6 Aralık 2016 Salı

Bilimsel düşünebiliyor muyuz?

Bir gerçeğe ulaşmak amacıyla kavramlar yargılar akıl yürütmeler yaparak çaba göstererek analiz sentez yollarını izleyerek zihin çalışması yapıyor muyuz? Ruhun en karışık yüksek çalışma alanı olarak bilinen düşünce hakkında ne biliyoruz? Bilimsel Düşünmenin Temel elemanları, kavramları olan; yargıların, akıl yürütmelerin, birleşik amaçların uzun zincirlerden oluştuğunu biliyor muyuz?
Bilimsel düşünmenin amacının, doğruyu yanlışı birbirinden ayırmak, gerçeği, hakikati, doğru olanı bulmak, engel ve problemleri çözmek olduğunu biliyor muyuz? İnsanın yeryüzünde varlık ve yaşamı neye bağlıdır? Yaşanan hayatımız bir bilinmezlik içinde akıp gitmektedir. Güncel hayat içimde sayısız nesne ve olaylar, bunların ortaya çıkardıkları engeller ve sorunlarla karşı karşıyayız. Kişinin, olumlu, mutlu ve refah içerisinde bir hayat yaşayabilmesi için, kendisini ilgilendiren engel ve problemleri çözmek zorundadır. Tüm bunlar ise bizden yöntemli bir düşünme ve araştırma yoluyla engelleri aşmasını ister. Hayatta başarı ve huzurun, bilinçli ve yöntemli bir çalışmaya bağlı olduğunu biliriz. Bütün bunların çözümü için bilimsel düşünme gelişigüzel değil, kendine özgü bir yöntemle hareket eder. Bilimsel düşünmenin temel özelliği araştırmaya dayanır. Düşünme olayı harekete geçerken nesneler üzerinde zihin sürekli araştırma içindedir. Araştırmanın amacı ise bir şeyi arayıp bulmaktır. Bilimsel bilgiler, yeni değerler araştırma sonucu ortaya çıkarlar. Ayrıca araştırma, bizim içinde yaşadığımız çevremizi tanımamızı ve bilmemizi sağlar, bu sayede engel ve sorunları çözebilir ve gerçeklere ulaşırız. Sentezi ve analizi ise akıl yürütme yolu ile yaparız.
Peki, bilimsel düşünme yönteminin temel öğeleri nelerdir?
Bu öğeler sırasıyla: Konuyu belirleme, Gözlem, Varsayım, Deney, Ölçme, Doğrulamadır.
Bilimsel düşünme; tümevarımcı akıl yürütmenin tetikleyicisi yani eş zamanlı çok sayıda gözlemi özetleyen genellemedir.
Bilimsel Düşünmenin Yapısı Ruhsal olarak üç kısımda görülür 1. Düşünsel 2. Duygusal 3. Eylemsel Düşünce, duyguların bir arada eylemlere yönelmesi hayatımızın en önemli noktasıdır.
Bilimsel Düşüncenin diğer bir amacı da düşünce modelinin bilimsel konu, kapsam, sorun için konunun yapısal bileşenlerini entelektüel standartlarda irdeleyerek düşünce kalitesini arttırmaktır.
Yeterli birikimli bilimsel düşünce sahibi birey;
Yaşamsal bilimsel soru sorunları kesin ve açıkça formüle eder, İlgili bilimsel veri-bilgileri toplar, yorumlar bunlara uyum için etkin kısa fikirler üretir. Karşıt kriter ve standartlarla test ederek iyi nedenselleştirilmiş sonuçlar, çözümler geliştirir. Bilimsel düşüncenin konverjan (bir noktada birleşen) sistemlerinde açık fikirli olarak bilimsel kabulleri, uygulamaları ve pratik sonuçlarını ön görür, karmaşık bilimsel sorunların çözümü için diğerleri ile etkin iletişim sağlar.
Pittsburg Üniversitesi profesörlerinden Oliver Reiser, bilimsel bir kafanın özelliklerini şöyle açıklıyor; Olaylara karşı saygı duyan, fazla heyecanlanmayan, duygusallığa kapılmadan eleştirici davranış, karar vermede ihtiyatlı olmak, acele etmemek, kanıtları izlemede sebat etme ve sabırlı olmak, karanlık noktalar bırakmaya karşı tahammülsüzlük, her şeyi açıklama isteği, eşyanın, metanın birbirine bağlı olduğu hakkında bir kanıya sahip olmak, girift, karışık bir durumu öğelerine ayırıp kategorize etmek, bu öğeleri tecrit etmek ve değişik öğelerin birbirine karıştırılmasını önleyebilmek, en açık varsayımlar yapıldıktan sonra, değişik birçok başka varsayımlar yapabilmektir. Bu özellikler oldukça çeşitlidir. Bu özelliklerin tek bir bireyde toplu olarak bulunması nadiren rastlanır. Bazı bilim adamları varsayım kurmakta çok başarılı olmalarına karşılık, deneme yapmakta zayıftırlar.
Galileo, Newton, Darwin, Pasteur, Faraday, Einstein ve daha birçok bilim insanları orijinal bilimsel düşünce sahibi idiler, hem bizzat kendi fikirlerinin sabırlı denemecileri hem de eleştiricisi idiler.
İnsanlara sadece inanmanın yettiği, düşünmenin delilikle eş değer olarak göründüğü Ülkemizde, Yoksa siz Bilimsel düşünmenin ütopya olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Ancak bilinmelidir ki Kurtuluş bilimsel düşüncededir.
(Not:Bu konuda eğilimi olan okuyuculara Cemal Yıldırım’ın, Bilimsel Düşünme Yöntemi kitabını öneririm.)
Nizamettin BİBER

Toplumsal değişimimiz

Toplumsal yaşamımızda, emin olacağız tek şeyin, yaşadığımız çağın çok hızlı ve çok karmaşık bir değişme çağı olduğudur. Toplumsal değişme, toplumun kültürünün, yapısının ve toplumsal davranışlarının zaman içinde farklılaşmasıdır. Toplumsal değişme nedeni insanlığın bilgi ve deneyim birikiminin artması olabildiği gibi, savaşlar veya doğal felaketlerden sonra yaşanan bir yıkım da olabilir. Her toplumsal değişme, belirli bir zaman diliminde somut, fiziksel ve kültürel bir çerçevede birtakım insanlar arasında geçmektedir. Değişme bir süreçtir. Değişmenin yönü ilerleme olduğu gibi gerileme de olabilir. “Değişme” ile “gelişme” aynı şey değildir. Gelişme, az etkin şekillerden çok etkin şekillere gidiştir. Değişme bir durumdan daha iyi bir duruma geçiş biçiminde ise “ilerleme”, birden fazla yönde olursa “gelişme” olur. Toplumsal ekonomik, kültürel dünyalar, bütün insan ilişkileri sürekli bir değişim içerisindedir. “Değişme” deyiminin belirgin bir karakteri ve içeriği yoktur; ne iyiyi ne de kötüyü ifade eder, Sadece önceki koşullardan farklı bir durum, farklı koşullar gösterir. Değişme terimi, tarih çalışmalarını, ekonomide, politik bilimlerde ekonomik büyüme ve gelişmeyi, demokratikleşmeyi, küreselleşmeyi, politik sistemlerin farklılığı veya başarısızlığı gibi konuları içerir. Değişmenin kaçınılmaz olması, değişmenin sürekliliği, değişme hızının toplumdan topluma farklı olması, toplumdaki maddi özelliklerin manevi özelliklere göre daha hızlı değişmesi, değişmenin olumlu veya olumsuz yönde olması, toplumun farklı öğelerindeki değişmenin birbirini etkilemesi; toplumsal değişimin özellikleridir.
Fiziksel Çevre Koşulları, Teknoloji Faktörü, Kültür Faktörü, Demografi (Nüfus) Faktörü, Ekonomi Faktörü, İnsan Faktörleri; Sosyal Değişmeyi etkileyen bilinen faktörlerdir.
Topluma herhangi bir müdahale olmaksızın kendiliğinden meydana gelen değişme tipi olan ve toplumun İç dinamiklerinden veya dış etkileşimden kaynaklanabilen, planlı ve programlı olmayan değişme serbest toplumsal değişmelerdir. İki toplum arasındaki göçler, turizm faaliyetleri, kitle iletişim araçları serbest toplumsal değişmeyi hızlandırır.
Kendi kendine olmadığı planlı ve programlı şekilde yönlendirildiği değişme tipi olan Müdahale yoluyla Toplumsal Değişme İki şekilde oluşmaktadır.
a) Demokratik Planlı Değişme:Adalet, özgürlük, eşitlik gibi toplumun ortak faydası göz önünde tutularak yapılan ve toplumun denetimine açık olan değişmedir. Toplumda var olan veya gelecekte çıkması olası sorunların ve İhtiyaçların giderilmesi amaçlanır. Demokratik değişimin planlanmasında yöneticiler, bilim adamları, toplumu temsil eden siyasi parti, sendika, dernek gibi gruplar, uzmanlar katkıda bulunurlar.
b) Baskı Yolu ile Toplumsal Değişme:Toplumun yapısının zorla değiştirilmesidir. Genellikle diktatöryal ve otokratik yönetimlerde gerçekleşir. Baskı yolu ile değiştirme, değişimi kısa sürede elde etmek için yöneticiler tarafından merkezi planlama ile yapılır. Halkın bu planlamaya müdahale etmesi veya planlamayı denetlemesi mümkün değildir. Bulgaristan’da bir dönem Türklerin isimlerinin zorla değiştirilmesi baskı yoluyla yapılan toplumsal değişmedir.
Bir toplumda ekonomik büyümeyle birlikte kültürel ve sosyal alandaki ilerleme ile ortaya çıkan durum olan Toplumsal gelişme, bir toplumda halkın ekonomik gelirinin yükselmesi, yatırımların ve üretimlerin artmış olması ile birlikte sağlık, güvenlik, alt yapı, şehirleşme, kültürel öğeler gibi alanlarda da ilerleme olmuşsa o toplumda toplumsal gelişmeden söz edilebilir. Toplumsal gelişmenin öğeleri ekonomik büyüme, orta sınıflaşma ve toplumsal bütünleşmedir.
1. Ekonomik Büyüme:Ekonomide nicel olarak, üretimde, verimlilikte, gelirde medyana gelen iyileşmedir. Ülkenin zenginleşmesini ifade eder.
2. Orta Tabaka Genişlemesi:Toplumsal Tabakalaşma sisteminde alt tabakadaki insanların yaşam tarzlarının iyileşerek, yükselerek, gelişerek orta ve üst tabakalara yükselmesidir. Böylece toplumun olanaklarından alınan payın daha adil dağıtıldığı, gelir durumunun dengeli olduğu eğitim, sağlık, sosyal ve kültürel olanaklarından halkın birbirine yakın düzeyde yararlandığı durumdur.
3. Toplumsal Bütünleşme:Toplumdaki bireylerin ortak duyguları, değerleri paylaşması, aralarında iletişimin, dayanışmanın yüksek olması insanların, kurumların bir arada bulunmasını sağlar. Toplumu meydana getiren maddi ve maddi olmayan öğelerin bir anlam belirtecek ve işleyen bir bütün olacak biçimde birbirini tamamlamasıdır.
Toplumu oluşturan kurum, grup ve örgütlerin işleyen bir bütün oluşturması ve özellikle bir iş bölümünden oluşan fonksiyonel (işlevsel) bütünleşme ile toplumu bir arada tutan ortak değerleri paylaşmayı ifade eden (İnanç birliği, ülkü birliği, tarih bilinci, vatan sevgisi gibi.) bir anlam etrafında bütünleşme olmak üzere iki şekilde meydana gelir.
Bir toplumda kültürün maddi ve manevi öğelerinin birlikte işleyen bir bütün oluşturacak şekilde birbirini tamamlayamamasına ise Toplumsal Çözülme denir. Toplumsal bütünleşmenin tersi bir durum olan toplumsal çözülme ile toplumsal kurumlar arası işbirliği azalır, toplumun manevi değerlerine olan inanç zayıflar, toplumsal sorunlar artar. Toplumda cinsiyet, yaş, eğitim seviyesi, meslek vs. özelliklere göre işlerin verimli bir şekilde paylaşılamaması yani işbölümü yetersizliği, toplumsal yapıyla uyumlu örgütlerin oluşturulamaması, toplumsal kurumların çözülmesi, toplumu zor sorunlarla karşı karşıya bırakan ve çözülmeye neden olan etkenlerdir. Ayrıca; Toplumu bir arada tutan vatan sevgisi, tarih bilinci, din gibi değerlere olan inancın zayıflaması gibi milli ve manevi değerlerin zayıflaması: toplumsal çözülmeyi hızlandırır.
Toplumsal değişim ile kurumsuzlaşma nedeniyle bireylerin önündeki yol haritaları, kurallar, rehberler önemini kaybetmekte, daha önceki hak ve görevler, roller ve sorumluluklar değişmekte, kaotik yapı ve ilişkiler artmakta, güven verici bağlar çözülmekte, aile limanı kaybedilmektedir
Yaşadığımız topluma yönelik bir analiz yapmak üzere sorular yöneltirsek; Toplumsal değişimimiz; serbest mi müdahale yolu ile yapılan toplumsal değişmedir?, toplumsal gelişmemiz ilerleme yönünde mi yoksa gerileme yönünde midir? Toplumumuz çözülmekte midir?
Yoksa değişimimiz hepsinin kümülatif toplamı mıdır?
Nizamettin BİBER

