26 Şubat 2017 Pazar

FUKUYAMA, HUNGTINGTON VE UYGARLIKLAR ÇATIŞMASI


Bilgi ve teknoloji üretimindeki baş döndürücü gelişmeler, insanlığı ilgilendiren çok yeni ortak sorunların, tartışmaların ve yönelişlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Küreselleşme, ulusal sınırları düşünsel ve ekonomik anlamda göreceli hale getirirken bu yeni oluşumun karakteristik unsurları da netleşmiştir. Bunlar insanlığın ortak paydası olan “yükselen değerler”dir. Peki nedir, çağın yükselen değerleri? 1-İnsan hakları- 2-Demokrasi, 3-Serbest piyasa ekonomisi.
İşte bu genel çerçevenin düşünsel, siyasal ve toplumsal sonuçlarının geliştiği bir dönemde özellikle siyaset bilimcisi ve sosyologlar olmak üzere aydınlar arasında bomba etkisi yaratan iki makale yayınlandı. Bunlardan birincisi, Francis Fukuyama’nın “Tarihin sonu” adlı çalışması, diğeri de Samuel Huntington’nun “Uygarlıklar çatışması mı?” başlığı taşıyan makalesidir.
Fukuyama’nın tezi şudur; “İnsanoğlunun tarih boyu süren arayışı, batı liberal demokrasisinin getirdiği değerlerle nihai mükemmeliyete ulaşmıştır. Ona göre, artık bütün alternatif diğer sistemleri ve uygarlık yapıları tarihinin bu son evresinde Batı Uygarlığı’nın üstün değerlerine boyun eğmiştir. Bu yaklaşım yenidünya düzeni fikrinin entelektüel zemini oluşturmuştur. Romantik ve iyimser bir yaklaşımla, serbest piyasa düzenine dayalı Batı liberal demokrasisinin mutlak zaferini ilan etmiştir. Eşitsizliğin olduğu yerde çatışma dolayısı ile çatışma biter mi?
Hungtington’un tezi ise şöyledir; Yenidünya düzenindeki sürtüşmenin temel kaynağı, ideolojik ya da ekonomik sürtüşmeler çevresinde odaklanmayacaktır. Ülkeler arasındaki asıl büyük bölünmeler ve çatışmalar biçimi, kültürel düzlemde karşımıza çıkacaktır. Yenidünyada ulus devletleri, dünya siyasetinin en güçlü ve belirgin aktörleri olmaya devam edecek; fakat dünya siyasetindeki çatışmalar farklı uygarlıklara mensup uluslar ve gruplar arasında devam edecektir (…) Bu uygarlıklar arasındaki savaşlar, önümüzdeki yıllarda küresel politikalara egemen olacak, uygarlıklar arasındaki ayırım çizgileri, gelecekteki savaş alanlarını belirleyecek ve yönlendirecektir.
Uygarlıklar arasındaki ayırım çizgileri pek keskin olmasa da varlığı gerçektir. Uygarlıklar devingendir; yükselebilirler, düşüş gösterebilirler, bölünebilirler ve birleşebilirler. Tarih konusunda az çok bilgisi olanların bildikleri gibi, uygarlıklar yok olurlar ve zamanın kumlarına gömülebilirler.
Uygarlık kimliği gelecekte daha da önemli hale gelecek ve dünya büyük ölçüde yedi ya da sekiz büyüklük arasındaki etkileşimler tarafından şekillendirilecektir. Batı, Konfüçyonizim, Japon, İslam, Hint, Slav-Ordodoks, Latin Amerika ve Afrika Uygarlığından oluşmaktadır. Dünyanın geleceğine yön verecek olan en geniş coğrafyalara yayılmış iki medeniyet (Batılı ve İslam) arasında Carl Schmitt’in dost-düşman (friend-foe) ayrışmasında olduğu gibi kaçınılmaz bir çatışma olacağını iddia eder. Çatışmanın ise uygarlıkları birbirinden ayıran “Kültürel ayırım çizgileri” çevresinde olacağını söyler. Fukuyama ve Huntington’nun çok tartışmalı makaleleri, bilimsel olmaktan çok, spekülatif nitelik taşımaktadır. Özellikle Huntington’nun Türkiye ile ilişkili olarak önerdiği, Atatürk'ün mirasının olduğu gibi ret edilmesi ve Türkiye’nin VII. yüzyıl İslam uygarlığına dönmesi,  Türkiye’ye Batılı olmaktan vazgeçerek İslam dünyasının liderliğine oynamayı önermesi ise yalnız Türkiye’nin değil, tarihin ve sosyal bilimin gerçeklerine de aykırıdır.
Huntingto’nun tezinin temel noktası, sadece ve sadece, Soğuk Savaş’tan sonra günümüz politikalarının şekillenmesinde belirleyici olan unsurun siyasi, ideoloji değil, kimlik olacağı, yani Huntington’nun bir savaştan söz etmediği, Dünya tarihi boyunca zaten var olmuş olan kamplaşmaların, bundan böyle politik ideoloji değil, kimlikler doğrultusunda gerçekleşeceğini belirtilen savunmalar bana inandırıcı gelmiyor.
Türkiye’de birçoğunun düşündüğü gibi bende Hungtington’un “Dünya Savaşı tellalı” ve“planlanan küresel çatışmaların fikir babası” olduğunu, bu makale konseptini, “farklı din ve kültürlerin birbirini yemekte olduğu ve şiddetin daha çok ABD tarafından körüklendiği bir 21. yüzyıl tablosu” olarak özetlemek gerektiğini düşünüyorum.
Nizamettin Biber

Yayılma-Kültürsüzleşme-Kültür Şoku


Birlikte çalıştığımız arkadaşım izindeyken, oğlunun kimliği kargo ile iş yerine gelmişti. Babası da rahatsız olduğu için hem geçmiş olsun der kimliği verir hem de birer çay içer, laflarız düşüncesi ile yürüyerek onun yanına gittim. Yürürken inanılmaz şaşırdım, Türk vatandaşı sokakları adeta terk etmişti. Suriyeli ağırlıklı olmak üzere, yoğun olarak Afrikalılar ve Asyalı farklı kültürlerden insanlara rast geldim. Birden kültürel değişim sorunu aklıma geldi.
Kültürde değişme kültürün dinamik yapısı ile ilgilidir. Bu nedenle kültür değişmeleri zorunlu toplumsal bir gerçekliktir. Kültür değişimi ile ilgili yapılmış en kapsamlı tanım Malinouwski’ye aittir; “Bir toplumun mevcut düzenini, yani toplumsal yapısındaki maddi ve manevi kültürünü bir modelden başka bir modele dönüştüren bir süreçtir. Bu şekilde kültür değişmesi, bir toplumun siyasal yapısında, idari kurumlarında, bilgi sisteminde, eğitim örgütünde, yasalarında, maddi aygıt ve araçlarında, bunların kullanılmasında, toplumsal ekonominin dayandığı üretim araçlarının tasarruflarında az çok meydana gelen dönüşüm ve değişmeleri içerir. En geniş kavramsal anlamıyla kültür değişmesi, insan kültürünün sürekli bir etkenidir, her yerde ve her zaman oluşur” demiştir.
Zorunlu ve özgür olmak üzere iki farklı kültür değişmesinden söz edilebilir. Zorunlu kültür değişmesinde etkileşim halindeki iki toplumdan biri diğerine kendi kültür öğelerini kabulü ve benimsenmesi doğrultusunda baskı yaparak, ya da yönetimdeki belirli gruplar bu yabancı kültür öğelerinin benimsenmesinde genelin muhalefetine rağmen ısrar ederek, zorla kabul ettirmesiyle oluşan değişmedir. Etkileşim halindeki bir toplum ya da toplumsal grubun yabancı bir kültüre sahip grup ya da toplumla ilişki halinde olması sonucu hiçbir baskı altında kalmaksızın kişisel öğelerle beraber söz konusu kültürün belirli bir kısmını alıp benimsenmesi sonucunda yapısında meydana gelen değişmeler ise özgür kültür değişmeleridir.
Yeryüzünde toplumların ilişki ve etkileşimleri hem ihtiyaç hem de zorunlu nedenlerle ortaya çıkar. Küresel bir köye dönen dünyada insanlar ve toplumlar kaçınılmaz bir şekilde ilişki içerisine girerler. Bu zorunlu ilişki her türlü etkileşimi beraberinde getirir. Bir kültürden diğerine aktarma bu etkileşimlerin sonucudur. Kimi sosyologlara göre transfer eylemi sadece bir kültürdeki kültürel öğelerin alınması ve aktarılması ile sınırlı kalıyorsa buna yayılma (=diffusyon) denilmektedir. Yok eğer kültür öğeleri değil de toplum söz konusu ise buna kültür alıntısı (=culture borrowing) denilmektedir. Buradaki kültür ilişkisi özel anlamıyla “acculturation” olarak adlandırılmaktadır. Kültürlerin birbirleri ile ilişkisinin yeni bir kültürleşmeye yol açması anlamına gelen bu sözcüğün burada ifade ettiği anlama ihtiyatla yaklaşmak gerekmektedir. Çünkü “kültür edinme ya da kültürleştirme” olarak tanımlanan kavram sözlükte aynı zamanda “kültürel yozlaşma” olarak ta açıklanmaktadır. Bu anlamıyla acculturation, kültürleşmeden çok kültürel planda yozlaşma yani daha açık bir ifade ile “kültürsüzleşme” anlamına gelmektedir.
“Şok”,yeni bir olgu ve olay karşısında hazırlıksız olmanın getirdiği psikolojik ve toplumsal korku, heyecan ve panik halidir. Toffler, kültür şokunu şöyle açıklar; Hazırlıksız bir ziyaretçinin yabancı bir kültüre dalması sonucu karşılaştığı etkidir. Marko Polo Çin’de bu deneyi yaşamıştır. Cumhuriyet öncesinde gerileme döneminin Osmanlı aydınları Batı ile ilgili ilk temaslarından başlayarak uzunca devam eden bir süreçte benzer “kültür şok”u yaşamışlardır.
İstanbul’da geçmiş yıllara oranla bu yıl hemen hemen hiç batılı turiste rastlanmıyor. Özellikle kent içi taşımacılığın en yoğun olduğu tramvayda içerisinde nerdeyse Türkler azınlıkta, popülasyon Araplardan yana. Bağırıyorlar, yiyorlar, insanları itiyorlar, kabalar kültürel hiçbir kod taşımadıkları resmini veriıyorlar.
Sorun şu ki, kültür konusunda bizler kendi içimizde sorunlar yaşarken yeni bir kültürsüzlüğün etkisi altına girmiş bulunmaktayız ve bu konuda sosyal anlamda da hiçbir önlem alınmamış ve alınacak gibi görünmüyor. Geçenlerde Suriyeli olduğunu bildiğim ilkokul erkek kız öğrencileri tramvayda birbirini acımasızca tekmeliyorlardı. “Kültürsüz toplum, kimliksiz birey gibidir” diye düşünüyorum.
Önlem alınmazsa; korkarım ki, ne yazık ki, Türk toplumunun kültürel değerleri, yayılmanın, kültürsüzleşmenin ve kültür şokunun etkisi altında, çöl yönüne evrilecektir.
Nizamettin Biber

25 Şubat 2017 Cumartesi

Amatörden profesyonel bir eser


Uzun zamandır kitap yazma projem var hem de bir tane değil tam tamına 5 (beş) adet, birkaç yıldır katıldığım kitap müzayedesinde yazıcılıkta yapıyorum, zor bir iş hele günlük mesaiden sonra saat 12.00’ye kadar süren müzayede beni oldukça yoruyor müzayede sahibine yardımcı olmak adına haftada 3 gün gönüllü sürdürdüğüm bu uğraşıya kitabın keyif verdiği yanları adına katlanıyorum. Ayrıca bu alanda çok önemli deneyimler elde edindim, kitapla ilişkili insanların cehaletine tanık oldum kimi zaman. Ama yine de çok farklı özel insanları tanıma olanağı elde ediyorum. Kamuda çalışmamın, orta yaşın bana sunduğu serbest, özgür alanı ve tercih ettiğim kitapların fiyatlarının yükseltilmemesi avantajını kullanıyorum. Geçenlerde müzayidlerden gazeteci arkadaşımız Muhammet Oran bana bir kitaptan bahsetti, kitabı tiyatrocu birinin yazdığını, eserin adının da “Soğuk savaş ve Türkiye 1945 1960” olduğunu söyledi. Bir sonraki müzayedede çıkan bahsettiği bu kitabı satın alarak bana hediye etti.
Kitabın yazarı Turgay Merih’ti. Şimdilerde İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Rektörü ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi olan Çağrı Erhan, 2006 yılında Doçent ve Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi müdürü iken İngilizce bölümünden mezun, tiyatroculuk, bestecilik ve söz yazarlığı yapmış olan Turgay Merih’in odasına gelerek Türk dış politikası konusunda bir kitap yazmak istediğini, akademik yardım ve yönlendirme istediğini söylüyordu. Çağrı Erhan, aslında ilgili kişinin alan dışından olduğundan herhangi bir uluslararası ilişkiler yüksek lisans programını bitirip gelmesini salık vermek gerektiğini söylüyordu ama Merih’in mezun olduğu lisan programı ve yaşı yüksek lisans programına girmesine ve mezun olmasına olanak vermiyordu. Ancak birkaç görüşme sonrasında Çağrı hoca Turgay Merih’e “Soğuk Savaş ve Türkiye” çalışmasında akademik destek vermeye karar vermiş, verdiği bu kararı üç temel nedene bağlıyordu;
Birincisi, Turgay Merih’in bu çalışmayı, bilimsel kıstaslardan taviz vermeden tamamlama iradesine sahip olduğunu anlaması idi. İkincisi, Turgay Merih, lisansüstü çalışmalar yapanların genellikle takıldıkları, süre kısıtlaması gibi bir engelle de kendisini sınırlandırmamıştı. Üçüncü nedeninin ise tamamen kişisel olduğunu, şu soruyu kendine sorduğunu, Üniversite öğretim üyeleri, sadece üniversite bünyesinde yapılan lisansüstü çalışmalara mı akademik danışmanlık yapmalıdır? yanıtının hayır olması idi.
Kitabın hazırlığı tam 4 yıl sürmüştü, Turgay Merih’in her kaynak bulduğundaki heyecanına, asla intihale ve akademik aşırmaya meyletmeyen tutumuna şahit olmuştu. Çağrı Erhan kitabın önsözünde; “Turgay Merih, ilgili konuda bugüne kadar yapılmış çalışmaları derli-toplu olarak ve yeniden kurgulanmış biçimde okuyucuya iletiyor. “Nasıl olsa internet her istediğimizi bize sunuyor” kolaycılığına kaçmadan, bugün ancak Milli Kütüphane raflarında ulaşabileceğimiz bazı kitaplardan ve dergi makalelerinden aktarmalar yapıyor. Uzun yıllar önce yayınlananlar kadar, güncel kaynaklardan da yararlanıyor. Neredeyse yarım yüzyıl devam eden, küresel sistemi ve Türkiye'yi kökten etkileyen, ama bitişinin üzerinden 15 yıl geçtikten sonra bugün unutulmaya yüz tutan Soğuk Savaş'ın ilk dönemini Turgay Merih'ten bir kez daha öğreniyoruz” diyordu. Kitabı henüz okuyorum, dili ve kaynak zenginliği keyif verdi.
Doğrusu Turgay Merih'i kıskanmadım değil, bana da İstanbul Üniversitesinde Doçent olan bir arkadaşım yardım edeceğini söylemişti ama sonra İngiltere’ye gitti birkaç kez aradığımda çok yoğun olduğunu anladığımdan ve sonrasında benimde yoğunlaşmam ve konsantrasyonumun bozulmasından dolayı yardım alamadan ile ilintim bozuldu.
Kullanılmış kitap Müzayedesine katılan İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi Bölüm Başkanı Sayın hocam Prof. Dr. Mustafa Tekin hocam bana deneyimlerini ve dip notlar ile yapmam gerekenler için hap bilgiler veriyor zaman zaman.
300’e yakın kitap topladığım yazacağım ilk kitabın, veri toplama tekniği açısından belgesel kaynak derlemesi metodu ile araştırma konusunu seçtim konuya ilgim yüksek, araştırma konum bilinenlerin tekrarı durumunda değil, orijinallik, araştırmaya değecek önem taşıyor, kaynak bulmak konusunda sıkıntım yok. Konuyu sınırlandıramıyorum çok dağıldım, hipotez kurmak benim için zor oluyor, okuma, not alma, bilgi depolama konularında sorunlar yaşıyorum. Yazma sürecine geçemedim henüz.
Turgay Merih’i tebrik ederim ama Sayın Prof. Dr. Çağrı Erhan gibi bana da akademik destek verecek özellikle sosyal psikoloji bölüm akademisyenlerine isteğimi bu blog yazısı ile şiddetle duyurmak istiyorum.
Nizamettin Biber

Domuzları elle beslemek


1986 yılında İnşaat Mühendisliği bölümünün 2.sınıfın sonunda staj kuraları çekildiğinde DSİ Elazığ 9.Bölge Müdürlüğünü torbadan çekmiş çok üzülmüştüm. Neyse verilen görev namustur deyip Elazığ’a gittim orada görüştüğüm yetkililer beni 93. Teknik Şube Müdürlüğü olan Tunceli’ye gönderdiler.
Tunceli’ye gittiğimde ise şaşkınlık içindeydim İlin fiziksel koşulları beni hüsrana uğratmıştı. DSİ Şube Müdürü Bey beni nazik bir şekilde karşılamış, daha sonra tüm Şube çalışanlarının yakın ilgisi ile karşılaşmıştım. Şaşkınlığım ve terör nedeni ile biriktirdiğim korkularım kısa sürede dağılmıştı. Öğleyin Şubede yemek çıkıyordu ama şehirde yemek fiyatları öğrenci olduğum halde bana bile ucuz geldiğinden Şube şoförü ile birlikte şehir merkezinde et yemeğe gidiyorduk.
Oldukça zengin yemek kültürüne sahip olan Tunceli'nin yöresel yemekleri arasında Zerefet (Babiko) Sirekurt, Sirepati, Keşkek, Kavut, Patila unlu yemeklerine örnek verilebilir. Yöreye özgü bitki ve sebze yemeklerinden, Gulik Yemeği, Mantar Yemeği, Döğme Çorbası, Döğme Pilavı, Gulik Çorbası, Guriz Yemeği ile kurutulmuş sebze yemekleri sayılabilirdi. Geleneksel yöresel tatlılar arasında Helva, Dut Tatlısı, Aşure, Pancar tatlısı, Kabak Tatlısı, Heside (sulandırılmış Dut pekmezi, un ve tereyağı) ile baklava yer almaktadır. Terörle anılan Tunceli’nin Munzur Vadisi Milli Parkı, Düzgün Baba Dağı, Bağın Ilıcası, Munzur Gözeleri, Tek dişli Munzur Sarımsağı meşhurdur.
Eğitim konusunda başarı grafiğindeki ilk sırasını asla kimseye kaptırmıyor Tunceli. Şimdilerde adı Medyada sıkça duyulan Ovacık İlçesi Belediye Başkanı Komünist Partili Fatih Maçoğlu, organik kuru fasulye ve nohuttan sonra Ovacık, Pülümür ve Hozat İlçesi’nde organik bal üretimi yapan 40 arıcı ile anlaşarak, Tunceli Arıcılar Birliği ve Dersim Dernekleri Federasyonu ortaklığında, organik balları Türkiye piyasasına sunuyor. Ovacık Belediyesi, birileri gibi zengin işadamlarından dilenerek veya bir hizmet karşılığında para alarak değil kendi ürettiği ürünlerin satışından elde edilen gelirle onlarca öğrenciye burs veriyor. Başkanın makam aracı yok, danışmanı yok, makam kapısı yok, İlçede ulaşım bedava, su çok ucuz.
Son günlerde Tunceli merkez ve çevresinde etkili olan kar yağışından olumsuz etkilenen ve aç kaldıkları için şehir merkezine, Atatürk Mahallesi’ne özellikle akşam saatlerinde gelen yaban domuzları, evlerin önündeki çöplerde yiyecek aradığını, aç kalan yaban domuzlarını gören birçok kişinin kapı önlerine yiyecek bıraktıklarını içeren bir haber okudum.
Haber; Kimi Tuncelilerin domuzlara balkonlardan yiyecek attığını, İnsanlara alışan yaban domuzların kimi zaman mahalle sakinlerinin elleriyle verdiği yiyecekleri yediğini, Mahalleye gelen domuzların sayısının zaman zaman 40’a kadar çıktığını, bazen toplu, bazen 2’şer veya 3’er gruplara ayrılan yaban domuzları karınlarını doyurduktan sonra kırsal alana döndüğü bilgilerini içeriyordu
Tunceli denince tek başına bir muhalefet parti gibi davranan Kamer Genç’i şükranla anmalıyım ayrıca şimdilerde halen o görevde mi bilmiyorum ama Munzur suyunu şişeleyerek üreten ve pazara çıkaran eski komşumuz Tunceliler Dernek Başkanı Mustafa Yerlitaş abiye de sevgilerimi iletiyorum.
Tunceli’de kaldığım dönem içinde birçok yerini gördüğüm gibi Munzur gözelerini de görme olanağım oldu. 10 gün kaldığım Tunceli için bana nesi meşhur diye sorsalar, bugün bile aç kalan domuzları doyuran erdemli insanların çokluğudur, diye yanıtlarım.
Nizamettin Biber

Hukuk'un adaleti


Bir toplumda kişiler arasındaki farklılıkların yaratacağı sürtüşmelerin ve çatışmaların önlenmeleri veya çözümlenmeleri için çok çeşitli çıkarlar arasında bir dengenin sağlanması gereklidir. Bu ise, önce neyin kime ait olduğu yolunda akıl ve duygular aracılığı ile yapılacak bir değerlendirmeye bağlıdır. İşte burada sözü edilen değerlendirmenin ölçütü insanlardaki “adalet” düşüncesidir.
Adalet herkese, kendine ait olmanın tanınması yolunda insanın akıl ve duygu aracılığı ile yaptığı değerlendirme ve vardığı yargıdır. (Burada “kendine ait olan” ifadesi iki yönlüdür; hem hakkı hem de görevi tanımlamaktadır.)
Toplumu düzenleyen kurallardan ahlak, din ve hukuk kurallarının ortak yanları ve amaçları adaletin gerçekleştirilmesidir. Adalet ve hukuk arasında ayrılmaz bir bağ vardır. Salt bir değer olarak adalet, aynı zamanda hukukun idealidir. Adaletle kaynaşmamış, adalete yönelmemiş kural, hukuk değil ancak bir zorlama aracı olabilir. Yasaların değerleri ve ömürleri içerdikleri adalet öğesi ile doğrudan orantılıdır. Toplumda güven ve huzurun sağlanması, bireylerin adaletin gerçekleşeceğine olan inancı ile olanaklıdır.
Adalet anlayışı da göreceli bir nitelik taşıyabilir. Birine adaletli görünen bir çözüm veya davranış diğerinde aynı etkiyi bırakmayabilir. Oysa adalet duygusu insanlıkla birlikte, kişilerde ve toplumda vardır ve değişmeyen bir duygu, bir düşüncedir. Dolayısı ile herkes aynı adalet anlayışını benimsemiş değildir; ancak herkes adalet duygusuna sahiptir, denilebilir.
Adaletin görevi bir deniz feneri gibi hukuka ışık tutmaktır. Özellikle yasaların yapılmasında adaletin öneminin göz önünde tutulması ve kuralların buna uygun olarak saptanması gerekir. Çünkü hukukun özü ve son amacı adalettir. Hukuk’un görevi ise, adalete hizmet etmektir. Bu nokta yasaların uygulanmasında söz konusu olur. Yasaların kişilere göre değişmeksizin herkese eşit bir biçimde uygulanması durumunda adaletin gerçekleştiği söylenebilir.
En büyük dayanağı “eşitlik” ilkesi olan adaletin değişik türleri vardır:
a)Bunlardan biri olan “denkleştirici adalet” salt, aritmetik eşitliği belirtir. Herkesin yasa önünde eşit olması, bu tür bir adaletin somut örneği olarak gösterilebilir.
b)Eşit davranmanın ancak eşit durumda bulunanlar için bir anlam taşıyabileceği düşüncesinde kaynaklanan “paylaştırıcı adalet” ise, bireyin, değer, yetenek ve olanaklarına uyan orantılı bir eşitliği ön görür. Buna göre, herkese eşit davranılması, bazen amaçlarının tam tersine, adaletsizliğe yol açabilir. Örneğin, zenginler ile yoksullardan aynı tutarda vergi alındığında veya çok çalışanla az çalışana aynı ücret ödendiğinde adaletin gerçekleştiği söylenemeyecektir. Bu yüzden haklar ve görevler insanların kişisel durumları ile orantılı olmalıdır.
c)Adaletin bir başka türü de “sosyal adalet”tir. Bu tür adalet gereğince, toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde toplumun ortak yararı gözetilir. Sosyal adalet gerçekleştirilirken bireylerin değer, yetenek ve olanaklarına bakılmaz; herkese toplumun bir üyesi olarak düşen hak ve görevlerin neler olduğu belirlenir. Sosyal adalet düşüncesi ile toplum yaşamında zayıfların korunması amaçlanmaktadır.
Barış içerisinde sevgi ile mutlu bir şekilde yaşayabileceğimiz bir toplum için; Efes’li Herakleitos’un sözü doğrultusunda hep beraber “Adaletsizliği bir yangından daha çabuk önlemeliyiz.”
Nizamettin Biber

Hukuk, sağlık gibidir.

İnsanların bugünkü toplumsal yaşam düzeyine ulaşmaları uzun süreli mücadelelerin ürünüdür. Önceleri küçük aile toplulukları biçiminde yaşayan insanoğlu, doğanın zor koşulları karşısında çaresiz kalmış ve zamanla bir araya gelerek gücünü artırmıştır. Giderek daha da büyüyen topluluklar oluşturarak yaşamını sürdürmeye çalışmıştır.
Ne var ki, bu toplu yaşama biçimi birçok sorunları da beraberinde getirmiştir. İnsanların doğal yapılarında buluna maddi ve manevi farklılıkların bir sonucu olarak, ilişkilerde ve davranışlarda ortaya çıkan uyumsuzluklar birlikte yaşamayı bozan çatışmalara yol açmış ve bu durum üzerine toplumda düzeni sağlayacak birtakım kurallara gereksinim duyulmuştur.
Uzun yıllar boyunca, nelerin yapılabileceği ve yapılması gerektiği, nelerin yapılmasının doğru olmadığı ve yapılamayacağı konusunda toplumda oluşan kurallar içinde hukuk, gelenek (örf ve adet) ile toplumsal grupların ve birlikteliklerin oluşum sürecinde insan etkileşimleriyle hayat bulan değerler, inançlar, kanaatler, normlar, statü ve roller, büyük bir öneme sahiptir. Ahlak ve din kuralları ve görgü kuralları gibi diğer toplumsal düzen kuralları, sadece hukuk dışı ilişkileri düzenlemezler; aynı zamanda hukuksal ilişkileri ve davranışları da etkilerler.
Toplumsal yaşam içinde insan doğumdan ölüme kadar hukukla karşı karşıyadır. Hukuk, tıpkı solunan hava gibi görünmez ve tutulmaz bir biçimde çevremizi kaplar ve önemi, yitirilen sağlık gibi, ancak bir adaletsizliğe uğradığımız veya hakkımız elimizden alındığı zaman daha iyi anlaşılır.
Hukuk, topluma değerler kazandırarak, kökleşmelerini sağlar;
1-Hukuk, toplumda barışı sağlar; Kişiler arasındaki farklılıkların yarattığı tedirginliklerin ve çatışmaların önlenmesi ve bir düzen kurulması gereksinimi, toplumda birtakım kuralların oluşması sonucunu doğurmuştur. Bunlardan ahlak ve hukuk kurallarının, özellikle hukuk kurallarının amacı, toplumun varlığını sürdürebilmesi için çatışan çıkarların uzlaştırılmalarını ve insanların bir arada barış içinde yaşayabilecekleri bir düzenin kurulmasını gerçekleştirmektir.  Anayasada belirtildiği gibi, devletin temel amaç ve görevlerinden biri de kişilerin ve toplumun huzurunu sağlamaktır.
2-Hukuk, toplumda güven sağlar;Bir toplumda yaşayan bireylerin kaba güce ve haksızlıklara karşı korunmaları ancak adalet ilkesini içeren hukuk kurallarının yer aldığı bir toplum düzeni ile mümkündür. Böyle bir düzen yalnız kaba güç kullanılmasını sınırlamak ve haksızlıkları önlemekle kalmaz, aynı zamanda zayıf ve haklı olana devlet gücünden yararlanma olanağı da sağlar.
Bir ülkede doğru insanın en büyük dayanağı, hukuk kurallarının herkes hakkında eşit olarak uygulanacağına ve hukukun kendisini haksızlıklardan koruyarak adaletin yerini bulacağına olan inancı ve güvenidir. İşte bu nedenle “hukuk uygarlık yaşamının dayanağı, toplum içinde güvenliğin garantisidir” denilmiştir.
3-Hukuk, toplumda eşitlik sağlar;İnsanlar arasındaki farklılıklar doğuştan olabileceği gibi, sonradan da ortaya çıkabilir. Kurnaz biri ile saf birinin veya zenginle yoksul arasındaki farklılıklar insanlar arasında ayrıcalıkların doğmasına yol açabilir. İşte hukukun görevi, farklılıkları göz önünde bulundurmadan hukuk kurallarının herkese eşit bir şekilde uygulanmasının sağlamaktır. “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri nedenlerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Devlet organları ve tüm yöneticiler yaptıkları tüm işlerde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır.”
Eşitlik gözetilerek getirilen bir kural adalete de uygun düşer. Eşitlik düşüncesi adaletin dayanağı, hukukun özüdür.
“Örnek insanlar adaleti anlar.”Konfüçyüs
“Yasama, yürütme yargı iç içe geçmişse, özgürlükler garantide değilse, anayasa yok demektir. Kuvvet kimdeyse o hâkimdir.”Jean Jacques Rousseau
“Hiç kimse onu bulandırmadığı ve ihlal etmediği sürece Hukuk, teneffüs ettiğimiz hava gibi, görünmez ve tutulmaz bir şekilde etrafımızı kaplar. O, ancak kaybettiğimizi anladığımız zaman değerinin farkına vardığımız sağlık gibi sezilmez bir şeydir.”Leadri
Yoksa hukukun barış, güven ve eşitliğinin önemini sezemedik mi henüz?
Nizamettin Biber

Yunan ve Roma Uygarlıkları


Bugünkü Batı uygarlık düşüncesi, biçimi, sanatı ile bütün sosyal, politik ve hukuksal kuruluşları ile her şeyini eski Yunan ve Roma uygarlıklarına borçludur. Batıda eski Yunanca ve Latince öğretimi işte bu yüzden eğitimin belkemiğini oluşturmuştur; bundan dolayı klasik eğitim o derece büyük ve yaygın bir önem kazanmıştır. Aynı zamanda eski Yunan ve Roma’ya karşı  sonsuz bir sevgi ve saygı, derin bir hayranlık beslenir.
Eski Atina’da, İnsan denilen şeyin, yani bireyin değeri anlaşılmıştır. Bireye saygı, yani özgürlük kavramı, bireyin düşüncesine saygı, yani düşünce özgürlüğü, bireyin kendi kendini olduğu gibi içinde yaşadığı toplumu da yönetme hak ve görevine dayanan siyasal sistem, yani demokrasi, Atina’da doğmuştur. İnsan düşüncesi ve ruhuyla ilgili birçok şeyler Atina’da gelişmiştir. Felsefenin beşiği Atina olarak bilinir. En önemli öğretilerinden biri de akılcılık ilkesi, yani her şeyi akıl süzgecinden geçirdikten sonra kabul etme ilkesi doğmuştur. İnsan aklının kabul etmediği şeye inanmazlardı. Yunan filozofları aynı zamanda pozitif biliminde temelini atmışlardır. Yazarları ve düşünürleri bir yandan, mimar, ressam ve heykelcileri öbür yandan, öylesine eşsiz bir sadelik ve açıklık, o derece saf fakat aynı zamanda o kadar kusursuz güzellikte eserler ortaya koymuşlardır. Bugün bile bu alanlarda en büyük bilgiyi o eserlerden öğrenmek, onları örnek almak, onların koydukları kurallara dayanılmaktadır. Atina o eski çağlarda nasıl bütün Yunan dünyasının okulu olduysa sonra da politika, düşünce, bilim, edebiyat ve her türlü sanatta uygar dünyanın okulu olmuştur.
Yunan uygarlığı, Ege Denizi’ndeki adalar, Yunanistan, Makedonya, Trakya, Batı ve Güney-Batı Anadolu’da yaşayan toplulukların meydana getirdiği bir uygarlıktır. Yunan uygarlığı, koloni faaliyetleri ve sık yol ağları, kolay ulaşım olanakları ile Batı ile Ön Asya arasındaki sosyal, siyasi ve kültürel ilişkilerin gelişmesini sağlamıştır. Bu uygarlık ileri seviyedeki Mısır, Mezopotamya ve Anadolu uygarlıklarıyla etkileşimde bulunmuştur. Ayrıca Yunan uygarlığı, Büyük İskender’in fetihleri sonucu Asya kültürleriyle kaynaşarak Helenistik kültürü meydana getirmiştir. Yunan uygarlığı, daha sonraki dönemde ortaya çıkan Roma uygarlığının da temelini oluşturmuştur.
Eski Yunan ve Roma dünyası; siyaset, hukuk, askerlik, mimarlık, sanat, düşünce ve tarih yazıcılığı alanlarında günümüz Batı uygarlığı üzerinde çok önemli etkiler bırakmıştır. Batı dünyası Girit’teki Minos uygarlığı ve Yunanistan’daki Miken uygarlığını da kapsayacak şekilde eski Yunan ve Roma uygarlıklarının bıraktığı miras üzerine kurulmuştur. “Polis” denen kent devletlerinin kurulmaya başlaması, kolonizasyon, doğa filozofları, demokrasi ve demokratik yönetim biçiminin ortaya çıkışı, Herodotos ve Thukydides ile tarihçiliğin gelişimi, edebiyat, felsefe, Sokrates’in idamı, Büyük İskender ve Hellenistik krallıklar, Roma’da krallık, Cumhuriyet ve İmparatorluk dönemleri, sınıf mücadeleleri, Hannibal ve Kartaca Savaşları, “Roma Mucizesi”, İç Savaş ve Caesar, Augustus ve Roma Barışı, çok tanrılı dinden Hıristiyanlığa geçiş, imparatorluğun ikiye bölünmesi ve Batı Roma’nın yıkılması gibi Antik Çağ tarihine damgasını vuran olaylar ve kişiler Eski Yunan ve Roma Tarihinin önemli kesitleridir.
Felsefe ve edebiyatta Roma, kendine özgür eserler vermekle birlikte yine de Yunan örneklerine uymuştur. Romalılar sanat insanı olmaktan çok pratik yaşamın insanı olmuşlardır. Olağanüstü devlet adamı ve ordu teşkilatçısı olan Romalılar, gündelik yaşama ait yüksek ilke ve ideallere sahiptiler. Mimarlıkta çok çeşitli, güzel örnekler yaratmalarına karşın sonraki çağlara bıraktıkları mirasların belki de en önemlileri Roma Hukuku ve Latin dilidir. Roma Hukuku bugün dahi hala birçok Avrupa Ülkesi yasasının temelini oluşturur. Latin dili ise bir anlamı doğru ve kesin olarak ifade edebilen tek ve rakipsiz bir dildir. Bundan dolayı yüzyıllar boyunca Avrupa’nın bilim dili olarak kalmıştır.
Yunanlılar insanlara gerçek ve derin düşünceyi, Romalılar ise açık ve tam ifadeyi öğrettiler.
Ülkemiz Tanzimat’tan beridir bir Batılılaşma çabası içindedir. Fakat ne yazık ki o zamandan bu yana Batı ile temasımız ancak Batı’nın aldığı son şekil ile olmuştur. Hâlbuki Batıyı bugünkü Batı yapan, eski Yunan ve Roma’da oluşturulmuş temel ilkelerin, Rönesans’la (yeniden doğuş) tekrar ortaya çıkması, ele alınması ve bütün ileri adımların o ilkelere dayanarak atılması olmuştur. Doğu neden geri kalmıştır? Batı neden ilerlemiş ve bugünkü uygarlık düzeyine ulaşmıştır? Eğer bizde gerçekten Batılı bir uygarlığa erişmek istiyorsak, işte bu neden ve nasıl sorularını derinden, kökten araştırmalıyız. Batı uygarlığını dıştan gördüğümüz gibi almaya çalışmak, yüzeyde kalmaya ve başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkûm, boşuna bir çaba olur.
Bir ülkenin veya toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını ifade eden uygarlık, zaman içerisinde kendi başına gelişen bir kavram değildir. Öncelikle aklın kullanılması ile ona ait özgürlüğün varlığı Uygarlığın var olması ve gelişmesi için ön koşuldur.
Nizamettin Biber

