30 Nisan 2017 Pazar

Osmanlı Neden Sanayileşemedi?

1763 yılında buharlı makine icadıyla başlayan dünyadaki sanayileşmeye Osmanlı sırtını çevirmiş, sanayileşmeye duyarsızlık maalesef Cumhuriyete kadar devam etmiştir. 15. ve 16. yüzyıllarda dünyanın en güçlü imparatorluğu olan ve eski dünyanın en önemli coğrafyasına yayılmış bulunan Osmanlı İmparatorluğu, askeri ve siyasal alandaki bu başarısını ne yazık ki başta sanayi ve teknoloji alanları olmak üzere diğer alanlarda gösterememiştir. Batıda, önce Rönesans, daha sonra da Reform ve Aydınlanma hareketleriyle ortaya çıkan bilimsel ve rasyonel düşünme ilkeleri ve bu çabalar da teknolojik gelişmeler, Osmanlıda oluşmamıştır.

Sanayi devrimini başlatan teknolojik buluşlara (Buharlı Makine’nin bulunması, Buharlı makineyi gemilere uygulanması, buharlı makine lokomotiflerde kullanılması,  telgrafın, telefonun bulunması, pancardan şeker yapımı, suni gübre, biçerdöver icadı, konserve yiyecek imalatı, köprü, kanal, demiryolu, vb. inşaatlarında gelişmeler) Osmanlının bir katkısı yoktur. Batı, Reform hareketiyle rasyonel düşünceyi öne çıkarırken, İslam dünyasında bunun tam tersi oluşmuştur. Felsefi yaklaşım farklılığı kendini birçok alanda göstermiş; herkes tarafından bilinen, Batıda ilk matbaa 1450  yılında icat edilmişken, Osmanlıda ilk matbaanın çalışmaya başlaması 1727 yılında Batıdan tam 277 yıl sonra Macar asıllı bir Osmanlı tarafından gerçekleştirilmiştir.  Diğer bir örnek ise rasathanedir. Batı ile aynı tarihlerde III. Murad’ın izniyle Mısır Medresesi müderrislerinden Takiyüddin  tarafından kurulan rasathane, beş yıllık bir çalışmadan sonra, dini çevrelerin baskısı sonucu 1580 yılında kapatılmıştır. Zamanında gerekli reformu gerçekleştirememiş Osmanlı’da, düşünce yapısı gereği, yeniliklere karşı akılcı olmayan, tahammülsüz yaklaşılmıştır. Osmanlı, kas, kılıca gücüne dayanan gücü ile bir dönem başarılı olurken, makine gücünün ortaya çıkmasıyla tarih sahnesinden silinmiştir.  
Osmanlı toplumunun sanayileşmemesinin arkasındaki gerçeği Osmanlı devletinin asker-bürokrat niteliğinde aramak gerekmektedir. Ana görevleri askeri zaferler ve dine, devlete en uygun şekilde hizmet olan bu sınıfların sanayileşmeden sınıfsal bir çıkar beklemeyecekleri açıktır. Buna rağmen, Avrupa’daki sanayi devriminin yıkıcı etkilerine kadar, Osmanlı toplumunda devlet denetimi altında bulunan ve hatta Avrupa’ya büyük ölçüde ihracatta bulunan tarım ve el sanatları üretiminden söz edilebilir.
Ama ne zaman ki tarım fazlasının oluşturduğu bir sermaye batıda kentlere akmaya başlamış ve bunun sonucu olarak sanayi merkezleri serpilmiş ve büyümüştür, o zaman Osmanlı sanayi çabuk ve ucuz üretim yapan batılı tezgâhların ve yüksek fırınların ekonomik etki alanına ve bu ekonomik güçleri koruyan, temsil eden Batılı devletlerin de siyasal etki alanına girmiştir. İşte bu durumdaki Avrupa’nın ekonomik üstünlüğünü, ona açık Pazar olarak böylesine çabuk ezilmek pahasına kabullenen Osmanlının çöküşünü ve onu izleyen geri kalma sürecini, toplumun “devlete tabi millet” niteliği belirlemiştir.
Batıda ekonomik değişim ve gelişmeler sonucu ortaya çıkan sermaye sahibi bir sınıf, sosyal ve siyasal yaşama giderek egemen olup, kendi çıkar ve ihtiyaçlarını temsil edecek kurumları devlet yapısına kabul ettirirken, Osmanlıda toplumsal ve ekonomik hayatın tek egemen unsuru olan saray ve kapıkulu, toplumda kendilerinden bağımsız oluşacak her birikimi ve akımı kıskançlıkla denetlemiş, sert bir şekilde dağıtan bir davranış içine girmiştir.
Ticaret sektörünü akıl almaz bir kırtasiye ve vergileme sistemi ile denetleyen, sanayi kollarının rekabetini ve üretimini merkeze bağlı bir ahilik sistemi ile sınırlayan ve tarımsal alana miri toprak düzeni ile egemen olan Osmanlı Devleti, yalnız batıdaki sanayileşmenin ilk koşulu olan sermayemin belirli ellerde (burjuva sınıfı) toplanmasını önlemek ile kalmamış, o sanayileşmeyi yaşatacak ve hızlandıracak olan bir batı parlementerizmin ana unsurunu oluşturan bir burjuva sınıfının da doğmasını önlemiştir.
Özetle; rasyonel düşünceden uzak, yeniliğe kapalı bir düşünce ve yaklaşımla teknoloji geliştirememiş, ancak kötü bir taklitçilik yapılmıştır. Nihayetinde Osmanlı’da yenilik yapanlar, İslamiyet’i sonradan kabul etmiş genelde Batı kültürü ile yetişmiş kişiler olmuştur. 
Osmanlının sanayileşmemesini, yeniliğe kapalı, rekabet edebilecek irrasyonel düşünsel yapısı ile güçlü merkez olgusu amacına yönelik var olan asker-bürokrat sınıfı yanında sanayi için gerekli burjuva sınıfının olmamasında aramak gerekmektedir.
Not: (Atatürk tarafından 17 Şubat–4 Mart 1923 tarihleri arasında toplatılan İzmir İktisat Kongresi’nde Ülkenin tüm ekonomik sorunları tespit edilerek çalışmalara başlanmıştır. Konu ile ilgili Afet İnan tarafından yazılan İzmir İktisat Kongresi, Türk Tarih Kurumu 1989 yılı Basımı kitabını önerebilirim.)
Nizamettin Biber

28 Nisan 2017 Cuma

Kim bizden, kim onlardan?

Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Prof. Yılmaz Esmer, Türkiye’deki kutuplaşmanın boyutlarını ortaya çıkarmak adına yaptıkları nitel bir araştırmanın sonuçlarını açıkladı. Türkiye’nin en büyük 20 ilinin AKP ve CHP İl Başkanlarının kendi web sitelerinden fotoğraflarını aldıklarını belirten Prof. Esmer, araştırmadan çıkan ilginç sonucu şöyle anlattı: “Hepsi benzer giyimli, kravatlı adamlar. Deneklere, öncelikle bu kişiler arasından tanıdıkları biri olup olmadığını sorduk, var diyenleri eledik. Geriye, gösterdiğimiz fotoğraflardaki kişilerin kimliğine ilişkin hiçbir bilgisi olmayan denekler kaldı. AKP ve CHP İl Başkanlarının fotoğraflarını çift olarak yan yana koyarak deneklere gösterdik ve “söyleyin bakalım” dedik, “bu adamların hangisi AKP’li, hangisi CHP’li.” Burada deneklerin yazı tura atar gibi seçeneklerden birini seçmesi beklenir. Ama sonuç ne çıktı biliyor musunuz: Yüzde 75 oranında doğru tahmin!”

Prof. Esmer, Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Erdem Gül ile gazetenin eski genel yayın yönetmeni Can Dündar’ın Anayasa Mahkemesi tarafından verilen tahliye kararına ilişkin olarak, hangi AYM üyelerinin “tahliye edilsin” ya da “edilmesin” dediğini de deneklere sorduklarını söyledi. Esmer, “Ve denekler, yüzde 85 doğru yanıt verdi, düşünün, sadece resme bakarak” dedi.
Araştırma ile ilgili BirGün gazetesinden Meltem Yılmaz’ın sorularını yanıtlayan Prof. Esmer, araştırmanın sonuçlarını “Çok ciddi kutuplaşmanın sonucu. Size göstersem siz de doğru cevabı verirsiniz bence” sözleriyle yorumluyor.
İnsanlarımızın birbirlerinin sadece yüzüne bakarak kimin “bizden” kimin “onlardan” olduğunu tahmin edebildikleri bir duruma geldiğimizin sonucu ortaya çıkmıştır.
Pof. Dr. Yılmaz Esmer ise bu sonuç bize beynimizin ilkel kısmını kullandığımızı göstermektedir. İlke beynin kullanımında İnsan, aldığı kararlarının küçük bir kısmını düşünerek alsa da çoğunu, hiç düşünmeden, kendine göre bazı yöntem ve kısa yolla kullanmasıdır. İnsanı yöneten ilkel yani sürüngen beynimizdir. Sürüngen beynimiz bencil, yeri geldiğinde saldırgan, kendini korumaya yönelik, açgözlü ve kuşkucu bir yapıya sahiptir. Aynı deneyin ABD, İsviçre ve Almanya gibi Ülkelerde de yaptıklarını söyleyen Esmer, Türkiye’deki oranlara hiçbir Ülkede rastlamadıklarını ifade etti. Bu sonuç, öyle görünüyor ki çok da övünebileceğimiz başarı sayılmaz.
Prof. Yılmaz Esmer’in Meltem Yılmaz’ın sorularına verdiği yanıtlar şöyle: Öncelikle referandum sonuçlarına ilişkin genel değerlendirmelerinizi merak ediyorum. Siz yüzde 51,5’e karşı 48.5’ten ne sonuç çıkarıyorsunuz? “Ben her şeye rağmen, yani açıkça hiç eşit olmayan şartlarda geçirilen bir kampanya sürecine rağmen, Hayır cephesinin bir hayli başarılı olduğunu düşünüyorum. Bu başarı zaten rakamlarla ortada ve tersini iddia etmek mümkün değil. CHP’nin kendi oy potansiyelinin hayli üzerine çıktığı da görünüyor. Yüzde 49 küçümsenecek bir oy oranı değil. Keşke bu referandumdan gerekli mesaj alınsa da, ‘yüzde 51’ ile bir ülkenin yönetim sisteminde bu kadar radikal değişiklik yapılmaz denilse. Ama ben böyle bir mesajın alınmayacağını biliyorum, zaten söylendi de, “Tamamdır, bitmiştir” denildi. İlerde bunun çok büyük problemler yaratacağını göreceğiz.”
Kutuplaşma: iki fikir, düşünce, nesne ya da herhangi bir şeyin birbirlerinden zıt yönde hareket ederek uzaklaşması olarak tanımlanabilir. Ülkemize 12 Eylül 1980 öncesi sağ sol kutuplaşmanın verdiği derin çatışma ve tamiri olanaksız acılara hemen hemen hepimiz tanığız, sürecin doğurduğu olumsuz sonuçları halen yaşamaktayız. Kutuplaşma, Anadolu’da yüzyıllardır devam etmekte, emperyalistler özellikle farklılıklarımızı kutuplaştırma ve ayrıştırma amacına hizmet ettirmektedirler. Türkiye Kurumsal Sorumluluk Derneği'nin yürüttüğü Türkiye’de Kutuplaşma Araştırması sonuçlarına göre; Siyasi parti tabanları birbirleriyle iş yapmayı, kız alıp vermeyi hatta çocuğunun arkadaşlık yapmasını dahi istemiyor.
Etnik kimlik, ideolojiler ve dini görüş çevresinde keskin bir şekilde devam eden Türk-Kürt, Laik-Anti Laik gibi derin kutuplaşmalar, potansiyel toplumsal sorunlara gebe olduğumuzu açıkça göstermektedir.
Nizamettin Biber


Özlü sözlerim -17

“Her yalaka, bir budalanın sırtından geçinir.”