Osmanlıdan devralınan Ekonomik Miras

Ülkemizin ekonomik yapısının sorunları irdelendiğinde; bu sorunların yapısal anlamda kökeninin 18. yüzyılın son dönemlerine denk düştüğünü, Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Osmanlı’dan devralınan ekonomik mirasa dayandığını görürüz. Sanayi Devrimi’nden sonra Osmanlı İmparatorluğu kendi geleneksel üretimine belli bir koruma getirememiş ve sanayileşmede geri kalmıştır. İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında yapılan 1838 tarihli serbest dış ticaret antlaşması (Balta Limanı Anlaşması) ile Osmanlı Devleti açık pazar haline dönüşmüş, Batı Avrupa sanayileşmenin getirmiş olduğu olanakları lehine kullanarak ürünleri daha hızlı ve ucuza imal etmiş, Osmanlı ürünleri ise geleneksel yöntemle üretilince diğer ürünlerle olan rekabet şansını yitirmiş, Avrupa’dan gelen ucuz mallar karşısında rekabet edemeyen küçük el tezgâhları ve atölyeler kapanmaya başlamış, Osmanlı’da sanayi yok olmaya mahkum olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin dış ticareti değişime uğramış; ekonomik yapısı tarımsal ve madensel ham maddeler ihraç eden, sanayi malları ithal eden bir ekonomi haline gelmiş olması nedeni ile dış ticaret açıkları oluşmuştur. Bu açıklar, 1850’li yıllara kadar hazinede bulunan altın ve gümüşün ihracata konu olması ile 1854 yılından sonra ise borçlanmalar ile kapatılmaya çalışılmıştır. Zamanla borç batağına teslim olan ülkede, önce iç borçların tahsili için Rusum-u Sitte İdaresi, daha sonra 1881 yılında bunu da içerisine alan Duyun-u Umumiye İdaresi kurulmuştur.
Bu borç batağı, devletin egemenlik haklarının bir kısmının kaybedilmesine yol açmış; para-maliye politikaları, Osmanlı Bankası’na, vergilerin yaklaşık %30’u Duyun-u Umumiye İdaresine bırakılmıştır. Buna rağmen ödenemeyen borçlar birikmiş ve ilk kez 1854’te borç almaya başlayan Osmanlı Devleti’nin borçları, Türkiye Cumhuriyeti tarafından ancak 1954’te bitirilebilmiştir.
Cumhuriyet’e ilk adımın atıldığı yıllarda, Osmanlı’dan devralınan borçlar ve eğitim, sanayi açısından geri kalmış bir toplum ile karşı karşılaşılmıştı. İthalata konu olan ürünlerin basitliği nedeni ile Türkiye, tam geri kalmış bir ülke niteliği taşıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda gerileme sürecine girdiği dönem ile Batı Avrupa ülkelerinin sanayi devrimini gerçekleştirdikleri dönem, aynı zaman kesitine rastlamaktadır. Batı Avrupa’nın yükselişini, aydınlanma düşüncesine ve 19. yüzyılın başlarında ortaya çıkan Sanayi devrimi sonucu makineli üretim giderek yaygınlaşmış, küçük atölyelerden daha büyük fabrikalara geçilmiş, artan üretim iç piyasalarda fazlalığa yol açmış ve ham madde ihtiyacının da artmasıyla birlikte, serbest dış ticaret düşüncesi gelişmiştir.
Osmanlı Devletinin demografik yapısına ekonomik açıdan bakıldığında; kökenleri eskilere uzanan, etnik esaslara dayalı sosyal bir işbölümünün olduğu görülür. Bu işbölümü şu şekilde sayılabilir: Türkler; asker, çiftçi, devlet memuru ve esnaf, Rumlar; ticaret, Ermeniler; zanaat, Yahudiler; sanayi ve bankacılıktır.
Türklerin genellikle yaptıkları işlere oranla daha fazla gelir getirici işler yapan Gayri Müslimler, bu uğraşlarla edindikleri sermaye birikimini, ülkenin sanayileşmesi ya da ekonomiye geri dönmesi için kullanmamış; dışarıya aktarmış veya kendi millî devletlerini kurmak için seferber etmişlerdir.
Cumhuriyetin ilanı ile ülke sınırlarımız içerisinde kalan nüfusun 13 milyon olduğu tahmin edilmekte ve bu nüfusun da yapısı incelendiğinde; çoğunluğunun yaşlı, kadın ve çocuklardan oluştuğu görülmektedir. Genç ve eğitimli nüfusun savaşlarda şehit verilmesi, üretim bilgisi olan azınlıkların ülke dışına çıkarılması ve geriye kalan nüfusun yapısı, cumhuriyetin ilk yıllarında ekonominin gelişimi için bir dezavantaj olarak karşımıza çıkmaktadır.
Osmanlı Devleti’nde ekonomik düzen, büyük ölçüde toprağa ve tarımsal üretime dayanıyordu. Tarım kesimi, milli gelirin yarısından fazlasını oluşturuyor ve nüfusun % 80’ini istihdam ediyordu. Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda da bu yapı, aynı nitelikler taşıyordu. 1920’li yıllarda Türkiye’de tarıma elverişli toprakların 22-23 milyon hektar olduğu ve bu toprakların ancak yarısının (10-11 milyon hektar) işlendiği tespit edilmiştir. Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda tarımsal potansiyelin yarısından azının kullanılıyor olmasının nedenleri ise; ülke nüfusunun ekilebilir arazinin tümünü işlemek için yetersiz olması, toprağı işleyecek araç, gereçlerin ve ekilecek tohumun olmayışı olarak sıralanabilir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk 50 yıllık tarihi, sanayileşme ve kalkınması geri bırakılmış bir toplumun, kapitalist üretim tarzı altında gelişme mücadeleleri ile bir bütün olarak toplumun sanayileşme bilincine varmasının da tarihidir.
Sanayileşmede tutarlı iktisat siyasetlerini yaratabilmek, sanayileşmenin maddi önkoşullarına uygun ortamın doğmadığı bir toplumda gerçekten çetin bir sorundur. Örneğin, 1838 Türk/İngiliz Ticaret Sözleşmesi bile bu sözleşmenin yararına inanmayan sultana, “Türkiye'de sanayileşmenin gerçekleştirileceği” gerekçesiyle imzalatılmıştı. Oysa 19. yüzyılın ticaret sözleşmelerinden sonra Osmanlı ekonomisinin batı’ya açılan bölümlerinde Osmanlı zanaatkârları, tezgâhlarını kapatmaktan başka çıkar yol bulamamışlardır. Çünkü sözleşmeleri gerçekleştiren egemen ekonomilerin asıl amacı, Osmanlı toplumunda kendilerine rakip olacak bir sanayi potansiyeli yaratmak değil, aksine, ülkeyi açık pazar haline getirmekti.
Kurtuluş Savaşı Türkiye’sinin devraldığı sanayi mirası, toplam olarak 76.216 işçi çalıştıran, çoğu manifaktür düzeyindeki 386 sanayi kuruluşundan ibarettir. Toplumda temel sanayi kurulamamış, sanayi ile tarım ve maden üretimi arasında gerekli iç bütünleşme sağlanamamıştı. Var olan sanayi ise sadece yakın pazar için üretim yapan hafif tüketim sanayiden ibarettir. Sanayi için gerekli ham maddelerin çoğunu Osmanlı sanayi dışarıdan ithal etmek zorundaydı. Osmanlı sanayisinin yetersizliğini, hiçbir şey, bütün geri ekonomilerin tipik sanayisi olan kilimciliğin durumu kadar açıklıkla ifade edemez. Osmanlı toplumunda üretilen pamuğun onda sekizi dışarıya ham olarak ihraç edilmekte ve ancak % 18,6’sı küçük sanayide iplik haline getirilebilmekteydi. Dokumacılık ise var olan tüketim sanayinin 1913’te  % 14,9’unu oluştururken I. Dünya Savaşı’nın olumsuz etkileriyle 1915’te % 11,9’una kadar gerilemiş bulunuyordu. Sanayileşmenin kısmen yer aldığı yerleşme merkezlerindeki tüketim sanayinin 1913’te  % 68,6’nin ve 1915’le % 70,3’ünü ilkel bir gıda sanayi oluşturmaktaydı.
Cumhuriyet Türkiye’sinin Osmanlı ekonomisinden aldığı sanayi, birbirinden farklı dört gelişim aşamasını göstermektedir.
1) Üretimin çok önemli bir bölümü küçük üretim denen zanaatkârlık aşamasındadır. Bu kesim, çokluk, kendi emeğiyle yakın pazar için üretimde bulunur.
2) Üretimi denetimine almak yoluyla sanayi sermayesine dönüştürme çabasındaki bir grup ticaret sermayesi, parça başına iş görme sistemini geliştirmeye çalışmaktadır. Bu sistem büyük kentler ile halıcılık yapılan Batı Anadolu gibi kısmen gelişmiş kırsal bölgelerde yaygındır.
3) İstanbul ile birkaç büyük kentte 50 ya da daha fazla işçi çalıştırarak manifaktür aşamasına erişen imalathaneler bulunmaktadır.
4) Üretimin henüz küçük bir bölümü, itici güç kullanan ve ücretli işçi çalıştıran modern fabrikalarda sağlanmaktadır.
Son tahlilde, Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devraldığı ekonomik ilişkilerin özelliklerine bakılırsa; üretimin aile işletmelerinde öz tüketim için yapıldığı, artan üretimin ancak nakit gelire ihtiyaç duyulduğunda mahalli pazarlara çıkarıldığı, piyasa için üretimin sadece birkaç ihraç ürün ile sınırlı olduğu, sanayileşme gerçekleşmediğinden ekonomik sektörler arasında bütünleşmenin ve karşılıklı girdi alış verişinin çok yetersiz olduğu görülür.
Cumhuriyet’in çalışkan, ahlaklı kurucu kadrolarının kaderi, yalnız Duyun-u Umumiye borçlarının ödenmesi değil, yetersiz olan, aynı zamanda derin gelişme eşitsizlikleri bulunan Osmanlıdan devraldığı ekonomik yapıyı eşitlikçi bir şekilde geliştirmek ve modernleştirmek olmuştur.
Nizamettin BİBER 

