Çok az bilgi sahibi olduğum ekonomi hakkında yazı yazarken çok zorlandığımı belirterek başlamak isterim. Claude Julien’nin “İzlenen tüm sosyal politikalar yoksulluğun kurbanlarına az-çok rahat bir soluk aldırır ama yoksulluğun asıl nedenlerini yok edemez” sözü tüm zengin toplumlar içinde geçerlidir. En kaba ifade ile ekonomik kalkınma, bir toplumdaki ulusal gelirin gerek bireysel olarak, gerekse toplum olarak artması demektir. Ülkenin tüm gelirinin toplumdaki birey sayısına bölünmesi ile elde edilen Ulusal gelir hiçbir toplumda eşit olmaz.
Temel olarak kalkınma tarım ve sanayi kesimlerinde üretimin artmasına bağlıdır. Hizmet ve alt yapı sektöründeki artışlar Ulusal geliri artırmasına rağmen aldatıcıdır. Tarım ve sanayide üretimin artmasının tek koşulu yatırım yapmaktır. Peki, yatırım nasıl yapılacaktır? En ilkel ekonomik bilgiler içinde yatırım yapılmasının temel gereği, sermayedir. Sermaye sağlamak ya iç tasarrufla ya da dış borçlanma ile gerçekleştirilir. Eğer Ülkenin petrol, altın vb. dışarıya satacak bir malı, turizm geliri gibi yüksek bir geliri yoksa sermaye sağlamanın başka da yolu yoktur. Diyelim ki; şöyle ya da böyle sermayeyi sağladık ve yatırıma dönüştürdük. Milli gelir hemen artacak mıdır? Hayır, artmaz. Zira eğer yatırım yapılan alanda o mal için talep yoksa bir süre sonra üretim ister istemez kısıtlanacaktır. Ama ben elimdeki kitle iletişim araçları ile istediğim talebi yaratırım derseniz, işte o zaman tam kargaşa yaratmış olursunuz. Birkaç yıl iyi para kazanırsınız fakat sonunda o paranın da bir değeri kalmaz. Ulusal geliri düşük olan Ülkelerde gereksiz ve lüks sayılabilecek tüketim mallarına yöneltilecek bir talep, toplumun geniş kesimlerinde zaten zorunlu olarak düşük olan tasarruf eğiliminin iyice azalmasına yol açar. Ülke içindeki toplam tasarrufun azalması, uzun dönemde dış borca olan gereksinimi artırır. Ve bir gün bakmışsınız ki “deniz tükenmiştir”
Bir toplumda, alınması gereken üç önemli ekonomik karar vardır; hangi mal ve hizmetler, kim tarafından ve nasıl üretilecektir. Bu kararlar aynı zamanda “kimler için üretilecektir?” sorusunu da yanıtlamaktadır. İlk bakışta ekonomik gibi görünen bu karar aslında siyasal bir dizi karardır. Zaten siyasal ve ekonomik kararlar hiçbir zaman birbirinden bağımsız olmamıştır. Nasıl olsun ki? Siyaset dediğimiz olgu, ekonomik savaşımın toplumsal kurallar içerisinde uygulanmasından başka bir şey midir?
Söz konusu alınan üç ekonomik karardan sonra toplum, bu kararlar çerçevesinde koşullandırılır. Bu koşullandırma işlemlerine “belirli bir ideoloji yaratılır” demekte mümkündür. Aslında insanlığın ilk çağlarından beri sayısız düşünür, farklı ideolojiler ortaya koymuşlardır. Ancak tüm bu ideolojiler aslında iki temel yaklaşım çerçevesinde odaklaşır; önce toplum mu yoksa birey mi? Yani önce bireyin çıkarları mı gelir, önce toplumun çıkarları mı?
Kitle psikolojisi kimi zaman biraz abartılarak değerlendirilmiştir. Aslında kendi kendini belirleyen bir dinamiği de yoktur ve kolayca manipüle edilir, kolayca etkilenerek değiştirilir. Örneğin Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumsal çıkarlar ön plana alınmıştır. Cumhuriyetin resmi ideolojisinin ekonomik siyasetteki amacı “milli mal olarak dışarıya sattığımızdan fazlasını dışarıdan almamak”, mali siyasetteki amacı, “geliri giderine eşit bütçe kurmak, devlet gelirini iyi hesap edip giderleri de ona uydurmak onu geçirmemek.” Olmuştur. Bu iki düsturun, Türk dilinde ata sözü ile ifadesi “kendi yağımızla kavrulmak, yabancıya muhtaç olmamaktır.”
1929’da kurulan “Ulusal İktisat ve Tasarruf” cemiyetini şu satırlarla değerlendirmektedir. “Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti, Büyük Gazinin himayesi ve Büyük Millet Meclisi Reisi Kazım Paşanın Reisliği altında teşekkül etmiş hayırlı bir müessesedir. Bütün Türkiye Mebusları daha ilk teşekkülde cemiyete aza yazılmışlardır.” Bu cemiyetin 1929’dan 1932’ye dek, İl ve İlçelerde 252 şubesi açılmış, o dönemler başlatılan “tutum haftası”, “yerli mallar haftası” çabaları 1950’lerin sonuna kadar sürmüştür.
O günlerin Türkiye’sinde gazeteler, her gün ödenen dış borç tutarını yazarlardı. Borç bulunması, ertelenmesine değil borcun ödenilmesine sevinilirdi. Ve o günlerin Türkiye’sinde “gemisini kurtaran kaptandır.”, “her koyun kendi bacağından asılır” gibi deyimlere kimse yüz vermezdi. O günlerin ekonomik politikalarının mirasını halen daha yenildiğini hepimiz görmekteyiz.
1950’de Türkiye’de yalnız bir iktidar değil, “anlayış” değişmişti. Adan Menderes’in “her mahallede bir milyoner yaratmak dileği” boşuna söylenen bir söz değildi. Ancak her mahallede bir milyoner yaratmakla başlayan süreç, sonuçta her mahallede altında arabası olan her insanı gerçekten milyoner yaptı ama bu milyonerliğin veya milyonerlerin hiç kimseye faydası olmadı. Ardından yoğun bir tüketim pompalamaya başlandı, bu da ekonomiyi dar boğazdan kurtaramadı. Ekonomik kalkınma bir heyecan işidir. Kitleye bu heyecan kolaylıkla aşılanabilir. Ancak kimse budala ve aptal sanılmamalıdır.
Kendilerini akıllı sananların hazin sonu tarih sayfaları ile doludur.
Nizamettin BİBER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder