15 Aralık 2018 Cumartesi

Özgürlük, Mutluluk


İnsanoğlunu etkileyen, üzerinde sürekli düşünülerek milyonlarca metin yazılan iki kavram; özgürlük, mutluluk. İnsanlık tarihi bu kavramları elde edebilmek için nice acılar çekti.
Peki, herhangi bir koşulla sınırlanmama, zorlamaya, kısıtlamaya bağlı olmaksızın düşünme ve davranma durumu olan özgürlüğü insan nasıl yakalar?

Aristo; Düşünerek,
Friedrich Nietzsche; Kendin kalarak,
Platon; Öğrenerek,
Albert Camus; Baş kaldırarak,
Jean Paul Sartre; Eyleme geçerek,
İbn Rüşd; Vicdanlı olarak,
Farabi; Kalbine kulak vererek diyor.

Bütün özlemlere, bütün isteklere eksiksiz bir biçimde ve sürekli olarak erişilmekten duyulan kıvanç durumu olan ‘Mutluluk;
Aristoya göre: Bilgidir,
Epikür’e göre: Azla yetinmeyi bilmektir,
Nietzsche’ye göre: İdeal tembelliktir,
İbn Rüşd’e göre: Yolda olmaktır,
George Orwell’e göre: Özgürlüktür,
Gabriel Garcia Marquez’e göre: Eksik parçanı bulmaktır,
Farabi’ye göre: İnanmaktır,
Victor Hugo’ya göre: Ailedir,
James Barrie’ye göre ise: Sevdiğin işi yapmaktır.

Harvard Üniversitesi tarafından yapılan 75 yıl kadar yani yaklaşık bir ömür süren, uzun soluklu bir çalışma olan “mutluluk nedir” araştırması, uzun ve mutlu bir hayatın sırrının kazanılan para veya elde edilen şöhretle ilgisi olmadığını gösteriyor. Sağlıklı ve mutlu bir ömrün sırrı; aileniz, arkadaşlarınız ve eşinizle olan ilişkinizin sağlamlığına dayanıyor. Yani, sağlıklı ve samimi, gerçek insan ilişkilerine…
Nobelli ekonomist, psikolog Kahneman’ın dediği gibi mutluluk da aşk arayışı da irrasyoneldir. Zira, reçetesi de yok. Kişiden kişiye, durumdan duruma farklılık gösteriyor.
İnsan kendisi olursa, kendini, gerçekliğini keşfeder, üretken olur ve insanlığa katkı yaparsa mutlu olabilir. Köyde ağacın altında bir saat uyuyup, sonra türkü söyleyerek tırpana yüklenen de mutludur. Hem de çok daha mutludur belki.
Sonuçta günlük hayatta, eş dost sohbetinde, edebi, felsefi metinlerde o kadar çok duruyoruz ki bu kavramların üzerinde. Belki de Nietzsche’nin dediği gibi rahatta mutluluk yoktur. Mutluluğun sırrı özgürlüktür.
Ve mutlu olmak için önce kendimizden başlayarak, kendi zincirlerimizi kopararak, özgürleşmek gerekiyor.

Nizamettin BİBER

Enflasyon Gebelik Gibi midir?

Ekonomi konusu en anlamadığım konulardan biridir konu ile ilgili eğitimim mühendislikte yarım dönemde okuduğumuz 2 saatlik işletme ekonomisi dersi ile sınırlıdır. İsterdim ve dilerdim ki ahkam keseyim, hatta beylik laflar ederek ders vereyim ama bu konu ile ilgili entelektüel heybem boş. Klasik vatandaş gibi ekonomi benim cebime, yani yaşamıma dokunduğunda onun etkilerini hissederek öğreniyorum. Doğumdan ölene kadar devam eden, aktif bir eylem olarak öğrenme sürecim ekonomi içinde devam etmektedir.

Bertrand Russell bir kitabında; “Son savaşa katılan bütün Avrupa ülkeleri, paralarının değerini düşürdüler, böylelikle dış borçlarının bir bölümünü ödemeyi, reddetmiş oldular. Almanya ile Avusturya ise, enflasyon yolu ile içteki borçlarının tümünü reddetti. Fransa, frankın değerini beşte bire düşürerek, bu şekilde frank üzerinden tanımış olduğu bütün hükümet borçlarının, beşte dördünü reddetmiş oldu.”
Ne zaman mı oldu bu işler? Russell’ın kitabı 1932 yılında yayımlandığına göre 1. Dünya savaşının sonlarına doğru.
Enflasyonla ilgili anlatılanların hepsi kasıtlı… Para değerini sefilleştirme kararını hükümetler, halkı kazıkladıklarını bile bile vermişler. Geçen yüzyılda, üstelik o zamanda, hepsi demokratik seçimlerde iktidar olmuş hükümetler, toplumları hiç sıkılmadan, utanmadan sömürmüşler.
Gerçekleri saklamayı hiç yeltenmeden, enflasyonun gerçekte ne demek olduğunu, en ince bir deyimle özetleyen yine Bernard Shaw’dır, o diyor ki; “Eğer hükümetler kendisine inananların tümünü aldatarak para değerini düşürürlerse, bu yeteneğin efendi, terbiyeli adına enflasyon denir.”
Teknik anlamda enflasyon, mal ve hizmetlere ilişkin genel fiyat düzeyinin yükseldiği ve dolayısıyla paranın satın alma gücünün düşme hızı diye tanımlanıyor. Halk dili ile ise de hayat pahalılığıdır. Konuya ışık tutan başka üstatlar da, gerçeği farklı bir dille aydınlatıyorlar. G. Hampton diyor ki “enflasyonla flört eden, onunla evlenmek zorunda kalır.”
Joseph L. Henderson ise “Az bir şey enflasyon, az bir şey gebelik gibidir, durmadan büyür. Aynı kişi yine gebelik benzetmesini bir başka şekilde, şöyle ifade ediyor; “Enflasyon gebeliğe benzer, legal yollardan durdurulamaz.”
Konunun çarpıcı yanı, bilerek ya da basiretsizlikten görmeyerek, enflasyona neden olan yönetimlerinin çoğunun demokratik ortamda ve serbest seçimlerle iktidara gelen hükümetler olmasıdır. Aralarına sahte demokrasinin girmesi ise bu sonucu değiştirmemektedir.
21. yüzyılda geleceğimizi karartan çevre kirliliği, nükleer tehlikeler, nüfus yığılmaları, açlık, savaş ve enflasyon gibi felaketler, tüm dünya ülkelerini önemli ölçüde tehdit eder görünmektedir.
Ülkemizde merakla beklenen enflasyon oranı son dakika olarak kasım ayında % 1,44 gerileyerek, yıllık bazda % 21,62 açıklandı.
Ülke yönetimlerin ne olursa olsun, diktatöryalar, krallıklar,  demokratik yönetimlerin hepsi enflasyon konusunda çaresiz kalıyor. Anlaşılıyor ki insanlığın geleceği için, yeni arayışlara girerek bugünden hiç bilinmeyen çareler bulmak zorunluluğu var.
Bilmediğimden soruyorum, sahi, Joseph L. Henderson’un dediği gibi; Enflasyon gebeliğe mi benzer, legal yollardan durdurulamaz mı?
Nizamettin BİBER

