremle ilgili çalışmaların planlanması ve gerekli örgütlenmenin yapılmasına katkı sağlayacak çalışmalara devam edeceklerini belirttiler.
Rant ve yağma düzeninin tutsağı olmak istemeyen, mühendisliğin bilgi birikimini ve etiğini savunan, geleceğini bu onur üzerine kurmak isteyen tüm meslektaşlarımızı, yeni yıkıntıların altında kalmamak için, çağdaş inşaat mühendisleri ile birlikte davranmaya çağırdılar.
Amaçlarının; Mesleğimizin kamu yararı ve ülke çıkarları doğrultusunda uygulanmasını, Meslek standardı ve kalitesinin yükseltilmesini, İnşaat mühendislerinin toplumdaki saygınlığı ve etkinliğinin arttırılmasını, Meslektaşlar arası dayanışmanın ve mesleki disiplinin sağlanmasını, Bilimi ve insanların geleceğini göz ardı eden politikaların dışlanmasını, Plansız, programsız açılan onlarca yeni inşaat mühendisliği fakültesine ilave olarak yeni fakültelerin açılmasına “dur” denilmesini, Popülist politikalar yerine, ülke ve kent gerçeği ile örtüşen politikaların tercih edilmesini, Yaşanan depremlerden sonra mesleğimizin öneminin daha da kavranmasına ilişkin çabaların yoğunlaştırılmasını, Yapılması gereken yasal düzenlemelerde, meslek alanlarımızdaki “uzmanlaşma ve yetkinleşme” konularının öncelikler arasına alınmasını, gerekli gördüklerini söylediler.  Ve bunlara bağlı olarak meslektaşlarımızın yaşam standartlarının çok daha fazla yükseltilmesinin, olanaklı olacağını düşünüyoruz, şeklinde seçim bildirisi devam etmekteydi.
Ana başlıklar halinde;
1.İnşaat mühendisliği mesleğinin geliştirilmesi, toplumda etkinliğin ve saygınlığın arttırılması,
2. Çağdaş yapı üretimi sürecinde evrensel norm ve kuralların ve İstanbul’un deprem riskinin dikkate alınması;
3. Program hedeflerine yönelik; mekan-kadro ve teknik altyapının sağlanması,
4. Demokrasi ve insan hakları mücadelesinde inşaat mühendislerinin yerinin önemine değinilmiş.
Bildiri “Çağdaşlık ilkelerimiz doğrultusunda, meslektaşlarımızın çalışmalarımıza aktif olarak katılımı, demokrasi mücadelesinin daha da geliştirilmesinin önemli bir alanı olacaktır.
İnşaat mühendisliğinin evrensel çalışma kuralları bizimde kuralımızdır
Kurallar; Doğruluk, Dürüstlük ve güvenilirlik, İnsan yaşamına ve refahına saygı, Hakkaniyet, Açıklık, Yeterlilik ve sorumluluk genel ilkeleri üzerinde temellendirilmiştir.
Bu ilkeler genel olarak profesyonel mühendisliğe ilişkin evrensel kurallardır.
İnşaat mühendisliğinin evrensel sorumlulukları bizimde sorumluluklarımızdır.
Toplumumuza karşı sorumluluklarımız var,
Doğaya ve çevreye karşı sorumluluklarımız var,
İş yaptırana ve iş yaptıklarımıza karşı sorumluluklarımız var,
Mesleğe ve meslektaşa karşı sorumluluklarımız var,
Birey olarak kendimize karşı sorumluluklarımız var,
Örgütümüze karşı sorumluluklarımız var,” şeklinde devam etmiş.
İyi bir mühendislik hizmetinin üretilebilmesi için ;
Matematik ve Mühendislik bilgilerini uygulama yeteneğini kazanmış olmak,
Verileri analiz etmek ve yorumlama yeteneğini kazanmış olmak,
Belli bir amaçla bir sistemi veya bir süreci tasarlama ve yönlendirme yeteneğini kazanmış olmak,
Disiplinler arası gruplarda çalışma alışkanlığını ve becerisini kazanmış olmak,
Mühendislik sorunlarını tanımlamak, formüle etmek ve çözmek yeteneğini kazanmış olmak,
Mesleki ve etik sorumluluk anlayışına sahip olmak,
Etkin iletişim yeteneğini kazanmış olmak,
Mühendislik çözümlerinin küresel ve toplumsal çerçevede etkilerini anlayabilmek için gerekli eğitimi almış olmak
Yaşam boyu öğrenmenin gereğini kavramış ve bu doğrultu da gerekli alışkanlıkları kazanmış olmak,
Çağdaş konularda bilgi sahibi olmaktır diyerek üyeleri kendilerine oy vermeye çağırmıştır.
Bir meslek erbabı olarak ben de demokratik tavrımı göstererek oyumu kullandım, Çağdaş İnşaat mühendisler grubunun seçimi kazanmasına ufak bir katkı sundum.
Bildirideki ifade edilenlerin gerçekleştirilmesi konusunda Meslektaşlarıma başarılar diliyorum.
Nizamettin BİBER