Otorite seviciliği


Otorite ya da yetke; herhangi bir konuda bir şeyin yeterliliğine herkesi inandırarak bir kişinin kendine sağladığı itaat ve güven; hâkimiyet ve emretme gücü, Max Weber’e göre, belirli bir organizasyon mensuplarının istekli ve şartsız olarak üstlerinin talimatına uymaları, Henri Fayol’a göre ise emir verme ve itaat bekleme hakkıdır.
Yapılan deneysel çalışmalar, tutumun (Bireyin, belli durumlar sırasında, davranış şeklini önceden seçtiği zihinsel durum) davranıştan sonra geldiğini göstermiştir. İnsanlar ilk önce davranmakta, sonra tutumunu oluşturmaktadır. Zorlama ile bir iş yapan çocuk, o iş iyi ve yararlı olsa bile, o iş hakkında olumsuz yargı geliştirmektedir. “Çünkü iyi olsaydı, kimse beni zorlamazdı. Dolayısıyla bu iş kötü olmalı.” çıkarımı yapmaktadır.
İnsanların otorite karşısında ne derece zayıf olduğu, otoriteye itaat etme konusunda ne kadar ileri gittiklerini kanıtlayan en çarpıcı deneylerden birisi, Yale Üniversitesi’nde ünlü sosyal psikolog Stanley Milgram’ın gerçekleştirdiği deneydir. Bu deney ilk yapıldığında, büyük bir şaşkınlığa ve tartışmaya yol açmıştı. Deney, Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yargılanmaya başlamasından üç ay sonra, 1961 yılında yapıldı.“Eichmann ve Yahudi Soy kırımında yer alan yüz binlerce kişi, sadece onlara verilen görevi mi yerine getiriyorlardı yoksa düpedüz savaş suçluları mıydılar?” sorusuna cevap arıyordu.
Milgram, insanların bir otoriteye itaat ettiklerinde, günlük hayatlarında yapmayı reddettikleri davranışları, otorite altında yapıp yapmayacağını denemek istiyordu. Milgram, açıklama yapmadan önce, psikologlardan, psikiyatristlerden ve kendi öğrencilerinden sonucu tahmin etmelerini istedi. İçlerinden hiç biri, deneye katılanların otorite karşısında deneklere 450 volt verebileceğini düşünmüyordu.
Oysa sonuç % 65’ti. Evet, deneklerin100 kişiden 65’i otorite karşısında elektrik şiddetini 450 volta kadar çıkartmıştı. Üstelik bu deney bazı etkenleri değiştirilerek defalarca tekrar edildi ama sonuç değişmedi. Katılımcıların ortalama % 65’i hiç tanımadıkları, kendilerine hiç zararı dokunmamış insanlara 450 voltluk elektrik vermeyi kabul etmişlerdi. Bu deneylerle Milgram, insanların, kendi vicdani değerleriyle çelişmesine rağmen, otoriteye itaat etmeye ne kadar yatkın olduklarını ispat etmişti. Sadakat, disiplin gibi masum görünen ve aslında çok değerli özelliklerin, yanlış yönlendirildiğinde nasıl yıkıcı olabileceğini göstermişti.
Bu araştırma çok ses getirdi, gazetelerde geniş yer buldu. Deney daha sonra çeşitli yerlerde ve farklı zamanlarda tekrar edildi. 1000 kişiyi bulan gruplarla, kadınlarla erkeklerle yapıldı. Sonuçlar, ilk deneyin biraz altında ya da üstünde olabiliyordu ama çok da farklılaşmıyordu.
Üstelik araştırma sadece ABD’de de yapılmadı. Farklı kültürlerde, örneğin İngiltere’de ve Avustralya’da deney tekrarlandığında itaat oranı, orijinal araştırmadan daha düşük olarak belirlendi ama yine de çoğunluk otoriteye itaat ediyordu. İspanya’da, Avusturya’da ve Almanya’da daha yüksek oranlar ortaya çıkıyordu. (Örneğin Almanya’da otoriteye itaat oranı % 85’i bulmuştu.) Batılı ülkelerin dışında örneğin Ürdün’de ise sonuçlar daha da yüksekti. (Milgram testi en son geçen yıl tekrarlandı, sonuçlar yine aynıydı.)
Kendi başlarına asla şiddete başvurmayacak insanlar, bir otorite altında, korkunç bir işkencenin parçası olabiliyorlardı. Yaptıkları işin yıkıcı sonuçlarını apaçık görmelerine rağmen otoriteye boyun eğiyorlardı.
Oysa otorite hepimiz için temel bir gereksinimdir. Otoritenin olmadığı yerde kaos olur. Her grubun, her organizasyonun otoriteye ihtiyacı vardır. Her şirkette birisinin öncelikleri saptaması gerekliliği vardır. “Emir ve kontrol” en yalın organizasyonlarda bile olmazsa olmaz bir unsurdur.
Çocuklar da yetişkinler de kendilerine yol gösterecek, güven verecek bir otoriteye ihtiyaç duyarlar. Çoğu insan, çocukluktan gelen bir alışkanlıkla, kendisini saygı duyduğu bir otoriteye gönüllü olarak teslim etmekten rahatlık duyar. Daha da ötesi kuruluşlarda ve toplumda otoritenin zayıflaması, parçalanması korku ve karmaşa yaratır.
Freud, hepimizin özdeşleşme ihtiyacımızdan hareketle otorite olarak belirlediğimiz kişinin ideallerini benimsediğimizi söylüyor. Bu yolla da yalnızlıktan kurtulduğumuzu, içinde bulunduğumuz grubun diğer üyeleriyle bağlantı kurduğumuzu öne sürüyor.
Üzerinde durulması gereken bir taraftan otoritenin olmazsa olmaz bir ihtiyaç olduğu diğer taraftan da hem otoritenin kendisinin hem de ona kayıtsız şartsız itaat edenlerin akıl dışı işler yapabilecekleri olasılığıdır. Bu deney, aynı zamanda ülkemizin durumuna da çok iyi açıklıyor. Otoriter figürlerinin olduğu yerlerde, insanlar rahatlıkla olumsuz davranışlarda bulunabiliyor. Kendilerini davranışlarından sorumlu hissetmiyor. Kamuoyu nezdinde suçlanan bir yönetici ise yaptığı davranışı verilen otoriter talimatla açıklıyor. Sorumluluğu otorite figürüne yükleyerek, kendisini sorumlu hissetmiyor. Şirketlerde otoriter müdürler, insanların sorumluluk almasını engellemekte sonra da “Kimse sorumluluk almıyor.” diye yakınmaktadır. Çocuklara ve dolayısıyla topluma öğretilemeyen etik ve olumlu davranışlar ile sorumluluğunu bilen ve inisiyatif alan bir kuşak ve toplum için, ihtiyaç duyulan otorite değil, demokratik bir yapıdır.
Tanınmış Rus anarşist, Anarşist düşünürlerin ilk kuşağının temsilcilerinden ve “anarşizmin babaları” olarak anılan düşünürlerden biri olan Mihail Bakunin “En başta, ilahiyatın ilaha zorbalığına, baş kaldırılmalıdır yeryüzünde kölelikten kurtulmanın yolunun bundan geçmektedir, Haydi, yıkıcı ve imha edici sonsuz ruha güvenelim, çünkü bu bilinmez ve sonsuz ruh, tüm hayatın kaynağıdır. Yıkma güdüsü, aynı zamanda yaratıcı bir güdüdür.” demişti.
Otoritenin tüm uygulamaları alçaltıcıdır ve otoriteye her boyun eğiş, aşağılanmadır. Var olan tüm dinsel, politik, ekonomik ve sosyal kurumlar yıkılmalı, Özgürlük, akıl, adalet ve emek temelinde evrensel toplum kurulmalıdır diye devam eder. Otorite kitabının yazarı Richard Sennett, Sadakat, otorite ve kardeşlik bağları olmaksızın, bir bütün olarak hiçbir toplum ve bu toplumun hiçbir kurumu uzun süre işlevselliğini koruyamaz, otorite toplumsal bir gereksinmedir, diyor.
Milgram’ın deneyi, Freud’un bireyin özdeşleşme ihtiyacı nedeni ile otoriteye kaçışını, Erich Fromm’un totaliter güçlere karşı yenilen, özgürlükten korkan bireyin özgürlüğü terk edişini, Bakunin’in anarşist tutumu ve ütopik söylemlerini dikkate aldığımızda;
Sahi biz toplum olarak otorite sevicisi miyiz?
Nizamettin BİBER