21. Yüzyıl İçin 21 Ders kitabı ve yazarı

21. yüzyılın en çok ses getiren düşünürlerinden Yuval Noah Harari, ilk kitabı Sapiens’te insanın nasıl önemsiz bir hayvandan dünyanın efendisine dönüştüğünü, ikinci kitabı Homo Deus’ta çarpıcı öngörüleriyle insanlığın ölümsüzlük, mutluluk ve tanrısallık peşindeki yolculuğunu ele almıştı. 21. Yüzyıl İçin 21 Ders ise yüzyılımızın eşi benzeri görülmemiş teknolojik ve ekonomik kırılmalarıyla ve yaşanan aralıksız değişimlerle başa çıkabilmek için elzem soruları tartışmaya açmaktadır.

• Donald Trump’ın yükselişi neyin göstergesi?
• Yalan haber salgını karşısında ne yapabiliriz?
• Liberal demokrasi neden krizde?
• Tanrı geri mi döndü?
• Yeni bir dünya savaşı yolda mı?
• Dünyaya hangi medeniyet hakim: Batı, Çin, İslam?
• Avrupa kapılarını göçmenlere açık tutmalı mı?
• Eşitsizlik ve iklim değişikliğinin açtığı dertlere milliyetçilik deva olabilir mi?
• Terörizm konusunda ne yapmalıyız?
• Bilgisayarlar ve robotlar insan olmanın anlamını nasıl değiştirecek?
• Büyük Veri bizi sürekli izlerken, seçme özgürlüğümüzü nasıl geri kazanabiliriz?
• Dünyayı anlayamıyorsak doğruyla yanlışı, haklıyla haksızı nasıl ayırt edeceğiz?
• Ufkumuzu aşan, bütünüyle insan kontrolünün dışında dönen ve tüm tanrılarla ideolojilere gölge düşüren bir dünyada sağlam bir etik zemin bulmak mümkün mü?
• Homo sapiens yarattığı dünyayı anlamlandırma yetisine sahip mi?
• Gerçekliği kurmacadan ayıran belirgin bir sınır kaldı mı?
• Eşitsizlik ve iklim değişikliğinin açtığı dertlere milliyetçilik deva olabilir mi?
• Eski anlatıların çöküp yerine yenilerinin gelmediği bir çağda ne tür becerilere ihtiyacımız var?
Harari bu ve benzeri çok temel soru(n)ları, her biri birbirinden kışkırtıcı ve derinlikli 21 bölümde ele alırken, daha önceki kitaplarında ortaya koyduğu fikirlere dayanarak siyasi, teknolojik, toplumsal ve varoluşsal zorluklara açıklık getiriyor.

Yuval Noah Harari 2002’de Oxford Üniversitesi’nde tarih doktorasını tamamlamış, halen Kudüs İbrani Üniversitesi Tarih Bölümü’nde dünya tarihi dersleri vermektedir. 2014’te yayımlanan Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens ve 2017’de yayımlanan Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi onlarca dile çevrilmiş, dünya çapında çok satanlar listelerini altüst etmişti. Yazarın şu an üzerinde çalıştığı makro-tarihsel sorular şunlardır: Homo sapiens ve diğer hayvanlar arasındaki en temel fark nedir? Tarihle biyoloji arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Tarihte adalet var mıdır? Tarihin bir istikameti var mıdır? Dünya Halleri olarak ilgiyle takip ettiğimiz isimlerden Tarihçi Yuval Noah Harari‘nin 21. Yüzyıl İçin 21 Ders adını taşıyan kitabı şu anda satışta. Şahsen halen okuduğum bu eser, bir bakıma yazarın Sapiens ve Homo Deus kitaplarında gündeme getirdiği konu ve tartışmaların çözümlemesi gibi de düşünülebilir.

Önümüzdeki dönemde küresel çapta hayatımızı etkilemesi beklenen 21 ana başlık altındaki sorunu analiz eden Harari, yine epey tartışma yaratacak fikirlere imza atmış.

Kitabın ön sözündeki ifadeler benim de kişisel görüşlerimi yansıtmaktadır. Motivasyon ve odaklanmak, net olmak yaşamdaki başarı için çok önemli. Harari kitabın giriş bölümünde “Yerli yersiz bilgi yağmuruna tutulan bir dünyada net olmak güç demektir.” Cümleleri ile net olmanın önemine dikkat çekiyor. Devamında ise “Teoride herkes insanlığın geleceği hakkında fikir yürütebilir ama net bir görüyü muhafaza etmek son derece zordur. İnsanlığın geleceğine dair süre giden tartışmanın ya da konuya dair asli soruların neler olduğunun farkında bile değiliz çoğunlukla. Milyarlarca insan bu konuyu araştırma lüksünden yoksun çünkü yapılacak daha önemli işleri var: çalışmak, çocuklara bakmak, yaşlı anne babalarla ilgilenmek gerekiyor. Fakat maalesef tarih affetmiyor. Siz çocukların yemesi içmesi, kılık kıyafetiyle meşgulken insanlığın geleceği karara bağlanırsa ortaya çıkan sonuçlardan ne siz muaf tutulursunuz ne de çocuklarınız. Bu hiç de adil değil ama kim demiş tarih adildir diye?” ifadelerini kullanırken ben de Tarih’in asla adil olmadığını düşünüyorum.

Okumaya halen devam ettiğim Okunası bu kitabın okunmasını şiddetle öneriyorum.