“Bir insanı öldürülmesi onun yenildiği anlamına gelmez.”
“Eğitim, fakirlerin en önemli sermayesidir.”
“İnsan, ideali ile tanımlanır.”
“Gençler ümidin, yaşlılar anıların sembolüdür.”
“Çağdaş yaşamın göstergesi sağlıklı bireylerin sayısıdır.”
“Kadınlarla erkeklerin hayatı anlama hızları farklıdır.”
“Bilimden yoksun yaşam temelsiz bina inşasına ya benzer.”
“Bilim, Uluslar gibi sınırlara sahip değildir.”
“Özgürlük ancak onu arayanın sahip olacağı bir şeydir.”
“Ruhu özgür olmayan biri asla özgür olamaz.”
“İyilik ile güzellik yan yana oturur.”
“İyilik yapma olanağı olan, iyilik yapmazsa suçludur.”
“İnsan beyni süs bahçesi gibi bakım ister.”
“Kitap sevgisi mutluluk besler.”
“Kültür ve uygarlık bir anın ürünü değildir.”
“Ruh, mutlulukla gülümser.”
“Erdem, ruha güzellik katar.”
“Hayat bir renk kartelasıdır, renk seçimi size bağlıdır.”
“Ayaktaki köle oturan efendiden daha verimlidir.”
“Dostluğun gölgesi hiç bitmez.”
“Sanat, ruhun sonsuz zaferidir.”
“Basın; özgürlük, adalet, demokrasi ve ahlak değerlerini savunarak haber yapıyorsa basındır.”
“Çocuk yetiştirmek, yemek yapmaya benzer, malzeme ve ateşin ısısı iyi ayarlanmalıdır.”
“Çocuk, sevgi ile beslenmelidir.”
“Haklı olmanın ön koşulu doğru olmaktan geçer.”
“Yazı yazanın kalemi bilgi ile dolmalıdır.”
“Taklit, uşaklığın bir türüdür.”
“Adalet, arzın merkezidir.”
“Sonraki kuşaklara yararlı bir şey bırakmayacak insan, hayattan çekilmelidir.”
Nizamettin Biber

Benden de iki parametre

Evrensel anlamda Ülkelerin gelişmiş ve gelişmemişlikleri bazı özelliklerine göre sıralanır.

Gelişmiş Ülkelerin özellikleri;Çalışan (Aktif) nüfusun ekonomik faaliyet kolları içinde en fazla yer aldığı sektör hizmet sektörüdür, ikincil (sanayi) ve üçüncül (hizmet) ekonomik faaliyet grubunda çalışanların oranı fazladır, Sanayi ürünleri ihraç eder, Kişi başına düşen milli gelir fazladır, Yaşam standartları ve refah düzeyi yüksektir, Dış göçlerle gelenlerin sayısı, gidenlerin sayısından çok daha fazladır, Hammadde ithal eder, Doğum ve ölüm oranları düşüktür, Ortalama yaşam süresi uzundur, Nüfus artış hızı azdır, Nüfusun ikiye katlanma süresi uzundur, Nüfusa dayalı (demografik) yatırımlar azdır, Nüfusu arttırıcı nüfus politikaları uygular, Nüfus piramidi çan şeklindedir, Nüfusun dağılışını insani faktörler belirler, Eğitim, sağlık, altyapı hizmetleri oldukça gelişmiştir, Kişi başına düşen doktor sayısı fazladır, Okur–yazarlık oranı yüksektir, Bebek ölüm oranları azdır, Birincil ekonomik faaliyet grubunda çalışanların oranı azdır, Okunan gazete ve dergi oranı fazladır, Tarım sektöründe modern yöntemler kullanılır, Kentleşme oranı yüksek olup nüfusun çoğunluğu kentlerde yaşar, Enerji üretimi ve tüketimi fazladır, Kişi başına düşen ortalama kağıt ve su tüketimi fazladır.
Gelişmemiş Ülkelerde ise;Çalışan (Aktif) nüfusun ekonomik faaliyet kolları içinde en fazla yer aldığı sektör tarım sektörüdür, Birincil ekonomik faaliyet grubunda çalışanların oranı fazladır, Sanayi fazla gelişmediği için sanayi ürünleri ithal eder, Genelde tarım ürünleri ihraç eder, Kişi başına düşen milli gelir azdır, Yaşam standartları düşüktür, Başka ülkelere gidenlerin sayısı, gelenlerin sayısından (zorunlu göç hariç) çok daha fazladır, Doğum ve ölüm oranları yüksektir, Ortalama yaşam süresi kısadır, Nüfusa dayalı (demografik) yatırımlar fazladır, Nüfus artış hızı fazladır, Nüfusun ikiye katlanma süresi kısadır, Nüfusu azaltıcı nüfus politikaları uygular, Nüfus piramidi geniş tabanlı üçgen şeklindedir, Nüfusun dağılışını doğal faktörler belirler, Eğitim, sağlık, altyapı hizmetleri gelişmemiştir, Kişi başına düşen doktor sayısı azdır, Okur–yazarlık oranı düşüktür, Bebek ölüm oranları fazladır, Okunan gazete ve dergi oranı gelişmiş ülkelere göre azdır, Tarım sektöründe eski yöntemler kullanılır, Kentleşme oranı düşük olup nüfusun çoğunluğu kırsal alanlarda yaşar, Enerji üretimi ve tüketimi azdır, Kişi başına düşen ortalama kağıt ve su tüketimi azdır, Kültürün dinsel ve ailesel oluşu dikkati çeker.
Bunların dışında gelişmemiş ülkeler için şu özellikler belirtilebilir:
Geleneksel değer sistemi vardır, maddi değerlerden çok, manevi değerlere önem verilir, Geniş bir alt sınıf ve az sayıdaki elitlerden oluşan üst sınıftan oluşur, Orta sınıf azdır, Kişisel yeterlilik, liyakattan, ehliyetten çok kıdem, yaşlılığa önem verilir,  Bilim öncesi anlayış vardır, olaylar büyü biçimiyle, folklor bilimiyle ve doğaüstü güçlerle açıklanır, Toplumsal bağlar, ulusal bütünlük zayıftır.
Örnek verilecek olursa; gelişmiş ülkeye İsviçre, gelişmemiş ülkeye de Tanzanya gösterilebilir.
Ayrıca bir ülkenin gelişmişliği için kadına, çocuğa, doğaya ve hayvana nasıl davranıldığı, ülkede ölümlerin nasıl yaşandığı da dahil olmak üzere onlarca parametre sıralanabilir. Kitap okuma sayısı, TV izleme süresi, ahlak, adalet, demokrasinin gelişmişliği, insan hakları ve özgürlük kavramlarının varlığı da işin başkaca önemli özelliklerdir. Yol, köprü, konut, AVM, düşey bina vs. yapımı, kısacası ülkenin üzerine beton dökülmesi tek başına evrensel anlamda gelişmişlik olarak tanımlanmamaktadır.
Ben de gelişmemişliğe sosyal iki parametre daha eklemek istiyorum;
1-Dilenen insan sayısının çokluğu, 2-Kumar, şans oyunlarına gösterilen yüksek eğilim.
Kimilerine göre Türkiye sürekli ebediyen gelişmekte olan bir ülke olarak ifade ediliyorken kimilerine göre ise de gelişmişliğini tamamlamış bir ülke olarak tanımlanmaktadır.
Sizce Türkiye gelişmişlik açısından hangi ülke kategorisindedir?
Nizamettin Biber

Uzlaşmacı dili kullanmak

Dil, insanlığın en önemli buluşudur. Bugünkü uygarlık dil sayesinde oluşmuştur. Bir Ulus devleti belirleyen en önemli unsur da, dildir. Peyami Safa “Dilini kaybeden bir millet, her şeyini kaybetmiş demektir”, Kaşgarlı Mahmut “Dil ile düğümlenen, diş ile çözülemez”, Konfüçyüs “Bir Ulusun yönetimi bana bırakılsaydı, önce dilini düzeltirdim” demiş.
Dil denince, çalışmalarını daha çok toplumda bir Türkçe bilinci oluşturmaya adayan ve Türkçe’nin yabancı dillerin istilası altında olduğunu vurgulayan, eğitim dilinin Türkçe olması gerektiğini ve yabancı dilin takviyeli olarak öğretilmesinin gerektiğini savunan, Türkçede bulunan yabancı kökenli olduğunu söylediği bazı kelimelere çeşitli karşılıklar öneren Türk dehası olarak bilinen rahmetli Oktay Sinanoğlu’nu hatırlatmak istiyorum.
Yaşayan, konuşulan her dil değişime uğrar. Bu değişme, dilin bünyesinde yaşadığı kültürün değişmesinden ileri gelir. Mevcut farklılıkların bileşkesi ise, dilin olağan ve sağlıklı değişme çizgisini izler. Bu bir uzlaşma çizgisidir. Dil konusu, bir milletin kültür hayatında oynadığı önemli rolü nedeniyle, yalnız dilbilimcilerin değil, bütün eğitimcilerin titizlikle üzerinde durmaları gereken bir konudur. İdeolojik çıkmazlardan ve biçimcilikten kurtulmak isteniyorsa, sosyal hayatımızın hiç olmazsa asgari müşterekleri çerçevesinde samimi ve tutarlı bir çalışma yapılmalıdır. İçinde bulunduğumuz durumdan bizi ancak bilimin ışık tuttuğu çizgide, akılcı ve uzlaşmacı bir dil yaklaşımı kurtaracaktır.
Hani Mevlana’nın o ünlü sözü vardır ya “Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır!” diye. Peki, karşımızdaki odun mu hiçbir laftan anlamıyor, ne dersen sivrisinek saz diye anlıyor, Nato mermer mi? Ya da eksik biliyorsak, ya da yanlışsak! Ya da olayın başka bir açıklaması varsa! O zaman bir uzlaşmacı dil kullanırsak anlaşabilir miyiz?
Anlamayana gerzek, aptal, şunu bunu bilmez, bilmeyene de cahil, köylü, kara zihniyetli yaftası yapıştırabilir miyiz? İnsanların, anlamaması, bilmemesi normal değil midir?
Konuşmak; ikna etmek için, fikirleri kabul ettirmek için değildir. Bağırıp çağırmak zayıfı susturmak içinse hiç değildir. Gerçek yetenek, karşılıklı diyalog halinde ortak noktalarda buluşabilmektir. Çağdaş tavır, en zıt fikirlerin çay, kahve eşliğinde, çatır çatır veriler desteğinde, ama söz kesmeden, laf sokmadan, sabırla anlatmak, aynı sabır ve dikkatle dinleyebilmektir.
Yıllar önce üst düzey bir yöneticimiz IMO (Uluslar arası Denizcilik Örgütü) toplantısına katıldığında özellikle yunan delegelerle kavga etmek gerektiği algısına kapıldığını, düşmanca bir tavır beslediğini, yıllar sonra bunun ne kadar komik olduğunu esasen tezlerin müzakere kültürü, uzlaşmacı bir üslupla ile savunulması gerektiğinin altını çizmiş bunu benimle paylaşmıştı.
Karşılıklı konuşmadan insanları ne düşman ne de hor görmelisin. Ulus için hayatı önem taşıyan konularda bile konuşurken tam karşıt şeyler savunulsa da içimizden karşımızdakini hain olarak etiketlememiz ön yargılı olabilir.
Düşüncelerimizde, bilgilerimizde yanılıyor olma ihtimalini göz ardı edemeyiz. Farklı olmak güzeldir, hatta çok güzeldir. Bizi, biz kılan farklılıklarımızdır.
Uzlaşmak istiyorsak, karşılıklı monolog yerine diyalogu tercih etmeli, dinlemeyi öğrenmeliyiz. Her türlü diyalogu bir kültür iletişimi ve bilgi aşırması şekline çevirmek gerekir. Dinlemeyi ve duymayı tahammül etmeliyiz. Dinlemeden anlayamaz, anlamadan anlaşamayız. Özeleştiri yaparsam eğer, “Bu konu benim asla başaramadığım bir süreçtir.” Bize yüzde yüz ters fikirleri dinleme antrenmanı ile hakaret ve aşağılama dinleme egzersizleri de yapmalıyız. Çoğu zaman sorarak dinlemek işe yarar. Ben senin gibi bilmiyordum bu konuyu; kaynak olarak önereceğin bir kitap var mı diye sorabilmeliyiz.
Konuşurken, diyalog halindeyken hep, hiç, asla, tümü, hiçbiri gibi keskin ifadelerden uzak durulmalıyız. Uzlaşmanın yolu güvenden geçer, samimiyet, iyi niyetli, anlayışlı ve hoşgörülü insanlar ön yargıların esiri olmaz, güven verirler. Güven de iletişimi sağlar.
Katılmadığımız görüş için “yoo, olur mu hiç hayır o dediğin öyle değil” bodoslama yaklaşımı yerine, en saçma fikirde bile, sabırla “sağ ol anlattığın için, ben konuyu farklı biliyordum” deme yöntemini nezaketini kullanmalıyız. Sabit fikirli insanların üzerine gitmek, ikna etmeye çalışmak, zaman kaybetmek yerine, yeni insanlar kazanmaya çalışmalıyız.
Bilmeliyiz ki toplumların hatta ulusların kamplara ayrıldığı, emperyalistler tarafından ayrıştırıldığı günümüzde uzlaşmadan yana alınıp verilen her nefes, insanlık adına büyük bir hediyedir. Birbirimizi kabullenmek, kendimize gösterdiğimiz toleransı başkalarına gösterebilmek, farklılıkları saygıyla kucaklayabilmek, ulusumuz içinde, Gezegenimiz içinde hayati önem taşımaktadır. Kavga, çatışma, savaş çözüm sunmuyor, sorunları daha da derinleştiriyor. İdeoloji ve inançlarımızı uzlaşmazlık nedeni olmaktan çıkarmalıyız.
Barış içinde sevgi ile mutlu yarınlar oluşturmak için mutlaka uzlaşma dilini kullanmalı, uzlaşmalıyız.
Nizamettin Biber