12 Şubat 2017 Pazar

Friedrich Hegel ve Felsefesi


“Felsefenin getirdiği biricik düşünce, dünyayı aklın yönettiği ve bundan ötürü de evrensel tarihin akla uygun olduğu düşüncesidir. Demek ki evrensel tarihin incelenmesinden çıkması gereken ilk sonuç; tarih boyunca her şeyin akla uygun olarak olup bittiği ve evrensel tarihin, zorunlu bir yürüyüşü olduğu sonucudur.”
“Ekonomi bilimi göstermektedir ki, servet fazlalığına rağmen sivil toplum, bütün zenginliği içinde, kendi doğurduğu aşırı yoksulluğa ve halk tabakasına haraç verecek kadar mala sahip değildir.”
“Yüce ve sınırsız yönetim haklarını sadece birkaç yasayı çıkarmak ve bu yasalara uyulmasını sağlamakla yetinen ‘Sıradan Devlet’ler mantığa aykırıdır gerçi; ama bu tutarsızlık kusurlu Devletlerde en kusursuz olan yandır”diyor batı düşüncesinin en büyük ve en önemli temsilcilerinden Friedrich Hegel.
Gerek sağlığında, gerekse ölümünden sonra, kendisinden sonra gelen düşünür ve akımlara kaynak teşkil edecek fikirler üreten ve hala kurduğu, sistem felsefe tarihinde “biricik” olarak ifade edilen filozof.
Felsefe tarihinin balıca tartışma konularından biri olan idealizm-materyalizm ikiliğinde, idealizmin safında yer alan ve yaşadığı dönemde Alman idealizmine kendi damgasını vuran Hegel, yine antik çağlardan beri tartışıla gelen “diyalektik” kavramına da yeni boyutlar ekleyerek, “felesefe”nin tartışmasız en büyük zirvelerinde biri olmuştur.
Kullandığı kavramlar ya da mantık örgüsü, onu, kolayca anlaşılır biri olmaktan çıkarıyorsa da, onun felsefesini anlamadan kendinden sonra gelen diğer düşünce akımlarını anlamak ve yorumlamak hem zordur, hem de yapılan yorum ve değerlendirmeleri eksik bırakır. Örneğin, Hegel’in idealizmi ile diyalektiğini bilmemek, bu iki kavramı ters yüz ederek kendi sistemini oluşturan Marks’ı ve Marksizmi anlamayı güçleştirir.
Hegel’i düşünce tarihinde en üst konuma oturtan O’nun Alman idealizmine farklı şekiller getirmiş olmasıdır. Hegel, gerçek bir diğer Alman filozof Kant’ın gerekse Fichte ve Schelüng’in idealist felsefelerini yeni baştan ele almış, eleştirmiş, değişikliğe uğratmış ve sonuçta da Alman idealizmine kesin biçimini vermiştir.
Alman idealizmine kesin şeklini verirken ve bunun yanında kendi sistemini de geliştirirken Hegel, felsefe tarihinin ilk dönemlerinde ortaya çıkan daha sonra bir kenara itilen “Diyalektik” kavramını tekrar felsefe alanına sokmuştur. Marks, daha sonra Hegel’in diyalektik kavramını kullanarak kendi materyalist sisteminin bel kemiğini oluşturmuştur.
Diyalektik, nedir? Yunanca “tartışma” anlamına gelen diyalektik, Hegel’in terminolojisinde şöyle tanımlanmaktadır; “Diyalektik, yalnızca bir akıl yürütme tarzı olmayıp; doğada ve tarihte kendini gösteren İde’nin, Tin’in (zihnin) değişmesini ve gelişmesini getiren temel yasadır.”
Hegel’e göre her şeyin temelinde bir evrensel varlık, yani İde vardır. Doğada var olan her şey bu İde’nin belli bir biçim almışıdır, yansımadır, ama bu İde’nin kaybolup gitmesi demek değildir. İde, Tin’de (zihinde) tekrar kendine döner ve kendini bulur. İşte, Hegel’in Tin’i kendini bilip tanıyan mutlak varlıktır. Hegel’in terminolojisinde sürekli tekrarlanan “Mutlak Varlık”, “İde”, “Tin” gibi geniş kavramlar “Tanrı”yı simgelemektedir. Bu mutlak varlık, sadece var olmak değil; bir değişme, gelişme ve ilerlemedir. Yani mutlak varlık tezlerin ve anti tezlerin ortaya konulmasıdır.
Diyalektik metodun öğeleri; 1-Tez: Tin, kendini kendi düşüncesinde bilir; 2-Antitez: Tin, kendini doğadaki oluşturdukları ile bilir; 3-Sentez: Tin, bilince kavuşur. Kısacası, Tin,  diyalektik adı verilen tek ve sonsuz bir sürece dayanarak kendi kendinin bilincine varır, şeklindedir.
Diyalektiği daha basit bir yaklaşımla açıklarsak; Ortaya bir görüş ve kavram atılır. Bu “tez”dir. Bu görüş ve kavram aynı zamanda kendi içinde karşıtını, yani olumsuzunu da taşır. Bu “antitez”dir. Bu birbirine karşıt iki düşünce daha sonra içlerindeki gerçek ve güzel yanlarını bir araya getirerek yeni bir oluşum ortaya koyar. Bu da “sentez”dir. Ama bu diyalektik burada bitmez. Bu sentezin içinde de daha sonra başka tezler ve antitezler çıkarak, yeni oluşumlara yol açacaktır.
Hegel’e göre diyalektik, insanı ve doğayı bir bütün olarak ve tarihi açıdan değerlendirebilecek biricik metoddur. Ona göre her şeyin temelinde bir değişim ve ilerleme ilkesi vardır. Diyalektik, işte bu ilerleme ve değişimin yasalarını ortaya koymaktır. Hegel’e göre “mantık” doğruluğun çırılçıplak göründüğü alan, “doğa” kendisinden farklı bir duruma giren, başka bir ifade ile farklılaşan İde’dir. “Yabancılaşma” kavramını sistemli olarak inceleyen ilk filozof Hegel’dir. Kendisinden öncekilerin siyasal toplumu belirlemek için kullandıkları “sivil toplum” kavramını, siyasal öncesi toplum için kullanmıştır.
Hegel, felsefesinin temel taşları niteliğindeki kavramların her biri sayfalar, hatta kitaplar dolusu ele alınabilir. Kısaca anlatmaya çalıştığım Hegel’in felsefesi anlaşılması ve yorumlanması çok zor içerik taşımaktadır. Hele ki bu kendi kitaplarına başvurularak yapılırsa daha da zordur. Batı düşüncesini ve düşüncenin fikri mimarlarını anlamak gereğinin kesin koşulu olmasa da en önemli koşullarından biri de Hegel felsefesini, en azından, ana hatlarıyla bilmek ve öğrenmektir.
Daha yaşıyorken, kendi felsefesi üniversitelerde “ders” olarak okutulan ve ölümünden sonra “Hegel’ci felsefe” okulunun kurulmasına neden olan Hegel, felsefe tarihinde, izleri bugün bile görüşleriyle “tek” olma özelliğini korumaktadır.
Nizamettin Biber

Polemikçe


Bir konuyu ya da sorunu anlamak ve çözüm bulmak için öncelikle o konuda bilgi edinmeye çalışırız. Ancak belki de o konu için tek başına bilgi edinmek yetmeyebilir. O sorun ya da konuyu çözümlemek, karşıt yönlerini ortaya koymak gerekli olabilir. Ardından eleştirel incelemesini yapmak için sıradan insanlar, siyasetçiler, bilim insanları, sanatçılar ve yazarlar konunun iyice kavranması için tartışırlar.
Polemik kavramını tanımlayabilmek için tartışmayı bilmek gerekir. İnsanlar tartışır, çünkü tartışmak yararlı ve olumludur. Tartışma bir tür görüş alışverişi, bilgi transferidir. Tartışmanın daha sert şekli ise polemiktir. Mutlaka her tartışma polemik değildir öncelikle bilinmelidir ki polemik, tartışmadan farklı bir biçimde yapılır.
Edebiyatta, herhangi bir fikir veya sanat konusu ile ilgili olarak, gazete veya dergiler aracılığı ile girişilen tartışmalara polemik denir. Eğer polemiklerde demagojiye kaçınılmazsa, fikir, sanat ve yazın hayatına dinamizm ve olgunluk getirir, ilgili dünyaların renklenmesini sağlar. Polemik, belirli bir inanç ile ilgili gerçeğin ortaya çıkartılması veya tam aksine inanç kurmaya, oluşturmaya yönelik tartışılan argümandır. Genellikle siyasi, bilimsel, edebi konularda sert tartışma, zıtlaşma ve belli kurallara uygun bir şekilde gerçekleşen yargılama sanatı veya uygulamalarıdır. Sıkça polemik yazı yazan yazarlar ve konuşanlara ise polemist veya polemikçiler denilmektedir. Polemik, TDK tarafından isim olarak söz dalaşı, edebiyatta ise kalem kavgası olarak açıklanmıştır.
Hani bir zamanlar gazete ve dergilerde bir konu üzerinde yapılan şiddetli, kavgalı tartışmalar, polemikler olurdu. Benim hatırladığım ise Uğur Mumcu ile Taha Akyol arasındaki o ünlü polemiklerdi. Uğur Mumcunun bir sonraki Gözlem köşesindeki yazısını iple çekerdim. Ancak öyle polemikler vardır ki içeriği bir incir çekirdeği kabuğu doldurmayacak boyuttadır. Bilinen kaynaklarda her ne kadar az ya da çok sert, ateşli ve saldırgan, genellikle yazılı tartışma diye geçse de ve bu tanım belli ölçülerde doğruluk payı taşısa da aslında polemiğin sözlük anlamının ötesinde; tartışma kurallarını alt üst eden bir sertliği vardır. Karşı tarafa yüklenmeyi, onu bilimsellik ölçütleri dışında çürütmeyi hedefler. Bu yüzden, beliren ilk özelliği kırıcılığıdır. Polemik bir tür çağrıdır, davetiye çağrısı. Çivinin çiviyi sökmesi gibi, polemik polemiği çağırır. Bu anlamda da kışkırtıcı özellik taşır. Karşı tarafa yanıt verme dürtüsünü uyandırır, yani kışkırtıcıdır. Bu yönüyle de yazı hayatında kendine özel bir biçimi vardır.
Polemik böler ve yalnızlaştırır, ayırır, barışçı değil kavgacı, daha doğru bir ifade ile savaşçıdır. Zaten, sözcük kökeni olarak Yunanca polemos, “savaş” kelimesinden gelen polemikos, “savaşçı”, saldırgan kelimesinden gelmektedir. Yapısı itibari ile birilerini susturmaya yönelik olduğundan içeriğinde bir itiraz, bir direnme ve savunma vardır. Daha hafif bir ifade ile polemik, birileri ile alay etmek, ti’ye almak demektir. Karşılık aldığı sürece de yaşama alanı bulur. O yüzden de yazı hayatında yazanları ürküten bir yazı türüdür.
Eğer “yanıt hakkı” doğurur kaygısı ile “tartışma yazısının” yayınlanmasından vazgeçiliyorsa büyük olasılıkla “polemik” kodları taşıyordur. Polemik dualite (ikilik) özelliği taşır, bir polemiğin başlayabilmesi için en azından iki yazıya ihtiyaç duyulur. Aynı yayın alanındaki polemik içerikli yazıyı editör yayınlıyorsa polemik yapılmasına izin verilmiş demektir. İki yazı arasındaki gizli bir rekabetin; siyasal, düşünsel, sanatsal ya da edebi bir ayrılığın olması, polemiğin ön koşuludur.
Kimi zaman polemik, okurlar açısından eğlenceli bir hal alabilir, polemiğin uzun sürmesi de kimi zaman okurları sıkabilir, okurlar yan tutmaya başlar. Karalamalar, zaman zaman aşağılayıcı bir dil kullanılması, kişiliğe yönelik sataşmalar polemiğin olumsuz yönleridir. Eğer demagojiye düşülürse, fayda yerine zarar getirir; düşmanlıklara, gönül kırgınlıklarına neden olur. Polemikte ölçüyü kaçırmamak, hiçbir zaman nezaketi elden bırakmamak, karşı tarafın kişiliğini ve onurunu kıracak ifadelerden kaçınılması esas olmalıdır.
Polemik, onca gürültüye karşı, yine de yazı hayatının gelişmesine katkıda bulunan, bu yüzden de dönem dönem başvurulan, neredeyse kaçınılmaz bir gerekliliktir. Ancak yanlışlar öyle yoğunlaşır ki, doğrular toz duman olur, yanlışın içinde kaybolup gider. Bu nedenle polemik, doğrudan kişi yerine, yazıya, yazının içeriğine, yazınsal tartışmaların geliştirilmesine yönlendirilmelidir. Polemiğin özünde saldırı vardır. Polemikçi, karşıdakini bir darbe ile yere yıkmayı, yenmeyi hedefler. Karşılık aldığında da sevinir, yeniden polemik yapma şansı verildiği için coşar. Bu anlamda kısırdır, giderek kısır bir döngüye dönüşür. Yazın tarihinde mal olmuş onca polemikten pek azı derinlemesine olumlu sonuç vermiştir. Ölçüsü ve dozajı kaçırıldığında; polemik, sonradan pişmanlıkta yaratabilir.
Peki, polemik ne zaman yararlı olmuştur? Belli, nitelikli, yapıcı eleştirel düzeyi tutturulabilirse “olumlu” yanı öne çıkabilir. İlerletici bir işlev kazanabilir, giderek katılımcıların artması ile verimli olabilir. Maalesef; demokrasinin az geliştiği toplumlarda polemiklerde, kişiliğe yönelik sataşma öne çıkmaktadır. Polemik, eleştirinin dayandığı temellerden yoksun, eleştirinin dışında, onun karşıtı olan bir yerdedir. Bir yazı türü olarak, günümüzde “ilkel” anlamdaki polemiğin aşıldığını düşünmüyorum. Yazının keskin biçimi olarak polemiğin eleştirel düzeyde varlığının sürdürülmesi gerektiğine de inanıyorum
Nizamettin Biber