Nizamettin Biber

20 Kasım 2018 Salı

Dünya Komşuluk Günü

Ana akım televizyon kanallarını izlemiyorum, ulusal basının sözde yazılı kağıt parçalarını ise asla okumuyorum. Haberleri twitter’da sörf yaparak öğreniyorum. Geçtiğimiz günlerde twitterda ilginç bir habere rast geldim.  Kültürümüzde önemli bir yer kaplayan komşuluk ilişkilerini güçlendirip, sosyal dayanışmanın ve paylaşımın önemini hatırlatan komşuluğun dünyada her yıl 17 kasım günü kutlandığı idi. Google’da yaptığım araştırmada ise Ülkemizde çoklukla 3 Temmuz’da kutlanan Dünya Komşular Gününü İlk defa 1999’da Paris’te kutlanmış, o günden bu yana komşuluk ilişkilerinde önemli bir rol almış ve 2004 yılından itibaren tüm Avrupa’ya yayılmış. Ayrıca, 17 Kasım Dünya Felsefe Günü olarak ta kutlanmaktadır.

Dünya komşuluk günü haberi hoşuma gitmişti. Komşuluk gününe yönelik olarak mevcut belediyeler kendi bölgesindeki evlere ikramlar dağıtarak, bazı kurumlarda etkinlikler düzenleyerek kutlamalara katılıyor.
Benim çocukluğumda 70’li yıllarda o külüne muhtaç olduğumuz komşularla, camdan cama konuşulur, kapı önlerinde çay içilir, keyifli sohbetler yapılırdı. Bir kişiye gelecek misafir için topluca yemekler hazırlanırdı. Uzun uzun sohbetlerle yenilen akşam yemekleri, ya da pazar sabahları yapılan bahçede ki kahvaltılar, sevgi, samimiyetin toplumsal yansımaları idi, Şimdilerde kalmayan komşuluk adetine ve komşularla bir araya gelişte oluşan duygulara özlem duyuyorum uzun zamandır.
Doğduğumuz yerlerde karnımız doymayınca zorunlu olarak kentlere yoğun bir şekilde akın ettik, Bahçeli evlerin yerine gelen apartmanlar, bizde bu duyguyu bırakmadı. Korkunç bir hızla gelişen teknoloji, yaşam koşullarının ve rekabetin artması ile insanların daha fazla çalışmak zorunda kalması, artan nüfus miktarı, tanımlanan aşırı sorumluluklar ve daha birçok neden bu kültürleri bizden aldı. Ya da biz almasına izin verdik, komşuluğu da zamanın hunharca katline karşı koruyamadık. Aslında kime soracak olursak özlem duyuyor bu samimiyete bu doğallığa ama insanların buna ayıracak zamanları ve enerjileri yok.
Hayatımızı, anlarımızı, sıkıntılarımızı, mutluluklarımızı paylaştığımız yol dostlarımız komşular. Rastlantısal olarak aynı apartmanda veya yan yana evlerde oturduğumuz, hatta çalıştığımız kişiler, İmdat anında ailemizden önce yardımına ihtiyaç duyduğumuz, yaşamımızın bir döneminde yollarımızın kesiştiği can dostlarımız, geç saatte oluşan bir problemin çözümünde, bir hastalık anında, bir ihtiyacın acil yardımında, bize ilk önce el veya omuz veren komşularımız; Bir fincan tuz veya şeker, gazete, ekmek veya yerine göre umut, sevgi, akıl, yardım isteyebileceğimiz kişilerdir.
“Ev alma komşu al. Komşu da pişer bize de düşer. Komşu komşunun külüne muhtaçtır”gibi birçok toplumsal olarak kabul görmüş etkili söze, deyime de konu olmuştur, komşuluk.  
Peki ne oldu da toplumsal olarak kaybettik bu ilişkileri? Neden umursamıyor, önemsiz buluyoruz komşuluğu? Hayat hızı mı, ihmalkarlık mı?, yoksa değerlerin değişimi mi?
Belki bu özel gün komşuluk ilişkilerinin tedavisine neden olur, komşuluk adına olumlu adımlar atılır.
Bugün o ilişkilere tat veren insanlar nerede? Uzaklarda mı? Hayır,  O insanlar hala biziz, sadece öncekiler gibi davranmıyoruz.
Kim bilir? Yine de, tüm olumsuzluklara rağmen o güçlü ve güven dolu bağları tekrar canlandırabileceğimize, hayatımıza komşuluk kavramını tekrar sokabileceğimize inanmak istiyorum.
Hem evimizde hem de iş yerlerimizde, sabahları aynı asansörde karşılaşıp susan değil, birbirine hal hatır soran insanlar olmalıyız, birbirimize gülümsemeliyiz. 17 Kasım geçti ama Dünya Komşular Günü adına,  hazırlanalım, tüm komşuları çaya, kahveye hatta yemeğe davet edelim.
Hadi işte fırsat. Ev veya işyeri komşularını görüşmeye davet etme zamanı.
Komşuluğu ve insanları seviyorsanız, komşularıma düşkünümdür ve ihmal etmem diyorsanız. Bugün fırsat olsun. Komşu zili çalma zamanı. Unutmayın. Komşuluk ölmedi deyin, Hoşgörü ve komşuluk yaşam harcımız olmalı. Davet edemiyorsanız bile pişirdiğiniz bir yemeği, evinizdeki bir yiyeceği paylaşın, tabaklar boş kalmasın.
Dünya komşuluk gününüz kutlu olsun.  İyi komşu(luk)lar!
Nizamettin Biber


Bir Yapı Nasıl Mühendislik Eseri Olur?

Müslümanların kutsal ibadet mekânı olan cami, Arapça’dan gelen bir sözcüktür. “Cami”; Cem (Toplanma, bir araya gelme) kökünden gelmekte olup, “toplayan, bir araya getiren yer, toplanma yeri” demektir. Her ülke kendi kültürüne uygun mimari tarzda ibadethane inşa etmiş ve etmeye devam etmektedir. Asıl amaç her sınıftan, her kademeden, katmandan kısacası her kesimden insanı aynı çatı altında eşit bir şekilde toplayıp ibadet etmelerini sağlamaktır.