23 Nisan 2017 Pazar

Yığın Toplumu-Çoğulcu Toplum


Yığın toplumu, fiziksel olarak bir arada olmalarına rağmen, aralarında sosyal ilişki olmayan insanlardan oluşan kalabalıklardır. Kırmızı ışıkta bekleyenler, bir basketbol maçını izleyenler gibi, yığın bireyleri belirsiz, birbirlerine yabancı, aralarında hiyerarşi ve görev dağılımı yoktur.
Geleneksel toplumdan modern topluma geçiş yapan toplumlarda öteden beri alışılagelmiş değerler ve normlar yıkılmaya başlamıştır. Toplum büyüyüp parçalandıkça kişinin yakın çevresi de değişmiştir. Milyonlarca insanın kırsaldan, köyden kentlere hücumunun sonucu ve büyük metropollerin yaşama koşulları, büyük aileyi parçalamıştır. İnsanlar yüz yüze iletişimin getirdiği yakın çevre ve komşuluk ilişkilerini giderek kaybetmiştir. Normlara bağlılık zayıflamış, suç, terör, intihar, akıl hastalıkları ve boşanmalar artmıştır. Kişi, toplumun küçük ve önemsiz bir parçası haline gelmiştir. Bu yabancılaşma ve uyumsuzluğun temelinde, modern toplumun beyinleri olan çok sayıda değişik bürokratik kuruluşun yöneticilerinin, egemen güçlerin; toplum insanını, yalnızca rakam olarak, madde olarak soyutlanmış nesneler olarak görmesi ve öyle davranması yatmaktadır. Kendi sorunlarını çözemeyen ve sadece bireysel fasidinde yaşayan insanlar komşularını tanımamakta, dışarıda lokantalarda yabancılarla yemek yemekte ve çalıştığı işyerlerinde sık sık değişen meslektaşları ile bağ kuramayarak yığın toplumu oluşturmaktadır.
Böyle bir soyutlanma, yabancılaşmayı yaşayan modern toplumun insanı giderek bunalıma düşmektedir. Yoğun işbölümü insanın yalnızca tek bir şey öğrenmesine ve yaşamını ona dayandırmasına yol açmakta, bu durum insanları yarım bir cehalete itmekte, yaşam boyu az zeka ve bilgi isteyen işlerde otomatik bir makine haline dönmektedir.
Böylesine bir monotonluk toplumda siyasal ve sosyal talepleri de monotonlaştırmakta, sanat ve kültürün düzeyi düşmekte, eğitime ve bilime eğilim azalmakta, bilgiden önce sadece inanmayı yeğleyen birey, siyasal alanda yabancılaşmanın getirdiği toplumdan ve özgürlükten korkmaktadır. Böylesi toplumlarda ise birey tek taraflı propagandaya açık ve eğilimli olduğundan diktatörlük emareleri belirmektedir.
İşte modern toplumu böylesine sarmış sosyal hastalık, sivil toplum kuruluşları, dernekler aracılığı ile tedavi edilebilir. Atomize olmuş, parçalanmış ve kopmuş birimlerin anlamsızca oluşturduğu yığın toplumunu kolaylıkla güdülen ve istenilen yöne götürülen, konsolide ve polarize edilebilen bir kuru kalabalık halinden kurtarabilmenin tek yolu, toplumun örgütlenmesidir. Yığın toplumu çözülmüş bir toplumdur. Ama her modern ve sanayileşmiş toplum bir yığın toplumu değildir.
İnsanlar, aynı düşünce ve çıkarları olan gruplarla kendilerini özdeşleştirip kaynaştırırlarsa, toplum yığın toplumu olmaktan çıkacaktır. Atomize toplum, bu şekilde grup yapısının getirdiği ilişkiler sonucu örgütlenme ile çözülmekten kurtarılabilir. Böylece kişi, grup içinde kendini ve çıkarlarını topluma karşı daha kolay ve güvenle koruyabilir. Grubun toplum hayatında ağırlığı kişinin tek başına olan ağırlığından daha önemli ve etkin olduğundan sesi daha fazla duyulacaktır. Temsil ettiği çıkarlar ve görüşler siyasal ve sosyal yapıda pazarlık konusu olabilecektir. Yığın toplumu, çözülmüş ve tek yönlü bir propagandaya açık düşünmeyen, sorgulamayan, mutlak teslimiyet içinde olan, peşine takıldığı liderin gütmesiyle hareket eden, kendi başına asla karar veremeyen, karar verecek bilgi birikime sahip olmayan, gönüllü kölelik yapan insanların oluşturduğu kalabalıktan meydana gelmektedir. Diktatörlük tohumlarının yeşermeye yatkın yığın toplumu, ancak sivil toplum kuruluşlar eliyle toparlanabilir, o toplumda, çoğulcu bir yapının egemen olduğu; dengeli, rasyonel ve sağlıklı bir yaşam oluşturulabilir.
Eşit düşünce ve çıkarlar doğrultusunda güç birliği yapan sivil toplum örgütleri ve kuruluşlar, iktidar olmak amacı ile siyasal partilerde ağırlıklarını koyacaklardır. Mesele çoğulcu, katılımcı, şeffaf, açık bir toplum olarak siyasette, partiler aracılığı ile demokratik bir şekilde mücadele ederek yığın toplumundan çoğulcu topluma geçişi sağlamaktır.
Çoğulcu toplumda, meşru bir şekilde iktidar olmanın yolu, bireylerin örgütlenmesine, örgüt gücüne bağlıdır. Unutmayalım ki özellikle açık ve çoğulcu toplum örneklerinden olan İskandinav Ülkelerinde örgütlenmiş, sivil toplum örgütlerine üye yurttaş sayısı, toplam nüfusun onlarca katı fazlasıdır.
Nizamettin Biber

Kendimizi nasıl sunuyoruz?


Kendimizi sunma davranışı, gerçekte, tek tip değildir. Çoğu kez, kendimizi sunma davranışlarımızı, kendi yetenek, ihtiyaç ve amaçlarımıza, karşımızdakinin niteliklerine veya davranışın oluştuğu sosyal ortamın özelliklerine göre ayarlarız.
Kendimizi nasıl sunuyoruz?

Bu konuda; Tedeschi ve arkadaşları, kendini sunma davranışlarını iki kategoriye ayırmışlardır. Birincisi “iddiacı kendini sunma”, ikincisi ise “savunucu kendini sunma” davranışlarıdır. Diğer yandan kendini sunma davranışları, kısa ve uzun vadeli amaçlara hizmet edebilir. Kimlik ortaya koymaya yönelik davranışlarımızın çoğu, mevcut ve önceden öngörülebilir. İddiacı kendini sunma tekniklerini irdelersek eğer; En çok kullanılan iddiacı kendini sunma taktiği “kendini sevdirme”dir. Avantajlar sağlamak adına bu taktik çeşitli yollardan uygulanır.
Bunlardan birincisi “kendini yüceltme”dir. Yaşadığımız koşullar, diğerlerini, sevilmeye layık ve değerli insanlar olduğumuza ikna etmeyi ve iyi bir izlenim uyandırmak için çaba göstermeyi gerektirir. Böyle bir durumda kendini sevdirmeye çalışan kişinin yapacağı şey karşısındakinin neyi çekici veya arzu edilebilir bulduğunu keşfetmek ve o yönde davranmaya çalışmaktır.
İkinci yol “diğerini yüceltme”dir. Karşımızdaki kişiye onu sevdiğimiz ve hayran olduğumuz şeklinde övgüler sunma olarak tanımlanabilir.

Üçüncü yol, “görüş birliği belirtmek”tir. Bu genel ilke, hedef kişinin değeri tutum ve görüşleri ile aynı doğrultuda olduğunun iddia edilmesi yönünde bir taktiktir.
Dördüncü yol, “lütufta bulunma”dır. Burada, diğerlerine kibar davranıldığında, onların ilişkiyi sürdürmeye zorunlu oldukları hissini yaşayacakları düşüncesi vardır. Yapılan araştırmalar, insanların onları ödüllendiren insanlardan hoşlandıklarını göstermektedir.
İddiacı kendini savunmanın ikinci taktiği “gözdağı verme”dir. Gözdağı veren kişi, güçlü ve tehlikeli kişi kimliğini yansıtmaya çalışmaktadır. Tehdit edici bakışlar, kızgınlık ifade eden sözler ve şiddet tehdidi aracılığı ile gözdağı veren kişi, diğerleri üzerine korkuya neden olarak, onları uysallaştırmaya veya rızasını kazanmaya çalışmaktadır.
İddiacı kendini sunmanın üçüncü taktiği, “yalvarma”dır. Yalvarma, kişinin diğerlerinden belirli bir şey elde etmek amacıyla, bağımlı e zayıf bir kişi kimliğini yansıtması durumudur. 
Dördüncü sunma taktiği olarak, “kendini tanıtma” taktiğinden söz edilebilir. Bu taktik, bir kişinin kendini yeterli ve zeki bir insan olduğunu gösterme yönündeki çabalarıdır.
Bunların dışında kendini tanıtma farklı stratejiler yolu ile de gerçekleştirilebilir. Bazı hallerde “hak iddia etme” yoluna gidilir. Kendimizi tanıtmayı, herhangi bir başarımızın güçlüğünü vurgulayarak ta yapabiliriz.

Kendimizi tanıtmanın bir diğer yolu, diğerlerini “ayıplama” veya “kınama”dır. Sonuçta, kendimizle ilgili kusurları onaylayarak ta kendimizi tanıtabiliriz.
Kendimizi iddiacı sunmanın beşinci taktiği, “örnek olma”dır. Örnek olma kişinin ahlaklı, dürüst ve değerli olduğu ile ilgili bir imaj yansıtma yolu ile diğerlerinin saygısını ve hayranlığını kazanmak için kullanılan eylemleri içerir.
Kendimizi savunma taktiklerinden ilki “mazeret gösterme”dir. İkici taktik “meşrulaştırma” ya da “haklı göstermek”tir. Üçüncü taktik “ön açıklama yapmak”tır. Kendini sunmanın bir diğer savunucu taktiği “kendini dezavantajlı gösterme” ya da “kendi ile ilgili handikap ortaya koymak”tır. Diğer bir savunma yolu ise “özür dilemek”tir. 
Tüm bu yollara başvurmanın temel amacı, karşımızdakinin davranışını değiştirmektir. Hepimiz az ya da çok “beğenilme”, “hoş görünme” oyunu oynuyoruz. Yaşamımızın büyük bir ölümünde rol yapıyor, taklit ederek sevileceğimizin umudunu besliyoruz. 
Karşımızdakinin davranışını olumlu etkilemek adına sahi kendimizi nasıl sunuyoruz?
Nizamettin Biber


16 Nisan 2017 Pazar

Linç Olgusu


2015 yılında 27 yaşındaki öğretmen adayı Ferhunde Muhammed’in Afganistan'ın başkenti Kabil’de,  muska satan bir Afganlıya, “yaptığının doğru olmadığını” söylemesi üzerine, muska yazan şahıs tarafından Kuran-ı Kerim yaktığı yalanıyla yüzlerce kişi tarafından Linç edilmişti. Teokrasinin egemen olduğu benzer nitelikteki bir Ülke olan Pakistan’dan bir linç haberi,  İslam’a hakaret etmekle suçlanan bir üniversite öğrencisi, okuduğu okulun kampusundaki diğer öğrenciler tarafından linç edilerek öldürüldü. BBC Türkçe’nin haberine göre Abdul Wali Khan Üniversitesi’nde öğrenim gören öğrencinin seküler ve liberal görüşleri nedeniyle okuldaki diğer öğrenciler tarafından sevilmediği belirtildi. AFP’ye konuşan emniyet yetkilisi Niaz Saeed linçe uğrayan Mashal Khan’ın gazetecilik öğrencisi olduğunu belirtirken Khan’a ciddi boyutlarda işkence uygulandığını, sopa, tuğla ve yumruklarla dövüldüğünü ve yakın mesafeden ateş açıldığını vurguladı. Linçe yüzlerce öğrenci katılırken saldırının videosu da sanal ortamda paylaşıldı. Cinayetin ardından çok sayıda öğrenci gözaltına alındı, üniversite de geçici olarak kapılarını kapattı. Bir düşünce kuruluşunun raporuna göre Pakistan’da 1990’dan beri en az 65 kişi dine hakaret ettiği öne sürülerek öldürüldü.
Vikipedi’de Linç, hiçbir adil yargılama olmadan insanları cezalandırma yöntemi, şeklinde tanımlanmakta, devamında; sağlıklı bir yargılamanın olmadığı gibi, bir ceza yöntemi olarak da öldürücü olduğu ifade edilmektedir.
Sözlük ustası Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçe Sözlüğ’ünde Linç şöyle tanımlanmaktadır; “Halktan bir topluluğun, bir suçluyu ya da kendilerine göre suç olan davranışta bulunmuş birini yumruk, taş, sopa gibi araçlarla döve döve öldürmesi.” Ölüm, uç nokta; o noktaya varmayan şiddete de “linç” denilmekte. Linçte, linç edileceklerin milli ve kutsal değerlere saldırdığı iddiası vardır, ayrıca ajitasyon (kışkırtma) unsuru vardır. “Halktan bir topluluk”, onları eyleme çağıran birileri tarafından seferber edilir, doğrudan doğruya “vurun şerefsize, ne duruyorsunuz!” diye haykıran provokatör tarafından, öfkeyle fokurdayarak kendi kendini azdıran kalabalık içinden birisi tarafından ilk yumruk indirilir.
Linç bir cezalandırma eylemi, hedefi ise; “Suçlu veya kendine göre suç olan davranışta bulunmuş birisi” veya birileridir. Linççiler, “suçlunun” tespitini ve cezalandırılmasını bizzat ellerine alarak, hukuku devre dışı bırakırlar. Hukukun “iyi” işlemediğini, suçluları lâyığınca cezalandırmadığını düşünürler. Onlara göre, olağan yargılama prosedürünün, zaten suçluluğuna çoktan karar verdikleri o reziller için bir ödül niteliği taşır. “Mahkeme aylarca sürecek, avukat bir boşluk bulup beraat ettirecek ya da içeri girse bile elini kolunu sallaya sallaya biraz yatıp çıkacak”; “Bunları zaten kolluyorlar”.diye düşünürler. Dahası, o kişilerin “normal hukuku” hak etmeyecek derecede aşağılık suçlu oldukları, . İnsan cinsinden olmadıkları, İnsanca bir muameleyi hak etmedikleri kanaatindeler.
“Linç hukuku”,hukukun üstünlüğünü tanımaz,  gücün ve şiddetin keyfîliğine alan açar, hukuksuzluk demektir. “Bazı” insanların hukuktan istisna edilmesi, yani haksızlığın, adaletsizliğin doğallaşması, meşrulaşmasıdır.
Linci “tolere etmek”, Türkiye’de siyasî ve Ülke yöneticilerinin sıkça yaptığı gibi mazur göstermesi, hukuk devletinin kendini yok saymasıdır.
Linç, kalabalığın azlığı çiğnemesidir bazen tek birisini, korunmasız, çaresiz durumdakine saldırmaktır. Bireysel sorumluluk üstlenmeden, kalabalığın koynuna sığınmış, ‘anonim’ bir suçun gölgesine saklanarak; Köşeye kıstırılmış, kuşatılmış olana çullanmak, yerdekine bir tekme savurmak, yaralamak ve nihayetinde öldürmeyi amaçlar.
Konuyla ilgili sosyoloji, psikoloji, siyaset bilimi, antropoloji literatüründe, linç sözcüğüne sürekli eşlik eden güruh, değersiz kalabalık, ayaktakımı, sürü, Linçin öznesi olduğu kadar, nesnesidir de. Linç girişimcilerini illâ bir lümpenler topluluğu, azgın bir fanatik kitlesi, tutunacağı bir dal, bağlanacağı bir değer kalmamış kopuklardan oluşmuş bir kara kalabalık olarak düşünülmemelidir.
Elbette, böyle bir kitlenin linçe davet edilmesi özellikle kolaydır; ‘böyleleri’ eşiği kolayca geçebilir, kırıp dökebilirler. Ama unutulmasın: Linç eylemi, ona kalkışanları, ona kapılanları güruha dönüştürür. Linçi yapan güruh olduğu kadar, güruhu yaratan da linçtir. Linç deneyimi, girişim ve ajitasyon ‘aşamasından’ itibaren, kitleyi, kalabalık içindeki insanları güruh haline getirmektedir. Güruhlaşmanın meyli ise linçedir.
Linçin insanı dehşete düşüren, düşürmesi gereken yanı, budur. İnsan topluluklarının güruhlaşması, av güruhuna, yırtıcı hayvan sürüsüne benzemesi,  barbarlaşması, insanlıktan çıkmasıdır.
Tanıl Bora; “Türkiye'nin Linç Rejimi” kitabında, Linç için, “Milli öfkeyi” seferber edip bir noktada kontrol altına almak; bir linç potansiyeli oluşturup ‘bir noktada’ veya ara ara bunu gemlemek, faşizmin sarkacıdır.” ifadesini kullanmaktadır.
Linç, en açık bir şekilde uygarlık kaybıdır. Linçin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infiâl uyandırmadığı bir toplum, toplum olma niteliğini yitiriyor, yitirmiş demektir. Bu şehvetli infiâl, linç olaylarının olağanlaştığı bir toplumun toplum olmaktan, insanlıktan çıkmasının karşısında ayrıca insanın dibine battığı umutsuzluğun  ifadesidir.
Çünkü; linçin var olduğu toplumlarda, günümüz toplumlarının en önemli unsuru olan hukuk’un üstünlüğü, hukuk’un kendisi yok hükmünde olup, yok sayılmaktadır.
Nizamettin Biber

15 Nisan 2017 Cumartesi

Özlü sözlerim -16


“Biliyormuş gibi davranmanın yalan gibi ömrü kısadır.”
“Topluluğa etkili ve basit konuşmak iyi eğitim gerektirir.”
“Gerçek eğitimli insanları; yönlendirmek zor, yönetmek kolay, köle yapmak olanaksızdır.”
“Bilgiyi nerede bulabileceğimizi bilmek, bilgili olmak demektir.”
“İnsana en iyi öğretilen şey, onun kendisini keşfettirilmesidir.”
“Sorunun müsebbibini suçlamak kolay, öneri getirmek zordur.”
“Siyasiler, nedensellikle ile korelasyonu bilinçli karıştırırlar.”
“Dış odaklar, ancak zayıf olan bünyeyi etkileyebilirler.”
“Örnekler açıklayıcıdır ama tek başına kanıt sayılmazlar.”
“Pis kokular parfümle giderilmez.”
“Gazetecilik, iktidarın kötü kokularını parfümlemek demek değildir.”
“Politikacıların sözü, dipsiz kuyuya atılan taş gibidir.”
“Kadınların yürekleri yufka, sözleri kılıç kadar keskindir.”
“Türk toplumu temaruz toplumudur.”
“Ellili yaşlardan sonra Türkler ruminasyon hastasıdır.”
“Bilim kadar inançlarda usa dayanmalıdır.”
“Usa dayanmayan ideolojiler çökmeye mahkumdur.”
“Türkiye 3 S cennetidir; sorun, skandal, sansasyon.”
“Posa aslı gibi yutturulamaz.”
“miş gibi yapmak, yapmanın masal kısmıdır.”
“Aslında insan bir ada kadar ıssız ve yapayalnızdır.”
“Sevgi, köprü, kapı gibi insanları birbirine bağlar.”
“Boş bir mekanı hane haline getiren ailedir.”
“Tarihsel ruhu yansıtan, dilin tarihselliğidir.”
“Devlet, kendini, kendine karşı çıkanı da korumalıdır.”
“Solucana, böceğe dokunamayan balık tutamaz.”
“En çok zorlanması gereken akıldır.”
“Sevginin acısı da sevgi kadar değerlidir.”
“Hayatın tamamı kendimizi aramaktır.”
“Günlük hayatın kendisi başöğretmendir.”
Nizamettin Biber

13 Nisan 2017 Perşembe

İmajinel Kimlik sunumu


Çağımız giderek bir imaj uygarlığına doğru yol alırken, hem yüz yüze ilişkilerde, hem de medyada, imaj oluşturmanın önemi hissedilmektedir. Günlük yaşamımız ve diğer insanlarla ilişkilerimiz üzerinde biraz düşündüğümüzde, diğer insanların bizim hakkımızdaki düşünce ve duygularına ne kadar önem verdiğimizi kolayca fark ederiz. Hatta onlarda olumlu bir izlenim yaratmaya çalıştığımız ve bunun içinde, çeşitli yollar izlediğimizi kavrayabiliriz. Diğerlerinin bizim hakkımızdaki izlenimlerini, tesadüfe bırakma veya bu izlenimlerin kendiliğinden oluşmasını beklemek yerine biçimlendirmeye çalışıyoruz. Bu sayede diğerlerinin bize karşı davranışlarını etkileyebileceğimiz, olumlu muameleyi görmeyi sağlayabileceğimiz inancını taşıyoruz.
Hemen her insan, diğerlerine sunduğu imaj konusunda, en azından bir dereceye kadar duyarlıdır. Bunun kültürel, toplumsal ve psikolojik nedenleri vardır. Modern toplumlarda gelişen moda endüstrisi, kozmetik sanayi, diyet merkezleri, güzellik enstitüleri, plastik cerrahi ameliyatları, saç çıkarma, saç nakli ve kırışıklığı gidermeye yarayan mucize ilaçlar için yapılan sonsuz sayıda araştırma, harcanan milyarlar tutarındaki paralar, kadın ve erkek zihinlerinin fiziksel görünüşleri ile nasıl ilgili olduğunu gösteren olgulardır. Sanki sosyal ilişkiler, cazibe çevresinde örülmektedir. İmaj kaygılarını bir kuruntudan ziyade pratik temeli olan, bir eğilim gibi görmeliyiz. Moral planda ne kadar kayıtla karşılasak da, medya çağı, içereni içerikten, zarfı zarfın içindekinden, kapsayanı kapsamdan daha öne çıkarmaktadır.
İmaj oluşturmanın psikolojik arka planı da önemlidir. İnsanlar, dış dünyadan gelen uyaran ya da mesajları, brüt veriler olarak alıp işleyerek, şekillendirmektedir. Şeylere ilişkin sosyal temsillerimiz, yani kafamızdaki örgütlenmiş imajlar, algısal şemalar, davranışlarımızı yönlendiren zihinsel haritalar gibi işlev görmektedir. Hepimiz çoğu durumlarda Anderson’un masalındaki bezelyelere benzeriz; “Bir varmış, bir yokmuş yeşil bezelye kapçığında beş yeşil bezelye varmış ve dünyanın yeşil olduğuna inanıyorlarmış.”
Sonuçta imaj oluşturmanın öneminde, kültürel normların payı söz konusudur. Bir kişinin davranışları ve sahip olduğu şeyler, diğer kişinin davranışlarını etkilemektedir. İmaj oluşturmaya çalışan insanın, esasında, kendi görüntüsünü kişisel bir sermaye gibi kullanması söz konusudur; dolayısı ile bu görüntüyü sağlamaya ve diğerlerini etkilemeye yarayan her şey, bu sermayenin parçası olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanlar hem fiziksel görünümleri, hem de sosyal davranışlarıyla diğerlerinin izlenimlerini şekillendirmeye çalışmaktadırlar. İnsanlar, sahip olduğu; elbiseler, kitaplar, plaklar, pahalı objeler ve benzeri şeylerde bu çerçevede değerlendirilebilir. Örneğin bir evde, özenle seçilmiş sanat eserlerinin bulunması, ziyaretçilere evin zevkli ve iyi eğitim görmüş birine ait olduğunu ve ev sahibinin saygıyla davranılması gereken bir olduğunu gösterir. Özellikle bizim toplumumuzdaki evlerde var olan hiç okunmayan kitaplarla dolu kütüphaneler buna iyi bir örnektir. Ev sahibinin entelektüel, bilgi seven hatta bilge olduğu imajı verilmeye çalışılır.
Eşyalara sadece bulunup bulunmaması ile ilgili değil, değerleri, kaliteleri, çeşitleri genel durumları ve diğer özellikleri ile de sahiplerini yansıtmak amacı taşır. Bireyin giyimi, yüz ifadeleri, yaşı, cinsiyeti, dili, mesleki belirtiler; yaşanan mekânların düzenlenişinde, mobilyalarda ve dolayısı ile eşyalarda somutlaşmaktadır. Dış görünüş, bireylerin rol ve statüleri hakkındaki bilgilerin önemli kaynaklarındandır. Dış görünüşler, belirli bir kültür içinde, kurumsallaşmakta, yani bireyin herhangi bir dış görünüşü konusundaki beklentileri kalıplaşmaktadır.
“Eskiden bir insanın yararlı bir yaşam sürdürdüğüne inanmasını sağlayan arkadaş ve komşuların iyi düşünceleri onun başarılarının takdir edilmesine dayanıyordu. Bugün insanlar yaptıklarına değil de kendi kişisel özelliklerini alkışlayan bir olumlama bekliyor. İnsanlar kendilerine hayran olunmasını, saygı duyulmasını istiyor. Hatta saygı duymaktansa, gıpta edilip kıskanılmak istiyorlar. Bugünün kahramanı; başarılı bir şekilde yığınları etkileyip kendisini önemli bir statüye konuma yerleştiren çekici bir imaj yaratan kişidir.
Nizamettin Biber