Merak ve araştırma


Bir karınca yavrusu, ana kraliçenin yer altında açtığı ve üzerini kapatıp dış dünyadan tamamen soyutladığı bir dehlizde kozadan çıkar. Daha o anda, nereye geldiğini ve kendisinden ne beklendiğini biliyor gibidir. İlk iş olarak, dehlizi genişletmeye koyulur. Çünkü yeni doğacak kardeşlerine kozadan çıktığı yer dar gelecektir. Bu işi yaparken, henüz tanımadığı vücuduna takılmış iki çift çenesini, üç çift ayağını ve antenlerini bir sanatçı yeteneği ile kullanır. Kendisine, o dehlizden başka bir dünyanın da var olduğunu anlatacak kimse yoktur. Aslında anlatması da gerekmez. O, kendiliğinden dehlizin tavanında bir delik açar ve dışarı çıkar. Yiyecek toplar, doğduğu yere getirir. Yavru karınca, daha hayatının ilk anlarında, kendisinden sonra doğacak kardeşlerinin bakımını annesinden devralmaya hazırdır.
İnsan ise bir karıncadan çok daha cahil, bilgisiz ve yeteneksiz olarak dünyaya gözünü açar. Ağlamaktan ve emmekten başka hiçbir şeyden haberi yoktur. Vücut organlarını kullanmayı öğrenmesi aylar alacak, kendi başının çaresine bakacak hale gelmesi için ise yıllar sürecektir.
Aradaki fark; Karınca öğrenmiş olarak, insan öğrenmek üzere dünyaya gelmiş ya da gönderilmiştir.
İnsanın araştırmak ve öğrenmek üzere kodlandığının, yaratıldığının gösteren en büyük kanıt, hayatının ilk yıllarıdır. Bir bebeğe dikkat edildiğinde; uyku dışındaki hiçbir zamanını boşa geçirdiğine tanık olmazsınız. Elini, ayağını, ağzını, bütün yeteneklerini ve en önemlisi zekâsını kullanarak, sürekli olarak kendisini ve çevresini araştırmakta, tanımaya çalışmakta, bir takım bilgiler edinmekte ve bu bilgileri, daha geliştirmek, daha ileri düzeyde bilgiler elde etmek için basamak yapmaktadır.
Bebeğin tüm çabaları mükemmel araştırma faaliyeti olarak tanımlanabilir.
Hayatın ilk yılları araştırmacılığın altın çağıdır. Bu dönemde çocuğun zihninde “zor” veya “olanaksız” şeklinde bir kavram yok gibidir. Yetişkin insanlar için ise yabancı bir dil öğrenmek veya bir bilim dalında uzmanlaşmak son derece güç bir iş iken, en az o kadar zor ve sabır isteyen yürümek ve konuşmak gibi son derece ağır işlerin altından her çocuk başarı ile kalkmaktadır.
Fakat bu altın çağ, özellikle bizim toplumda, çocukluk dönemlerinin ötesine nadiren uzanır. Çocuk, bir süre sonra, her şeyi kurcalamanın, büyükleri soru yağmuruna tutmanın iyi bir şey olmadığını öğrenmeye başlayacaktır. Bu durum, şimdiye kadar onu içinde yaşadığı dünyanın sırlarını keşfetmeye iten merak duygusunu belki yok edemeyecek fakat başka mecralara yöneltecektir. Yeni bir şeyler öğrenmek, önüne yeni açan ufuklar bilgiler edinmek, hayatın en heyecan verici faaliyeti olmaktan yavaş yavaş çıkacaktır.
Düşünme ve Araştırma eğilimden uzak zamanlar bize daha rahat gelmeye başlar. Araştırmaktan, yeni bilgiler edinmekten ve bu bilgilerle bir takım sonuçlara varmaktan kaçınmakla, düşünmekten de kendimizi korumuş oluyoruz. Ekonomik zorluklar, geçim sıkıntısı, günlük meşgaleler, sosyal ilişkiler, modernizmin ihtiyaç haline getirdiği davranışlar, insanın yeteneklerini ve zamanını büyük ölçüde kendilerine bağlamış durumdadır. Toplum olarak ta okumak konusunda övünülecek bir durumumuz yok. Kitaplar küçüldü, puntolar irileşti, gazetelerde dünyanın en karmaşık olayları birkaç satırda özetleniyor. Yazının yerini sosyal medyadaki belli karakterdeki sloganist, hap bilgiler ele geçirdi. TV ise günlük hayatımızın büyük bir bölümünü işgal ediyor. Sosyal ve kültürel faaliyete ne zaman ne de bütçe ayırıyoruz. Ama bütün bunların, düşünmeyi ve sorgulamayı bir alışkanlık halinden çıkarılmasındaki toplam etkisinin okullarımızdan geldiğini söyleyebiliriz. Çoğumuz, soru sormanın yasaklandığı ilk yer olarak okulları hatırlarız. Çünkü eğitim yapımız bir öğrencinin zihnindeki soruları yanıtlayacak bir düzeye kavuşamamıştır. Zaten bunun için planlama yapıldığı da söylenemez. Amaç, araştıran, yeni bilgiler peşinde koşan ve bilgiyi sorgulayan kuşaklar yetiştirmek değil, belirli telkinleri aynen benimseyen, Endoktrinasyonel (kelime anlamı olarak, birisine veya bir topluluğa görüş, düşünce aşılama ya da fikir telkin etmedir.) eğitim ile tek tip insanlar ortaya çıkarmaktır. Bu tür eğitim sisteminin bir ürünü olanlar bir emirle her şeyi yapabilecek düzeydedir. Eğitim sistemimizin suç saydığı bir şey varsa o da soru sormak, telkin edilen bilginin doğruluğunu araştırmak, başka alternatiflerinde var olabileceğini düşünmektir. Soru sorma cesaretini kırmakla kendimizi nelerden mahrum bıraktığımızı keşke anlatabilseydik!
Dünyaya bakıp, tarihe göz gezdirirsek; insanı insan yapan, çağdaş dünyayı bugün ulaştığı yere çıkaran, maddi ve manevi gelişme adına ne varsa, tümü soruların eseridir. Einstein’ın izafiyet teorisi ile ilgili çalışmalar, daha çocukluk çağında iken zihnini kurcalayan iki soruyla başlamıştı;
“İki olayın bir anda meydan gelmesi ne demektir?”, “İnsan bir ışık demetinin üzerine binerek seyahat edecek olsa ne görürdü?”
Bu iki “çocukça” sorunun getirdiği yanıtlar, bugünkü bilim dünyasını şekillendirdi. Gariptir, aynı Einstein, üç yaşına kadar konuşamamış ve bu nedenle zekâsından şüphe edilmişti. Bir psikiyatrist, onun yüz yıl önce doğmasına bir şans olarak sayıyor ve şunu ekliyordu; “Eğer bizim elimize düşseydi, hemen özel eğitime tabi tutar ve onu sıradan bir insan haline getirirdik.”
Merakımızı bir anlam taşıyan hedeflere yöneltmeli, soruları ardı sıra sormalıyız. Merakı başkasının işine burnumuzu sokmak gibi yanlış yerlerde kullanmazsak, gereksiz anlamsı yerlerde harcamazsak, başımıza bir iş açmadan yeni ufuklara yelken açarız. Bizi, sosyal medyanın ya da TV’nun başında saatlerce pineklemekten de kurtarabilir. Merakın asıl gerekli olduğu yer bilimdir. O yüzden, “Merak, Bilimin hocasıdır.”
Nizamettin Biber

İki sıcak haberin içeriği


Son yılların en ağır geçen kışının yaşandığı Doğu Karadeniz’de, kar yağışı yaşamı olumsuz etkilerken yürekleri ısıtan görüntüleri de beraberinde getirmişti. Kar yağışının geçen günlerde etkisini artırdığı Giresun’da, sokak hayvanlarının ihtiyaçlarını karşılayan Belediye ekibinde yer alan işçi Bülent Kalpakçıoğlu’nun, battaniyelerinin bitmesi üzerine köpeğin üzerine kendi montunu örtmesi tüm Türkiye’nin takdirini kazandı.
Ardından Rize’nin İkizdere ilçesine bağlı Yağcılar köyünde, doğum yapan keçiyi sırtında, yavrusunu ise “Tomi” adını verdikleri köpeğinin sırtına bağladığı okul çantasına koyarak dik yamaçta taşıyan 11 yaşındaki Hamdu Sena Bilgin, ağabeyi Ali Rahman’ın çektiği fotoğrafla sosyal medyanın gündemine oturmuştu.
Giresun ve Rize’deki görüntülerin bir benzeri de ilk kez kar yüksekliğinin 66 cm, yüksek kesimlerde ise 1,5-2 metre ölçüldüğü Trabzon’da yaşandı. Son 60 yılın en fazla karın yağdığı, sahilde, Soğuk hava ve kar nedeniyle yüzeyi donan göletteki 2 kuğuyu kurtarmaya çalışan iki Trabzon Büyükşehir Belediyesi işçisi, kürekle buzlu yüzeyi kırarak hayvanlara ulaşmaya çalıştı. Bunda başarılı olamayan işçilerden biri tulum giyerek buzlu gölete girdi. Gölette güçlükle ilerleyen işçi, kuğuları kıyıya çıkardı. Hayvanların ürkerek 60 cm’yi aşkın karda kaçması karşısında belediye çalışanı, kar içinde bir süre kovaladığı kuğuları kucağına aldı. Kuğuları okşayarak yatıştıran işçi, ardından güvenli bir alana götürdü. İşçinin soğuğa ve kara aldırmadan kuğuları kurtarmak için verdiği mücadele, bir fotoğrafçının objektifine yansıdı. Trabzon Büyükşehir Belediye Başkanı Orhan Fevzi Gümrükçüoğlu, çok yoğun kar yağışının yaşandığı Trabzon’da çalışan personelin, sokakta kalan kedi, köpek ve kuşlar için çeşitli yerlere yiyecekler koyduğunu belirterek, “Sevgi dolu Trabzon’umuzda, buz tutan göldeki güzelliğin timsali kuğuların canını kurtarmak için buzlu suya girmekten tereddüt etmeyen çalışanlarımızla ve Trabzon’umuzla gurur duyuyorum” diye açıklama yaptı.
Ancak; Kırıkkale’nin Hüseyin Kahya Parkı’nda önceki gün zehirli yem verilerek yüzlerce güvercin katledildi. Emniyet ve Belediye birimleri tarafından inceleme başlatıldı. Güvercinlerin katledilmesine tepki gösterenler, Cumhuriyet Meydanı'nda hayvanlara yem atmak için seferber oldular. Güvercinlerin katledilmesi üzerine Emniyet Müdürlüğü’nün Cumhuriyet Caddesi’nde bulunan mobesa kameraları incelenirken, suçluların ortaya çıkarılması için çalışma başlatıldı. Kırıkkale Belediye Başkanı Mehmet Saygılı, Belediye Veteriner İşleri Müdürlüğü, Emniyet Müdürlüğü ve Doğa Koruma Derneği olarak bu konudaki çalışmalarını sürdürdüklerini ifade ettiler. Kuşların katledilmesine neden olan kişi veya kişilerin bulunması için gerekenin yapıldığını belirten Başkan Saygılı, “Hüseyin Kahya Park’ında yaşanan bu olay bizleri ve vatandaşlarımızı derinden üzdü. Bizler de yaşanan olayın ardından parka gelerek kuşlarımızı yemledik. Bu kuşlar, parkımız yapıldığı tarihten itibaren yaklaşık 40 yıldır buradalar. İnşallah bir daha böyle üzücü olaylar yaşanmaz” dedi.
Emniyet Müdürlüğü'nün çevrede bulunan tüm mobese kameraları inceleyip, olay saatinde kimlerin yem verdiğini belirlemeye çalıştığını kaydeden Başkan Mehmet Saygılı, “Olay duyulduktan sonra Belediye veterinerlik işleri ekiplerimiz güvercinlere müdahale ederek, ilaç verip kusturmuşlar. Kusturulan kuşlar iyileştiler. İnşallah yaşanan olayda kötü bir niyet yoktur. Eğer varsa da cezasını çekeceğinden kimsenin şüphesi olmasın. Konu hakkında kesin bir şey söylemek için erken. Ancak zehirli buğday verilme hadisesi varsa, bunun gece saatlerinde yapıldığını söyleyebilirim. Çünkü gündüz böyle bir şeyin yapılmasına kimse müsaade etmez”, Hüseyin Kahya Park’ındaki güvercinlerin hem parkın, hem de şehrin bekçileri olduğunu anlatan Başkan Saygılı, “Hepimizin bu kuşlara sahip çıkması gerekir. Şehrimizde yaşayan en güzel hayvanlar şüphe yok ki güvercinlerdir. Bu kuşların hiç kimse zararı yoktur. Kırıkkale halkından aksi yönde bir davranış beklemiyorum” diye konuştu.
Bu haberlerin içeriğinde Kırıkkale’de zehirlenen Güvercinlerin ölümleri çok üzücü, ancak insanların hayvanlara karşı gösterdikleri sevgi dolu olumlu tutum ise takdire değer. En azından bazı insanlar hayvanları insanların oluşturduğu cehennemlerinden koruyor. William Ralph Inge’nin sözünü hatırlatmak istiyorum; “Şüphesiz eğer ki hayvanların dini olsaydı, şeytanı insan şeklinde hayal ederdi.”
Bazen, benim için inanması çok zor olan, inanmakta zorlandığım, insanımıza yönelik ümitlerimin azaldığı, Blog yazarı arkadaşımız sayın Rıza Üsküdar’lının “Anadolu Ayağa Kalkarken” simgesel mesajının içeriğindeki güçlünün yanında durmayı tercih eden Anadolu’lunun vicdanı böyle mi ayağa kalkıyor, sonuç böyle mi tezahür ediyor diye düşünüyor, çelişkiye düşüyorum.
Nizamettin Biber