25 Şubat 2020 Salı

Tarihin Kısa Özeti


Bir zamanlar ülkelerden birinde bir padişah varmış, geçmişi de çok merak edermiş. Bu yüzden, ülkedeki tüm bilginleri toplayıp, insanlık tarihini yazıp getirmelerini buyurmuş. Bunun üzerine bilginler hummalı bir çalışmaya girişmişler!
Gel gelelim; aradan geçen süre içinde padişah da iyice yaşlanıp, ölüm döşeğine düşmüş. Bilginleri huzura çağırtıp, en kısa biçimiyle, insanlık tarihinin özetini öğrenmek istediğini bildirmiş.
Huzura çıkan bilginler süklüm püklüm, boyunları bükük, mazeretlerini dile getirmişler; “Yazmak zordur, ama özetleyerek yazmak zorunda zorudur!” deyip, Hünkârdan af dilemişler.
Padişah ölüm döşeğinden şöyle doğrulup “peki ama” demiş… son nefesini verip, şu ölümlü dünyayı terk etmeden önce, bana insanların şimdiye dek neler yaptığını özetleyebilecek hiç kimse yok mu aranızda? Bunu öğrenemezsem gözüm arkada kalacak!...
Bunun üzerine, bilginlerden biri, Padişahın kulağına eğilip şunları fısıldar;
“İnsanlar; doğdular, çoğaldılar ve öldüler. İşte budur tarihin kısa özeti…”
Hikâye yalandır, değildir bilinmez ama en azından, tarihin insanların doğup ölmelerinden ibaret olmadığı apaçık ortadadır.
Çünkü insanlar, doğup, üreyip, ölmediler sadece; ürettiler de…
Bu gerçekliğin en somut kanıtı, bugün sahip olduğumuz sayısız olanaklarından yararlandığımız, uygarlıktır.
Peki bunca değişikliği ve uygarlığı niye öteki canlılar değil de insan başardı? Aradaki temel ayrım neydi?
İnsan, iki organını, evet evet sadece sahip olduğu iki organını, diğer canlılara göre olağanüstü yetkinlikte kullanabildi de ondan; elini ve beynini. 
Kısacası, insan, esas olarak beyni ile bilimi, eli ile de sanatı yaratıp geliştirerek, hem kendini hem çevresini değiştirdi. Dünyanın efendiliğini eline geçirdi.
Ve böylece; geçmişte yaşamış insan ve insan topluluklarının bütün faaliyetlerini yer ve zaman göstererek, sebep-sonuç ilişkisi kurarak, belge ve bulgular ışığında inceleyen bilim olan tarih ortaya çıktı.
Nizamettin BİBER


Dilin Başlangıç Tarihi



İnsanının konuşması gerekiyordu. Bunu gerektiren, beslenmek için avlanmaları, benzerleriyle ortaklaşa, beraberce çalışmalarıydı. Çünkü insanlar birlikte çalıştıkları zaman, işle ilgili şeylerde, hiç olmazsa biraz olsun birbirlerini anlamak zorundaydı. İnsan, çene altı bölgesinin ve çenesinin gelişip, konuşmaya elverişli hale gelmesini bekleyemezdi. Çünkü bu, binlerce yıl isterdi.
Peki ama, insanlar nasıl anlaşabilirdi? Tüm vücuduyla. Henüz bir özel konuşma organı olmadığı için, bütün vücudu konuşurdu: yüzünün adaleleri, omuzlar, ayaklar ve çokça da eller.
İlk insanlar da sözlerle konuşmayı bilmezlerdi. Ama başka, insanlarla anlaşmaya yardım eden elleri vardı. İnsan, “kes” diyeceğine, bu anlamı ifade eden bir şekilde elini sallardı.: “ver” diyeceğine avucunu uzatır; buraya “buraya beriye gel” yerine de parmağıyla kıvırarak işaret ederdi. Sesi de ellerine yardım eder. Karşısındakinin dikkatini jestlerine çekmek için bağırır, böğürürdü.
Bugün de faydalandığımız Jestlerle konuşma dilinde “Evet” demek istediğimiz zaman parmağımızla işaret ederiz. Hatta bunun için , “işaret parmağı” dediğimiz, konuşan özel bir parmağımız var.
Selamlaşırken başımızı eğeriz. Başımızı sallarız, omuz silkeriz, çaresizlik ifadesi olarak ellerimizi açarız, kaşlarımızı çatarız, dudak ısırırız, dudak bükeriz, elle tehdit ederiz, yumrukla masaya vururuz, ayağımızı yere vururuz, el sallarız, başımızı iki elimizin arasına alırız, elimiz kalbimize götürürüz, kucaklama anlamına ellerimizi yana açarız, elimizi uzatırız, vedalaşırken havadan öpücükler göndeririz. İşte içinde tek bir söz olmayan konuşma. Ve bu “dilsiz dil”, jestler dili hiç unutulmuyor iken Bu dilin bazı avantajları vardı. Bazen, uzun bir konuşmayla anlatılamayan birçok şey tek bir hareketle anlatılabiliyordu.
İnsanın beyni gelişiyor, insan düşünmeyi öğreniyordu. İnsan, güneşi hatırlatan bir işareti gördüğü zaman, gece bile olsa, güneşi düşünmeye başlıyordu. Kendisine, gidip mızrağı gösterdiklerinde, mızrap yakında olmayıp, görünmese bile, onu düşünebilir olmuştu. Ortaklaşa çalışma, insan konuşmayı, konuşma da düşünmeyi öğretmişti. İnsan, aklını doğadan bir armağan olarak almamış, kendi emeğiyle kazanmıştı.
Daha aletler azken ve insanın tecrübesi kıtken, bu tecrübeyi başkasına iletmek için en basit işaretler yetiyordu. Çalışma toplumsallaştıkça, jestler de toplumsallaşıyordu: Her şeyi tam olarak anlatabilecek ayrı ayrı jestler gerekmişti. Bu zorunluluk, hareketlerle ifade edilen anlamlar doğurdu. İnsan, jestleriyle hayvanın, silahın, ağacın resmini havada çizmeye başladı. İnsan oklu kirpinin şeklini çizerken, sadece
çizmekle yetinmeyip bir an için kendisi de oklu  kirpiymiş gibi bir hal alıyordu. Kirpinin toprağı nasıl
kazıp attığını, iğnelerini nasıl diktiğini hareketlerle tasvir etmeye başlıyordu.
Böyle bir pantomim için, zamanımızda, ancak gerçek sanatçılarda rastlanılan derin bir gözlem gücüne sahip olmak gerekirdi. “Su içiyorum” dediğimiz zaman, sözlerimizden suyu nasıl içtiğimiz, bardaktan mı, şişeden mi, avucumuzdan mı içtiğimiz anlaşılmaz. O zaman jestlerle konuşan insan, su içme fikrini
belirtmek için avucunu ağzına götürür, görünmeyen suyu kana kana içiyormuş gibi yapardı. Görene de su gerçekten tatlı, soğuk ve susuzluğu gideriyor gibi gelirdi. Biz yalnız, “avlanmak” deriz. İlk insansa işaret ve hareketlerle başından sonuna kadar tüm av sahnelerini tasvir ederdi.
Jest dili hem fakir, hem de zengindi. Fakirdi, çünkü eşya ve olayları canlı bir şekilde tasvir edebilirdi. Fakirdi, çünkü jestle, mesela sol göz de, sağ gözde de gösterilebilirdi ama göz anlamını ifade etmek çok güçtü. Jestlerle bi şeyin aslında az çok uygun bir tasviri yapılabilirdi, ama soyut bir kavram, hiçbir jestle anlatılamazdı. Jest dilinin başka yetersizlikleri de vardı. Geceleri bu dille konuşulamazdı. Çünkü karanlıkta el hareketleri görülmezdi. Gün ışığında da jest diliyle konuşmak, her zaman mümkün olmuyordu. Kırda insanlar jestlerle kolayca anlaşabiliyorlardı. Fakat ağaçtan bir duvarın avcıları birbirinden ayırdığı ormanlarda, jest ve işaretlerle konuşmak imkansızlaşıyordu. İşte o zaman sesten medet ummak gerekmişti. İlk zamanlar dil ve boğaz, sahibinin iradesine pek tabi olmuyordu. İnsanın dilinden, boğazından kendisinin çıkarmak istediği sesler yerine başka sesler çıkıyordu. Ve bunlar birbirine karışarak bağırma, böğürme ve çığlık şeklini alıyordu. İnsanın kendi diline hakim olup açıkça anlaşılacak bir şekilde konuşmaya başlayabilmesi çok uzun sürmüştü. Dilin ağız boşluğundaki hareketleri, jestlerin en göze çarpmayanıydı. Fakat işitebilmeleri büyük bir avantajdı.  
Eve kabilesinin dilinde bildiğimiz “yürümek” yerine şu şekiller kullanılırdı: “Zu dze dze” emin adımlarla yürümek; “zo bula bula” hangi yolda olduğuna bakmadan acele yürümek; “zo pia pia” küçük adımlarla yürümek; “zo govu govu” başını öne doğru eğip hafifçe topallayarak yürümek.
Sesle ifade edilen birer resim biçiminde olan bu sözler, basbayağı emin adımlarla yürüyüşü, dizlerini
bükmeden yürüyen bir insanın emin adımlarla yürüyüşünü bütün ayrıntılarıyla belirtiyordu.
Kısacası kaç çeşit yürüyüş varsa, o kadar da ifade görülüyordu. Jestlerle çizilen resmin yerini, artık sözle ifade edilen anlamlar almıştı. İşte insan önce jestlerle, sonra da sözlerle konuşmaya böyle alışıyordu.
Evrimleşme süreci içinde emeği, becerisi gelişen atalarımızın beyni ve vücut yapısı da gelişiyordu. Çalışırken bir yandan da tüm organizması dönüşüme uğruyordu. Böylece önceleri ancak çığlıklar, böğürmeler biçiminde sesler çıkarabilen veya jest, vücut diliyle, işaretlerle anlaşan atalarımız daha farklı sesler çıkarma yeteneğine de kavuştu. Ve giderek aralarında iletişim sağlayan bir dil doğdu. Dil sayesinde edinilen deneyimler korunuyor ve yeni kuşaklara aktarılıyordu. Sonuçta; atalarımız “ Doğal Seçme”nin en parlak öğrencisi olarak yoluna devam ederek günümüze kadar geldi.
Nizamettin BİBER