Dünyanın entropisi

Günümüz insanı için yaşadığı özel hayat bile içinden çıkılması güç bilinmezlik ve karmaşa ile doludur. Gündelik hayatında karşılaştığı güçlüklerle baş edemediğini gören sıradan insanın bilebildikleri, kavrayışı, ailesinin ve komşuluk ilişkilerinin dar kalıplarıyla sınırlıdır; toplumdaki diğer hayat kesimlerinde ise, sıradan insanın alışık olmadığı, yaşamadığı bir karmaşık düzensiz hayat söz konusudur. Toplumsal hayatın bu kesiminde sıradan insan, olan bitenlerin seyircisi durumundadır. Pratik yaşam için geçerli olan ihtiraslar ve sorunlar, toplumsal hayat kesimine doğru yayıldıkça, bireyin toplumsal yaşam karşısındaki şaşkınlığı ve güçsüzlüğü de artmaktadır. Çağdaş insanın bu güçsüzlük ve şaşkınlık duygularının temelinde kişisel nitelikte olmayan, günümüzde kıta genişliğine varmış toplumların sosyal yapılarında oluşan değişimler ve karmaşalar bulunmaktadır.
Her gün bir gece önce bıraktığımızdan daha karışık ve düzensiz görünen bir dünyaya uyanmaktayız. Artık hiçbir şey işe yaramayacak gibi görünüyor. Sürekli olarak yoluna koyma düzenleme uğraşı ile geçip giden hayatımızı onarıyor, yamalıyoruz. Bizi yönetenler dahil herkes şikayet ediyor zaman zamanda özür diliyorlar. Tam bunalımdan çıkış yolu bulduğumuzu düşünürken, sadece geri tepme ile karşılaşıyoruz. Egemen güçler, yaşanılan sorunlara, çözmeyi amaçladıklarından daha beterini yaratan çözümler getirmeyi sürdürüyor. Dünyada yaşanan küresel ısınma, çevre kirliliği, doğal afetler, nükleer santral kazaları, açlık ve yoksulluk, bulaşıcı hastalıklar, obezite, terör, uyuşturucu madde bağımlılığı, şiddet ve taciz, ekonomik sorunlar, nükleer savaş tehlikesi, yoğun insan göçleri, mülteci kampları, ölen masum insanlar, bağırıp çağrışmalar, üretim ve işlerde kayıp, enflasyonun katlanarak artması, artık bizim penceremizi açıp umutsuzca “Bütün bunlar için niye bir şey yapılmıyor?” diye bağırmaya itiyor. Emperyalistleri, uluslar arası petrol ve diğer şirketleri, Ülkeleri yöneten ekonomistleri, çalışanların örgütleri olan sendikaları, entelektüelleri, aydınları ve bu işte rolü olduğunu düşündüğümüz herkesi suçluyoruz ve hala her şey kötüye gidişini sürdürüyor.
Çevremize baktığımızda, sadece, çöpler ve kirlenmenin, topraklarımızdan taşarak, nehirlerimize sızarak ve havamızı can çekiştirerek her bölgede yığıldığını görüyoruz. Gözlerimiz yanıyor, cildimiz soluyor, ciğerlerimizi büzüşüyor ve tek düşünebildiğimiz, evlerimize çekilip kepenkleri indirmek oluyor.
Gittiğimiz her yerde kendimizi sıralarda beklerken veya köşelere itilmiş buluyoruz. Başaramıyoruz, başarısızlığa uğruyoruz, toplum olarak başarısızlığa uğruyor ve bir an için dünyayı arkamızda kendi karmaşasında bırakıp, yolumuzdaki her şeyden vazgeçme isteğini duyabiliyoruz.
Bize başka yerlerde durumun daha iyi olmadığını söylüyorlar, hiç değilse bu kez haklılar. Gelişmiş Ülkelere bile baktığımızda, hangi ekonomik sistem olursa olsun ister sosyalist ister kapitalist olsun, hepsi ortak bir bunalımın pençesinde kıvranıyor. Çözülmenin önüne geçilemeyen gücü hepimizi yiyip bitiriyor.
Dünya yıkılmaya ve parçalara ayrılmaya başladığında, asıl sorunun nerede olduğunu saptamak için dünyanın düzenleme tarzına, entropisine bakmak zorundayız. Çünkü bu noktada, evrensel bir sorun için tek tek liderleri, ideolojiler, inanç sistemlerini suçlamak akıl karı olamaz. İnsanoğlu tarih boyunca hayatın etkinliklerini düzenlemek için bir referans çerçevesi kurma ihtiyacı duymuştur. Günlük varoluşun nedenlerini ve nasıllarını açıklamak ve düzenlemek ihtiyacı her toplum kültürünün temel taşlarını oluşturmuştur.
Ne var ki, hastalıklı, ölmekte olan ve hayat verdiği her şeyi kirleten bir dünya görüşüne teslim olduğu için yaşadığımız gezegenimizde hiçbir lider, ideoloji ve inanç sistemi, yaşanılan evrensel bunalıma etkili bir çare sağlayamıyor.
Eşi görülmemiş savaş, terör vahşetleri, mezhep savaşları, açlık, kıtlık, salgın hastalıklar, artan hukuk dışılık, yeryüzünün harap edilmesi, doğal afetler, başa çıkılması zor kritik yaşam süreçleri, doymak bilmez para ve meta sevgisi, ana babaya, insana, kadına, çocuğa hayvana, doğaya karşı şiddet ve sevgisizlik, hedonistlik, öz denetim eksikliği, iyilik düşmanlığı, yaklaşan tehlikeye aldırış etmemek…
Sıfır umutlar, terk edilmişlik, saçmalık, mahkûmiyet, suçluluk, zamanın ve mekanın dışındalık, kendisine ve diğer insanlara yabancılık, gülünçlük, güçsüzlük, müstehcenlik ve iğrençliği besleyen vahşet kesidi, geçmiş değerlerle ilişkisini koparmış, geleceğin değerlerini yansıtamayan insanlar yığınında bu entropik düzen yerini almıştır.
Yaşanılanlar için; dünyanın çivisi çıkmış yerine dünyanın entropisinin ayarı kaçmış demek doğru olur diye düşünüyorum.
(Entropi; en kaba tanımla, bir sistemin düzensizliğinin ölçüsüdür.)
Nizamettin BİBER

Düşüncesi hür, anlayışı hür, vicdanı hür Nesil!

Kemalist düşünce, en büyük askeri zaferle Ülkenin düşmanlardan temizlenmesini gerçek kurtuluş görmemiş, hemen toplumsal tüm ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi sorunlara parmak basmış, birikmiş tüm sorunların eğitim yolu ile bağımsız, özgür bireylerin yetiştirilmesi ile çözülebileceğine inanmıştır.
Şevket Süreyya Aydemir ile ölmeden 10 gün önce röportaj yapan Toplumsal Çözülme, Sosyal Şizofreni ve Atatürk gibi birçok kitabın yazarı Mustafa Çoşturoğlu’nun notlarını paylaşmak istiyorum bu blog yazımda. Mustafa Çoşturoğlu, Şevket Süreyya’ya; Kemalist Türkiye’nin ve özellikle Atatürk’ün dünya gerçeklerinin farkında olup olmadığını, Cumhuriyetin bireyde oluşturduğu yaratıcı hür düşüncenin kendi ekseni etrafında bir bütünleştirme süreci başlatıp başlatmadığını sorar. Şevket Süreyya; -O zamanki Türkiye böyle bir gerçeğin farkında olmaz mıydı diye yanıtlar, Hele Atatürk …. diye devam eder.
“Ben Ankara Ticaret Lisesi Müdürüydüm. (1933) Okul karmaydı. Bir gün sınıfın kapısı açıldı, Gazi Mustafa Kemal içeri girdi. Bundan habersizdik. Dersin konusu dokuma sanayisi ve hammadde sorunuydu. Gazi paşa, dersi bir süre izledi. Bana döndü; “Kimin kitabını okutuyorsun” diye sordu. Ben de: “kitabın yazarı burada sınıfımızda” yanıtını verince, “kimmiş o, gelsin bakayım” dedi. Yazar bir öğrenci kızdı; ayağa kalktı. Ben, “gel” diye işaret ettim; geldi. Gazi’nin karşısına oturdu. Bu arada ders kitabını masanın üzerine bıraktım. Gazi Paşa, kitabı aldı, dikkatle şöyle bir gözden geçirdi. “Bu kitabı sen mi yazdın kızım” dedi ve “evet” yanıtını aldı. Paşa, hem kitabı dikkatle karıştırıyor, ilginç bulduğu yerlere dikkatle göz gezdiriyordu. Dokuma sanayisinin hammaddesi olan yün üzerine kitap zengin bilgiler veriyordu. Yünün üretiminden, işlenmiş hammadde aşamasına ve tüketim pazarlarına ulaştırılmasına değin verilecek bilgiler grafiklerle, istatistiklerle, harita ve şekille de anlatılıyordu. Avustralya bu ülkelerin başında geliyordu. Yıllık yün üretimini gösteren grafikler, dokuma endüstri merkezleri, bir sürü istatistik rakamları, ulaşım yollarını gösteren haritalar ve şekiller… Bunlardan maliyet unsurunun etkilenmesi ortaya çıkıyordu.
Gazi Paşa öğrenciye; “Bak sen burada bir sürü grafikler çizmişsin, ben ne bileyim, bunlar doğru mu, yanlış mı?” Yanıt hemen hazır: “Efendim, bunları aldığım kaynağı gösterdim. Yanlışlık varsa bunun sorumlusu kitabın yazardır.”
Bir başka soru: “Bak burada bir sürü harita var; bunlar üzerinde bir sürü uzaklıklar göstermişsin, bunların doğruluğunu ben nerden bileceğim? Belki yanlış rakamlar yazmışsındır.”
Kızın yanıtı: “Bakınız fendim, dipnotta, haritaları aynen kopya ettiğim atlasın adı ve sahibi gösterilmiştir. Varsa bir yanlışlık, sorumlusu ben değilim.”
Böyle bir sürü soru ve çatır çatır yanıtları… Gazi bir süre durdu, elindeki kitabı masaya vurarak : “Ben mi iyi biliyorum sen mi” diye öğrenciye sert bir çıkış yaptı. Bu kez yazar kız da ciddileşerek; “Evet, siz her şeyi benden iyi bilirsiniz; ama, bu konuyu ben sizden daha iyi bilirim. Çünkü bu kitabı ben hazırladım” dedi, dobra dobra…
Paşanın tavrına bakarak kaygılanmıştım. Yatıştırmak amacıyla: “Paşam bunlar bana neler neler ediyorlar, bir bilseniz” deyiverdim.
Gazi Paşa, biraz durakladı ve iltifatla: “Seni tebrik ederim Şevket Süreyya bey… Sen, benim Üniversitelerde yapmak istediğimi burada başarmışsın.” Ve duvarda asılı olan şu izlenimlerini kaleme aldı.
Şevket Süreyya Aydemir, o günkü heyecanını yeniden yaşar gibiydi. Kalktı, çerçeveli yazıyı aldı, bana uzattı. Bende okumaya başladım:
2 İkinci Teşrin (Kasım) 1933.
“Gördüklerim, yüreğimi sevinç ve büyük umutla doldurdu. Türk çocuklarının yüksek yeteneğine inancım tamdır. Bunun bin bir kanıtı görülebilir. Fakat bugün burada gördüğüm eser herhalde görülmeye ve takdir edilmeye en değerli en kıymetli bir başarıdır. Bir bilgi fırsatına erişen çocuklarımızı tebrik eder ve memlekete faydalı olmasını dilerim.
Kıymet ve kudretini canlı eserle göstermiş bulunan Müdür Şevket Süreyya Bey’i takdir eder ve kendisinin daha geniş çalışma eserlerini iftiharla göreceğime inancımı beyan eylerim.” Gazi Mustafa Kemal
Anlaşılıyor ki; Cumhuriyetimiz, ancak düşüncesi hür, anlayışı hür, vicdanı hür nesiller sayesinde sonsuza değin yaşayabilir.
Nizamettin BİBER