Kartopu'nun doğumu



Rize’nin İkizdere İlçesi, Dünyanın fauna ve flora zenginliği açısından en önemli 100 vadisinden biri sayılmaktadır, İlçenin sembolü yabani Dağ horozudur. Zaman zaman yabani hayvan olayları ile haberlerde konu olan benim doğduğum İlçe yine hepimizi gülümsetecek türden bir olaya sahne oldu.  
İlginç olay, İkizdere İlçe’mize 10 kilometre uzaklıktaki Yağcılar Köyü’nde hayvancılıkla geçimini sağlayan Atilla Bilgin’in ilköğretim 5’inci sınıf öğrencisi 11 yaşındaki kızı Hamdu Sena Bilgin’in keçileri barınaktan çıkarmasıyla başladı. Evden uzaklaşırken keçilerden biri doğum yapmaya başlayınca koşarak eve dönen Hamdu Sena Bilgin, okul çantasını aldıktan sonra doğum yapan keçinin yanına geldi. Keçiyi sırtına alan, yavrusunu da Tomi adındaki çoban köpeğinin sırtına bağladığı okul çantasına koyan küçük kız, karla kaplı dik yolda evine doğru yürümeye başladı. Bu sırada 15 yaşındaki Ali Rahman da, gördüğü kız kardeşinin fotoğrafını çekti. Fotoğraf, sosyal medyada paylaşım ve beğeni rekoru kırdı.
Hamdu Sena Bilgin, “Keçi aniden doğum yapınca barınağa götürmek istedim. O anda aklıma okul çantam geldi. Yavruyu çantaya koyarak köpeğimizin sırtına bağladım. Ben de keçiyi sırtıma aldım. Böylece barınağa ulaştık” dedi.
Bu arada yeni doğan Keçinin adının da “Kartopu” verildiğini hatırlatmak istiyorum.
Sevgi ile kalın.
Nizamettin Biber

6 Şubat 2017 Pazartesi

Oxford toplantısı


Evrim düşüncesine bilimsel temel kazandıran doğa bilgini Darwin, Entelektüel bir aile geleneği ile büyüyen, üç yıl tıp öğrenimi gördükten sonra ilahiyat öğrenimi için Cambridge Üniversitesine girdi. Ama onu asıl ilgilendiren şey böcek koleksiyonu idi. Bu merak ona beş yıl süren bir bilimsel geziye katılma olanağı sağladı. İngiliz Kraliyet gemisi Beagle’le sürdürülen bu gezinin misyonu Patagonya, Tierra del Fuego’nun yanı sıra Şili, Peru ve Pasifikteki bazı adaların haritasını çıkarmak, Güney Amerika, Avustralya, Yeni Zelanda ve Tasmanya kıyılarını kapsayan dünya çevresinde bir dizi kronometrik ölçmelerde bulunmaktı. Darwin, geziye doğa bilimcisi kimliğiyle katıldı. 1831’de denize açılan gemi 1836’da İngiltere’ye döndü. Zamanında, yüklü inceleme notlarıyla gemiden inen Darwin’in dönüşü yakınlarının dışında kimseyi ilgilendirmiyordu. Ancak aradan 23 yıl geçtikten sonra bu gezinin bilimsel önemi, insan düşüncesinde yol açtığı büyük devrim ortaya çıkmış olacaktı.
Darwin kuramı üzerinde bilim adamları arasında başlayan tartışma çok geçmeden genişledi, halk kesimlerine inen kırıcı çekişmeye dönüştü. Bilim dünyasında çoğunluk açık ve doyurucu bulunan doğal seleksiyon düşüncesine bağnaz çevrelerin tepkisi gecikmedi. 1860’ta yer alan ve “Oxford Toplantısı” diye ün kazanan ilginç çekişme aradan yüz elli yılı aşkın bir zaman geçmesine karşın unutulmamıştı. Taraflar çatışmaya hazırlıklı gelmiş, Kilise yüzyılların deneyim ve bilenmiş argümanlarıyla ortaya çıkıyordu. Hedefi Darwin’ciliği vurmak, kutsal kitabın yanılmazlığı dogmasını kurtarmaktı. Düelloyu, etkili konuşma gücüyle tanınan Oxford Piskoposu Samuel Wilberforce üstlenmişti. Olayın öyküsünü Huxley’in Yaşamı ve Mektupları adlı biyografiden dinleyelim:
Daha toplantı salonunun kapıları açılmadan Oxford, Piskoposun Darwin’i ezeceği söylentisiyle çalkalanmıştı. Wilberforce’u tartışmaya, Darwin’e kişisel kin besleyen Profesör Owen hazırlamıştı. Karşısında Darwin’in “çoban köpeği” diye bilinen T.H. Huxley vardı. Aslında Huxley'in niyeti dinleyici olarak kalmak, tartışmaya katılmamaktı. Tartışmanın çok geçmeden demagojiye dönüşüp soysuzlaşacağı endişesini taşıyordu. Öyle bir kalabalıkta akıl değil, duygular ağır basacak, dolayısıyla bilimsel bir tartışmaya olanak olmayacaktı. Hatta arkadaşlarının ısrarı olmasa, toplantıya katılmayı bile istemiyordu. Toplantıya gelenler öylesine kalabalıktı ki, Oxford Müzesinde ayrılan salon yetersiz görülerek Kütüphanenin Batı Odası diye bilinen daha geniş bir salona geçildi. Konuşmacılar daha gelmeden salon tıka basa dolmuş, nefes alınacak yer kalmamıştı. Salonun batı kesiminde pencerelere kadar doluşan bayanlar yer almış, bir yandan yelpazeleriyle serinlerken bir yandan da el kol işaretleriyle piskoposu coşkuyla selamlıyorlardı. Piskoposun hazır kuvveti kilise takımı da salonun tam ortasında yer almıştı. Salonun kuzey kesimine ise, öğrenciler yığılmıştı; azınlıkta olmakla birlikte onlar da Darwin için seslerini yükseltmeye hazırdılar. Wilberforce konuşmak için yerinden doğrulmaya başlayınca salonda gerginlik arttı, tüm gözler ona çevrildi. Piskopos yarım saat boyunca parlak ama içeriksiz bir retorik örneği sergiler; dinleyicileri düşünmeye değil duygulanmaya iten, gerçekleri çarpıtan bir dil kullanarak, ağır başlı bir din adamı görünümünde, evrim düşüncesinin anlamsızlığını vurgulayarak; türlerin başlangıçtaki yaratılış biçimleriyle kaldığı, Tanrısal düzenin değişmeyeceği temasını işledi.
Dinsel törenlerde her zaman ustaca başvurduğu yöntemle konuşmasının etkisini yükseltmek, karşı tarafa ölüm darbesini vurmak için Huxley’e dönerek, alaycı bir gülümsemeyle şu soruyu yöneltti; “Şimdi öğrenmek istiyorum, sizin maymunla akrabalığınız anne tarafından mı, yoksa baba tarafından mı?”
Konuşmak niyetinde olmayan Huxley artık sessiz kalamadı, Piskoposa ağzının payını vermek fırsatı doğmuştu. Yavaşça yerinden doğrularak, sakin, kararlı bir ifadeyle, “Maymunla şu ya da bu yoldan akraba olmayı onur düşürücü bulmuyorum. Beni asıl utandıran şey, söz söyleme ustalığıyla gerçeği saptıran biriyle şu anda karşı karşıya kalmış olmamdır.” dedi
Huxley’in bu kısa yanıtı salonun havasını bir anda değiştirdi. İtiş kakış ve bağrışmalar arasında hanımlardan biri bayıldı. Öğrencilerin ısrarlı isteği üzerine dönemin tanınmış botanik bilgini Hooker kürsüye çağrıldı. Hooker konuşmasında Piskopos’un bilimsel verileri hiçe saydığını, bilmediği bir konuda uzmanlık tasladığını, “Türlerin Kökeni’ni” okumadığı halde kulaktan dolma sözlerle karaladığını belirtti. Piskopos kendini savunamaz duruma düştüğünden; kurtuluşu çevresiyle birlikte toplantıyı hemen terk etmekte buldu.
Oxford Toplantısı, aynı dili kullanmayan din ile bilimin bir araya gelip tartışamayacağını göstermekle düşünce tarihinde önemli bir yer tutmuş olacaktı.
Nizamettin BİBER


Sosyoloji bize ne kazandırır?


Sosyoloji, toplumumuzda gereksiz, fayda sağlamayan boş bir uğraşı alanı olarak görünmektedir. Gerçekte Sosyoloji öğrenmenin bize getireceği yarar nedir? Neden sosyoloji öğreniyoruz? Sosyoloji bize nasıl bir insanla evlenmemiz gerektiğini, insanlarla iyi geçinmek için hangi kurallara uymak zorunda olduğumuzu öğretmediği gibi en iyi dinin, en iyi geleneğin, en önemli değerin ne olduğunu da sosyolojiden öğrenemeyiz.
Ancak sosyoloji bize; İnsan ilişkileri hakkında genel bilgiler verir, toplumsal gerçekliği tanıtır, bizleri ön yargılarımızdan kurtarmaya çalışır. Bu bilgilerden yola çıkarak biz de kendi sorunlarımızı kendimiz çözebilir, neye inanıp neye inanmayacağımızı ya da neye değer verip vermeyeceğimizi kendimiz belirleyebiliriz.
Sosyoloji, toplumların tarihsel süreç içinde nasıl bir gelişim izlediğini öğrenmemizi sağlar. Böylece bizlerin de toplumların gelişimine bilinçli olarak katkıda bulunmamızın yolunu gösterir. Toplumun gelişimini sağlamak için sosyolojinin bilimsel bilgilerine de gerek vardır. O halde sosyoloji, kişisel sorunlarınızı çözmese de dikkatinizi topluma yönelterek kendi yaşantınızı daha bilimsel ve gerçekçi açılardan yönlendirmemizi sağlar.
İyi bir sosyoloji eğitimi almış birey, toplumsal hayat hakkında eleştirel düşünmeyi, sorgulamayı, verdiği hayal gücü ile de günlük bakışın ötesine geçiş olanağı sağlar. Sosyolojinin insanlığa kattığı artı değerler arasında; “kültürel farklılıkların bilincinde olma”, “politikaların etkilerini değerlendirebilme” ve “kendi kendimizi aydınlatabilme yeteneği kazanma” gibi kazanımları sayabiliriz.
Sosyolojik düşünmek, toplumsal ve kültürel ilişkiler hakkında farkındalığımızın artırmasına, duygularımızın keskinleşmesine, gözlerimizin daha çok açılmasına yardımcı olan, daha önce görmediğimiz insanlık durumlarını keşfetmemizi sağlayarak, Bauman’ın ifadesiyle, baskıcı bir dünyayı esnekleştirir. Bize dünyanın şimdi olduğundan farklı bir dünya olabileceğini gösterir. Sosyolojik düşünme sanatını öğrenen insan manipülasyona daha az açıktır. Sosyoloji, çevremizdeki insanları, onların hasletlerini, düşlerini, kaygılarını ve acılarını daha iyi anlamamızı sağlayarak, empati yeteneğini güçlendirir. Öteki toplumlar ve gruplar hakkında bilgimizi artırır. Korku ve zıtlaşma yerine, hoş görüyü teşvik eder. Özgürlüğümüze katkıda bulunan Sosyoloji, bu nedenle sık sık politik ihanetle suçlanır.
Klasik sosyolojinin doğumunda o günün toplumsal sorunlarına çözüm arayışı önemli rol oynamıştır. Nitekim Comte’un “Tahmin etmek için bilmek, kontrol etmek için tahmin etmek” sözü, sosyolojiye o dönemde yüklenen işlevi son derece öz biçimde ortaya koymaktadır. Bu açıdan bakanlar, sosyolojiye daha iyi bir dünya yaratılması görevi vermektedirler. Bu nedenle olsa gerek, Berger’ın da ifadesiyle, sosyologların bir “sosyal reformcu” imajları vardır. Sistemin işleyişi hakkında ne kadar çok bilgiye sahip olursak, onu değiştirebilecek gücümüz o kadar çok olacağından, Sosyolojik düşünmek, sosyal değişmeyi teşvik eden devrimci nüveler taşır.
Sosyolojik perspektif, hem sınırlarımız hem de olanaklarımız hakkındaki farkındalığımızı artırır. İçinde yaşadığımız toplumun işleyiş kalıplarını anlamamızı sağlayıp, bunlara benzer yapıların birçok toplumda var olduğunu gösterir. Oyunun kurallarını ne kadar iyi anlarsak, iyi oyuncu olma olasılığımız o kadar artar. Başından itibaren sosyolojinin vaadi, bilimsel ilerleme kadar, kamusal ilgiyi aydınlatmak da olmuştur. Başkalarının nasıl yaşadıklarını yeterli bir biçimde anlarsak, onların sorunları hakkında daha iyi bir anlayış geliştirebiliriz. Özellikle yoksulluk, işsizlik, eğitim, kültür ve kentleşme gibi alanlarda sorunları belirleyip çözüm önerileri aramak, en azından bu alanda çalışanların bir bölümünün sosyolojiye yüklediği işlevler arasındadır.
İnsanları etkileyen, ancak onların yaşam biçimleri hakkında yeterli bilgiye dayanmayan pratik politikaların başarısı son derece azdır. Sosyolojik araştırma, politika girişimlerinin sonuçlarını değerlendirmede pratik faydalar sağlamaktadır.
Sosyoloji, bizim kendi kendimizi aydınlatabilmemizi; yani kendimizi daha iyi anlayabilmemizi sağlamakta, neden böyle davrandığımız hakkında daha çok şey bildikçe, kendi geleceğimizi etkileme olanağımızı daha da artmaktadır.
Sosyolojinin yalnızca, politikaları tasarlayanlara -güç sahiplerine- yerinde kararlar vermede yardımcı olabileceğini düşünmemeliyiz. Güçlü olanların izledikleri politikalarda daha az güçlü ya da daha az ayrıcalıklı olanların çıkarlarını kolladıkları her zaman varsayılamaz. Kendilerini aydınlatmış olan gruplar, genellikle sosyoloji araştırmalarından yararlanabilir ve hükümet politikalarına etkin tepkiler geliştirebilir ya da kendi politikalarını biçimlendirebilirler.
Sosyoloji, Toplumsal etkileşimin, bireyle toplum arasındaki ilişkinin, toplumsal kurumların yapılarının birbirleriyle ilişkilerinin incelenmesi ise Sosyoloji bize;
·         Bireysel olandaki sosyal olanı, özel olandaki genel olanı görmemizi sağlar. (Bildiğimizi sandığımız dünyanın farklı yönlerini görürüz.)
·         Gündelik hayattaki olaylara farklı bakış açısıyla bakmamızı sağlar.
·         Sosyolojik düşünme ve dayanışmayı geliştirir. (Empati kurmamızı sağlar.)
·         Hem kendi sorunlarımıza hem de çevremizin sorunlarına farklı bakabilmeyi sağlar.
·         Sosyolojik düşünme kesin, eleştirilmez doğrulara ulaşmayı hedeflemez. Bizi düşünmeye iter.
·         Sosyolojik düşünme; sorgulama, eleştirel bakma, analiz etme becerileri kazandırır.
Bütün bu kazanımları için siz siz olun sosyoloji ile ilişkide kalın!
Nizamettin BİBER