12 Nisan 2017 Çarşamba

Stereotiplerde Kadın


Kadının statüsü, kadına bakış açısı Ülkemizde ve dünyada uzun zamandır tartışma konusudur. Eski çarpık kültür ve gelenekler, kadının fitne olduğunu, kocasından izinsiz evinden dışarı çıkamayacağını, babası ölse bile cenazesine gitmemesi gerektiğini söyler. Kadına, okumayı-yazmayı, çalışmayı yasaklar. Kadınların şahitliğinin erkek şahitliğinin yarısı kadar olduğunu söyler. Onların akıl ve din yönünden eksik olduklarını, cehennem halkının çoğunluğunu oluşturduklarını ifade eder. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, kadının gerçek anlamda eğitilemeyeceğini, çünkü onun aslının eğri bir kemikten yaratıldığını iddia eder. Kısacası kadına, onun doğasına aykırı bir rol biçer.
Gerçekte;
Kadın, şeytan mıdır?, Kadınlar, insanların karşısına şeytan gibi mi çıkarlar?, Kadınlar, şeytanın ilahı, tuzağı, ipi midirler?, Kadınlar, yüksek yerlerde oturmamalımıdır?, Kadınlar için mezar daha mı hayırlıdır?, Kadınlar, avret midir? (Avret; dinî bir kavram olarak, insan vücudunda örtülmesi farz, görünmesi ve gösterilmesi yasak olan, başkaları tarafından da bakılması haram olan yerlere denir.), Kadınların işi yün eğirmek midir?, Kadın, kocasından izin almadan evden çıkarsa her şey onu lanetler mi?, Kadınlar, aç ve çıplak mı bırakılmalıdır?, Kadınlar, dövülmeli midir?, Kadınlara danışılmalı ama söylediklerinin tersi mi yapılmalıdır?, Kadınlara itaat etmek sonsuz bir pişmanlık mıdır?, Kadınlar geri mi bırakılmalıdır?, Kadında ve atta uğursuzluk mu bulunur?, kadınlar, akıl ve din yönünden eksik midir?, cehennem halkının çoğu kadınlardan mı oluşuyor?, hamile kadın dışarıda dolaşmaması mı gerekir?, kadına gülmek yasak mıdır?
Rivayetlerin, uydurmaların arkasına sığınan illetli bakış, ağzından kadın aleyhine konuşmaya cesaret edebilmiş, kadına düşman olmuş, uydurduğu her cümle ile kendi gibi düşünen insanlar üreterek toplumlarda varlığını sürdürmüştür. Varlığı rahatsızlık oluşturan bir kadın imgesi, uydurmaların hemen hepsine egemendir. Sonuçta kadın ve erkek arasında bulunması gereken denge, bir tarafın lehine bozulmuş, kadın, yeryüzünde zor ve değerli her görevi üstlenecek potansiyelde olduğu halde insanca yaşamaya dair temel haklarını bile yitirmiş ve erkeğe karşı cephe alır hale gelmiştir. Nitekim kadına karşı olumsuz bir önyargı oluşturarak saygıdan, güvenden uzak bir ilişkiyi besleyen uydurma rivayetler, kadın ve erkeği birbirlerinin yanı başında değil karşısında konumlandırmıştır. Kadını durağan uğraşılar ve sınırlı bilgilendirmelerle ev hayatına kilitlemek, aslında en az onun kadar erkeğe de zarar vermektedir. Zira böylesi kopuk, eş değerden ve eş düzeyden mahrum bir ilişki, insanın anlam dünyasının ancak kadın ve erkek tarafından birlikte oluşturulabileceğini göz ardı etmektedir. İki cinsin farklılıkları ayraç olarak kullanılarak, dengeli bir birliktelik kurmalarına engellenmekte, hayatın her karesini birlikte görebilme olanaklarını ortadan kaldırmaktadır.
Kadını eşitlik ve özgürlük öğesi saymayan inanç, kadının durumunun kötülüğünün inancın özünden değil inancın uygulamasından doğduğu, kadını eksik niteliklerle tanımını toplum yaşamı bakımından gerekli gören zihniyetin devam edip etmediği konusu tüm çıplaklığı ile ortadadır.
Kadınla ilgili önyargıların oluşmasına neden olan rivayetlerin çoğu, tarihsel perspektife uzanan stereotiplere, genel olarak kadını içine yerleştirilen kategorilere dayanmaktadır. Bu çerçevede, kadın, basitleştirilmiş betimsel olarak bir takım kalıp yargıların, kategorilerin, stereotiplerin ürünü olarak tanımlanmıştır.
Kadının günümüzdeki sosyal konumu ve katı geleneksel kuralların ona biçtiği rol, yaşadıkları, zorunlu bir ihtiyacı ortaya çıkarmaktadır. Bu da günümüzde,  kadının statüsünü belirlemek, kadına yönelen olumsuz bakış açısının dayanağını oluşturan kalıp yargılara temel oluşturan geleneği sorgulamak, olumsuz yargıları, stereotipleri ortadan kaldırmak ve kadın adına olumsuz kültürel mirasımızı elden geçirmekle olanaklıdır.
Nizamettin Biber

10 Nisan 2017 Pazartesi

Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi


21. yüzyılda dahi Ülkemizde sosyal psikoloji konusunda çalışmalar yok denecek kadar azken 19. Yüzyılın sonunda çağımızla ilgili çeşitli kehanetlerden birisi, toplum ve kitle psikolojisi alanında araştırmalar yapan Fransız sosyolog ve antropolog Gustave Le Bon tarafından ortaya atılmıştır. Le Bon, 20 yüzyılın bir “kitleler çağı” olacağını belirtmiştir. Fransız devrimi, Paris Komünü ve ardından gelen ayaklanmalarda kitle çağının işaretlerini gören Le Bon, birey ve kitle kavramlarını çözümlememizde büyük katkısı olan gözlemlerini “Kitle ya da Kalabalık Psikolojisi” içinde sistemleştirmeye çalışmıştır.
Kitleler çağı, zorunlu olarak, bireysellik sorununu, modern bireyciliğin “püf noktası” olan bir sorunu gündeme getirir. Modern çağ insanının konumu bu sorunda yatar. Le Bon kitabında, uygarlıkların çöküşünü, insanlarda meydan gelen düşünce, anlayış ve inanç değişmelerine bağlamaktadır. O’na göre kitlelerin gücü giderek artmaktadır. Yaşanılan anarşik geçiş döneminde kitleler siyasal yaşama katılır ve yönetim kademelerini ele geçirir, sürekli hak talebinde bulunur. Sosyal ve siyasal yapılar alt üst olur. Bireylerin bilinçli eyleminden çok, kitlelerin bilinçdışı eylemi tarihi belirler. Alttan gelen demokratik iktidar, yukarıdan gelen aristokratik kuralların yerini alır, elit çoğunluğa boyun eğer.
Le Bon’a göre kitle terimi ilk bakışta çok değişik insan gruplarını niteler; isyancılar, mahkeme jurileri, parlamento, sosyal sınıflar, grevciler, komiteler, işçi sendikaları, vb. Rastgele bireyler topluluğunu belirten kitle terimini Le Bon psikolojik anlamda tanımlar ve temellendirir. Belirli bir bireyler topluluğunun kitleler haline gelebilmesi için, bireylerin tek tek karakterlerinin değişmesi, bilinçli kişiliğin silinmesi, kolektif ruhun oluşması ve topluluğun, bir tek varlık haline gelmesi gerekir. Kişiler kimlikleri ne olursa olsun, kitleye girdiklerinde bir tür “kolektif ruh”un etkisinde kalırlar ve bunun etkisiyle değişirler. Bu değişme olgusu, bilinçaltı olaylara, Zihinsel bulaşma ve kitle durumunda bulunma gibi nedenlere bağlıdır.
Kitleler telkine yatkın ve kolay ikna edilebilir bir özellik taşırlar. Duyguları abartılmış ve basittir. Şüpheci ve kararsız değildir. Hoşgörüsüz, otoriter ve muhafazakardırlar. Yerine göre hem çok ahlaklı(yüce bir dava adına kendini feda etme), hem çok ahlaksız (cani, cellât) olabilirler. Hiçbir şey önceden düşünülmez, engel tanınmaz. Rasyonel düşünce ve doğru yargı gücü kaybolur. Moral yasaklar süpürülüp atılır, kolektif ruhun etkisinde bir yenilmezlik duygusu belirir; kör ve zapt edilmez bir güce dönüşen kitle ipini koparmış bir sosyal hayvan niteliğindedir…
Kitlede duygu ve düşünce tek yöne yönelir. Hemen eyleme geçmek ister. Bireyler kendi kendine değildir, iradeleri ile hareket etmezler, bilinçdışının egemenliğine girerler. Uygarlık ölçeğinde geriler, ilkelleşirler. Entelektüel olarak kitle, bireyden aşağıdır (ilim adamı ile ahmak, ahmağın düzeyinde eşitlenir); yüzeysel ve yapay çağrışımlara dayalı akıl yürütme tarzı egemen olur. Olgulara göre değil, imgelere, illüzyonlara göre düşünülür.
Kitleler, içgüdüsel olarak sürükleyici ararlar. Kitle önderleri, her türlü temelden yoksun salt ve sade iddialarla, tekrar eden sözlerle ve zihinsel bulaşma (sirayet) mekanizmasının işlemesiyle, kitleye hükmederler. Kitleleri örgütleyen, inançları yaratan, kitlenin gözü, kulağı ve aktif iradesi olan liderlik durumu söz konusudur. Lider, tekrar sayesinde iddialarını yerleştirir. Kitlede bir düşünce akımı başlar ve hipnotik bir durum meydana gelir.
Le Bon, bu şekilde kısaca özetlenen görüşlerini “Kitle Psikolojisi” dediği bir bilim dalı kurulmasında kuramsal temeller olarak ortaya atarak daha sonra yapılacak deneysel çalışmalara yol gösterecek hipotezler olarak önermiştir. Ancak, Le Bon’un düşünceleri, çeşitli çevrelere yayılmakla ve etkili olmakla birlikte, “Kitle Psikolojisi” konusundaki bilimsel çerçeve oluşmamıştır. Kitabının farklı ülkelerde pek çok bastırılmasına karşın, görüşleri yakın yıllara dek ilgili bilim dallarında (sosyal psikoloji) açıkça dikkate alınmamıştır. Çoğu kez spekülatif, klasik çağ öncesi dönemin bir kalıntısı, tekrarlarla dolu bir kitap olarak görülmüştür. “Arapların Medeniyeti” ile “Devrimin Psikolojisi” okunmaya değer yazarın başka iki eseridir.
Le Bon, “Kitleler Psikoloji” kitabında büyük bir açıklıkla kitleyi ele alarak, bir kitlenin psikolojik yapısını çözmek ve mevcut fonksiyonlarıyla betimlemektir. Kitle neleri başarabilir, neler karşısında acizdir, ne zaman şiddete yönelir? Kitlelerin sevk ve idaresi nasıl olmalıdır? Zararlı kitle, faydalı kitle, Kitle içinde, kalabalık içinde bireyin durumu...
Blog yazısını, Le Bon’ ait iki sözle yazımı bitirmek istiyorum;
“Kitlelerin genel karakterini parlamentoda da aynen buluruz. Düşüncelerdeki basitlik, çabuk hiddetlenme, telkine yeteneklilik, duygularda aşırılık, önderlerin güçlü nüfuzu.”
“Görünüşler ve gösterişler tarihte gerçeklerden daha fazla bir rol oynamıştır. Gerçekte olmayan gerçeğe üstün gelmiştir” maalesef.
Nizamettin Biber