Ekonomik kalkınma ve kitle psikolojisi

Çok az bilgi sahibi olduğum ekonomi hakkında yazı yazarken çok zorlandığımı belirterek başlamak isterim. Claude Julien’nin “İzlenen tüm sosyal politikalar yoksulluğun kurbanlarına az-çok rahat bir soluk aldırır ama yoksulluğun asıl nedenlerini yok edemez” sözü tüm zengin toplumlar içinde geçerlidir. En kaba ifade ile ekonomik kalkınma, bir toplumdaki ulusal gelirin gerek bireysel olarak, gerekse toplum olarak artması demektir. Ülkenin tüm gelirinin toplumdaki birey sayısına bölünmesi ile elde edilen Ulusal gelir hiçbir toplumda eşit olmaz.
Temel olarak kalkınma tarım ve sanayi kesimlerinde üretimin artmasına bağlıdır. Hizmet ve alt yapı sektöründeki artışlar Ulusal geliri artırmasına rağmen aldatıcıdır. Tarım ve sanayide üretimin artmasının tek koşulu yatırım yapmaktır. Peki, yatırım nasıl yapılacaktır? En ilkel ekonomik bilgiler içinde yatırım yapılmasının temel gereği, sermayedir. Sermaye sağlamak ya iç tasarrufla ya da dış borçlanma ile gerçekleştirilir. Eğer Ülkenin petrol, altın vb. dışarıya satacak bir malı, turizm geliri gibi yüksek bir geliri yoksa sermaye sağlamanın başka da yolu yoktur. Diyelim ki; şöyle ya da böyle sermayeyi sağladık ve yatırıma dönüştürdük. Milli gelir hemen artacak mıdır? Hayır, artmaz. Zira eğer yatırım yapılan alanda o mal için talep yoksa bir süre sonra üretim ister istemez kısıtlanacaktır. Ama ben elimdeki kitle iletişim araçları ile istediğim talebi yaratırım derseniz, işte o zaman tam kargaşa yaratmış olursunuz. Birkaç yıl iyi para kazanırsınız fakat sonunda o paranın da bir değeri kalmaz. Ulusal geliri düşük olan Ülkelerde gereksiz ve lüks sayılabilecek tüketim mallarına yöneltilecek bir talep, toplumun geniş kesimlerinde zaten zorunlu olarak düşük olan tasarruf eğiliminin iyice azalmasına yol açar. Ülke içindeki toplam tasarrufun azalması, uzun dönemde dış borca olan gereksinimi artırır. Ve bir gün bakmışsınız ki “deniz tükenmiştir”
Bir toplumda, alınması gereken üç önemli ekonomik karar vardır; hangi mal ve hizmetler, kim tarafından ve nasıl üretilecektir. Bu kararlar aynı zamanda “kimler için üretilecektir?” sorusunu da yanıtlamaktadır. İlk bakışta ekonomik gibi görünen bu karar aslında siyasal bir dizi karardır. Zaten siyasal ve ekonomik kararlar hiçbir zaman birbirinden bağımsız olmamıştır. Nasıl olsun ki? Siyaset dediğimiz olgu, ekonomik savaşımın toplumsal kurallar içerisinde uygulanmasından başka bir şey midir?
Söz konusu alınan üç ekonomik karardan sonra toplum, bu kararlar çerçevesinde koşullandırılır. Bu koşullandırma işlemlerine “belirli bir ideoloji yaratılır” demekte mümkündür. Aslında insanlığın ilk çağlarından beri sayısız düşünür,  farklı ideolojiler ortaya koymuşlardır. Ancak tüm bu ideolojiler aslında iki temel yaklaşım çerçevesinde odaklaşır; önce toplum mu yoksa birey mi? Yani önce bireyin çıkarları mı gelir, önce toplumun çıkarları mı?
Kitle psikolojisi kimi zaman biraz abartılarak değerlendirilmiştir. Aslında kendi kendini belirleyen bir dinamiği de yoktur ve kolayca manipüle edilir, kolayca etkilenerek değiştirilir. Örneğin Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumsal çıkarlar ön plana alınmıştır. Cumhuriyetin resmi ideolojisinin ekonomik siyasetteki amacı “milli mal olarak dışarıya sattığımızdan fazlasını dışarıdan almamak”, mali siyasetteki amacı, “geliri giderine eşit bütçe kurmak, devlet gelirini iyi hesap edip giderleri de ona uydurmak onu geçirmemek.” Olmuştur. Bu iki düsturun, Türk dilinde ata sözü ile ifadesi “kendi yağımızla kavrulmak, yabancıya muhtaç olmamaktır.”
1929’da kurulan “Ulusal İktisat ve Tasarruf” cemiyetini şu satırlarla değerlendirmektedir. “Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti, Büyük Gazinin himayesi ve Büyük Millet Meclisi Reisi Kazım Paşanın Reisliği altında teşekkül etmiş hayırlı bir müessesedir. Bütün Türkiye Mebusları daha ilk teşekkülde cemiyete aza yazılmışlardır.” Bu cemiyetin 1929’dan 1932’ye dek, İl ve İlçelerde 252 şubesi açılmış, o dönemler başlatılan “tutum haftası”, “yerli mallar haftası” çabaları 1950’lerin sonuna kadar sürmüştür.
O günlerin Türkiye’sinde gazeteler, her gün ödenen dış borç tutarını yazarlardı. Borç bulunması, ertelenmesine değil borcun ödenilmesine sevinilirdi. Ve o günlerin Türkiye’sinde “gemisini kurtaran kaptandır.”, “her koyun kendi bacağından asılır” gibi deyimlere kimse yüz vermezdi. O günlerin ekonomik politikalarının mirasını halen daha yenildiğini hepimiz görmekteyiz.
1950’de Türkiye’de yalnız bir iktidar değil, “anlayış” değişmişti. Adan Menderes’in “her mahallede bir milyoner yaratmak dileği” boşuna söylenen bir söz değildi. Ancak her mahallede bir milyoner yaratmakla başlayan süreç, sonuçta her mahallede altında arabası olan her insanı gerçekten milyoner yaptı ama bu milyonerliğin veya milyonerlerin hiç kimseye faydası olmadı. Ardından yoğun bir tüketim pompalamaya başlandı, bu da ekonomiyi dar boğazdan kurtaramadı. Ekonomik kalkınma bir heyecan işidir. Kitleye bu heyecan kolaylıkla aşılanabilir. Ancak kimse budala ve aptal sanılmamalıdır.
Kendilerini akıllı sananların hazin sonu tarih sayfaları ile doludur.
Nizamettin BİBER

Kadınımıza şükran duymak

Tarihsel arka planlarında kız çocukları diri diri gömülüyordu. Günümüzde bile halen Kadın bir insan olarak bile kabul edilmiyordu, bu konuda şüpheleri vardı şubat ayında başkentleri Riyad’da “Kadın insan mıdır” konulu bir seminer düzenleyerek konuyu tartışıyorlardı. Bundan tam yüz yıl önce I.Dünya savaşında Osmanlı İmparatorluğu İngiliz ve Arap Orduları karşısında direnemeyerek yenilmişti. Topraklarının büyük bir kısmını kaybederek Mondros Ateşkes antlaşmasına imzalamıştı. Daha ileride Sevr antlaşmasının imzalanmasına zemin hazırlayan itilaf devletleri bu antlaşmayı ihlal etmişlerdi. Osmanlı İmparatorluğunu yok etmek için önceden hazırladıkları işgal planlarını uygulamaya başlamışlardı. İşgal orduları ile Irak’tan, Suriye’den Kafkasya’dan Anadolu’ya girerek hızla ilerlediler.
Bu işgaller üzerine vatanlarını kurtarmak için harekete geçen Türk milleti, işgale karşı silaha sarılarak direnişle mücadele etmeye başladılar. Başlayan mücadele İzmir’in, Urfa’nın, Antep’in, Adana’nın, İstanbul’un işgalleri ile bütün vatana yayılmıştı.  Türk kadınları da bu mücadelenin içerisine girerek, yoğun bir biçimde katılmıştı.
Kadınlarımız;
Öncelikle protesto için düzenlenen mitinglere katıldılar, milli mücadeleyi destekleyen dayanışma cemiyetleri kurdular, (Bunun yanında manda yanlısı, ayrılıkçı faaliyetler bulunan azınlık, yardım ve kültür cemiyetleri de kuruldu.) cepheye silah taşıdılar, cephane imalathanelerinde, işçi taburlarında çalıştılar, ordunun, askerlerin giyecek ve yiyecek ihtiyacını karşıladılar, yardım topladılar, göçmenlere ve kimsesizlere yardım ettiler, işgalleri protesto eden mektup ve telgraflar gönderdiler, silahlı mücadeleye katıldılar.
Atatürk, 21 mart 1923 günü Konya’da yaptığı konuşmada; “Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir Ulusunda, Anadolu köylü kadınının üstünde emek vermiş bir başka kadın topluluğu gösterilemez. Dünyada hiçbir Ulusun kadını “Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, Ulusumu kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar gayret gösterdim” diyemez.” ve
1923’te başka bir konuşmasında da; “Bizim toplumumuzun başarısızlığının nedeni, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlikten ileri gelmektedir.” demişti.
Doğduğum Rize İkizdere Çağrankaya mahallesine (eski ismi kafkame köyü) her gittiğimde köyümüzün cami duvarlarını ve oyun oynadığımız cedak diye isimlendirdiğimiz yerdeki Biberoğlu Kasım ağanın konağının duvarlarını gördüğümde irkilirim. Çünkü; çocukluğumda köyümüzün yaşlı kadınları erkekleri gördüğünde cami ve eski konak duvarının önüne dönerek yüzünü tamamen dorayluk dediğimiz yerel örtü ile örter, sırtı yola bakacak şekilde gördüğü erkek geçene kadar beklerlerdi. Gördüğüm bu manzaralar bende inanılmaz etkiler yaratmıştı, sonraları Peyami Safa’nın, Türk kadınını yarı tavuk yarı canlıdan bireye Atatürk çevirmiştir, sözünü de çok düşünmüş sürekli sorgulamıştım.
Atatürk, Söylev ve demeçlerinde; “Ülkenin varlık nedenini hazırlayan kadınlarımız olmuş ve kadınlarımız olmaktadır. Kimse inkâr edemez ki, bu savaşta ve ondan evvelki savaşlarda milletin yaşama yeteneğini tutan hep kadınlarımızdır. Çift süren, tarlayı eken, ormandan odunu, keresteyi getiren, ürünleri pazara götürerek paraya çeviren, aile ocaklarının dumanını tüttüren, bütün bunlarla beraber sırtıyla, kağnısıyla, kucağındaki yavrusuyla, yağmur demeyip, kış demeyip, sıcak demeyip, cephenin savaş malzemesini taşıyan hep onlar, hep o ulvi, o özverili, o Anadolu kadınları olmuştur. Bundan dolayı, hepimiz bu büyük ruhu ve büyük duygulu kadınlarımızı şükran ve minnetle sonsuza kadar kutlamalı ve büyük saygı göstermeliyiz” demişti.
Bugün Suudi Arabasitan’da kadın insan olarak görülmüyor ve yok hükmünde olduğunu biliyoruz Ancak ben bizim kadınımız adına soruyorum?;
Daha önceki yılları da dikkate aldığımızda 2015 yılında toplam 414 kadını, 2016’da da tüm hızıyla ayda ortalama 30 kadını öldürmek yerine neden Ülkemizin varlık nedeni kadınlarımıza saygı, şükran (gönül borcu) ve minnet duymuyoruz?
Nizamettin BİBER

Okur ya da blog okuru kimdir?