Mustafa Kemal Atatürk ve Napolyon Bonopart


İnsanlık tarihine damgasını vurmuş pek çok önder vardır ve her ulus, mutlaka kendi içerisinden çıkanı önemseme eğilimi gösterir. Kişisel olarak ben de bu kurala bağlıyım. Biri yabancı olan diğeri ise bizden olan olağanüstü iki insana özel ilgim var. Zekâda ve dehada eşit olarak denk bulduğum iki lider arasında ise belirgin farklılıklar vardır. Atatürk, batık bir ülke, hasta bir imparatorluktan ve iflas etmiş bir rejimden yepyeni bir Ulus icat etmiş, yani kurucudur. Napolyon Bonapart ise Ülkesi Fransa’yı can çekişirken diriltmiş sonra da kendi eliyle batırmış, yani yıkıcıdır. (Tarihteki yıkıcı liderlerin en önemlilerinden birisi ise Adolf Hitler’dir.) Başlangıçta her ikisi de Cumhuriyetçi ve diktatör eğilimleri gösterir. Ancak, Atatürk, cumhuriyet rejimini kurduktan sonra, hem Türkiye’nin hem de kendi sınırlarını çizmeyi bilmiş, sistemi kişi üzerine değil devletin devamlılığı üzerine oturtmuştur. Napolyon ise, hızlı bir cumhuriyetçi iken Ülkesindeki kargaşaya son vermenin çaresini “tek adamlıkta” bulmuş, emekleyen rejimi kesintiye uğratmasına karşın bir imparatorluk kurmuş, ancak hızını alamayıp imparatorluğu genişletmeye kalkınca şapa oturmuştur. Atatürk öldüğünde, Türkiye yasal düzenlemeleri, kendine güveni ve taze güçleriyle pırıl pırıl Ulus bir Ülkedir. Napolyon, İngilizler tarafından Sainte Helene adasına ölmeye gönderildiğinde ise, Fransa her üç erkeğinden birini savaşlarda yitirmiş, cansız, kansız, yenik bir Ülkedir.
Ama önderlerinin arasındaki bu yapıcılık ve yıkıcılık farkı, Fransa’nın Napolyon’dan bu yana düşünce açısından sürekli ilerlemesini, Türkiye’nin ise Atatürk’ten bu yana sürekli gerilemesini engellememiştir. Bunun nedeni nedir? Kültür, zaman içerisinde Ülkelerin veya insanların rasyonel, olumlu, nitelikli birikimlerinin tamamıdır. Akli süreç unsuru olan kültürün karşıtlığı olan kültürsüzlük ise çürüme, yozlaşma, dejenerasyon olarak toplumlarda ortaya çıkmaktadır.
Nutuğu her okuduğumda duygusallaşır hatta ağlarım. Çünkü Atatürk hep yalnız bir adamdır. Bir önder düşünün ki, kara cahil denilebilecek düzeydeki bir toplum yapısından “yurttaşlık” bilinci olmayan bir tebaadan Ulus yaratıyor, yarattığı ulusa ise ‘c’sini bilmediği bir toplum rejimi olan, kabul ettiriyor, kabul ettirmekle kalmayıp amaca inandırıyor ve eğitiyor. Başardıktan sonra “Benim fani vücudum bir gün toprak olacak, ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacak,” diyor, yani yoktan var ettiği devlet ve rejimi, kendi varlığının üzerine çıkarıyor. Oysa kurucu kadro dahil olmak üzere en yakın çevresi, toplumun ezici çoğunluğu, Ulusal önderimizin gösterdiği hedefleri ve yolu genişleteceğine, parlamenter çoğulcu rejime sahip çıkacağına, eski tas eski hamam söylemine uygun olarak, kişi tapınmasını yani tebaa alışkanlığını sürdürüyor. Ölmüş önderin milyonlarca üstelik çirkin mi çirkin heykeli dikiliyor. Ama eseri olan Cumhuriyet rejiminin orasından burasından kırpıp yeniliyor ve Atatürk’ün en çekindiği tehlikenin irticanın kucağına atılıyor. Ölümünden sonra; düşünce ve ideallerini anlatmak yerine, hakkında ‘sarı saçlı mavi gözlü’ türünden menkıbeler yazılıyor. Düşünce ve dünya görüşünün analizi yapılamıyor ve evrensel anlamda da tanımlanamıyor.
Napolyon, siyasi ve askeri anlamda Atatürk kadar başarılı olamamış bir lideri O da dahi, hatta bilim adamı kendi adını taşıyan iki geometri kuralına sahip matematikçidir. Napolyon’un en büyük şansı, düşüncesini irdeleyen insanların kalitesinde yatmaktadır. Yenik bir Napolyon’un önemi ve büyüklüğünü, bugüne ve geleceğe taşıyan araştırmacı ve onu yorumlayanlardır. Örneğin; Victor Hugo ve Honore de Balzac, Napolyon’un çağdaşlarıdır. Atatürk’ün çağdaşı olan evrensel çapta bir isim söyleyebilir miyiz? Atatürk’ün yalnızlığı bir anlamda buradadır. Türkiye’nin Atatürk döneminde, en iyi eğitilmiş, en aydın ve düşünen insanları, onun ileri görüşünü gerçekten anlayıp paylaşabilecek düzeyde değildirler. Fransa ise bu konuda çok zengindir. Asıl hedefi, insanları düşünmeye ve araştırmaya sevk eden felsefe, Fransa’da temel derslerden biri iken Türkiye’de felsefe ders olarak okullardan kaldırılmıştır.
Fransa’da aristokrat ailelerin dışında kimsenin devletin yönetiminde var olmazken fakir bir ailenin çocuğu olarak Napolyon Fransa’nın başına geçmiştir. Fakir ve yetim olan Mustafa Kemal ise parçalanmakta olan bir İmparatorluktan bir Ulus kurarak başına geçmiş, kronik derecede hasta olan bir toplumu onarmıştır. Napolyon Ulusu tarafından yüceltilirken, Ulusal önderimiz unutturulmaya çalışılmıştır. Napolyon bir devlet adamı olarak tüm Fransa’da ve Avrupa’da büyük liberal reformlar uygulamış, yönetimi sırasında bir halk eğitim sistemi kurmuş; feodalizmin kalıntılarını ortadan kaldırmıştır. Benzer şekilde Atatürk devrimler yapmış halkı eğitim çabaları göstermiş, ancak feodalizmi tam olarak ortadan kaldırmasına ömrü yetmemiştir.
Birinin Ülkesi refah devletine geçmiş biri ise yaşadığımız her gün gördüğümüz orta öğrenimdeki fen bilgisi dersinde öğretmenin anlatım ifadesi ile şekil A’daki gibidir.
Nizamettin BİBER

Ölüm ve Taht


Uygarlık ile barbarlığı ayıran en önemli özellik, “ölüm”e bakış arasındaki farklılıktır. Uygarlık her daim yaşama saygı duyarak onu yüceltir, ölümden korkarak onu elinden geldiğince önlemeye çalışır. Barbarlık ise yaşam ve ölüme önü alınamayan hayvanca bir içgüdüyle yaklaşır. Kitlelerin kültürü linç kültürüdür sözünü etme cüretini göstermiş olan Elias Canetti, “Herkesten uzun yaşamanın en aşağılık yolu öldürmektir!” derken, sanırım barbarlardan söz ediyordu. Yaşamak için çok kolay öldürmek Barbarlara ait bir tutumdur. Öldürmek yaşamın bir parçasıdır adeta. Yaşam ve ölüm iç içedir, dolayısı ile ölmek ve öldürmek basitleşir Barbar toplumlarda.
Ünlü mucit ve sanayici George Westinghouse’un aynı adı taşıyan şirketi, dünyada ilk defa elektrikli iskemle tasarımı ile yeni bir tür idamı icat edip piyasaya sürdüğünde, eskiden Habeşistan, sonradan Etiyopya diye anılan Ülkede imparator Menelik hüküm sürüyordu. Menelik’in Ülkesindeki durum çok karışıktı ve çok adam öldürmek gerekiyordu. İmparator, Westinghouse’un icat etmiş olduğu, ünlü yepyeni iskemlesini duymuştu. Bu iskemle ile İdamlıklar, sarsıla sarsıla ölüyor, kan görülmüyordu. Hemen Amerika’ya iki elektrikli iskemle sipariş edildi. ABD’den gelen sipariş iskemleler heyula gibi idiler. Menelik ve saray erkânı, iskemlenin görünüşlerinden çok etkilenmişlerdi. Üstüne ölüm suçlusunu oturtarak çalıştırmaya kalktıklarında ise iskemlenin çalışmadığını gördüler. Menelik ve adamları, iskemlenin durup dururken infaz yapmadığını anladılar. İskemlenin çalışması için elektrik gerekiyordu, oysa Habeşistanda o dönemde henüz elektrik yoktu. İskemleler ise çok paraya sipariş edilmişti. Menelik, adamlarına emir verdi; İskemlelerden biri derhal Westinghouse’a gönderildi, diğer kalan ise kendisine taht olarak kullandı.
Ve yıllarca elektrik iskemleli tahtından Ülkeyi yönetti. Sanırım, uygarlık yolunda olmayan veya o yönde ilerleme çabası göstermeyen toplumlarda ölümle içi içe olmak, ölümle beraber yaşamak insanları rahatsız etmiyor.
Ölüm, savaş, terör ve suikast gibi örgütlü türlerinden tutun, cinnet gibi patlamalara kadar, çeşitli biçimleriyle Barbar toplumlarda insanı için çekmekte ve adeta onu büyülüyor. Dejenere olmuş dehşetli bir özgürlük duygusu, kara, koyu, yapışkan mutluluk yanılsaması ile yayılan, dünyayla arasındaki fiziksel sınırın iptali ile bölündüğü ahlaki çekinceleri silinen ve kişiyi cinnet halinde kendi ötesine sürgün eden ölüm vardır ve bunun kötü olduğunu söylemek hiçbir şey ifade etmez Barbar toplumlar için; sıfır umutlar, terk edilmişlik, saçmalık, mahkûmiyet, suçluluk, zamanın ve mekânın dışındalık, kendisine ve diğer insanlara yabancılık, gülünçlük, güçsüzlük, müstehcenlik ve iğrençliği besleyen vahşet kesidi, geçmiş değerlerle ilişkisini koparmış, geleceğin değerlerini yansıtamayan insanlar yığınında ölüm yerini almaktadır.
Benimde okuduğum, Tarihimizin karanlıkta bırakılmış bir başka yüzünü, Osmanlı’da işlenen siyasi cinayetleri “Tarihin Saklanan Yüzü” kitabında Çetin Altan anlatıyor. Daha önce yayımlanan İdam Edilen 44 Vezir-i Azamın Dramı, Öldürülmüş Şehzadeler ve Devrilmiş Padişahlar adlı kitapları tek bir başlık altında toplayan bu kitap, şimdiye dek su yüzüne çıkarılmak istenmemiş cinayetlerin insanı dehşete düşüren kanlı bir antolojisidir adeta.
“Kitap, 1459’dan 1821’e kadar 368 yılda idam edilmiş 44 vezir-i azamın acıklı ve kanlı anılarını, tarihin kalın toz yığınları altından şöyle azıcık silkeleyerek çıkarmaya çalışan, Şehzadeler, şeyhülislamlar, yeniçeri ağaları, has odabaşılar, bostancılar ve sarayların kuytularında durmadan birbirlerinin kuyularını kazmış olanların tümü kitap raflarından uzanmış, size el sallıyor gibi olduklarını hissettiriyor. Okurken, kaç yüzyıldan beri uyuyup durdukları mezarlarından, sağ oldukları günlere doğru yapmaya çalışılan bu ortak yolculukta, artık hiçbirinin yanıt veremeyeceği küçücük bir soruyla yeniden geçmişi sorguluyorsunuz. “Taht için değer miydi?”
Dondurulmuş ve çarpıtılmış bir tarih dogmatizmiyle insan aklının ortaklaşa yarattığı evrensel ve görkemsel sanat ve bilim kubbelerinden hiç birine merdiven kurulabilir mi?
Ölümde yaşam ve iktidar arayanlar Barbardır! Yaşamın radikal karşıtı olan ölüm, şiddetin de tapınağı olarak yaşama içkin değildir ve ölümle ulaşılan hiçlik yaşama dair değildir. Öldürme bir hak ve özgürlük olarak Kant’ın deyişiyle tüm yasaların üstündeki yasa nedir sorusunun yanıtı olabilir mi?
Leo Buscagha’nın söylediği gibi “Hiç kimse, bu dünyadan canlı çıkmıyor.”, taht için de olsa yaşamak için öldürmek yerine yaşamak veya yaşatılmak tercih edilemez mi?
Nizamettin BİBER

Sekülerleşiyor muyuz, dünyevileşiyor muyuz?