Geçenlerde sosyal medyada eşi benzeri olmadığı şeklinde ifade edilen, Sivas’ın Koyulhisar ilçesi Ortaseki köyüne bağlı Bostandere mahallesinde inşa edilen cam kubbeli cami haberine rast geldim. Sivas’ın en uç noktalarından olan Koyulhisar ilçesine bağlı Ortaseki köyü Bostandere mahallesinde inşa edilen cam kubbeli caminin yapımında estetik güzellik ön plana çıkartılmış. Ancak toplu ibabet edilmesi gereken caminin çevresinde yerleşim bulunmadığı gibi sadece dört hane ikamet ediyor. Nakşibendi tarikatı Halidiye koluna mensup İslam alimlerinden Bekir Pehlivan’ın 2013 yılında 106 yaşında vefat etmesinin ardından defnedildiği yere inşa edilen caminin en belirgin özelliği kubbesinin camdan yapılmış olmasıdır. 2014 yılında yapımına başlanılan cami kubbenin tamamlanması ile hizmete açılmış. Caminin cam kubbesinin yapımı ise hiçte kolay olmamış. Cam kubbe çatlayıp kırıldığı için tam dört kez yeniden yapılmış. Son olarak ise 8 kat cam kullanılarak kırılması önlenmiş. Kubbenin yapımında yaklaşık 40 ton cam kullanılmış.
Cami hakkında bilgi veren Hayrullah Pehlivan, “Bu camide yatan zatı anlatmaya gücümüz yetmez. Çok büyük bir zat. Büyüklüğünü vefatından sonra anladık, Camlı kubbede küçük çatlaklar oluşsa da tehlikeli bir durum yok.”diye açıklama yapmış. Caminin din görevlisi Yaşar Erol ise camide ziyaretçilere hizmet ettiklerini belirtip, ziyaret etmek isteyen herkese kapılarının açıl olduğunu söylemiş.
Bir yapının mühendislik eseri, bilimsel olduğunu belirleyen kriterler vardır. Bunlar, yapı; 1- Ekonomik, 2-Sağlam, güvenli, 3- Estetik, güzel, 4- Fonksiyenel, kullanıma uygun olmalıdır. Bu dört kriterin optimal bir çözümünü bünyesinde barındıran yapı mühendislik eseri sayılır. Efektif kullanılmayan bir yapı ibadethane dahi olsa sırf gösteriş için yapılmış, müsriflik eseri sayılır. Toplumu düzenleyici, insanları birleştirici olumlu yöne sevk etme aracı olarak din, biz de gösteriş amacı olarak kullanılmaktadır.
Ülkemizde yeterli eğitim almamış inşaat usta ve kalfalarının ruhsatsız kuralsız yaptığı yapılar, nitelikleri açısından optimal çözüm üretmez, üretilen yapılar ya pahalıdır, ya güvensiz, ya çirkin ya da fonksiyonel, kullanıma uygun değildir.
İnsanın sahip olduğu kaynakları gereksiz ve aşırı tüketmesi, İslâm tarafından da uygun görülmemiş ve insanoğlunun yeme, içme ve harcama konusunda belirli bir denge içerisinde kalması istenmiştir. Aynı zamanda İsraf, sadece bireyin değil topluma yön veren yöneticilerin, iktidarların da dikkat etmesi gereken bir husus olarak belirlenmiştir. Bilindiği üzere, Ekonomi, kıt kaynakların kullanımı ve paylaşım ilkelerini belirleyen bilim dalıdır. İslam dini de temel bir kural olarak kıt kaynakların etkin kullanılmasını önerir.
İnşaat sektörü, konutlardan, üretim ve ticaret mekânlarının inşasına ve devletin bir şekilde yürüttüğü altyapı yatırımlarına (yollar, köprüler, kanal ve kanalizasyon sistemleri, tüneller, demiryolları ve metrolar, havaalanları, limanlar, enerji santralleri, hastaneler, okullar, ibadethaneler, kamu binaları vb.) kadar geniş bir yelpazeyi içeriyor.
Mimarlık ve mühendislik, ta mağara adamından bu yana birlikte gelişmiştir. Yapının fonksiyonel olması, işlevsel olması mimarlığın alanıdır. Düzeni kurarken onun aynı zamanda güvenliğini sağlayacak şekilde önlem almak ise işin mühendislik tarafıdır. Ancak, mimarlık sadece işlevselliği gözetme değil, aynı zamanda yaşamı huzur alıcı, mutluluk verici bir sistemi kurma sanatıdır; güzel, rahat, ferah mekânlar yaratma sanatıdır.
İnşaat mühendisliği, sağlıklı düşünebilmeyi, analiz edebilmeyi, algılayabilmeyi sağlayan bir meslek olup, uygulamalarda sürekli neden-sonuç ilişkisiyle karşılaşılır.
İnsanoğlu; barınmak, dinlenmek, çalışmak, ibadet etmek, eğlenmek kısacası yaşamak için çeşitli yapılara ihtiyaç duyar. Bu yapıların amaca uygun güzel, emniyetli ve ekonomik olması gerekir. Başka bir tanımlama ile yapı hangi amaçla kullanılmak üzere tasarlanmış ise o amaçla kullanılabilmeli, yapı yıkılmadan veya aşırı derecede eğilip bükülmeden yeterli bir emniyetle ayakta durabilmeli, ancak emniyet sağlanırken yapının yeterince ekonomik olmasına da çalışılmalı, bunlara ek olarak yapı göze hoş görülmelidir. Dolayısıyla Yapı Mühendisliğinin amacı: Yapıları;  belirli bir güvenlikle yeterli bir dayanımla ve en ekonomik olarak boyutlandırmaktır.
Çevreye, doğaya ve Ülkenin kültürüne uyumlu, kişilikli, insanın ihtiyaçlarını gideren sağlam güvenli, ekonomik, estetik, kullanıma uygun yapılar mühendislik eseri sayılır.
Ülkemizdeki cami sayısı, nüfus artış hızının da üzerinde artarak 90 bine ulaşmıştır. 40 ton cam kullanılarak inşa edilen Cami, camdaki çatlaklar nedeni ile teknik sorunlar yaşıyor olsa da estetik görünse de  zaman zaman ziyaret edilse de toplu ibadet etme amacına yönelik tasarlandığından, çevresinde yerleşim alanı ve cemaatı olmadığı için amacına uygun etkin ve efektif kullanılmamaktadır,  dolayısı ile mevcut hali ile cami, ekonomik olmayan, müsrif ve gösteriş budalalığı bir yapı olarak insanın zihnine kazınmaktadır.
Nizamettin Biber

13 Kasım 2018 Salı

Kadın, Dün Ne İdi?


Kadın adına dünün vahşet tutan kâbuslarına birçok felsefe fikir ve din adamı da katılmıştı; Platon “Kadın elden ele gezmelidir.”, Aristo “Kadın yaratılışta yarım kalmış bir erkektir.”, Hesiad “Kadın, beladan başka bir şey değildir” diyordu.
Kadın tarihte esir pazarında satılan bir köle idi. Azgın köpeklere atılmak, diri diri toprağa gömülmek, odun yığınların üstünde ateşlenip yakılmak kadının kaderiydi. Kadın, ruhsuz, kirli, pis, silahla avlanan, para ile satılan, hiçe sayılan bir zavallı idi.
Çinlilerde kadın insan olarak sayılmaz, ad bile takılmazdı, bir iki üç diye sayı ile anılırdı. Japonya’da baba kızına istediği gibi tasarruf eder. Kızının vücudunu para ile kiralar, bu hareket ahlaksızlık, namussuzluk değil, doğal bir gelir olarak bilinirdi. Kadın ticaret metası olarak kullanılır, fuhuş yaptırılırdı.
Yunanlılarda kadın mutsuz, bir kişiliği olmayan, toplumun içine çıkamayan, evde kilitli duran mal gibi mirasçısı olurdu. Bir erkeğe en büyük küfür ise ona kadın demekti.
Romalılarda kadın, bir şehvet sediri olarak algılanır, başka bir şeyi ifade etmezdi. Babasının kocasının veya bunların mirasçılarının malı, baba kızını kiraya verir, satar, öldürebilirdi, kimse karışamazdı.
Orta çağda kadın harp ganimetlerine dahildi. Yeniklerin silahları, diğer eşyaları gibi karıları da yenenin hakkı olarak bilinirdi. Alınan şehirlerde, yapılan yağmalarda kadın, askerlerin ilk hedefi olurdu.
Araplarda kadın, çok zulüm hakaret görür, aklı eksik olarak tanımlanır, kız çocukları diri diri toprağa gömülerek, öldürülürdü.
Mısırlılarda hiçbir kadının cenazesi iğrenç bir şekilde kullanılmak üzere elden ele gezdirilmeden mumyacıya verilmez gömülmezdi.
Musevilerde kadın yok hükmündeydi.
Senegal’de kadın, hayvanlardan çok daha ucuza satılırdı.
Avustralya’da kadın, her gelen misafirin koynuna girmeye onu eğlendirmeye zorunlu tutulurdu.  
Hıristiyanlıkta kadına ne taraftan bakılırsa pislik görülmüş gibi davranılırdı. Kadın, erkekleri felakete ve kötülüğe sürükleyen aldatıcı bir şeytan, insanlığı bütün felaketlerinin sorumlusu olarak bilirdi.
Korsika’da kadına insan gözü ile bakılmazdı.
İngiltere’de kadınlar boynuna bir ip takılarak boyunduruk konarak pazarda satılırdı. Bir, yarım liraya hatta bir kupa şaraba verilirdi.
İsviçre’de kadına sürekli ufak bir çocuk gibi bakılır, kendini idare edemez olarak görülürdü.
Türklerde kadın erkek bir sayılırdı. Kadın erkeği ile beraber yan yana savaşırdı.
Eğer tarih doğru ise kadına yapılan işkencelerden insanlığın yüzünün kızarması gerekir. Tarihte dünün toplumu kadını çok hırpalamış, kadın düne kadın para ile satılan bir mal olarak görülmüştü.
M.S. 2017’de kayıt altına alınan verilere göre Ülkemizde; erkekler 209 kadın öldürdü, 101 kadına tecavüz etti, 247 kadını taciz etti, 376 kız çocuğuna cinsel istismarda bulundu, 417 kadına şiddet uyguladı. Binlerce çocuk gelin yapıldı ve evlendirildi. Kadınını ezen, yaralayan, şiddet uygulayan, öldüren bir toplum mutlu olabilir mi? 200 bine yakın “çocuk gelin” ve “çocuk anne” ile sağlıklı bir gelecek oluşturulabilinir mi?
Bu trajik istatistiki veriler karşısında şimdilerde Anadolu insanının yüzü kızarıyor vicdanı sızlıyor mu?
Nizamettin Biber

27 Ekim 2018 Cumartesi

Doğada Aşk



Karşılıklı temizlenmek, Kara Akbabalar için hem bir kur, hem de çiftin birlikteliğini ve bağını güçlendirici bir davranıştır. Yusufçukların çiftleşmesi oldukça şiddetli hatta bazen ölümcül olabiliyor. Güney Denizfili içn, öpücük manzarası olasılıkla dişinin şehvetle erkekten kaçmasını önlemeye yönelik bir ısırma eylemine dönüşüyor. Albatroslarda seks öncelikle bir reveransla başlıyor, sonra bir bakış, sonra parmak ucunda yükselircesine gaga gaya uzanma ve dansın sürüp gitmesi… Kırmızı renkli Tıs Böceği, birbirlerine saldıkları keskin kokular yolu ile buluyor.
Bahriler ise birbirlerine yosun ve yaprak vererek yakınlaşıyorlar. Köpeklerin çiftleşecekleri birey konusunda seçici davrandıkları pek görülmemiştir. Ama Sibirya Kurtları tam bir aşk birlikteliği yaşarlar. Hayvanlara ödül verilmiş olsaydı eğer, erkek imparator penguen en iyi baba ödülünü alırdı. İmparator Penguenler kuluçkaya yatma ve yavrularını yetiştirme görevini zor koşullar altında başarıyla yerine getirirler. Baba Penguen, donmaması için iki ay boyunca yumurtayı ayaklarının üzerinde taşır.
Çok gözlü mavi kelebeklerde eş bulma işi, morumsu mavi renkteki erkek kelebeğin sorumluluğunda. Küçük Sumru dişisi çok seçici, erkeğin tüylerinin parlaklığı, temizliği ve gaga rengi, dişi Sumrunun tercihini belirliyor. Leyleğin aşk sesleri ise lak, lak, lak. Kaplumbağaların fiziksel olarak çiftleşmesi zor olsa da, aşk mevsimleri nisan ve mayıs. Kumrular yıl boyunca birbirlerinin yanı başından ayrılmaması, birbirlerine sarılmış sevgililer için “kumrular gibi” sözüne neden olmuştur.
Flamingolar bahar aylarında kur dansı, kuğu gölü balesi ile gözü sağda ve soldaysa eş arıyordur. İspinozlarda çekici olan tüyleri renkli olan erkektir. Salyangozlar, aşk oku denilen uzuvları ile çiftleşir. Fransız everesi yemek şöleninde eş buluyor. Sincap ise sevgilisini ağaçta buluyor. Bir ayı eşini büyüklüğüne ve iriliğine göre seçer: Örümcekkuşu için erkeğin hediye vermesi ön koşuldur. Leş sineklerinde aşk çağrısı erkekten gelir ve sevişirken uçmaya devam ederler. Dağ ateşi kelebeklerinde erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer. Arıkuşunun sevişmesi için mutlaka erkeğin çiftleşmek için dişiyi cezp etmek üzere öncelikle yiyecek bulması gerekir. Mahmuzlu kızkuşlarında dişiyi cezbeden parlak siyah başlı erkektir. Kurbağalarda çiftleşme başarısı erkeklerin slogan atma, bağırış, çağırış seslerine bağlıdır. Erkek yılanlar, dişinin salgıladığı kokuyu takip eder, onu bulduğunda ise çiftleşme öncesi aşk oyunları yapar. Mavi tepeli cennet kuşları kur yaparken şarkı söylerler. Beyaz etekli parotyalar için kur repertuvarında en az altı figür olmalıdır. Ova kurbağalarında sadakat yoktur, çiftleşmek için erkekler bekler ard arda sevişirler. Kırlangıçlarda dişiler, daha simetrik kuyruğu olan erkekleri tercih ederler. Hem eşleri hem sevgilileri vardır.
Eşine sadık leylekler, naz yapan yılanlar, romantik akbabalar, kur dansı yapan flamingolar, çift cinsiyetli salyangozlar ve kalplerine giden yol midesinden geçen kelebekler… Doğada pek çok tür, üremek ve neslini sürdürebilmek için eş seçmeden önce bazen romantik, bazen vahşi, bazen de karmaşık kur yapma yolları deniyor. Kimi kokusunu yayarak, kimi bir çınar yaprağı ya da balıkla, kimi parlak tüylerini göstererek, kimi dans ederek karşı cinsin dikkatini çekmeye çalışıyor
Doğa sadece hayvanlar ait değil tabii ki peki insanlar nasıl aşk yaşıyor?
"Aşk, karşı konulamaz bir biçimde arzulanmanın, karşı konulamayan arzusudur” demiş Amerikalı şair Robert Frost. İnsan bilimci Helen Fisher, Aşk gözlerde başlar... Etkili bir göz teması, doğrudan doğruya şiddetli sevgi hisleri uyandırır, kalp gümbür gümbür atar diyor.
Nizamettin BİBER

Kesit



Mühendislik uygulamalarının en etkin yardımcı çizimi kesittir, kesit projenin alındığı uzunluk boyunca nasıl imal edileceğini ya da nasıl olduğunu katmanlar halinde gösteren çizimin adıdır. Kesit, bir kablo, bir boru hattına, bir tren yolu ya da karayoluna ait olabilir.
Kelime anlamı ile bir şeyi inceleyebilmek için, enlemesine ya da boylamasına kesildiğinde ortaya çıkan yüzey; ayırıcı özellikleriyle belirlenen süreçtir, sosyal anlamda ise bir toplumun bölümü, kesimidir. Diğer anlamı ile ise de bir cisim düz olarak kesildiğinde ortaya çıkan düzlemin biçimi, maktadır.
Hayatımızda zamanın kesitleri ile doludur. Bu kesitlerde mutluluklarımız, mutsuzluklarımız, acılarımız, üzüntülerimiz, duygularımızı yoğun ve seyrek yaşadığımız anlar vardır.Kah mutlu kah mutsuz oluruz.
Özellikle mühendislik uygulamalarında projede belirtilen, hazırlanan kesite uygun imalat yapılmaması acı sonuçlar doğurur. Bundan yaklaşık üç ay önce Uzunköprü-Halkalı seferini yapan, yolcu treninde içinde 362 yolcu ve 6 personel, Tekirdağ’ın Çorlu ilçesi Sarılar Mahallesi’nde zamanın ve demiryolunun zayıf bir kesidine rast geldi. 5 vagonun raydan çıkarak devrilmesi sonucunda 25 kişi hayatını kaybederken, onlarca kişi de yaralanmıştı. Canlar bu acı kesitte hayatlarını kaybetti onların sevdikleri de mutsuzluk girdabına düştü.
İnşaat Mühendisleri Odası, Çorlu’da 25 yolcunun yaşamını yitirdiği tren kazasıyla ilgili raporunda; “Suçlunun yağmur olmadığını, Tren yolunu yapanlar, yaptıranlar ve yapılmış olan yapıları denetlemeyenlerdir, diyerek, altyapısı ve üstyapısı iyi durumda olmayan demiryolu hatlarında uygulanan seri fren, üstyapıda burkulma gibi bozulmalara neden olabilmektedir, şeklinde açıklama yaptılar. Ayrıca, olaydan sonra menfez dolgusunda ve menfezden sonraki hat kesimindeki kesitte yapılan onarım işlerinin tekniğine uygun yapılmadığı yerinde gözlemlendiğini açıklamalarına eklediler.
Geçtiğimiz günlerde ise sosyal medyaya yansıyan Kartal Belediyesi’nin Atalar Caddesi üzerinde gerçekleştirdiği yol çalışmasına ilişkin görüntüler eleştirilere neden oldu. Paylaşılan görüntülerde, Bergama taş ile döşenmiş caddeye asfalt dökülüyordu.
Romalılar tüm teknik kriterlere uyarak binlerce yıla meydan okuyan yollar imal ediyorlardı. Günümüzden 2500 yıl önce Romalıların yapmış olduğu yol kesidine baktığımızda bugünkü mühendislik uygulamalarındaki kesitlerimizde onlardan çok ders almamız gerekliği ortaya çıkmaktadır.
Peki bugün neden halen mühendislik yapıları kesite uygun imal edilmemektedir?  Ülkemizde; yüzlerce Üniversitesine rağmen bilim teknik ve Mühendislik yeterince gelişmediği gibi geri mi gitmektedir? Bu süreci etkileyen olumsuz şey zamanın ruhuna, tekniğe ve norma, hukuka uygun davranmayan insan ahlakı/sızlığı mıdır?
Yaşamların tümünü mutsuz kılan ve olumsuz bir şekilde sarsan kesite uygun davranmayan ahlak erozyonu, ne zaman bu coğrafyayı terk edecektir?
Nizamettin Biber