23 Şubat 2020 Pazar

İflas mı? Konkordato mu?

Siyasal İslam’ın neliği üzerinde çok fazla girmeden, İslam’ın siyasallaştırılması olarak kısa bir tanım yapmak istiyorum. Pratikte siyasal İslam tüm Dünyada; kutuplaşma, ayrışma, hoşgörüsüzlük, tahammülsüzlük, otoriterleşme, yasakçılık ve özel hayata müdahale emareleri göstermiştir. Geçtiğimiz günlerde 10. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Karar gazetesine verdiği röportajda siyasal İslam’ın çöktüğünü söylemişti. Gül’ün bu ifadeyi kullandığı geniş açıklaması ise şöyle; “Dindar insanların ve siyasi hareketlerin özgürlükçü olabilmesi olağanüstü önemi haiz bir konu. İslami kimlikli siyasi hareketler demokrat ve özgürlükçü olduklarında, temel insan haklarını evrensel anlamda benimsedikleri ve uyguladıkları takdirde, iktidar geldiklerinde de iyi yönetişimi gerçekleştirmiş olurlar. Bunun örneğini ilk dönemimizde verdik ve dindar insanların devlet yönetimini nasıl rasyonel esaslara göre yönetebildiklerini sergiledik. Bu başarı tüm İslam dünyasına ve hatta İslami hareketlere bir dönem ilham kaynağı oldu. Şimdi Siyasi İslam’ın çöküşü diye çok tartışmalar var. Öyle, tüm dünyada. Biz bunu görüp, paradigmadan kopuşu gerçekleştirmiştik, ama sürdürülemedi.”
Gül’ün bu sözlerinin yankısı halen daha sürüyor. Eski Başbakanlardan Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, Gül’ün açıklamalarına yönelik olarak; “Çok ezberci bir tutum olarak görüyorum bunu” diyerek tepkisini gösterdi.
Uzun yıllar Milli Görüş hareketi içinde ve İslamcı yapılarda siyaset yapan daha sonra HDP’den Milletvekili olan Altan Tan, konuyla ilgili görüşlerini Independent Türkçe’ye yazdığı yazıyla aktardı.
Altan Tan, “Siyasal İslam’ı kim çökertti?” başlıklı yazısında Gül’e maziyi de hatırlattı. “Gül o tarihlerde refah partisi’ndeki yoğun mesaisinden dolayı gözden kaçırmış olmalı” ‘Siyasal İslam'ın çöktüğü’ meselesi yeni bir şey değil. Oliver Roy ‘Siyasal İslam'ın iflası’ kitabını 30 yıl önce yazdı. Sayın Gül, o tarihlerde Refah Partisi'ndeki yoğun mesaisinden dolayı gözden kaçırmış olmalı.” diye açıklama yaptı.
Fransız stratejist, yazar Olivier Roy’ın yazdığı “Siyasal İslamın İflası” kitabının orijinal adı “ L’Echec de l’Islam Politique” çevirisi Cüneyt Akalın tarafından yapılmış, Metis yayınları tarafından çıkmış kitabın 1994’te ilk baskısı, 5.baskısı ise 2017 yılında yapılmış.
Roy’nın kitabının konusu çağdaş İslami hareketlerdir, yani İslam’ı bir din olduğu kadar bir siyasal ideoloji olarak da gören, kendilerini bu yolla mevcut sistemden bir kopuş olarak tanımlayan gruplardır.
Kitabın açıklama notları “Çağdaş siyasal İslam, müslüman toplumlara bir seçenek sunuyor mu? Yazarın Cezayir’den Türkiye ve İran’a, Suudiler’den Afganistan, Pakistan ve Türki Cumhuriyetler’e geniş bir müslüman coğrafyada dolaşarak yanıt aradığı temel soru budur. Olivier Roy, İslamcılığın etki ve genişlemesinin henüz durmadığını, siyasal İslam’ın iktidara gelebileceğini, ancak iktidara gelse de adetlerden ve hukuktan başka hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini, sonucun kesin bir başarısızlık olacağını düşünüyor. Neden bu başarısızlık? Bu sorunun en başta gelen yanıtı, siyasal İslam’ın, karşı çıkarak kendini var ettiği modernizmin kötü bir kopyası olmasında yatıyor. Batı ve modernlik karşıtlığı temelinde mevcut muhalefet boşluğunu doldurarak güçlenmiş olan siyasal İslam, giderek bir “fundamentalizm” halini alıyor ve şeytanını “Batı” tanrısında ararken, kendi içindeki çölü göremiyor.” şeklinde.
Olivier Roy’ın konu ile ilgili “Siyasal İslamın İflası” kitabının okunmasını öneriyorum.
Siyasal İslam tam olarak iflas etmediyse bile konkordato ilan etme aşamasına geldiği kanaatini taşıyorum.
Nizamettin Biber