Bir modernlik projesi olan Cumhuriyet, kendi kimliğini tanımlarken laiklik konusuna özel bir vurgu yapmıştır. Hepimiz biliyoruz ki din Ülkemizdeki temel kurumlardan birisidir. Özellikle Cumhuriyetle beraber din ve devletin alanları olabildiğince birbirinden ayrılmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet, akıl ve bilim yol gösterici olarak benimsenmiş, modern bir toplumun temelleri atılmıştır. Seküler, laik bir düzenin oluşturulmasında yönetici elitler öncülüğü üstlenmiştir.
Bilimin yükselişi, kapitalizmin ve materyalizmin gelişimi, genel olarak dünya sevgisi eğiliminin artması, seküler devlet yapısının yükselişi, siyasal uzlaşma kültür süreci sekülerleşmenin gelişimine katkıda bulunmuştur. Max Weber sekülerleşmeyi modern toplumda rasyonelleşmeye doğru giden bir süreç olarak tanımlamıştır. Ancak günümüzde din konusunda iki farklı yaklaşımdan bahsetmek mümkündür. Birincisi “Tanrının rövanşı” olduğu şeklinde, dini konularda artan ilgidir. İkincisi ise bunun tam aksine postmodern rölativizmin artan egemenliğidir. Yani, insanların bütün büyük anlatılardan ve inanç sistemlerinden uzaklaşmalarıdır. Ülkemizde iki sürecin bir arada işlediğini görürüz.
Bugün modern dünyada sosyal bilimcilerin tamamına yakını toplumda dinin oynadığı rolün değiştiği konusunda hemfikirdir. Bizim gibi geleneksel toplumlarda din, hayatın her alanında egemen bir otoritedir. Çok az faaliyet dinden etkilenmez. Örneğin çiftçiler bir şey ekmeden önce Tanrıya ya da atalarında dua ederler. Aileler ve köyler arasındaki çatışmalar dini ritüellere göre çözümlenir. Biçimsel eğitim din adamlarının kontrolündedir. Sultanlar, yöneticiler yetkilerini en azından teorik bağlamda Tanrının hükümleri doğrultusunda kullanırlar. Artık modern ve endüstriyel toplumlarda din, uzmanlaşmış kurumlardan biri haline gelmiştir. Çiftçiler ekim yapmadan önce tarım uzmanlarına başvurmaktadırlar. İnsanlar hastalandıklarında büyücüye, üfürükçüye, din adamına değil doktora, çatışmaların çözümünde de mahkemeye gitmektedir. Başka bir ifade ile sekülerleşme (dünyevileşme) süreci ile birlikte din, birçok eski fonksiyonunu uzman kurumlara devretmiştir. Sekülerleşme, toplumsal yaşam üzerinde dinin kontrolünün kaldırılmasını ifade etmekte olup iki şekilde gerçekleşmektedir. Birincisi dini kuruluşların (ya da örgütlü cemaatlerin) toplum üzerinde etkisini kaybetmesi, ikincisi de bireysel düzeyde kendini göstermektedir. Dinin, bireyin kararı üzerinde etkisini kaybetmesidir. Gerçekte dini yorum, yerini bilimsel yoruma bırakmıştır.
Şimdi; Ülkemizde sekülerleşme adına birkaç soru sorsak! Türk toplumundaki insanların yaşamında dinin etkisi nedir? Kadınlar ve yaşlılar arasında, eğitim ve gelir düzeyi değişikliklerinde dinin yaşamlarına etkisi değişiyor mu? Halkın ne kadarı dini kişisel inanç ve ibadetle sınırlı olarak görmektedir? Halk, dinin kamu yaşamını etkilemesini ve kamu yaşamında daha görünür bir yer edinmesini onaylıyor mu? Halk, dinin devlet ve siyaset düzenini yönlendirmesini zararlı buluyor mu? Türk siyaset alanında din temelinde siyaset yapan partilerin var olmasını istiyor mu? Halk, laik Cumhuriyet projesini destekliyor mu? Halk, Cumhuriyet devrimlerinin temel taşlarından olan medeni kanun ilkelerini destekliyor mu? Halk, devletin kendi inanç ve ibadetine karışmasını istiyor mu?
Ayrı bir başlık olarak ta Türk halkı yaşadığı inanç sistemi olan Müslümanlık anlayışı ile hoşgörülü olduğunu ortaya koyuyor mu?
İktidarın paylaşımı konusunda sık sık yaşanan toplumsal gerilimlere rağmen, gerçekte Türk halkı cumhuriyeti, demokrasiyi, laiklik ve hoşgörüyü benimsemiş midir?
Akademisyen Sosyolog Volkan Ertit, Hürriyet gazetesi yazarı Ahmet Hakan’a verdiği söyleşide “Türkiye dindarlaşmıyor, aksine dinden uzaklaşıyor.” demişti, Türkiye sekülerleşiyor tezini ortaya atmıştı. TSK içindeki cunta yapılanması tarafından düzenlenen darbe girişimi gecesi halkın sokaklara tekbirlerle çıkıp mukavemet etmesinin ardından özür dileyerek, “Benim tezim 15 Temmuz gecesi çökmüştür” sonucuna varmıştı. Volkan Ertit’i tanımam, tezi için söyledikleri, ahlaklı bir akademisyen (özeleştiri yapıyor) tavrı. Türkiye sekülerleşiyor tezi sakat, çünkü tez, belli ki sokağa çıkmadan, toplumu izlemeden, akademinin tozlu koridorlarında, Nişantaşı kafelerinde, İstiklal caddesi barlarında nitel araştırma yapılmadan ön kabullerle yazılmış. Benzer bir yanlış tespitte Emre Kongar’ın “Türkiyenin toplumsal yapısı” ödüllü kitabındaki, Türkiye’de siyasal dindarlarin iktidar olamayacağı şeklindeki vizyonsuz tezi idi.
Sonuç olarak tüm bu ifade edilenlerin ve sizin gözlemleriniz ışığında, Türkiye sekülerleşiyor mu, Dünyevileşiyor mu? sorusuna bir yanıtınız var mı?
Nizamettin BİBER

Filozofça


Varlık nedenimiz nedir? Neden evrendeyiz? Burada ne arıyoruz? Nereden geldik? Nereye doğru yol almaktayız? Ölüm nedir? Yeniden bir yaşama dönecek miyiz? Belirgin bir yerden geldikse o yer bizim tüm davranışlarımızı daha önceden belirlemiş mi? Tüm soru ve sorulara ilişkin doğru ve kesin bilgiler elde edebilir miyiz? Davranışlarımızı belirleyen temel ilkeler var mıdır? Tüm bu soru ve sorunlar hepimizin zihninden zaman zaman geçer, bizleri düşünmeye iter. Çeşitli yanıtlar veririz. Kimimiz maddeci açıklama şemalarına sarılarak her şey maddedir, maddenin oluşturduğu ilişkiler vardır deriz. Kimimiz başka bir maddeci açıklama şeması ile maddeler arası ilişkilerde adeta akıl arar, oldukça yaygın ve ilgi gösterilen astroloji anlayışın ürününde olduğu gibi tüm evreni gök taşlarının geometrik ilişkileri içinde anlamaya çalışırız. Bir diğerimiz ise evreni soyut “ide” kavramıyla açıklayıp idealist oluruz; ideyi zihnimizde soyut bir kavram ya da Tanrı olarak beliririz.
Şu ya da bu şekilde hepimiz, şaşarak yaşadığımız bu dünya ve bu evreni anlamdırır, kökenini arar, çeşitli açıklama şemalarına sarılırız. Asıl ve önemli olan bu sorunların içine bilimsel olarak dalıp, bilimsel yaklaşımlarda bulunabilmektir. Sistemsiz bilgi edinmek ve onu kullanmak bizi yanlış sonuçlara götürür. Hepimiz çevremizdeki insanların arkadaşlarımızın şu veya bu davranışını “iyi-kötü” diye niteler, ahlaklı veya ahlaksız davrandığı konusunda değer yargılarında bulunuruz. Yalan söylediği, kalleşlik ettiği, düzenbaz olduğunu ileri sürer, onu ahlaken kötü olarak mahkum ederiz. Ama hangimiz iyi-kötü, ahlaklı-ahlaksız, mert-kalleş düalite kavramlarını üzerinde derinlemesine düşünürüz?
İyi nedir? Ahlaklı olan nedir? Evrensel, herkes için geçerliliğe sahip ahlak kurallarının varlığından söz edebilir miyiz? Yoksa bu kavramlar kişiden kişiye değişiyor mu? Hangimiz bu sorunlarla derinliğine uğraşırız? Aslında hepimiz bu sorunlarla karşı karşıyayız. Ama bilimsel sistemli bir şekilde değil, gelişigüzel yanlış ve doğruluğu tartışmaya açık, çevremizin değer yargıları ile koşullanmış olarak bu sorunları ele alır, değerlendiririz.
O halde bu ön yargılardan, stereotiplerden (kalıp yargı) arınmış bir şekilde, Evrenin içeriğini, esasını arayarak gerçek bilgiye nasıl ulaşacağız? İç dünyamızı nasıl temizleyeceğiz?, davranışlarımızı nasıl iyiye evireceğiz?, nasıl ahlaklı olacağız?
Sadece kuru soyut bilgi bize yeter mi? Davranışlarımızı kontrol etmeyi, akıllıca hareket etmeyi, aşırılıktan kaçınmayı, kendine egemen olmayı, zor durumlarda mücadele etmeyi nasıl başarabiliriz? Yaşamın anlamını bularak, bu anlama uygun biçimde nasıl yaşayabiliriz? Bilgi edinmeyi, aynı zamanda doğru davranmayı, ahlaklı yaşamayı nasıl başarabiliriz?
Evet, tüm bunlar için gerekli olan şey yeterli miktarda felsefe öğrenmektir.
Felsefenin amacı sağlam bilgiler elde etme çabası kadar doğru, ahlaklı ve mutlu olma çabasını da içerir. İnsanın bilme ihtiyacı, tinsel yaşamın, zihni yaratılışın doğal bir sonucu olduğunu biliyoruz. Her insan felsefe yapar ve biraz da filozoftur. İnsanın gerçeği bilme çabası için bilim gerekir, bilimde felsefeye hizmet eder.
Kesin bilgiye ya da salt gerçeğe ulaştığını sanan kişi filozof değildir. Yani “Benim inandığım, bildiğim doğrular gerçeği tanımlar, benim dediğim, doğrudur.” diyen kimse filozof olamaz. Bırakın filozofluğu, bu kişiler cahil, fanatik, acımasız, saplantılı kafalı, epistomolojisi bozuk, at gözlüğü ile dünyaya ve evrene bakan zavallılardır. Ama hiçbir şeyin de bilinemeyeceğini düşünerek koyu bir kuşkuculuğa düşen kişiyi de filozof olarak tanımlamak olanaksızdır.
Filozof, tüm bilgileri eleştirir; yani bilgiyi önce kuşku ile ele alır ve tartışır. Daha sonra kanıtlama işlemine girişir. Ancak ondan sonradır ki o bilgi gerçeği tanımlar. Buradaki kuşku, salt bir kuşku değil bilimsel, metodik bir kuşkudur.
Özetlersek eğer; ne fanatik, ne de kuşkucu, bilinmezci insan filozoftur.
Çevremizde yaşanan olayların nedenini araştırmak, ön yargılardan, stereotiplerden arınmak, kör inanç ve tutkulardan uzaklaşmak, alışkanlıkları yenebilmek, her şeyi eleştirip, sorgulamak irdelemek (ukalaca değil alçak gönüllü samimi bir tavırla) insan olmanın en temel özelliğidir.Nasıl filozof olunur meselesi ile ilgili ilk gerekli şeyin insanın düşünmesi için gerekli olan boş zamanının olması gerektiği, aylak olma hakkına sahip olmasıdır.
İsmi felsefe ile özdeşlemiş Sokrates’ten bildiğimiz üzere filozof olmak istiyorsanız sorular sormaktan geri durmayın ve kendinize zaman ayırıp, günlük yaşamı, dünyayı, genel kabulleri, doğruları ve yanlışları, iyileri ve kötüleri düşünün önerilerini dikkate almalıyız. Bunları yaptıktan bir süre sonra zihninizde beliren, dilinize yansıyan özlü sözleriniz ile etrafınızın ilgisini çekebilirsiniz. Kim bilir belki de 21. Yüzyıl filozofu sizsiniz. Filozof olmak insan olmak demek olduğuna göre;
Gelin hep beraber filozof olmayı deneyelim ne dersiniz?
Nizamettin BİBER