Ekmek Karneye Bağlansın



İkinci Dünya savaşı eşiğinde Türk Basınında neler yazıyordu? Prof. Kemal Cenap Berksoy çok ilginç bir deneye girişmişti; Köpeklere Fransa marka sigara içirerek Türk tütünün iyi kalpliliğini Fransız Tütününün ise korkunç tahribatını ortaya çıkarmaya çalışıyordu.
Romancı Burhan Cahit Morkaya ile Hikmet Feridun Es gırtlak gırtlağa gelmiş, gazete sütunlarında; Paris’te eşek var mı yok mu? tartışması yaşanıyordu. Ülke yöneticileri bile bu tartışmaya katılmıştı. Burhan Cahit Paris’te hiç eşek olmadığını iddia ediyor, Hikmet Feridun’da Paris’te oldukça fazla eşeğin yaşadığını söylüyordu. Yine o günlerde Ağaoğlu Ahmet bey “Ben neyim?” diye başmakaleler yazıyor, yanıtını da kendisi veriyordu; “Ben bir dalkavuğum, ben bir korkağım” diyordu. Türkiye en sakin, en rehavetli günlerini yaşıyor, Uzun uzun tatlı bir esnemenin zevkini çıkarıyordu.
İkinci Dünya savaşı patlak verdiğinde halkı en çok etkileyen şey ekmekti. Ekmek, çay gibi, şeker gibi vesikaya bağlanmıştı. Türkiye, İkinci Dünya savaşına girmediği halde savaşın sıkıntılarını yakından hissetmiş. Savaş çıkma ihtimaline karşı erkek nüfusun büyük bir bölümünün silâhaltına alınması ülkedeki buğday üretimini düşürmüştü. Bu nedenle un tüketimini kontrol altına almak için ekmek karnesi uygulamasına karar verilmiş, 13 Ocak 1942 tarihinde uygulama başlanmıştı. Mahalle muhtarları hanedeki kişi sayısı kadar karne veriyorlar, kişi başı günlük 375 gr. ekmek alınıyordu. Yedi yaşından küçük çocuklara ise bu miktarın yarısı veriliyordu. 9 Mayıs 1942’da ise ekmek istihkakı yarıya indirilmişti.
Bu tarihten üç çeyrek asır sonra ise; “Ekmek Tüketimiyle İlgili Tutum ve Davranışlar ile Ekmek İsrafı ve İsraf Üzerinde Etkili Olan Faktörler Araştırması” ile ülkemizde ekmek israfının boyutlarının istatistiki verileri, israfı önlemek için yürütülen politikalara temel teşkil eden bir bilgi kaynağı olmuş. Halkımızın tamamına yakını ülkedeki ekmek israfı gerçeğinin altını çizmekte. Ben haberdar değildim, sizin haberiniz oldu mu bilmiyorum ama 2013 yılı başından itibaren ülke genelinde “Ekmek İsrafını Önleme Kampanyası” yürütülüyormuş. Hatta bu kampanya ile insanımız daha az ekmek tüketmeye başlamış. 2012 yılında bireyler ortalama 319 gr ekmek tüketirken bu değer 2013’te 284 gr olarak ölçümlenmiş. Kampanyanın doğal sonucu olarak 2012 yılında yaklaşık 101 milyon adet olan ekmek üretimi, 2013’te 90,9 milyon adede gerilemiş.
Ülkemizde ekmek israfı daha üretim aşamasında başlamakta, fırınlarda bir günde üretilen toplam ekmeğin % 3,4’ü tüketilmeden israf edilmektedir. Fırıncılık sektörünün yeterince olgunlaşmaması, aşırı rekabet olgusu, üretim planlaması yapılmaması, satış kanallarından iade alma şeklindeki uygulamalar ve ekmek talebindeki azalmalar fırınlardaki israfın artmasına neden olmaktadır. Toplam israfın arttığı diğer bir kurum otel ve lokantalardır. 2012 yılına göre çok önemli bir yükselme olmasa bile (% 3,1’den % 3,3’e) en azından diğer kurumlardaki düşüş eğiliminin dışında kalmıştır. Ekmek tüketiminin ciddi boyutlarda olduğu diğer iki kurum olan personel ve öğrenci yemekhanelerinde ise ekmek israfında belirgin iyileşmeler yaşanmış, Personel yemekhanelerinde günlük toplam israf oranı (kurumsal+bireysel) gerilemiş, öğrenci yemekhanelerinde bu değer düşmüştür.
Ekmek israfı, hem ekmek üretim hem de tüketim mekânlarında gözlenmekte olup ülke çapında günlük olarak üretilen 90,9 milyon adet ekmeğin 4,9 milyonunun hayvan yemi olarak kullanılması veya çöpe atılması biçiminde gerçekleşmektedir. Ekmeği hayvan yemi olarak kullanmanın da bir israf olduğu konusunda toplumda yeterli ölçüde bilinçlenme gözlemlenmemiş. Ancak bazı belediyelerin çöpe atılan veya bayatlayan ekmekleri toplayıp hayvan barınaklarına gönderilmesine dönük uygulamalarının kampanyayla bu konuda oluşturulmak istenen algıyı kısmen engellediği düşünülmektedir. Sonuçta 5,9 milyon adet olan toplam ekmek israfı, Ekmek İsrafını Önleme Kampanyasının etkisiyle 4,9 milyon adede indiği ifade edilmiştir. Ancak ekmek tüketim alışkanlıkları açısından ülkemizle benzer özellikler gösteren ülkeler ve diğer ülkelerdeki israf rakamlarıyla karşılaştırılması halinde ülkemizdeki israfın durumu hakkında daha sağlıklı bir değerlendirme yapılabilecektir.
İnsanların davranışlarının olumlanmasının eğitim işi olduğunu biliyoruz. Ayrıca alışkanlıklardaki kalıcı değişimler ancak uzun vadeli çalışmalarla mümkün olabilmektedir. Yoksulluk çekmiş büyüklerimiz gibi her an savaş çıkacak ve aç kalacağız dürtüsü ile kapı önünde her gün ekmek temin etme olanağı varken ihtiyaçtan fazla ekmek alıp sonrasında çöpe atmak sosyal psikolojik bir hastalık olduğunu hatta medeniyetsizliğin bir tezahürü olarak düşünüyorum.
Son yıllarda gerçekleştirilen kampanyalar ve bireylerin bilinçlenmesi ile, ekmeğin üretiminden tüketimine kadar geçen süreç içerisindeki bütün aşamalarda ve bütün paydaşlar üzerinde olumlu etkiler yarattığı iddia edilmiş olsa bile; ekmek tüketiminin gerçekleştiği bütün noktalarda (hane/kurum) tasarruf oranları yeterince artmamıştır. Üretim safhasındaki israfın kontrol edilmesi üzerine odaklanılması da ekmek israfı açısından faydalı olacaktır. Türkiye’de çöpe atılan ekmek, yaklaşık 2 milyon insanın 1 yıllık gıda ihtiyacını karşılamaya yetecek bedele ulaşıyor. Her yıl ekmek israfından 7,5 milyar TL’lik ekonomik bir kayıp veriyoruz.
Ekmeğin ihtiyaç kadar alınması, dilimlenerek servis yapılması, uygun yöntemlerle korunması, bayatlamışsa yine insan gıdası olarak değerlendirilmesi, tam buğday ekmeği tüketiminin yaygınlaştırılması, israfın azaltılmasına yönelik olumlu davranışlar olarak tespit edilmiştir.
Benim ekmek israfını önlemek için bir önerim var; İkinci dünya savaşındaki gibi karne ile hane sayısına ekmek verilsin, diyorum! Siz ne diyorsunuz?
Nizamettin Biber