22 Şubat 2020 Cumartesi

Müzayid olmak

Asgari ücreti, yaşam koşullarını dikkate aldığımızda kitap satış fiyatlarının halen daha pahalı, alınması zor olduğunu ifade edebiliriz. Uzun zamandır ucuz kitap edinmek için 2. El kitap müzayedelerine katılıyorum. Müzayede faaliyetlerinin Ankara’da İstanbul’da Tophane, Kocamustafapaşa, Taksim, Kadıköy’de yapılıyor. Ancak müzayedeler, genellikle sur içi dediğimiz eski İstanbul diye tanımlanan Fatih bölgesinde konuşlanmış. Dylemi sahaf, Park Mezat, Kıztaşı Sahaf, Özer Sahaf Fatih bölgesinin müzayede hizmeti vermektedir. . Bende ulaşım lokasyonları açısından kendime en uygun olan bu bölgede gerçekleşen müzayedelere eşlik ediyorum. Hatta yazıcılık ta yapıyorum.

Mezat, Türk Dil Kurumu sözlüğünde açık arttırmayla yapılan ticaret olarak geçiyor. Kitaptan mobilyaya, kıyafetten sanat eserlerine her şeyin mezadı olduğu gibi, sadece bu alışverişe gönül vermiş alıcılar var. Mezat, Akla ilk seferinde değeri büyük eserlerin satışını getirse de her alım gücüne hitap edecek mezatların sayısı da son yıllarda giderek artış gösterdi. Önce kitaplarla yaygınlaşan bu pazar, nadir bulunan eserler yanında kitap kurtlarının peşine düştüğü çok çeşitli kitabı alıcısıyla buluşturuyor. Mezatlarda, piyasa değerinin çok altında kitaplar edinmek mümkün.

Ayrıca, kitap müzayedelerinin kendine has dili, tanımları var. “Lot” bir kitabın tek tek değil seri halinde ya da birkaç kitapla satılmasını ifade eder. “Çil” neredeyse okunmamış kadar temiz ve zarar görmemiş kitaplara deniyor, kitabın niteliği kondisyon olarak tanımlanır, “yorgun”,  kapağı ve sayfaları zarar görmüş dağılmak üzere olanlara denir. Değeri olmayan kitaba çöp denir. Korsan kitaba yan sanayi denir. “Şömizli” karton ve ciltli eserler için verilen ad, “planş” kitapların içinden çıkan harita ve posterler. Bunlar dışında efemera, günlük hayatta ıvır zıvır diye de tabir edilen pul, reklam, ilan, kartpostal türünden basılı eserler de kitap mezatlarını takip edenlerin önemli merakları arasında. Sırf bunları takip eden, satın alanlar var. İlk baskılar, imzalı kitaplar, üzerinde not olanlar da ayrıca alıcı buluyor.
Katılımcıları, müzayidleri şöyle sıralayabilirim:
1- Bilgiye ulaşma aracı olarak kitap edinmek isteyen entelektüller,
2- Ucuz kitap edinmek isteyen kitap satıcıları,
3- İstifciler, amacı olmadan biriktirmeye yönelik kitap edinmek isteyenler, (genellikle lot alırlar)
4- Müzayedeyi merak eden (birkaç kitap edinen) katılımcılar,
5- Bir konu üzerinde araştırma (bilimsel vb.) yapanlar,
6- Müzmin, kronik okuyucular
7- Nadir, eski kitap,  efemera (gündelik yaşama ait ”ıvır zıvır” olarak nitelendirilebilecek kısa ömürlü küçük ve geçici belgeleri ifade eden bir tanımlama) .edinmek isteyen sahaflar,
8- İlk basım, imzalı özel amaçlı kitap edinmek isteyenler.
Müzayede; 4 temel unsurdan oluşmakta. Müzayede yapan kişi, münadi, sunucu (Kamuya duyurulmak istenilen şeyleri yüksek sesle haber vermeyi iş edinmiş olan kimse), katılımcı (müzayid) ve kitap tedarikçisi. Müzayede de kitapları genellikle mezat sahibi sunsa da kimi zaman münadi farklı kişilerden de olabilmektedir. Tedarikçiler kitapları, kütüphanesini satmak isteyenlerden, genellikle ise hurdacılardan temin etmektedir.

Müzayedeler, mezat esnasında biraz gürültü benzeri uygulama sorunları yaşasa da genellikle keyifli zamanlar geçirilecek mekanlar olup, toplumun her kesiminden her yaş grubundan, kadın erkek herkes katılmaktadır. Müzayedelerde genellikle ücretsiz çay zaman zaman tatlı, poğaça, pasta, simit vb. yiyecek ikram edilir.

Kitap edinmenin sosyal bir yöntemi olarak Mezatlarda satışa çıkacak kitapların resimleri, müzayede öncesi gün sosyal medyada yayınlanarak, paylaşılmaktadır.

Toplumun Kültürüne ve sosyal yapısına olumlu katkılarının var olduğuna inandığım müzayede salonlarının ve müzayede katılımcılarının yani müzayidlerin çoğalmasını içtenlikle diliyorum. Haftanın hemen hemen her gününe denk gelen müzayede günlerine tüm okuyucuların katılarak müzayid olmaya davet ediyorum.