Blog okuru veya genel anlamda okur kimdir? Öncelikle okuma becerisi olandır. Yazılı metnin anlaşılması için gereken çabayı gösterendir. Başka bir ifade ile basılı, yazılı veya görsel sayfaya bakarak onunla iletişim sürecine giren kişidir okur. Bunun için de yazarın yazılı metni oluştururken takındığı iletişim konumunu da takınan kişidir. Okur, yazarın metninin dokusuna sindirdiği iletiyi ya da bildirimi, mesajı algılamaya, kavramaya çalışır. Yazı yazmak, yazarlık nasıl bir yazma donanımı gerektirirse okurluk ta aynı donanımı gerektirir. Bu donanım, öyle bir çırpıda kolayca elde edilecek bir şey değildir. Öncesinden başlayan bir kültür faaliyetine ihtiyaç duyar, değişik çok farklı yapıda metinler üzerinde okuma deneyimi ister.
Peki, neleri içerir okurluk donanımı?
-Yazının düşünce ve duygu yapısını oluşturan öğeleri ayırabilmeli, yazarın amacını kestirebilmelidir.
-Okuma metninin yazı türünü (makale, köşe yazısı, deneme, eleştiri, tarih, sosyoloji, psikoloji, güncel vb.) belirleyebilecek durumda olmalıdır.
-Yazarın seçtiği konuya, ana temaya karşı takındığı tutumu, yazının dil ve anlatım özelliğinden çıkarabilmelidir.
-Yazının dokusu içinde yer alan anahtar kavramları, cümleleri, paragrafları ve bunların birbiri ile ilişkisini araştırıp bulabilmelidir.
-Yazının duygusal ve düşünsel gelişimini, yere ya da zamana göre düzenleniş biçimini anokranizme (zaman dışılık) düşmeden, neden-sonuç ilişkisini kavrayabilmelidir.
-Yazının sözcük örgüsünü oluşturan öğeleri, bunların temel, yan değişmeli anlamlarını metin içindeki konuma göre adlandırabilmelidir.
-Yazarın başvurduğu anlatım biçimlerini, düşünceyi geliştirme yollarını metne bağlı kalarak seçebilmelidir.
-Algıladığı düşüncelere karşı eleştirel bir tutum takınabilmelidir.
-Okumayı bir öğrenme ya da dinlenme veya eğlenme aracı olarak kullanabilmelidir.
-Öğrenme amaçlı soruların yanıtlarını yazıda bulabilmeli, belirli bir konuda bilgi toplayabilmek için yazılara nasıl başvuracağını bilmelidir.
Okurluk donanımını oluşturan bilgi ve beceriler daha da çoğaltılabilir. Ama iyi bir okuyucu yazarın gönderdiği iletiyi anlama çabası içindeyse en azından bunlara sahip olması gerekir. İyi okur, niçin nasıl okuyacağını bilen kişi olup; yazarlar arasındaki farkı görebilmeli çelişkili durumu tespit edebilmelidir. Okuma metinleri ile ilgili algılama tutarsızlığı göstermemelidir.
Bazıları okuduklarında duru fikirleri bazıları ise ayrıntılı bir biçimde anlatılan duygu ve hayalleri arar. Kimisi, yazarların, ozanların ya da bilginlerin eserlerinde kendi ruhunun yankılarını arar. Biri kendi içine dönmek için okur öteki içinden uzaklaşmak için. Öğrenmek için, zevk ya da gösteriş için okuyanlar, sanat anlayışı için ya da sadece olaylar üzerinde duranlar, okumaktan az ya da çok şey bekleyenler, seyrek ya da durmadan okuyanlar, düşünce bolluğu ya da düşünce kıtlığı ile okuyanlar, zekâsı işlek ya da durgun olanlar… Edindiği bilgiyi kulpuna getirip göstermek amacı ile eline geçeni plansız bir şekilde okuyan ayaklı ansiklopediler de var.
Yazanları tanımak, tarihe mal olmuş insanların biyografilerini okuyup, hayatını öğrenip onları kendine örnek almak, kısacası okuduklarında faydalanarak düşünce ve fikir hayatını geliştiren iyi okuyucudur. İyi bir okur için, okumayı; “hobi” olmaktan çıkar, hayatın amacı yapar. Kitap, onun en yakın dostudur.  Onun okumaktan duyduğu tat, bir müzik parçası çalanın, açık havada bir gezinti yapanın ya da doğayı seyre dalanın zevkinden daha fazladır.
Okuyucu,“iyinin”, “güzelin” yetiştiricisi etkisi altında dünya üzerinde bilgisini artırmak ve derinleştirmek amacıyla yanar. Fikirlerini yanılmaz bir şekilde tahkim eder. Okuma sayesinde kendini tartar, kişiliğini ve geleceğini görür, tanır. Okur için; Toplumda, okumanın gereksizliği saldırısı ve kitap kurdu diye tiye alınma riski de vardır. Oysa dünya tarihinde nice büyük başarılar elde etmiş, adını tarihe yazdırmış önder, kahraman, nitelikli kişilerin çoğu da okuma sevdalısıdır. Atatürk’ün 4000’e yakın kitap okuduğu bilinir.
Büyük Friedrich ve Napolyon’da son sevgililerinin kitaplar olduğunu ve mutluluğun azımsanmayacak bir kısmını okumakta bulduğunu söylerler.
Amaç; ister kendini geliştirmek, ister bir soruya karşılık bulmak, ister bir konuda bilgi edinmek, isterse hoşça zaman geçirmek olsun, okur, amacı ile yazı arasında sağlıklı ve rasyonel iletişime girendir.
Okur ya da Blog okuru kimdir sorusuna; ben; insanın kendisinin ne kadar cahil olduğunu öğrenmesi için merak ederek okuyandır, diye yanıt veririm!
Nizamettin BİBER

Öğrenmeyi öğrenmek!

Bir bilgi ve becerinin, bireyin davranışlarında uzun süreli değişiklik meydana getirmesine öğrenme dendiğini biliyoruz. Bir anlamda; eğitim ve öğrenimde temel amaç öğrenmeyi öğretmektir. Öğrenme olgusu, öğretmeyi de birlikte düşündürdüğü için, öğreten her insanın önce öğrenmeyi öğrenmesi, sonra da öğretmeyi öğrenmesi zorunluluğu vardır. Öğrenme nedir? Öğrenme, yeni düşünceler, yeni beceriler kazanmak, alıştırma, eksersiz olumlu ya da olumsuz ilerlemedir. Aynı zamanda yeni konumlara karşı, yeni davranışlar kazanmaktır. Aslında tüm tanımlamaların, ortak yönü, “yeni düşünceler”, “yeni beceriler”, “yeni davranışlar” edinilmesidir. Öğrenmenin genel bazı nitelikleri vardır. Bunlar, doğuştan var olan dürtüsel ve içgüdüsel süreçlerden farklı olarak, yaşam boyunca bireyin kazandığı bilgi, beceri ve tepki geliştirme, kullanma ve yaşam konumlarının zorluklarını yenme, yeni konumlara yeni uyumlar sağlama eylemleridir. Öğrenme, öğrenen bireyin, kendi bireysel, kazanılmış, akılsal ve güdüsel içerikli eylemidir.
Genel bir öğrenme yeteneği kabul edilmemekle birlikte öğrenmede başarı, bireyin gereksinmelerine, tekrarların sayısına ve öğrenenin genel yeteneğine bağlıdır.
Öğrenme, üç aşamada tamamlanan bir bütünleşme sürecidir. Bu bütünleşme süreci;
1-Öğrenmenin kazanılması,
2-Öğrenmenin saklanması,
3-Öğrenmenin hatırlanması işlevleriyle tanımlanır.
Öğrenmeyi etkileyen faktörler; psikolojik, fizyolojik, toplumsal faktörlerdir.
Öğrenmenin pozitif artışına neden olan koşullar;
1-Eğitim, alıştırma ve eksersizler ilerlemesi,
2-Bireyin yetenekli olduğu öğrenme alanlarında, eğitilmesi ve öğretilmesi,
3-Bireyin gelişme ve olgunluk yeterliliği,
4-Motivasyon, güdülenme, öğrenme davranışının yönü, davranışın başlaması, sürdürülmesi,.
5-Pekiştirme, öğrenmede, ödüllendirme ya da cezalandırma uygulanması,
6-Öğrenilenlerin, öğrenen için anlamlı olması ve bireyin bunun bilincine varmasıdır.
Öğrenmede azalmalara yol açan nedenler;
1-Çaba yoksunluğu, çalışma dürtüsünün yetersizliği,
2-İlgi yoksunluğu,
3-Çalışma yöntemine uyumsuzluk, yöntem yetersizliği,
4-Çalışmayı engelleyici duygusal durumların varlığı,
5-Çalışma ve öğrenme yöntemlerinde sık sık değişikliklerin yapılması,
6-Öğrenme konularının zorluğu.
Fizyolojik etmenler;
1-Duyumsal yetersizlikler,
2-Genel sağlık bozukluğu,
3-Zihinsel yetersizlikler.
Bunlardan başka, öğrenme ile ilgili, öğrenmeyi bazen kolaylaştırıp, pekiştiren, bazen de öğrenmeyi zayıflatan, azaltan genel faktörlerde vardır. Bunlar öğrenmenin her alanında geçerli olan ve öğrenmeyi kolaylaştırdığı, pekiştirdiği kabul edilen, “öğrenmede tekrar”, “öğrenmede çoşkusallık”, “öğrenmede motivasyon” faktörleridir.
Öğrenme, evreni tanıma araçları arasında temel olgudur. Bireyin öğrenmesi yaşam boyunca sürdürülen bir oluşumdur.
Öğrenme sürecini şöyle sıralayabiliriz;
1-Bireyin, bir konuyu öğrenmesine yetecek kişilik özelliklerine sahip olması, Buna, öğrenmeye hazır bulunuş denir.
2-Öğrenmeye hazır olan bireyin, öğrenme ile ulaşacağı amacı benimsemesi; öğrenmeye istekli olması gereklidir.
3-Benimsenen amaca ulaşmak için, gerekli bilgi, beceri ve tutumu kazanmak gerekir.
4-Eylem sonunda elde edilen başarıların, ne oranda amacı gerçekleştirdiğini, birey kendi yaşadığı değer duygularına göre değerlendirir.
5-Öğrenme ile kazanılan, bilgi, beceri, tutum ve davranış, gerektiğinde kullanmak için bellekte saklanır.
6-Bir konuda öğrenilenler, başka bir konunun öğrenilmesinde, ya da başka bir problemin çözülmesinde kullanılır.
Öğrenmeyi öğrenmenin en etkin yolu, kendini, öğrenme kapasiteni, başarı ile kullandığın ve kullanmaya, ihtiyacın olan yöntemi, öğrenmek istediğin konuya olan bilgini ve ilgini bilmekten geçer. Ovidius diyor ki “Öğrenmek güzel şeydir, bir düşmandan bile olsa.”, Samuel Smiles’da “Bir insan ne kadar çok öğrenirse o kadar çok alçak gönüllü olur” diyor.
Umarım, öğrenme hakkında bilgi aktarmaya çalışırken, düzenli bir Üniversite öğrencisinin ders notlarına benzeyen bu blog yazısı ile sizi sıkmadım.
Nizamettin BİBER