9 Nisan 2017 Pazar

Çoğunluk Etkisinin İrdelenmesi


Birey, modern zamanın en büyük buluşlarından biridir. Rönesans’a kadar, insanın ufkunda daima biz vardı; insan, ailesine ait olduğu gruplara bağlı ve onlara karşı sorumlu olarak yaşamıştır. Coğrafi keşifler, teknik buluşlar, ticaret ve bilimle, insanlık yeni bir atom bulmuş ona birey demiş, bağımsız düşünce ve duyguları, hakları ve özgürlükleri olan bir varlık olarak tanımlanmıştır. Birey, akıllı davranan, şeyleri ve insanları nesnel olarak yargılayabilen, nedenleri bilerek hareket eden, diğerlerinin görüşlerini peşinen değil, inceleyerek, tartarak kabul eden bir kişi olarak düşünülmüştür. Bireyin düşünerek hareket ettiği, hem yalnızken hem de grup halindeyken, zekasıyla ve kendi çıkarlarını hesaplayarak, davrandığı anlayışı benimsemiştir.
Birey tek başındayken, sosyal dünyanın deşifre edilmesinde, donanımsızdır. Şeylerin, objektif bir görüşüne sahip olmak için, diğerlerine dayanmaya ihtiyacı vardır. Belirsizlik durumunda, ideal olan şey, durumun kolektif bir tanımına varmak, sosyal bir gerçeklik yaratmaktır. Burada hatanın ancak bireysel, gerçeğinde ancak sosyal olabileceği, kolektif olarak yanılmanın mümkün olamayacağı düşüncesi vardır.
Herkesin aynı bir görüşe katılması, bir çoğunluk etkisi yaratır. Herkes aynı şeyi düşünmek zorundadır ve etki kendini bir sosyal zorlama olarak gösterme ihtiyacı duymadan bir sosyal baskı aracılığı ile gerçekleşir, hatta bu onun etkililiğinin kaynağıdır, hiçbir görünür zorlama, hiçbir açık seçik baskı yoktur.
Çoğunluğun bireyler ve azınlıklar üzerindeki etkisi, 19.yüzyılda eşitlik ile özgürlük arası diyalektik gerilimi inceleyen Alexis de Tocqueville’nin de vurguladığı bir konudur. Henri Paicheler’in belirttiği üzere, Tocqueville, her yerde hazır ve her yere yayılmış çoğunluk kuralının yabancılaştırıcı özelliğini vurgulamıştır. Çoğunluk etkisi hiçbir maddi gerçeklikte somutlaşmadığı, aksine tüm zihinlere damgasını vurduğu ölçüde kaçınılması zor bir olgudur. “ABD’de, çoğunluk, düşüncenin etrafında müthiş bir çember çizmektedir, sanki tüm kafalar, aynı bir modele göre oluşturulmuş gibiler, aynı yolu yolları izliyorlar.” Burada benzerlik, fikirlerin üretim planında gerçekleşir, belirli bir mantık bu üretimi kanalize eder. Bu ince boyun eğiş durumu, şiddete dayanmaz, bizzat düşüncenin tarzlarından kaynaklanır.
Paicheler’e göre, çoğunluk kuralı, herkes tarafından paylaşılmış bir anlamlar evrenine dayanır ve herkesin, gerçeklik ve kendi davranışı konusunda tek bir yorumda bulunmasını sağlar. Çoğunluk, gerçekle olan ilişkimizi tanımlar, kendi iradesini ifade ettirmekten daha fazlasını yapar, kendi bakış açısını evrenselleştirir. Tüm sapmalar, hem çoğunluk üyelerinin kendine güvenlerini, hem de bizzat gerçeği tehdit eder. Üstelik eşitlik ve benzerliğe dayanan davranışların açık anlamları, çoğunluk etkisinin ve gücünün gerçek anlamını gizler. Çoğunluk, ikame bir gerçeklik işlevi görerek tüm diğer gerçekliklerin ekranı rolünü oynar. Burada ekran kavramı, çoğunluğunkinden bir başka gerçeklik olduğu fikrini içerir, ama çoğunluğun düşünce sistemini benimsemiş olanlar, bir başka şeyi düşünemez. Bakış açılarının benzerliği, onların geçerliğini de onaylar. “Çoğunluğun moral hakimiyeti, kısmen şu fikre dayanır; bir tek insana kıyasla pek çok insan daha sağduyuludur, bilgilidir… Bu zekalara uygulanmış bir eşitlik teorisidir.”
Tocqueville, çoğunluğun bireyler üzerindeki ideolojik, ‘moral’ hakimiyetinin altını çizdikten sonra, “belirsizlik karşısında, en çok sayıda insanla benzerlik sayesinde güvenlik arayışı” ifadesini kullanır.
Paicheler’e göre, kuşatılmış düşünce, kaynaşma mitosuyla desteklenmektedir. Toplumsal grupta insanlar, sanki koşulları eşitmiş gibi davranmaktadır. Çoğunluğa gerçekten ait olmaları gerekmese de aidiyet duygusu yeterlidir. Bireyler, zevklerini, alışkanlıklarını ve görünüşlerini değiştirerek gruba aitmiş, mensupmuş gibi görünürler. Görüntü ya da şeylerin yüzü öne çıkar. Aranan şey diğerlerine benzer görünmek ve kendini benzer görmektir. Bu hedef her şeyden öne çıkarak çoğunluk kurallarını oluşturmaktadır.
Bir çoğunluğun her üyesiyle çoğunluk arasındaki bağların gücü de uyma davranışını etkiler. Bir kişiyi bir ilişki ya da çoğunlukta tutan olumlu ya da olumsuz bütün güçlerin toplamı, başka bir kişiden veya çoğunluktan yakınlık bekleme eğilimi ve bu kişi yanında olduğunda bireyin kendisini güvende hissetmesi bağlanmaya neden olur. Halk içinde epey yaygın bir deyimle, bu davranış, sürüye uymak, yani kendin olamamak, başkasına boyun eğmek olarak ifade edilir.
Sürüye, çoğunluğa uyan insanların ortak özellikleri, çok kaygılı, düşük statüye sahip olmaları, başkalarının kendisini onaylamasına çok ihtiyaç duymaları, otoriter kişiliğe itaat etmeleri, eğitimlerinin düşüklüğüdür. Ayrıca, bizimki gibi doğu kültürlerinde boyun eğme toplum olarak teşvik edilir ve pozitif bir davranış olarak görülür.
Sonuç olarak; evrensel boyutu ile modern zamanın en büyük buluşu olan bireyin gelişmediği bizim gibi toplumlarda, Rönesans öncesi batı toplumlarında olduğu gibi çoğunluğa uyma davranışı halen genel bir eğilimdir.
Bu konuda, Nietzsche’nin sözü önemlidir; “Kuralları çoğunluğun koyması, çoğunluğun haklı olduğu anlamına gelmez. Bu sadece çoğunluğun kolay aldandığı anlamına gelir.”
Nizamettin Biber

8 Nisan 2017 Cumartesi

Yaşlılık, hastalık değildir.


21. yüzyılın en önemli sorunlarından birisi küresel yaşlanmadır. DSÖ yaşlılığı “Yaşamsal fonksiyonların sürekli azalması, tüm organizmanın verimliliğinde görülen azalma, çevresel faktörlere uyum sağlayabilme yeteneğinin azalması” olarak tanımlamıştır.  65 yaş genel emeklilik yaşı olduğu için, birey sosyal güvencelerden yararlanmaya, başladığı için bu yaş sosyal ve ekonomik yaşlılığın da başlangıcıdır.
DSÖ, 65 yaş ve üzeri bireyleri “yaşlı” olarak tanımlıyor. Yaşlılığın seyrine ve vücut fonksiyonlarında oluşan değişikliklere göre yaşlılar; 65-74 yaş arası “genç yaşlılar”, 75-84 yaş arası “yaşlılar” ve 85-89 yaş arası “yaşlı yaşlılar” veya “ileri yaşlılar” 90 ve üstü ise ihtiyarlık olarak sınıflandırmıştır.
Dünyada 60 yaş ve üstü 600 milyon civarında insan varken bu rakamın 2050’de 1,2 milyar olacağı tahmin edilmektedir. Önümüzdeki 25 yılda 65+ yaşlı nüfus %88 artacak, çalışan nüfustaki artış %45 olacaktır. Ülkemizde 1935 de 65+yaş nüfus %3,88 iken,  2010 da bu oran %7,1(TUİK), 1935 de ortalama yaş 21,2 iken 2010’da bu 27 dir.
Toplumlar yaşlı popülasyon açısından 4 gruba ayrılırlar: 1-Genç toplumlar: 65 yaş ve üzeri nüfusun tüm nüfusa oranının %4’den az olduğu toplumlar, 2-Erişkin Toplumlar; 65 yaş ve üzeri nüfusun tüm nüfusa oranının %4-7 arasında olan toplumlar 3-Yaşlı Toplumlar; 65 yaş ve üzeri nüfusun tüm nüfusa oranının %7-10 arasında olduğu toplumlar (Kanada, Avustralya, Japonya gibi), 4-Çok Yaşlı Toplumlar; yaşlı nüfusun tüm nüfusa oranı %10’un üzerinde olan toplumlar. Bu toplumlarda fertilite çok düşük orandadır ya da genç nüfus göç etmiştir. Gelişmiş Avrupa Ülkeleri genellikle bu gruptadır (Norveç, İsveç gibi) (2,8).
Yaşlanmaya bağlı olarak, insan vücudunun yapı ve fonksiyonlarında meydana gelen değişikliklere biyolojik yaşlılık,  buna bağlı olarak organlarda meydana gelen değişiklere fizyolojik yaşlılık, kişinin kendini yaşlı hissetmesine bağlı olarak yaşam görüşü ve yaşam şeklinin değişmesine duygusal yaşlılık, aynı yaşta olan bireylerle karşılaştırıldığında toplum içinde fonksiyonların devam ettirilmesine ise fonksiyonel yaşlılık denir.
Yaşlılıkta fizyolojik değişiklikler; Görme, işitme, iskelet sistemi, beyin ve prostatta değişme, menapoz ve andropoz fizyolojiktir. (Önceki yıllardaki sağlık olayları vb de etkiler),  Akciğerde elastisite azalır, kaburga kıkırdakları kemikleşir. Damarlarda ateroskleroz oluşumu artar. Kalp, karaciğer, böbreklerde bağ dokusu artar. Sindirim kanalı peristaltizmi ve sekresyonları azalır. İskeletin mineral içeriği azalır. Kas dokusu azalır, yağ oranı artar. Duyu organları zayıflar. (80 yaşta beyin ağırlığı % 17 azalır) Hormonlar azalır. Glükoz toleransı azalır. Bazal metabolizma düşer. Uyku düzeni değişir
Sosyal yaşam değişiklikleri; Ev içi ve ev dışı yaşamda kısıtlılıklar, Sosyal çevrede daralma, Eş kaybı, Gelirde azalma ve Sosyal statüde gerilemeye bağlı olarak birçok sosyal aktiviteden vazgeçme, Sağlık sorunları nedeniyle bakım ve desteğe gereksinim duyma (en çok kişisel bakım, ev işi, yemek hazırlama, vaka yönetimi, evse sağlık bakımı), İşe yaramama duygusu
Yaşlılıkta yaşanan sorunlar;  Barınma sorunu,  Ekonomik sorunlar, Sağlık sorunları, Yaşlılığa uyum sorunlarıdır.
Dünyada yaşlı oldukları halde başarılı örnekler vardır;
Mikelanj, St. Peter’in kubbesini 70 yaşında bitirmiştir.
Sofokles, Kral Oedipus’u 80 yaşında yazmıştır.
Goethe, Faust’u 80 yaşından sonra tamamlamıştır.
Gladstone, 84 yaşında 4.’cü kez Başbakan olmuştur.
Handel, Haydn ve Verdi ölümsüz melodilerini 70 yaşından sonra yazmıştır.
Hobbes, 91 yaşında dek yazmayı sürdürmüştür.
Franklin, 81 yaşında Anayasa Kurulunun etkin bir üyesi olarak çalışmıştır.
Jefferson, 83 yaşındaki ölümüne dek etkin işler yapmıştır.
Tennyson, 80 yaşına dek şiir yazmayı sürdürmüştür.
Churchill, 77 yaşında Başbakan olmuştur.
“İnsan, yaşlanınca gençliğinden daha çok iş yapmalıdır.”
Goethe
Ülkemizde yaş ortalaması şu anda 28,5’tir. 65 yaş üzeri grup ise nüfusumuzun %7’sini oluşturmakta, Türkiye’de yaklaşık 6 milyon yaşlı insan bulunmaktadır. Bu sayı 2025 yılında 9 milyona, 2050 yılında ise 18 milyona çıkacağı tahmin edilmektedir.
Yaşlılıkta Birincil Korunma Önlemleri; Beslenmenin düzenlenmesi, sigara ve alkolden uzaklaşma, spor yapma, kazaların önlenmesi, zihinsel aktiviteyi artırma, sosyal aktivitelere devam etme, hormonların ve ilaçların doğru kullanılmasıdır.
Yaşlılık hastalık değildir. Sağlıklı yaşlanma olasıdır. Yaşlılıktaki sağlık sorunlarının çoğunun temelinde çevresel faktörler ve önlenebilir nedenler vardır. Çözümde; Sosyal devlet anlayışı içerisinde sağlığı geliştirici, koruyucu, tedavi edici ve rehabilite edici hizmetler bir arada düşünülmelidir. Yaşlılarda yaşam kalitesini etkileyen faktörlerin bilinmesi yaşlıların sağlığı koruyucu ve geliştirici davranışlar sergilemelerinde, topluma kazandırılmalarında ve mutlu olmalarında önem taşımaktadır. Yaşlılar için yaşamın uzunluğundan çok kalitesinin önemli olduğu unutulmamalıdır.
“Yaşlılığa karşı en mükemmel ilaç, bilgili ve erdemli olmaktır.” Cicero
Bu yazının yazıldığı MB alanında da DSÖ’nün tanımladığı yaş aralıklarında olduğu halde, nice başarılı bloggerların varlığına hepimiz tanığız ve onları çok seviyoruz.
Nizamettin Biber