Nizamettin Biber

21 Şubat 2020 Cuma

Yalakalığın Tarihi



Doğu saraylarında halife ve sultanları, devlet ileri gelenlerini meclislerde, güldürüp eğlendiren İslam dünyası yalakaları (dalkavuk) için 1000-1500 yıllık bir tarihten söz edilebilir. Adını tarihe yazdıran ünlü yalakalar, Harünürreşid (786-909) çağında yaşayan Eşebi Temma ve Ebül-Hasan Halil’dir. Yalakalığın bir meslek olması için Halife Mütevekkil (847-861) zamanı gösterilir. Bu çağın en ünlü yalakası Ebü’l-Enhas’tır. Söylentilere göre Mütevekkil’in sarayındaki Ebbadei, Muhannes adlı yalaka, karnına bir yastık bağlayarak halifenin önünde Hz. Ali’nin taklidini yaparmış. Yalaka (Dalkavuk) deyimi, Gazneli Mahmud’un (997-1030) çağdaşı ve yalakası Telhek’in adından Türkçeleşmiş de denir. Gazneliler çağının en tanınmış yalakası ise Ebülfe-varis’miş.

Yalakalık kavramına Türk tarihinde ilk olarak Oğuz Kaan’ın Türk Milleti için yaptığı duada rastlanmaktadır.  
“Ulu Tanrı, Türk Milletini  lafçı değil, elinden iş gelir insanlardan et.
Sana hepsinden çok yalvardığım şudur: Türk’ü Yalakalıktan kurtar. Yalakalık emsali vasıtalara zengin olmaktan koru! Türk’e kötü para hırsı verme! Yalakaları yok et!

Batı Asya’nın çoğunu ele geçiren Moğol hükümdarı İlhanlılar’ın kurucusu Hülagü’nün İran ve Batı Ülkelerine genel vali olarak atanması üzerine, Batı Moğol orduları kumandanı Baycu Noyan yerinden ayrılmak zorunda kalarak, Anadolu’ya gelmeye karar verdi. Baycu’nun askerleri aileleri ile birlikte Anadolu’da sürekli olarak oturmak üzere yola çıktılar. Moğollar Kösedağ savaşından sonra ilk defa  askeri bir güç ile Anadolu’ya geliyorlardı. Selçukluların Moğol beylerinin sonu gelmez isteklerine katlanmaları çok zordu. Selçuklu sultanı Keykavus, Moğollara karşı koymak için hazırlık yaptı. Ancak orduya komutanlık etmekten korktu. 1256 yılında Selçuklu ordusu, Konya Aksaray arasında Sultan Hanı yakınında ağır bir yenilgiye uğradı. 1257 yılında Baycu, Bağdat seferi için Anadolu’dan ayrılınca Keykavus Hülagü’nün yanına giderek kendisini af etmesini istedi. Selçuklu hükümdarı kendisini af ettirmek amacı ile Hülagü’ye sunduğu bir çizmenin tabanına kendi resmini yaptırmıştı. Türk tarihinde yalakalık yapmanın ilk örneklerinden bu davranış oldu.  

Halil İnancık, ‘Patrimonial Devlet ve Sanat Üzerinde Sosyolojik Bir İnceleme’ alt başlığı ile ‘Şair ve Patron’ adlı eserinde; üzerinde koruyucu tavrı bulunan hükümdarların özellikle dönem şairlerinin ortaya koydukları eserlerde kendilerini hissettirdiklerini belirtir. “Patrimonial devlette her türlü nimet ve mertebe, yalnız ve yalnız hükümdardan kaynaklandığı için buna erişmek isteyen namzetler arasında kıyasıya bir rekabet, haset, entrika ve yaltakçılık egemendi ve toplumun ahlakını ya da ahlaksızlığını oluştururdu. Osmanlı Vekayinameleri ve Şua’ra  Tezkiyeleri bu acımasız rekabet ve çekişmelerin hikayeleriyle doludur.” İnalcık, Osmanlı klasik şarileri üzerinde etkili olduğunu söylediği patronaj sisteminde, koruyan ile korunan arasındaki koruyucu tavrı belirleyen ilişkileri de irdeleyerek şu soruyu soruyor, “Bu arada ilişkide patron kurduğu kişiye nasıl ihsanda bulunuyor?” İnalcık buna cevabını şu sözlerle vermektedir: “Bir eser veya kaside yazar sahibine, patronun inayeti türlü biçimlerde kendini gösterir. Sultan mesleğine göre, münşi ise katiliğe, ulemadan ise müderrislik, kadılık gibi bir ilmiye mansıbına veya vakıf hizmetine tayın eder; asker ise tımar, zeamet veya hassına teraki verir. Kaside sunan şairlere cai’ze, çoğu zaman gümüş akçe (nadiren altın sikke) olarak ve yünlü veya ipekli hi’lat verilirdi. Divan dilinde ulema ve şairlere yapılan para bağışına, in’am, ca’ize hil’ata came denir. Genelde ca’ize, 1000 ila 3000 akça (20-60 altın) arasında değişirdi.”

Osmanlı kültürüne özel yalakalık, ortalama bir zamanlama ile III. Murad’dan (1574-1595) II. Mahmud’a (1808-1839) 260 yıllık süreçte olagelmiştir. Tanzimat öncesi evrelerde yalakalara rağbet zirvede olmalı ki yalaka esnafı, locası, kahyası, öyküleri, ellerini eteklerini öptükleri sultanları, kibarları, zenginleri kapılarını çaldıkları saraylar, konaklar, dip bucağında oturdukları meclisler hep vardı.

Evliya Çelebi’den Ercüment Ekrem Talu’ya kadar birçok seçme yazar, ünlü yalakaların yaşam öykülerini, kimlere yalakalık ettiklerini, anekdotlarını kaleme alabilirlerdi. Yazık ki bu içerikte kaynaklardan yoksunuz. Seyfeddin Özege’nin, eski harflerle basılmış Türkçe Eserler Kataloğu’ndaki 23 bin kitap künyesi arasında “Dalkavukname” adında tek bir kaydı var. Vasilaki Türkçeye çevirmiş ve 1870’te basılmış. Belagatçı Samsatlı Lukianos’un (125-192’ye doğru) eseri. Bu kitap zamanın durumu ile manidar benzerlikler ve ahlaki eleştiriler içermektedir.
Ne yazık ki insanlık tarihi kadar eski olan yalakalık davranışı, eskiden çok fazlası ile günümüzde de Anadolu’da yoğun olarak devam etmektedir.