1938-Sonsuza değin

“Öl ve ol! İşte bunu bilmiyorsan, zavallı bir misafirsin karanlık yeryüzünde.” Goethe
O, yeryüzünde zavallı bir misafir olarak yaşamadı …
“Ayakta ölmek diz üstü yaşamaktan daha iyidir .” Roosevelt
O, diz üstüne hiç eğilmedi, ayakta öldü…
“Şerefini kaybettikten sonra yaşamaktan daha feci ölüm olur mu?” J.J. Rousseau
O, yaşamının her anını şerefiyle yaşadı….
“Ölmekten korkmuyorum, yeterince yaşamamış olmaktan korkuyorum.” Mr. Nobody
O, asla ölmekten korkmadı yeterince yaşadı …
“Ölüler güç ve bilgilerini beraberinde götürmez, yaşayanlara ilave eder.” Kızıldereli Hopi Kabilesi
Güç ve tüm bilgilerini ulusuna bıraktı O…
“Ölüm hiç bir şeydir; asıl yenik ve şerefsiz yaşamak her gün ölmektir.” Napolyon Bonapart
O asla yenilgiyi kabul etmedi, şerefiyle yaşadı .
“Ölüm bu ne hükümdar tanır ne soytarı, herkesi aynı iştahla yutar.” Victor Hugo
O da, sıradan bir fani gibi öldü…
“Herkes ölür ama herkes gerçekten yaşayamaz” Victor Hugo
O, gerçekten Ulusu için yaşadı..
“Öldükten sonra unutulmak istemiyorsanız; ya okunmaya değer bir kitap ya yazılmaya değer işler başarın” Benjamin Franklin
Onun yaptığı tüm işler yazılmaya değerdi…
 “Hayatlarını yüksek şeylerin yolunda harcayanlar, hiçbir zaman ölmezler.” G.Hippel
O, yüksek erdemli kavramların yolunda hayatını harcadı, Ulusunu çok sevdi…
“İnsanlar neden ölür bilir misiniz? Tembellikten, inançsızlıktan ve yaşamayı değer kılmayı becerememekten.” Bernard Shaw
O, yaşamayı hep değerli kıldı…
“Ölüm yalnız dehaya ilişmez.” Seneca
O, gerçek bir deha idi…
“Hiç kimse, bu dünyadan canlı çıkmıyor.” Leo BuscagHa
O da dünyadan canlı çıkamadı ama bir ölüm, hiç kimseyi bu kadar ölümsüz kılmamıştı!
135 yaşındaki Atamızın Ruhu şad olsun !
Nizamettin BİBER

Moloz ve Cenaze

İnşaatlarda can güvenliğinin olmadığı, ruhsat belgesi olmadan izinsiz çalışmalar yapıldığı, çalışanlar ile sorumluların iş hakkında tecrübesiz olduğu, inşaat denetiminin yapılmadığı söylemlerine rağmen 6331 sayılı işçi sağlığı iş güvenliği yasası ile de iş kazalarının önüne bir türlü geçilemedi. Maalesef, bir inşaat işçisinin cesedi inşaat molozlarının içerisinde bulundu.
Sarıyer’deki bir inşaattan aldığı molozları Kağıthane’deki moloz döküm alanına döken kamyon şoförü molozların içinde bir erkek cesedi olduğunu fark ederek durumu polis ekiplerine bildirdi. Olay yeri inceleme ekipleri yaptığı incelemede cesedin molozların geldiği inşaat şirketinde çalışan 21 yaşındaki Veysel Karani Keleşoğlu’na ait olduğunu belirledi. Ceset yapılan incelemelerin ardından Adli Tıp Kurumu’na kaldırıldı. Polis ekipleri, inşaat işçisi Veysel Karani Keleşoğlu’nun iş kazası sonucu hayatını kaybetmiş olabileceği üzerinde dururken soruşturma çok yönlü olarak devam etmektedir.
Bir hayvana bile yapılsa insanın vicdanını sızlatacak belki de kamuoyunda uzun süreli şiddetli tartışmalara neden olması gereken bir olay bu ama ölüme o kadar çok alıştık ve kanıksadık ki. Genç işçinin cesedinin şirketin imajı gölgelenmesin, zedelenmesin diye inşaat moloz artıkları ile döküm yerine atılmış olma ihtimali, gelişmemiş ülkelerde özellikle orta doğuda insana verilen değerin Ülkemize de yansıması mıdır diye düşünmeden edemedim! Bu olay inşaatlarda halen güvensiz koşulların olduğunun yanında çevremizde kullanılan “fakirin Cenazesi, zenginin O…p…ğu duyulmaz” sözünü, Yunus Emre’nin “şöyle garip bencileyin”
“Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin” şiiri ile
Turgut Uyar’ın “Bir Garip Ölmüş Diyeler” şiirini hatırlattı;
“şöyle sessizce ölüp gitmeliyim
bir yaz gecesi Gülhane parkında.
şu hazin ömrü tamam etmeliyim..
geç saatlere kadar oturduğum,
denize bakan bir sırasında
kırık dökük hatıralar arasında.
ne vasiyet, ne uzun boylu veda
ölümüme hiç kimsenin aklı ermesin
gözlerim birdenbire kapanıversin.
ne kimseye borcum, ne alacağım
ne birikmiş beş on kuruş cebimde.
ne kimseyi sevindirmiş, ne üzmüş olacağım.
ne gazetelerde ne de radyoda
ölümüm kimseye dert olmamalı.
kim tanır zaten beni dünyada.
insanlar her günkü gibi şen şakrak
tabutum Merkez Efendi'ye giderken
üç beş kişinin omzunda gıcırdayarak
birkaç kişi başlarını eğsinler,
sonra ardımdan bakıp acıyarak
- Bir garip ölmüş desinler”
Ne yazık ki; moloz ile cenazenin birlikteliğine şaşırmayan hatta ikisini özdeşleştiren yüreği katılaşmış bir toplumun bireyleri olarak ölen işçi Veysel Karani Keleşoğlu için de rahmet okuyamıyor, içten, “bir garip ölmüş” bile diyemiyoruz hep beraber!
Nizamettin BİBER

4 Aralık 2016 Pazar

Karanlıkta Bir Işık



Fizik profesörlüğünden onu bir partinin başına getiren Ülke adına duyduğu kaygı ve aynı zamanda sorumluluktu. O da babası İsmet İnönü gibi öğle yemeklerinin üzerine on beş, yirmi dakika şekerleme yapıyordu. Çok tutumlu olduğundan her yerde bir benzeri bulunabilecek atkısı kaybolunca üzülüyordu. Sigara içmiyor, saatler boyunca tuvalete bile gitmeden TBMM Genel Kurulunda oturarak meclis konuşmalarını izliyordu. 10.yıl nutkunu ezbere biliyor, Anne ve Babasının sözü geçince gözleri doluyordu. Bir politikacı olarak hitabetinin iyi olmadığını bunun “başarısızlık” olduğunu itiraf ediyordu.
Beceriksiz miydi? Türkiye siyaseti için fazlamıydı? Politikayı Danimarka’da mı yapmalıydı? Omuza alınmaktan hoşlanmıyor omuza alınacağı zaman yüzükoyun yere yatarak; Ağırlık merkezimi dağıtıyorum diyordu. Ense traşı yaptırmayı sevmiyordu.
Kendine özgü üslûbu, kendine özgü siyaset anlayışı ve kendine özgü esprileriyle Türk siyasetine damgasını vuran, uluslararası bilim çevreleri tarafından ünlü bir fizikçi olarak tanınan Prof. Erdal İnönü’yü, 31 Ekim 2007’de 81 yaşında iken kaybetmiştik.
Ondan kısa anekdotlar aktarmak istiyorum;
Akşam saatlerinde geç geldiği bir kasabada karşılanmış, yorgun düşmüştü fakat gösterilen ilgiden de memnun kalmıştı, partililer dahil konuşma yapmasını isteyen alkollü olduğu belli, ayakta duramayan bir vatandaş yanına gelerek “r”leri garip vurgusu ile –Saatlerdir bekliyoruz, mutlaka konuşmalısınız.
Erdal bey, adama dönerek, şunları dedi; “Ben konuşmasına konuşurum amma sen bu konuşmaya dayanacak durumda değilsin yav”
Paltosunu, çantasını tutturmayı sevmeyen Erdal İnönü’ye bir partili paltosunu saygıdan birazda zorlayarak giydirmek istiyordu. Erdal bey, tamam sağ ol derken, partili olmaz diyordu. Kurtulamayacağını anlayan Erdal bey, partiliye; “Paltoyu bırak yav, zaten eski yırtılacak” diyerek çıkıştı.
Kendisini sinema çıkışında yakalayan bir gazeteci sorar: - Sayın İnönü, sizi bu sıralar sinema salonlarında göremiyoruz pek? - Tabii göremezsiniz sinema salonları karanlık oluyor.
Seçmenlerden biri seçim otobüsünün önüne atılır ve Erdal Bey’e hitaben “Ölürüm yoluna” diye haykırır. Erdal Bey cevap verir: Dur, ölme. Bir oy bir oydur.
SHP genel başkanlığı döneminde diğer sol parti liderleri ve bürokratlarla bir restorana gider. Garsonun “Bir şey almak ister misiniz, efendim” sorusu üzerine “Teşekkürler biz birbirimizi yiyeceğiz” yanıtını verir.
Kars ve Van mitinglerinden Ankara’ya dönüyordu. Sivas üzerinde uçağın pilotu, “Efendim Ankara semaları kapalı. Kirli bulutlar var. İnişimiz çok güç olabilir” dedi. Ön koltukta gazete okuyan İnönü’nün cevabı ise şöyle oldu: - Hiç bir şey olmaz merak etmeyin. Ankara Belediye Başkanı Murat Karayalçın çok çalışkandır. O kirli bulutları hemen temizler.
Bir yurt gezisinde orta yaşlı bir adam Erdal beyin yanına gelir, bir fotoğraf göstererek “bu resimdeki çocuk benim, şimdi de böyle fotoğraf çektirmek istiyorum.” Erdal bey, bir vatandaşa bir de resme bakarak; “Sen kucağıma oturamazsın yav biraz büyümüşsün.”
İnönü gençlik yıllarında evinde otururken mutfaktan bir çığlık duydu. Eşi Sevinç Hanım “Erdal koş fare var” diye bağırıyordu. İnönü istifini bozmadı ve eşine öyle seslendi: - Ne yapayım Sevinç. Ben kedi miyim?
İnönü, İzmir’e mitinge gidiyordu. Uçakta İzmir milletvekili Neccar Türkcan, yanına gelerek “Efendim İzmir’de vurucu bir konuşma yapmalısınız. Yumruğunuzu da kürsüye vurun. Nasıl iktidara geleceğimizi sert bir üslupla anlatın lütfen” dedi. İnönü ise şu cevabı verdi: - Peki ben anlatırım, sonra sözü size bırakırım. Vuruculuğu ve diğer işlemleri siz yaparsınız...
Türk siyasetinin ve bilim dünyasının renkli yüzü Erdal İnönü’nün terörle ilgili son yorumlarının “birlik” yönünde olduğu: “Terörle ilgili, ’Aşırı tepki doğru değil. Ayrımcılık tehlikeli, düşmanca bir hareket gelişmemeli. Terörün amacı zaten bu’ demişti. İnsanların her etnik kökenden gelebileceğini, bunun onları suçlu yapmayacağını söylemişti. Politikacıların kesinlikle nutuklarla vatandaşı kışkırtmaması gerektiğini vurgulamıştı.” İnönü’nün en çok merak ettiği konunun Kuzey Irak ve terör örgütü PKK olduğunu anlatan Hikmet Çetin ise şunları söylemişti“Siyasette ne yapacaklarını merak ediyordu. PKK’yı yakından izliyordu. Endişeliydi” Endişesinde haklılığını gösterdi,
0, Erdemli bir insan, çalışkan bir bilim adamı, renkli bir kişilik, adam gibi adam, tutumlu bir vatandaş, ahlaklı bir siyasetçi idi.
O karanlıktaki bir ışıktı.
Ruhu şad olsun, ışıklar içinde uyusun!
Onu, ölümünün 9.yıldönümünde sevgi ve saygı ile anıyoruz.
Nizamettin BİBER

Bir Toplum Nasıl İntihar Eder?