3 Nisan 2017 Pazartesi

Özlü Sözlerim -15


“Güç, tek başına doğmaz.”
“Mutlak güç, sünek malzeme gibi kırılgandır.”
“Şiir, duyguların annesi, düşüncelerin babasıdır.”
“Güven sevgi duygusu ile ikiz kardeştir.”
“Erdemsiz güzellik ışıksız lamba gibidir.”
“En iyi yönetim, az yönetmektir.”
“En iyi eğitim, kendini yönetmeyi öğreten eğitimdir.”
“Halkın iktidarı kontrol edemediği yerlerde özgürlük olmaz.”
“Kafası karışık adam için su bile içki sayılır.”
“Yaş insanın yeteneklerini ortaya çıkarır.”
“Sistematik çalışmak olumlu kader oluşturmaktır.”
“Kelimelerle olağanüstü sanat eseri yapılabilir.”
“Merhameti, inançtan değil vidandan gelir.”
“Ülkeyi yanlış yönetenlerin cezası halka kesilir.”
“Kurnazlığın zamana karşı başarısı yoktur.”
“Kuşku, insanın alarm sistemidir.”
“Okumak, fantastik bir dünya kapısının anahtarıdır.”
“Sabır, insanın en güçlü tahkimatıdır.”
“Üst akılı yenmenin tek yolu bir üst akılı kullanmaktır.”
“Ana fikri anlamak için kelimeleri anlamaktan geçer.”
“Her şeyi anlamaya çalışmak korkuyu azaltır.”
“Kötülük çoktur, iyilik tektir.”
“Bizi gerçek amacımıza engeller götürür.”
“Yazmak, yalan söylemenin iyi bir yoludur.”
“Ülkemizde temaruz derneğinin üyesi çoktur.”
“Hayatı sevmek, çocukları sevmekle başlar.”
“Olumlu veya olumsuz tüm anılar insana acı verir.”
“İnsanın kulağının duyma kapasitesi algısı kadardır.”
“Kitaplar, sonsuzdur.”
“Vatana doğrulukla hizmet edenler, şanlı tarihe ihtiyaç duymaz.”
Nizamettin Biber

Diş Fırçasının Tarihsel Kökeni



Dişleri ve diş etlerini, sıkıca kümelenmiş kılların bir çubuğa bağlanarak ve ağızın ulaşması zor yerlerini temizlemek için kullanılan araca “Diş fırçası” diyoruz. Dünyanın çeşitli yerlerinde yapılan kazılarla da diş fırçasının kullanılmaya başlamasından çok daha önceleri, ağız sağlığına yönelik farklı araçlar kullanıldığı kanıtlandı. Bu araçlar arasında misvak, ağaç dalı, kuş tüyleri, hayvan kemikleri ve kirpi iğneleri yer alıyordu.
Diş fırçasının atası olarak bilinen misvaklar, genellikle ucu yıpratılmış dallardan ibaret olan, dişlerin fırçalanmasında kullanılan ilk araçlardır.  İlk misvaklar, M.Ö. 3500 yılına ait Babil’deki bir kalıntıda ele geçirilmiştir.  M.Ö. 3000’de Mısırlı bir mezarda ve M.Ö. 1600’de Çin’e ait bazı kayıtlarda da diş fırçasından bahsedilmektedir. Yunanlılar ve Romalılar, kürdan benzeri ağaç dallarını kullanarak dişlerini temizlerken, Qin Hanedanı’na ait mezarlıklarda yapılan kazılarda da bu tip kürdan benzeri dallar ele geçirilmiştir. Misvaklar halen günümüzde Afrika kıtasında ve Birleşik Devletler’in güney kesiminde bulunan kırsal alanlarda kullanılmaya devam edilmektedir. İslam Dünyasında M.S. 7. yüzyılda başlanılan misvak kullanımı, kutsal bir eylem olarak nitelendirilmekte, her namazdan önce günde beş kez kullanılması önerilmektedir.
Modern diş fırçasına benzeyen ilk kıllı diş fırçası, Tang Hükümdarlığı (619-907) döneminde Çin’de kullanılan domuz kılındandı. Diş fırçası kılları Sibirya ve Kuzey Çin’de bulunan domuzlardan alınırdı zira o bölgelerin soğuk iklimi, daha sağlam kılların üretilebilmesini sağlıyordu. Ardından bu kıllar, bambu ya da kemikten yapılan saplara iliştirilerek bir diş fırçası haline getirilirdi. 1223 yılında Japon Zen ustası Dogen Kigen, Shobogenzo üzerindeki kayıtlarında, Çinli monkların at kuyruğu kıllarının öküz kemiklerine iliştirilmesi ile oluşturulmuş diş fırçalarını kullanarak dişlerini temizlediğini belirtmiştir. Kıllı diş fırçası, bir süre sonra Çin’den Avrupa’ya seyahat eden gezginler tarafından yanlarında getirilmiş, Avrupa Kıtası’nın diş fırçası ile tanışması da bu sayede mümkün olmuştur. M.S. 17. yüzyılda Avrupa’da da kullanılmaya başlayan diş fırçasının en erken kaydına, Anthony Wood’un 1690 yılında yazdığı otobiyografisinde, ahşaptan yapılma bir diş fırçasını J.Barret isimli birisinden aldığını bahsettiği yazısında rastlanır. Avrupalılar, Çinli tüccarların getirdiği ve domuz kıllarından yapılma diş fırçalarını çok sert bulmuşlar ve domuz kılından yapılanın yerine at kılından yapılan ve görece daha yumuşak olan diş fırçalarını tercih etmişlerdir.
Avrupa’da İngiliz William Addis’in çok miktarda diş fırçasını 1780 yılında üreten ilk kişi olduğuna inanılır. 1770 yılında bir isyana neden olduğu için hapse giren ve orada dişlerini temizlemek için kendine özgü bir yöntem geliştiren Addis’in yöntemi, bir bez parçasını kurum ve tuzdan oluşan bir karışıma batırıp bu karışımı dişlerine sürerek onları temizlemesinden ibaretti ancak bu yöntem pek verimli değildi ve geliştirilmesi gerekiyordu. Addis bir gün bir önceki gece yediği yemekten arta kalan küçük bir hayvan kemiğini aldı ve o kemik üzerinde küçük delikler açtı. Ardından gardiyanlarından birinden aldığı hayvan kıllarını, üzerinde delikler açtığı hayvan kemiğine işledi ve bu kılları yapıştırıcı kullanarak kemiğe yapıştırdı. Hapishaneden salıverilmesinin ardından bu yöntemle hazırladığı diş fırçalarını üretmek üzere kendi işini kurdu ve kısa sürede zengin oldu. 1808 yılında ölen Addis, şirketini en büyük oğlu William’a bıraktı ve bu şirket, 1996 yılına kadar aynı aile bireylerine ait olmayı sürdürdü. Wisdom Diş Fırçaları adı altında faaliyet gösteren şirket, Birleşik Krallık’ta her yıl 70 milyon adet diş fırçası üretmekteydi. 1840 yılına kadar diş fırçaları, İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya’da üretiliyordu. Görece daha ucuz olan diş fırçalarında domuz kılı, daha pahalı olanlarında ise porsuk kılı kullanılıyordu.
Daha gelişmiş bir tasarıma sahip olan diş fırçaları ise, Sibirya yaban domuzu kıllarının işlendiği kemikleri kullanıyordu ancak diş fırçalarında hayvan kılı kullanımı, kılların bakterilerin üremesine elverişli bir ortam olmasının yanı sıra kısa sürede kurumadıkları için tercih edilmiyordu. Ayrıca hayvan kılları çok geçmeden dökülüyordu. Bazen kemiğin yerine fildişi ya da ahşap da kullanılıyordu. I.Dünya Savaşı’na kadar diş fırçalama alışkanlığı olmayan ABD'lilerin askerleri, dişlerini her gün fırçalamak zorundaydılar.
1900’lerde selüloid tutacağı olan diş fırçaları, kemikli diş fırçalarının yerini almaya başladı. Bunun yanı sıra yine o güne kadar kullanılmakta olan doğal hayvan kıllarının yerine naylon gibi sentetik fiber malzemeler, 1938 yılına kadar DuPont tarafından kullanıldı. Naylon tutacağı olan ilk diş fırçası ise 24 Şubat 1938’de satışa sunuldu. Broxodent markasına sahip dünyanın ilk elektrikli diş fırçası ise İsviçre’de 1954’te icat edildi. 21. yüzyılın başlangıcında ise naylon tutamaçlar yaygın olarak kullanılıyor ve tutamaçlar, genel olarak termoplastik malzemelerin şekillendirilmesi ile oluşturuluyordu.
Günümüzde ise üretilen diş fırçaları, eğimli bir yüzeye sahip olduğundan en arkadaki dişlere bile kolaylıkla ulaşabiliyor, diş fırçasının kılları, birbirlerine çok daha yakın bir şekilde dokunduğundan, bu sayede dişlerde çürümeye yol açan yemek artıklarının da temizlenmesi de sağlandı. Son değişiklik ise fırçanın dış kenarlarındaki kılların, iç kesimindekilere oranla daha uzun ve yumuşak olmasıydı. Bu sayede diş araları da verimli bir şekilde temizlenebiliyordu. Her bir üretici, kendi ürettikleri diş fırçasının tasarımının, o güne kadar kullanılan standart diş fırçalarından çok daha iyi sonuç verdiğini iddia ederek, reklamlar yaptı. Farklı kıl sertliklerine, şekillerine ve biçimlerine sahip olan diş fırçalarından, diş hekimleri, “yumuşak” kıllı diş fırçalarının kullanılmasını önermekte, sert kıllı diş fırçalarının, diş minesine ve diş etlerine zarar verebileceğini ifade etmektedirler.
Gelişmiş, refah düzeyi yüksek Ülkelerdeki insanların onsuz yapamadığı bir icat olarak seçilen diş fırçasını, Ülkemizde yapılan araştırmalara göre nüfusun yüzde 86’sı kullanmıyor.
Nizamettin BİBER