Nizamettin Biber


20 Şubat 2020 Perşembe

Yalakanın Arzuhali


Patrimonyal devlet sisteminde hükümdarın veya liderin elinde bulunan, astlarının önem verdiği değerlerin, gücün paylaşımında çoğunlukla çekişmeler, çatışmalar (saray entrikası) yaşanmaktadır. Osmanlıda padişah dahil gücü, erki elinde bulunduranlarla bu güçten ve o gücün imtiyazlarından faydalanmak isteyenler arasında karşılıklı beklenti içerisinde olduğu, bir bağımlılık gelişmiş, bu ilişki zamanla bir gelenek ve kültür halini almıştır.
Halil İnancık, ‘Patrimonial Devlet ve Sanat Üzerinde Sosyolojik Bir İnceleme’ alt başlığı ile ‘Şair ve Patron’ adlı eserinde; üzerinde koruyucu tavrı bulunan hükümdarların özellikle dönem şairlerinin ortaya koydukları eserlerde kendilerini hissettirdiklerini belirtir. “Patrimonial devlette her türlü nimet ve mertebe, yalnız ve yalnız hükümdardan kaynaklandığı için buna erişmek isteyen namzetler arasında kıyasıya bir rekabet, haset, entrika ve yaltakçılık egemendi ve toplumun ahlakını ya da ahlaksızlığını (genellikle) oluştururdu. Osmanlı Vekayinameleri ve Şua’ra  Tezkiyeleri bu acımasız rekabet ve çekişmelerin hikayeleriyle doludur.” İnalcık, Osmanlı klasik şairleri üzerinde etkili olduğunu söylediği patronaj sisteminde, koruyan ile korunan arasındaki koruyucu tavrı belirleyen ilişkileri de irdeleyerek şu soruyu soruyor, “Bu arada ilişkide patron kurduğu kişiye nasıl ihsanda (iyilik) bulunuyor?” İnalcık buna cevabını şu sözlerle vermektedir: “Bir eser veya kaside yazar sahibine, patronun inayeti türlü biçimlerde kendini gösterir. Sultan mesleğine göre, münşi ise katipliğe, ulemadan ise müderrislik, kadılık gibi bir ilmiye mansıbına veya vakıf hizmetine tayın eder; asker ise tımar, zeamet veya hassına teraki verir. Kaside sunan şairlere cai’ze, çoğu zaman gümüş akçe (nadiren altın sikke) olarak ve yünlü veya ipekli hi’lat verilirdi. Divan dilinde ulema ve şairlere yapılan para bağışına, in’am, ca’ize hil’ata came denir. Genelde ca’ize, 1000 ila 3000 akça (20-60 altın) arasında değişirdi.”
Topkapı Sarayının eski müdürü Tahsin Öz tarafından, müze arşivinde bulunan değerli bir vesika vardır ki yalaka (dalkavuk) esnafının içeriğini gereği gibi aydınlatmaktadır. I. Sultan Mahmud devrine ait olup kime hitap ettiği belli olmayan bu vesika bir dilekçedir. Bugünkü dille içeriği şöyledir: “Devletli inayetli, merhametli efendim. Kimsesiz dalkavuk kullarının arzuhalidir. Her sene ramazan-ı şerif geldiğinde İstanbul’da davetli davetsiz iftarlara gideriz. Ulemanın, ricalın devletin sair büyüklerinin mevki sahiplerinin, büyüklerin sofralarında çeşitli nefis yemekler, türlü türlü reçeller, süzme aşureler, şerbetler,  tavukgöğüsleri, elmaspareler, helvalar, kaymaklı baklavalar, ekmek kadayıfları, hoşaflar yer ve içeriz. Üstüne göbek tütünü ve kahveyle ikram görürüz. Lakin içimizde bazı terbiyesizler bulunup edebe uymayan hareket ve tavırlarıyla velinimetlerimiz efendilerimizi gücendirmekte, zararı da hepimize dokunmaktadır. Yalakalık (Dalkavukluk) sağlam bir nizama bağlanmazsa cümlemizin açlıktan öleceğimiz aşikardır. Kadim nizam ve kanuna göre yeniden bir nizama bağlanmamızı, içimizden uygunsuzların tard (uzaklaştırmak, sürmek) edilmesini, tavır ve hareketleri hepimizin makbulü olan Şakir Ağanın kahya tayın olunmasını eline memuriyetini bildiren bir vesika ihsan buyurulmasını niyaz ederiz. Emr ü ferman devletli, inayetli efendim sultanım hazretlerinindir. İmza: dalkavuk kulları”
Bu vesikanın altına  da şu dikkate değer satırlar yazılmıştır.: “Dalkavuklar kibar ve rical huzurlarına girdiklerinde etek öperler. Oturacakları yer trabzan yanındaki küçük minderdir. Vazifeleri, hane sahibi olan zatın mizaç ve tabiatına uygun şekilde konuşmak, zikri müstekreh (çirkin) tabirlerden ve küfürlerden gayetle sakınmaktır. Hane sahibi ne söylerse fevkalade yardakçılıkla tasdik edecekler ve asla aykırısında söz söylemeyeceklerdir. Verilen ihsanı (iyilik) gizlice alacaklardır. Verilen paranın çokluğu ile meslektaşları arasında övünmeyeceklerdir.”
Cumhuriyetten önce her birey Osmanlı hanedanının kulu ve bu kulların oluşturduğu topluluğa da tebaa denirdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve saltanatın kaldırılmasıyla kul olarak tanımlanan bireyler, yasalarla belirlenmiş hak ve özgürlüklere sahip yurttaşlık kimliğini kazanırken tebaanın yerini de millet ve ulus kavramı almıştır.
Cumhuriyet; bireyi kulluktan vatandaşlığa taşımış sistemin, özgür bireyin öteki adıdır. Yalakalık, Dalkavukluk kültürünün yok edilmesi, ancak; nitelikli bir eğitimle, davranışı olumlanmış, kişiliği gelişmiş bireyin, yerleşik bir hukuk sisteminin varlığına, devlet yönetiminde liyakatın etkinleştirilmesine bağlıdır.
Nizamettin BİBER