“Zümrütname” (Yapı Kredi Yayınları, 1999)
“Hasan Ali Yücel ve Türk Aydınlanması” (TÜBİTAK Yayınları, 2001)
“Zümrüt Ayna: Bilimsel Düşünce Üzerine Denemeler” (Yapı Kredi Yayınları, 2003)
“Yaşamın Evrimi Fikrinin Darwin Döneminin Sonuna Kadarki Kısa Tarihi” (İ.T.Ü. Yayınları, 2004)
“99 Sayfada İstanbul Depremi” (İş Bankası Kültür Yayınları, 2006)
“Bilgiyle Sohbet - Popüler Bilim Yazıları” (İş Bankası Kültür Yayınları, 2014)
“Dahi Diktatör” (Ka Kitap, 2014)
“Aptalı Tanımak” (Ka Kitap, 2015)
“Newton Neden Türk Değildi?” (Ka Kitap, 2015)
“Bir Toplum Nasıl İntihar Eder?” (Ka Kitap, 2016) kitapların yazarı ve hakkında yazılan “Bir Bilim Adamının Serüveni - Celal Şengör Kitabı” (Söyleşi: Sefa Kaplan) (İş Bankası Kültür Yayınları, 2010) kitabın biyografi konusu bilim adamı Celal Şengör Bir Toplum Nasıl İntihar Eder? Kitabının tanıtımında;
“Türkiye bir bilim ülkesi değildir. Ürettiği bilim de birkaç kişisel istisna dışında dünya ölçeğinde tamamen ihmal edilebilir düzeydedir. Türkiye’nin bu bilim fakirliği, sanayisine ve ticaretine de yansımıştır. Özgün hemen hiçbir sanayi ürünü olmayan Türkiye, ticarette de, tarımda da gariban olup, örneğin yazılım oluşturmak gibi akıl ve bilgiden başka hiçbir sermaye istemeyen son derece kolay ve getirisi büyük bir işi dahi yapamamaktadır. Türkiye’de (askerlik hariç) hemen hiçbir konuda bir ehil insanlar sınıfı yoktur.
Türkiye bu zavallı duruma 1946’dan sonra düşmüştür. Çünkü 1946’dan sonra ülke idaresi tam cahillerin eline geçmiştir. 1920’lerden beri gelen Atatürk’ün elit idaresinden intikam almaya azmetmiş bu kırsal güruh, Türkiye'yi gerçek bir felâkete sürüklemiştir. Ülkedeki tüm sözüm ona “gelişme” dünya gelişme hızının çok gerisinde kalmış, ancak zır cahil üçüncü dünya ile kıyaslandığında “göğsümüzü kabartan” otoban gibi, gökdelenler gibi, telekomünikasyon gibi kopya ürünleriyle yaşam seviyesi yukarı doğru kımıldamıştır.
Eğitim, 1946 sonrası dönemde en büyük yarayı alan kesim olmuştur. Öğretmenlik mesleği ayağa düşürülmüş, üniversiteler, bu adı taşıyan bina sayısı arttığı halde tamamen ortadan kalkmış, eğitim ehil insan yaratmak yerine diplomalı cahil üreten bir fabrika haline getirilmiştir. Bunda da temel amaç, cahil kırsal kesimin hak etmeden ve emek harcamadan her şeye, başkalarını ve kendisini kandırarak ulaşma hırsını tatmin olmuştur. Türkiye sonu pek fecî bitebilecek olan bu cehalet temelli politikalarından derhal vazgeçerek aklını başına almalıdır.” diyor
Yurt dışında birçok üniversitede bulunmuş olan, birçok uluslararası ödülün de sahibi, ayrıca, TÜBİTAK Bilim Ödülü'nü kazanan en genç bilim adamı prof. Dr. Celal Şengör hoca yazdıklarında haklı mı?
Ekonomi-politik içerikli 189 sayfalı kitabı halen okuyorum, merak ediyorsanız edinip okumanızı şiddetle öneriyorum!
Nizamettin BİBER

Millileştirmeden Özelleştirmeye

30’lı yıllardan sonra devlet sanayimiz beş yıllık sanayi planlarına (BYSP) göre kurulmuştu. Bu planlar belirli büyüme hedefleri ön gören, üretim, tasarruf, yatırım, dış ticaret, ulaştırma gibi faaliyetleri belli hedeflere varılacak şekilde düzenleyip ayarlamak isteyen planlar olmayıp kamu kesimine ait yatırımlardan ibaretti.
Birinci BYSP’da (1933-1937) oluşturulan sanayi; Pamuk Mensucat Sanayi (Bakırköy, Kayseri, Ereğli, Nazilli, Malatya İplik ve dokuma, Iğdır İplik Fabrikaları), Karabük Demir Sanayi, Bursa Kamgarn (Merinos) Sanayi, Toprak Sanayi (Kütahya seramik, Paşabahçe şişe ve cam ve bazı çimento fabrikaları), Keçiborlu Kükürt Sanayi, Kimya Sanayi’sinden (Gemlik Suni İpek, İzmit Süperfosfat, Isparta Gülyağı vb. fabrikaları) ibaretti.
Birinci BYSP’nı 1938-9142 yıllarını kapsayan ikinci BYSP izlemiş, fakat finansman güçlükleri, II. Dünya savaşı ve devletçiliğe karşı beliren eğilimler nedenleriyle ön görülen tesislerin ancak bir kaçı kurulabilmişti. Bu iki planın uygulanması ile sanayi yatırımları önemli ölçüde artmış, Devlete ait imalat işletmelerinin yönetimi eski “Sanayi ve Maadin Bankası” yerine geçen “Sümerbank”a, madenlerin yönetimi ise ikinci BYKP ile kurulan “Etibank”a bırakılmıştı.
Ulusal bir kimlik kazandırmak üzere yabancı iktisadi kuruluşlara el koyma anlamındaki Millileştirme ise bu dönemin iktisat politikalarının önemli bir özelliğini taşıyordu. 1933-1937 yılları arasında devlete geçen işletmeler ve sahiplerine ödenen tazminatlara şöyle bir göz atarsak;
-İstanbul T.A. Su Şirketi, 20.5.1933’te 1.3 milyon Fransız frangı ödenerek İstanbul Belediyesine devredilmiştir.
-İzmir Rıhtım Şirketi ve Rıhtımdaki Tramvay İşletmesi, 12.6.1933’te 7.8 milyon Fransız Frangı karşılığı devlete aktarılmıştır.
-İzmir-Afyon, Manisa-Bandırma demiryolu hattı, 162 milyon Fransız Frangı karşılığında 31.5.1934’te devletleştirilmiştir.
-İstanbul Rıhtım, Dok ve Antrepo T.A.Ş. 23.12.1932’de 33 milyon Fransız Frangı karşılığında devlete devredilmiştir.
-Aydın Demiryolu Şirketi, 30.5.21935 tarihinde 1.8 milyon İngiliz Lirası ödenerek devletleştirilmiş bulunmaktadır.
-İstanbul Telefon A.Ş. 13.6.1936’da 800.000 İngiliz Lirasına satın alındı.
-Ereğli Şirketi, 31.1937’de 3.5 milyon TL karşılığında devletleştirildi. (Bu şirket Ereğli Limanı ve İşletmesi ile Zonguldak Çatalağzı demir yolu hattını ve kömür madeni işletmelerini kapsıyordu.)
-Şark Demiryolları T.A.Ş., 26.4.1937’de 20.7 milyon İsviçre frangına satın alınmıştır.
Bu listeye, İstanbul Tramvay Şirketi, İstanbul Elektrik Şirketi, İstanbul Tünel Şirketi, Ankara Elektrik ve Havagazı, İzmir Tramvay ve Elektrik T.A.Ş., İzmir Suları T.A.Ş’de katılmıştır.
Ayrıca, 1936’da Ergani Bakır T.A.Ş., 1936’da Kuvarsan Bakır Madeni İşletmesi, 1940’ta da Bira Fabrikaları T.A.Ş. devletleştirilmiştir. Görüldüğü gibi millileştirilen İşletmeler dış Ülkelerde de genellikle kamu tarafından yürütüle gelen işlerle uğraşan yabancı kuruluşlardır. İstanbul Boğaziçi Vapur İşletmesi Şirket-i Hayriye ile bazı madenler devletleştirmeye tabi tutulan Türk İşletmeleridir.
Özelleştirilen bir kamu İşletmesinde çalışan bir komşumuza işletmeniz özelleşecek ne düşünüyorsun diye sorduğumda; bana; “Özelleşelim güzelleşelim” şeklinde oldukça şaşırtıcı hatta beni üzen bir tekerleme ile yanıt vermişti.
Bugün bilinenin aksine kapitalist sayılan ülkelerde bile kamu kesiminin ulaşmış olduğu boyut onları adeta karma ekonomi şekline dönüştürmüştür. Kamunun ekonomiye müdahale boyutunun en önemli simgesi olarak bilinen kamu harcamaları/GSMH oranı açısından bakıldığında günümüzde bu oranın %25’lerin altında olduğu ülke neredeyse yok gibidir. Bununla beraber söz konusu oranın %50’leri geçtiği gelişmiş ülkeler de mevcuttur. Kamu kesiminin % 50 civarında olduğu Kuzey Avrupa ülkeleri, Almanya, Fransa gibi kıta Avrupa’sı ülkeleri yanında daha düşük % 30 civarında olduğu ABD, İngiltere, Japonya gibi Ülkeler de söz konudur. Yani süreç içinde kamu kesiminin iktisadi faaliyetlerinin hem niteliği, hem de niceliğinde bir artış görülmüştür. Ülkemizde ise gelinen noktada kamu kesiminin ekonomiye oranı % 28 civarındadır.
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) verilerinden derlenen bilgilere göre,1986 yılından itibaren 272 kuruluştaki kamu hisseleri, 2 bin 214 taşınmaz, 10 otoyol, 2 boğaz köprüsü, 146 tesis, 7 liman, şans oyunları lisans hakkı ile araç muayene istasyonları özelleştirme kapsamına alınmıştır. Özelleştirmelerin başladığı 1986 yılından bu yıla kadar ki süreçte uygulamaların toplam tutarı 68 milyar dolar düzeyine çıkmıştır.
Özelleştirmek yerine işletmeleri ıslah edelim tartışmaları bir yana ekonomide verimlilik artışı ve kamu giderlerinde azalma sağlanacağı iddiasını taşıyan özelleştirilmeler; işsizliği, dışa bağımlılığı artırmış mı?, vatandaş, özelleştirilen şirketlerin imalat ürünleri ve hizmetlerinin yüksek fiyatlarıyla mı karşı karşıya kalmış?, sanayileşme olumsuz mu etkilenmiş ve gelir dağılımı bozulmuş mudur?
Emperyalizmin çevre ülkelerine yönelik silahından biri olan özelleştirme, bizim ulusal sorun ve ihtiyaçlarımızın gereği değil, bir batı dayatması olduğu kendi ekonomilerinde var olan yüksek kamu oranlarından da görülmektedir.
1924’te Lozan antlaşması ile kapitülasyonlar, yabancılara verilmiş bütün hak ve imtiyazlar Atatürk döneminde kaldırılmış, devletin kendi gelirleri ve maliyesi, ülkenin ticari ve sanayi etkinlikleri üzerinde kayıtsız ve koşulsuz egemenliğini sağlamış, bağımsız ve milli bir ekonomi benimsenmiştir.
Atatürk dönemi ve sonrasında 1930’lu yıllarda kısıtlı bütçelerine rağmen milyonlarca para ödenerek millileştirilen hemen hemen tüm işletmelerin bugün özelleştirilmesi Ülkemiz için daha mı iyi olmuştur?
Nizamettin BİBER