Kaybedilenler



Bazen bir cümle, bir dize, bir şiir, bir düz yazı, öykü, roman bazen birilerinin söyledikleri bizde karşılık bulur,  yazı ve şiir yazmanın temel felsefesi de budur bir anlamda, herkesin yazma becerisinin olduğu bu dünyada yazarak insanların duygu ve düşüncelerine tercüman olmaktır. Çağımızın ünlü yazar ve ressamlarından Rus kökenli Alex Kanevsky’e ait aşağıdaki satırlar,  Ülkemiz insanının durumunu nasıl da özetliyor. Özgürlüğünü kaybetmiş, korkular içinde yaşayan, kendi özgün, özerk, özel, bağımsız birey sesinden ziyade; çevresindekileri dinleyenlerin durumunu imla işaretlerinden yola çıkarak ne güzel dile getiriyor.
Kaybedilenler;
“İnsanoğlu, bir gün, “virgül”ü kaybetti. O zaman zor cümlelerden korkar oldu ve basit ifadeler kullanmaya başladı. Cümleler basitleşince düşünceler de basitleşti.
Sonra “ünlem” işaretini kaybetti. Alçak bir sesle, ses tonunu değiştirmeden konuşmaya başladı. Artık ne bir şeye kızıyor ne de bir şeye seviniyordu. Hiçbir şey ondan en ufak bir heyecan uyandırmıyordu.
Bir süre sonra “soru işareti”ni kaybetti ve soru sormaz oldu. Hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu: Ne evren ne dünya ne de kendi apartmanı umurundaydı.
Birkaç yıl sonra “iki nokta” işaretini kaybetti ve davranış nedenlerini başkalarına açıklamaktan vazgeçti.
Ömrünün sonuna doğru elinde sadece “tırnak işareti” kalmıştı. Kendine özgü tek düşüncesi yoktu. Yalnız başkalarının düşüncelerini tekrarlıyordu.
Düşünmeyi de unutunca son “nokta”ya ulaşmıştı.”
Alex Kanevsky
Nizamettin Biber

Uygarlık hayvan ilişkisi


Uygarlık kelimesi, uy-mak kökünden türetilmiştir. “Bir nesne ile denge sağlamak, yerleşmek” “Bir kültür yazılı bir dile, bilime, felsefe ve yüksek derecede uzmanlaşmış iş bölümüne, karmaşık bir teknolojiye ve siyasal sisteme sahip olduğunda uygar kültür (Medeniyet) halini alır.” İnsanoğlunun uygarlığını bin yıllardır milyonlarca insan yarattı.
3.5 milyar yıl önce, dünya üzerinde ilk tek hücreli canlılar oluşmuştu. Milyonlarca farklı canlı türü gelişti ve birçoğu yok oldu. İnsanlığın tarihi milyonlarca yıllık bir geçmişe uzanmaktadır. Tarihin çok eski dönemlerinde ağaç kovukları ve mağaralara sığınan ilk insanlar, son derece güç koşullar altında yaşıyorlardı. Bu dönemlerde iklim koşulları sertti. İnsanların yaşamlarını sürdürebilmeleri için yiyecek bulmaları ve vahşî hayvanlardan korunmaları gerekiyordu.
Taştan yaptıkları aletlerle avlarını parçalıyor, avladıkları hayvanların derilerinden giysi ve barınaklar yapıyorlardı. Ateşin bulunması, insanlık tarihi için önemli bir dönüm noktası oldu. İnsanlar, ateşi kullanarak soğuğa dayanabilmişti. Ateşi yemek pişirmek amacıyla kullanan insanlar, bu yöntemle kendilerine yeni besin kaynakları yarattı. Ateş, insanların yemekleri kolay hazmetmesini sağlıyordu. Böylelikle sindirim sistemi yerine beyin gelişti. Ayrıca, ateşin aydınlatıcı işlevinden dolayı, avlanmak ve göç edebilmek için güneş ışığına bağlı kalmaktan kurtulmuşlardı. Mağaralar hayvanların elinden ateş sayesinde alındı. Vahşi hayvanlar ateş sayesinde uzakta duruyordu.
Tekerleğin bulunması da yine bu dönemlere rastladı. Taş Devrinin en belirgin simgesi olan tekerlek, insanlığı uzay çağına taşıyan buluşların başlangıcı olmuştu. Daha sonra sertleşen iklim koşullarına uyum sağlayamayan pek çok hayvan türü, yeryüzünden silindi. Kuzeyden gelen buzullar tüm dünyayı sardı. Ancak insan, zekâsı ve düşünme gücü sayesinde, bu sert iklim koşullarında bile, kendi türünü devam ettirebilmeyi başardı. İnsanın beden yetenekleri sınırlıydı. İnsanlar, dil yoluyla düşünce alışverişini sağlamış, gündelik yaşamda edindikleri bilgi ve deneyimleri birbirlerine anlatabilmişlerdir.
Dil, basit bir iletişim aracı olmaktan çıktı. Düşünceyi ve toplumu şekillendirdi. Homo Sapiens’in dünyaya hükmetmesini ve diğer insan türlerini yok etmesini sağladı. Bu benzersiz iletişim özelliği sayesinde bireylerin gücü bir toplum haline geldi ve işbirliği çoğaldı. Gelişmiş bir beyin gücü, posttan da pençeden de dişten de üstündü.
İnsan görünüşleri, vahşî hayvanlar ve av sahneleri gibi değişik konulardan oluşan mağara resimleri, o dönemlerde yaşayan insanların günlük yaşamlarında karşılaştıkları çeşitli olayları simgeliyordu. Yaşamın bu evrelerinde, açlık en büyük sorun olduğu için, resimlemek için seçtikleri konuların bir bölümü avladıkları hayvanlarla ilgiliydi. Gerçekçi bir üslûpla betimlenen hayvan resimleri, insanlara avlayacakları hayvanlar karşısında üstünlük ve güven duygusu veriyordu.
Neolitik döneminde insan avcılık ve toplayıcılıktan, yağmacılıktan tarım dönemine geçilmişti. O güne kadar avlamakla yetindiği hayvanları ehlileştirmeye yöneldi. Toplayıcılığı geride bıraktı, toprağa tohum ekerek, toprağı işleyerek, sulama yaparak kendi ürünlerini kendi yaratmaya başladı.
Ehlileştirme insanoğlunun tarihinde belirleyici önemde bir aşamaydı. Çünkü bu süreç hayvanları ve bitkileri de etkiledi. Pek çok tür ehlileştirildi. M.Ö. 12.000 yılında insan, ilk olarak köpeği, M.Ö. 7000 yıllarında domuzu ve keçiyi, M.Ö. 6300-6500 yıllarında inek ve koyunu, M.Ö. 3500 yıllarında kediyi ve M.Ö. 3000 yıllarında da at, eşek ve deveyi evcilleştirdi.
Önceleri ehlileştirmeler güvenli bir beslenme amacıyla yapıldı ancak M.Ö. 4000’li yıllardan itibaren, sağlanan teknik gelişmelere bağlı olarak hayvanların beslenme dışı kullanımlara da olanak sağladı: Yün ve özellikle işte ve ulaşımda kullanıldı.
Tarımın ve hayvancılığın keşfi, insanoğluna beslenme güvenliğini sağladı. Bunun üzerine nüfus sıçrama yaptı. İnsan yaya olarak günde birkaç kilometre uzağa gidebilirken; hayvanları ehilleştirip binek olarak kullanmasıyla daha kısa sürede uzak yerlere gidebildi. Böylelikle farklı yerlere ulaştı. Farklı insan ve canlılarla tanıştı. İnsanlar, geniş topraklara sahip oldu.
Uzak yerlere ulaşmak yeterli olmadı. Orada yaşayan topluluğu egemenliği altına aldı. Atları, arabaları ve kılıcı kullanan insanlar kendi dönemlerinin süper gücü oldular. Sayıları azda olsa kalabalık toplumları egemenliği altına almayı başardılar.
Bu topluluklardan ilk devletler ortaya çıktı. Gücü elinde bulunduran topluluklar ulaştıkları yerlerdeki toplulukları kendi gibi konuşmaya ve yaşamaya zorladılar. Gücün karşısında duramayan topluluklar yok oldu.
Bu topluluklarda hayvanlar sadece binek olarak kullanılmadı. Hayvanları sürüler halinde yetiştirilmeye başladı. Koyun, keçi ve sığır sürülerine sahip oldular. İnsan hayvanları ehilleştirip kendi çıkarı için yoğun olarak kullandı. Ekip dikerken hayvanların gücünden faydalandı ve onlarla daha fazla üretim yapmayı başardı. İnsan karnını doyurmak için saatlerce uğraşması gerekirken; artık karnını doyurmak için çok fazla çaba harcamasına gerek kalmadı.
İnsan, tarımı öğrenmesi ile ihtiyacından fazlasını üretti. Çok üreten ve sürüleri elinde bulunduran topluluklar diğer topluluklardan daha güçlü oldu. İnsan elinde bulundurduğu fazla hayvanı vererek kendi ihtiyacını aldı. İnek, koyun gibi hayvanlar diğer mallarla takas amacıyla kullanıldı.
İnsanlar arasında bu değiş tokuş ticaretin doğmasına neden oldu. İnsan ticareti de öğrendi. İnsan yiyeceğini kendi yetiştirmeyi ve ticareti öğrenince birlikte yaşama ihtiyacı arttığı için toplumların, devletlerin ve uygarlıkların oluşması kolaylaştı. İnsanın yaşaması için başka insanların olması zorunlu hale geldi.
Ulaşımda tekerleğin döndürülmesi için hayvan gücünden yararlanılarak uzak yerler keşfedildi. Sürüler halinde hayvanlar yetiştirmese istenildiği zaman yiyecek bulunamadığından, toplu yaşama geçmesi ve ticaret yapması da imkânsız olurdu.
İnsan, toplu yaşama geçince sürü halinde hayvan yetiştirdiğinde hayvanlarına (koyun, keçi vb) kurtlar saldırınca köpeklerin sürüyü koruduğunu öğrendi. İnsan, kurtlara ayılara düşman olurken köpeklere dost olmaya başladı.
Tarım alanlarına saldıran domuzlara ve diğer otçul hayvanlara düşman olurken tarımda kullandığı öküz ve inekleri dost kabul etti. Evcilleştirdiği hayvanların sadece etinden, yününden, derisinden, gücünden faydalanırken bunlara sütleri, yumurtalarını ve ballarını ekleyerek hayvanların verim çeşitliğini artırdı.
İnsan, tarımsal ürünlerde de gelişme sağlamış üretimi ve çeşitliliği artırdı. Ürettikleri fazla tarım ürünlerini saklamayı da öğrendi. Ambarlar oluşturdu. Bu ambarlara musallat olan farelere ve kuşlara düşman olurken, fareleri yiyerek ambarları koruyan kedilere dost oldu.
İnsanlar toplu yaşamaya geçince; her topluluk kendisini farklı bir simge ile başka toplumlara tanıtıyordu. Bu simgelerde çoğunlukla hayvanlar kullanıyorlardı. İnsanlar artık bireysellikten kurtularak devletler ve uygarlıklar oluşturdu. Her uygarlık kendine göre kültür oluşturdu. Farklı uygarlıklar, dinler, inanışlar oluştu. Farklı uygarlık, medeniyet ve kültürlerde hayvanlarla ilişkilerde değişkenlik gösterdi. Ehlileştiren hayvan insanların istedikleri işleri yapmaya başlayınca, ekim yapmak için tohumu toprakla karıştırılmasını öğrenip sabanı icat edince; sabanı çekmek yerine göre ineğe, öküze, eşeğe, katıra, ata, deveye düştü. İnsan yaşadığı coğrafi şartlara hangi hayvan varsa ondan yararlandı.
Bir insanı ve hayvanın üstüne yerleştirilen yükü taşımayı yeterli bulmayan insan; aynı anda daha fazla insan veya yükü taşımak istedi ve kağnıyı ve at arabasını icat etti. Ehlileştirip insana hizmet eden hayvanlar insanın yanında statü kazandı ve yaşamlarını sürdürebildi.
İnsanoğlu ilk önce hayvanları avladı sonra bir kısmını evcilleştirdi diğer vahşi olanlarını avlamaya devam etti. Çoğunun soyunu tüketti veya tüketmek üzere. Günümüzde insan; hayvanlardan daha fazla ürün almanın yollarını aramaya devam etmektedir. İnsanın gelişim evrelerinin her döneminde hayvanlar büyük öneme sahipti. İnsanın uygarlığından ve yaşamından hayvanı çıkarırsak; insanın gelişiminden söz edilemez. Kendine ve çevresine yabancılaşan günümüz nevrotik insanı sadece beslenildiğinde karşılıksız sevgi sunan hayvanlarla (kedi, köpek, kuş vb.) evini paylaşmaya başladı. Kimi sevgiden yoksun ruh hastaları ise hayvanların uygarlığımıza yaptığı katkıyı dikkate almadan ve yaşam haklarına saygı duymadan,  onlara şiddet uygulamaktan geri kalmadı.
Bu sorunlar, insanoğlunun uygarlığının gelişimine katkıda bulunan hayvan ile insan arasında hukuksal bir sürecin başlamasına neden oldu.
Nizamettin Biber