19 Şubat 2020 Çarşamba

Sevan Nişanyan'a Eleştiri




Bu blog yazısı, Sevan Nişanyan tarafından yazılan, Yanlış Cumhuriyet: Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru kitabındaki 14. Soruya yönelik yanıtın eleştirisidir. Kitap tanıtımında, “Bu çıkmazı aşmak için, bir zihin devrimine gerek vardır. Türkiye’de çağdaş ve özgürlükçü düşünce, kendisini yetmiş veya seksen yıldan beri cenderesine alan ipoteği atmalı, Türk modernleşmesinin tarihi, eleştirel bir gözle yeniden değerlendirilmelidir. Ancak bu kambur atıldıktan sonradır ki, Kemal Atatürk adındaki parıltılı ve trajik insan, gerçek boyutlarında ele alınabilir; Türkiye gibi toplumlarda yüzyılda bir yetişen bu büyük kabiliyet, olağanüstü ihtirasları ve olağanüstü hatalarıyla, tarihte ait olduğu yere konabilir. ” İfadeleri kullanılmıştır.
14. soru,Kemalist rejim, Türkiye’de “kul kültürünün” giderilmesine yardımcı olmuş mudur? Şeklindedir.
Türk halkının, siyasi otoriteye “tapmaya alışık” bir halk olup olmadığı tartışılabilir. Özellikle kasabalı ve köylü halk çoğunluğu açısından, ne bugün ne de geçmişte, güçlü bir “siyasi tapınma” eğilimi saptamak kolay değildir. Aksine, kuşkuculuk, içe kapalılık, rasyonel fakat dar vadeli bir çıkarcılık, bağlayıcı duygu ve ifadelerden kaçınma güdüsü, daha belirgin kültürel özellikler olarak göze çarparlar. Halk sınıflarının önemlice bir kısmında, dinî nitelikli olanlar dışında hiçbir kişi veya nesnenin tapınmaya layık olmadığı inanışı yaygındır. Kırsal kesimde ise, yüz yüze ilişkiler dışında kalan dünya hakkında güçlü herhangi bir inanç veya duyguya sahip olan kimselere çok sık rastlanmaz.

Siyasi otoriteye tapınma, pekala bilindiği üzere, Türkiye’de daha çok elit kesimi etkileyen bir alışkanlıktır. Devlet büyüklerine her türlü mantık ve haysiyet ölçüsünü aşan övgüler sunma geleneğinin sahipleri, daha çok devlet memurları, milletvekilleri, silahlı kuvvetler mensupları, öğretmenler, profesörler, serbest meslek erbabı ve öteki aydınlar gibi, toplumda belli bir mevki ve saygınlığa sahip olan, dolayısıyla bunları kaybetmeme endişesi ya da daha yükselme hırsı taşıyan zümrelerdir. Az sonra örnekleri görülecek olan kulluk ifadelerinin, mesela bir bakkala veya kapıcı karısına değil, az çok okumuş ve otorite kullanmaya alışık kimselere ait oldukları kolaylıkla anlaşılabilir. Halktan kişilerin bu tür bir üsluba heves etmeleri ise, çoğu zaman, kendilerini olduklarından daha “okumuş” ve “önemli” gösterme çabasının bir ürünüdür.
Dalkavukluğun toplumsal koşulları Yukarıdaki gözlem, kısaca “şark dalkavukluğu” diye adlandırılan sosyal hadisenin, bir kültür veya gelenek sorunu olmaktan önce, pekala rasyonel bir davranış biçimi olabileceğini düşündürür. Okumuş, aklı başında ve yükselme hırsına sahip insanların siyasi otoriteye tapınmaları ya da tapınır gibi davranmaları, belki de, bazı toplumsal koşullarda akılcı sayılabilecek bir uyum (adaptasyon) yöntemidir. Dolayısıyla bu toplumsal koşullar ortadan kalktığında, belki hemen, belki (insan alışkanlıklarının gücü hesaba katıldığında) bir-iki kuşak içinde kaybolup gitmesi beklenecek bir davranış bozukluğudur. Sorun toplumun “kültürel” bir zaafı değil, aksine koşullara uymada gösterdiği rasyonel yetenektir.”

Siyasi otoriteye tapınma tavrını “kul kültürünü” mantıklı bir toplumsal refleks haline getiren koşullar nelerdir? Birer hipotez olarak ortaya çıkarmaya çalışalım. Kul kültürü şu koşullarda rasyonel bir davranış biçimi olarak ortaya çıkacaktır:

1. Siyasi ikbal, bir tek kişi veya merciin (örneğin Tek Parti yönetiminin) yetkisinde ise; farklı otoritelerin rekabetinden doğan pazarlık kapıları kapalıysa.
2. Siyaset dışındaki ikbal ve yücelme yolları (örneğin ticaret, sanayi, bilim, sanat, din), milli siyasetin birer şubesi haline getirilmiş; bu alanlarda başarı, siyasi bir davaya hizmet etme şartına bağlanmışsa.
3. Siyasi bir görüş veya milli bir davanın ülkedeki mutlak hakimiyeti, bunun dışında kalan düşünce ve davranışları “toplum düşmanlığı”, “vatan hainliği”, “nankörlük”, “psikopatlık” ve benzeri nitelemelere açık bırakmışsa.
4. Siyasi ve milli amaç uğruna hukukun zedelenmesine, dolayısıyla toplumda hukuka olan güvenin sarsılmasına (örneğin devrim mahkemeleri kurularak) göz yumulmuşsa.
5. Siyasi ve milli amaç uğruna her aracın mübah olduğu (örneğin “devrimin kendi mantığı” olduğu) görüşü hakim kılınmışsa.
6. Siyasi ve milli amaç uğruna yalan söylemek (örneğin Hititlerin Türk olduğunu beyan etmek) ahlaken doğru kabul ediliyorsa.
7. Toplumda vicdan ve haysiyet duygularını geliştiren, ikbali reddetme ve terörden yılmama gücünü kişilere kazandıran kurum ve değerler (örneğin din, mutlak bilim kurumları) zayıflatılmış veya zedelenmişse.
8. İçte hakim olan siyasi koşulları sorgulamaya imkân veren uluslararası bilgi ve düşünce alışverişi (örneğin yabancıların “düşman” ve “emperyalist” oldukları fikri aşılanarak) kısıtlanmış; uluslararası dayanışma araçları (örneğin “kökü dışarıda akımlar” diye tanımlanarak) yok edilmişse.
9. Siyasi otoritenin intikamından çekinmeyecek kadar sağlam dayanakları olan, davranışlarıyla toplumun geri kalan kısmına ilham ve cesaret veren birtakım ayrıcalıklı kesimler (örneğin irsi bir aristokrasi, veya yabancı devletlerin himayesinde olan vatandaşlar) toplumda yoksa veya yok edilmişlerse.
10. Devlet gücünün, en ücra köy ve kasabaya kadar uzanan coğrafi homojenliği, devletin dolaysız denetiminden kaçış imkânlarını yok etmiş; başkentin veya sarayın boğucu havası dışında memlekette soluyacak temiz hava bırakmamışsa.
11. Nihayet, bütün bunlar sayesinde gelişen dalkavukluk ve Üst’e yaranma kültürü, toplumun en üst mercilerinde (örneğin mebus atanmak veya devlet sofralarına davet edilmek suretiyle) mükafat ve takdir görüyorsa.
Saydığımız koşulların, şu ya da bu ölçüde, Şark toplumlarında sıkça rastlanan koşullar oldukları gerçektir. Ancak Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş aşamasında bu koşulların, Osmanlı devrinde hemen hemen hiç görülmemiş bir şiddet ve yoğunluk derecesine erişmiş oldukları da ayrı bir gerçektir.
Son tahlilde soruya yönelik yanıtı için yapılan analizler son derece zorlama sosyolojik gerçeklikten kopuk, ön yargı ile donanmış karşıtlık muhalefet oluşturma amacını güden sığ ve mesnetsiz bilimsellikten uzak, informal içerik taşıyan ifadelerden ibarettir.
Bikakis Cumhuriyetten önce her birey Osmanlı hanedanının kulu ve bu kulların oluşturduğu topluluğa da tebaa denirdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve saltanatın kaldırılmasıyla kul olarak tanımlanan bireyler, yasalarla belirlenmiş hak ve özgürlüklere sahip yurttaşlık kimliğini kazanırken tebaanın yerini de millet ve ulus kavramı almıştır. Saltanatın kaldırılması ve anayasaya “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi konularak teokratik rejimden, halkın iradesine dayanan yönetim biçimine geçilmiştir.
Cumhuriyet “Fikri Hür, Vicdanı Hür, İrfanı Hür” kuşaklar yetiştirmeyi hedef almıştır. Çünkü hedef özgür insanı yetiştirmekti. Cumhuriyet; bağımsızlık ve özgür düşüncenin temel taşıdır.  
“Cumhuriyet birey olmaktır.”
Nizamettin BİBER

13 Şubat 2020 Perşembe

Şarlatanlar Dönemi



Tarihi dönem, belli özellikleri olan zaman parçası, devre, devir, periyot, bir çağ içinde belli özellikleri olan sınırlı süre, birbirini izleyen başlangıcı ve sonu belirlenmiş zaman aralıkları, yinelenen bir olayın ya da onu betimleyen bir işlevin, kendini yenileme süresi olarak tanımlanmaktadır.
Tarihi araştırmaların ifadesini ve aktarılmasını kolaylaştırmak için insanlık tarihindeki önemli olaylar baz alınarak tarih, belirli dönemlere ayrılır. Bu dönemler yalnızca ortak bir kabuldür.
Fıravunlar, faşizm, diktatörler, savaşlar dönemi bu tanımı destekleyen örneklerdendir.
İkinci Dünya savaşından yeni çıkan Amerika başka bir savaş olan “Soğuk savaş” dönemine girmişti. Bu savaşta artık düşman faşizm değil komünizmdi.
Senatör McCarthy, çok sayıda devlet memurunun ve sanatçının komünist olduğunu ileri sürüyor, bu konuda elinde belgeler olduğunu açıklıyordu. McCarthy, Temsilciler Meclisinde “Amerika’ya  Karşı Çalışmaları Araştırma Kurulu” nun oluşturulmasını sağlamıştı.
Artık, Amerika’da bir cadı başlamıştı, Kurul, ünlü sanatçıları sorguya çekiyor, kara listeler düzenliyordu. Listelere girenler hiçbir yerde iş bulamıyorlardı. Kurul önünde tanıklık edenlerin bazıları ise cezaevlerine boyluyordu. Bazı sanatçılar, Kurulla işbirliği yapanlar paçayı kurtarıyordu. Bazı sanatçılar ise ise, Anayasal haklarına sığınarak onurlu, erdemli bir direniş sürdürüyorlardı. Bu sanatçılardan biri, oyun yazarı Lillian Hellman'dı.
Milliyet yayınları tarafından yayınlanmış olan, Çevirisi Tomris Uyar tarafından yapılan “Şarlatanlar Dönemi”, o yılları tüm çıplaklığı ile yaşanan acılarıyla anlatan bir anılar kitabı.
“Bir çimen yaprağının tarihini öğrenmek mi istiyorsun?
Bir çimen yaprağı olmaya çalış; bunu yapamıyorsan parçalarını çözümlemekle, hatta onları düşünsel ya da hayali bir çeşit tarih içinde yeniden düzenlemekle yetin” ifadesi, çimen yaprağının tarihini olduğu kadar insanların tarihini öğrenmek ya da keşfetmek isteyenler için ironik fakat anlamlı bir öneri ve yaklaşımdır.
İkinci Dünya savaşı sonrasında, “Soğuk savaş” döneminde Amerika’da yaşanan cadı avına benzeyen hukuk dışı, normsuz, acımasızlığı yaşayan döneme tanıklık etmiş, Lillian Hellman’nın  “Şarlatanlar Dönemi” kitabını okumanızı öneriyorum.
“Orta çağlarda papalık, günahkâr insanları, para karşılığında, Tanrıdan aldığını iddia ettiği yetkiye dayanarak affediyor ve eline imzalı ve damgalı bir de resmi belge tutuşturuyordu. Bazı açık göz ve şeytan İtalyanlar bu af vesikalarını taklit ederek, huzurlarını kaçıran, vicdanlarını rahatsız eden günahlarından kurtulmak isteyen İtalyanlara, papalığın fiyatından çok daha ucuza satmaya başlamışlardı. Dönemin İtalya’sında bu işi yapan insanlara de ciarlatano yani “şarlatan” deniyordu.”

Nizamettin Biber