Dut Kurusu ile Savaş Kazanmak



Ülkemizde üretiminin en yoğun olduğu iller; Malatya, Ankara, Erzincan, Elazığ, Erzurum, Ordu ve Kahramanmaraş olarak bilinmektedir.
Neden mi bahsediyorum? İçerisinde barındırdığı zengin besin değerleri ile birçok hastalığın tedavisinde yardımcı olarak kullanılabilen bir besin kaynağı olarak sağlık açısından sayısız faydaya sahip olan dut kurusundan tabii ki. Protein, ayrıca A,E,C ve K vitaminleri açısından oldukça zengin dut, Magnezyum, demir, potasyum, fosfor ve lif içerir. Protein içeriği diğer meyvelere göre daha fazladır. Dut kurusunun 100 gramında 336 kcal kalori bulunmaktadır. Diyetlerde tüketilen 1 çorba kaşığı yani 15 gram dut kurusu 50.4 kalori barındırır.
Kansızlığı önleyen, insanın biyolojisine güç katan,  özellikle egzama oluşumlarını tedavi etme, damar sertliğini önleme etkisi olan, bir besin maddesidir, dut. Aç karnına tüketildiğinde, bağırsakların çalışmasına ve idrar sökmeye neden olur,  Ağızda, bademciklerde, boğaz iltihabında, diş eti hastalıklarında kullanılır, öksürüğü kesmek için tüketilir, Karaciğeri güçlendirici etkisi yanında ateş düşürücü etki de gösterir, mide ve bağırsakların düzenli çalışmasını sağladığı gibi, aç karnına tüketildiğinde bağırsak kurtlarının düşürülmesinde de etkili olur.
Efendim İkinci Dünya savaşı eşiğinde Dünyada, Türkiye’de özellikle İstanbul ve İzmir’de çok garip, ilginç olaylar oluyordu. Dönemin bir numaralı “İktisadi haberler muhabiri” Hüseyin Avni Şanda Bir gün gazetesinde şöyle bir haber yapmıştı; “Almanlar ton ton erik, kayısı pestili ve ton ton dut kurusu alıyor. Ne kadar alıyorlar sorusuna da şöyle yanıt veriyordu: “Ne kadar buluyorlarsa! Hepsini kapatıyorlar, İzmir’de ise kuru rezzaki üzümü şimdiden bitmiş, Almanların rezzaki üzümüne çok iyi de fiyat verdiklerini” söylüyordu.
Hemen akabinde ise haber içerik olarak daha da farklı bir hal alıyordu. “Almanlar vişne kurusu alıyor, kayısı kurusu alıyor, kara erik kurusu hatta ve hatta iğde, keçiboynuzu da alıyorlardı.”
Alman dostlara birdenbire kuru yemiş merakı salmıştı. Bu arada doğal kavrulmuş veya kabuklu fındık, badem, ceviz ve fıstık… hepsi Berlin yolcusu idi… Almanlar, Tenleri esmer olmadıkları halde, birbirlerini fındık ile, fıstık ile, badem ile mi besliyorlardı!
Rivayete göre bütün bu malzemeleri Alman ordularının efsanevi ikmal şubesi adına Göring satın alıyor, Dünyanın her yanından, dayanıklı kuru gıda maddeleri topluyorlardı. Almanlar gıda değeri açısından yapılan tahlillerinde en yüksek puanı da, bizim kuru rezzaki üzümü ile özellikle dut kurusu toplamıştı. Bu kuru gıda ürünleri Sibirya içlerine kadar gidip dövüşecek, savaşacak bir ordunun ikmalinde çok iyi işe yarayabilirdi.
Almanlar İstanbul’da, İzmir’de satın aldıkları malları Berlin’e sevk etmeden önce kiraladıkları büyük depolarda topluyorlardı.
Ünlü bir askeri yazarın yazdığı makalede ifade ettiği gibi; “Alman Levazım Şubesi, ta Rusya ortalarına kadar ikmal edilmesi muhtemel kuvvetleri için alacağı kuru üzüm ve dut kurusunu barut kadar önemli saymaktaydılar.”
Astronomik bir bütçe ile Almanya’da ilk kez “İktisadi Savaş Bakanlığı” kurulmuştu. Bizim Ülkemizin kuru yemişlerini satın alan da bu makamdı.
Bir gün gazetesinin İleri görüşlü Başyazarı Necmeddin Sadak; “Kıs kıs gülerek Bakalım Hitler, dut kurusu ile savaşı kazanacak mı?” diye soruyordu.
Sahi Hitlerin savaşı kaybetmesinde dut kurusu mu etkili olmuştu? Yoksa, Almanlar yeterince dut kurusu temin edip askerlerine yedirmemişler miydi?
Nizamettin Biber

Bilimsel Buluşlar



Yeni bin yılda yaşadığımız bu süreçte sizce, insanlığın toplumsal ve düşünsel sürecinde en büyük dönüşümlere yol açan, devrim niteliğindeki bilimsel gelişmeler nelerdir? 
Kimileri, devrim niteliğindeki bilimsel gelişmeleri; İnsanın evreni tanıması; (Kopernik, Kepler, Galileo), İnsanın maddeyi tanıması; Lavoisier, Mendeleyev, Newton, Einstein, İnsanların canlıları tanıması; Darwin, İnsanın insanı tanıması; Marx ve Engel olarak değerlendirirler.
Kimileri; Barut-Top ve pusulanın keşfi ve kullanımı, buhar makinesinin icadı, elektriğin gündelik yaşama girişi ve iletişim alanındaki gelişmeleri devrim niteliğindeki gelişmeler olarak görür.
Kimileri de; Faraday ve Maxwell’in birbirini tamamlayan çalışmalarının ürünü olan Elektromanyetik alan kuramını, Teokratik dogmalara ve yerleşik anlayışa karşın Darwin’in evrim kuramını, Albert Einstein’in özel ve genel görecelik kuramını, Max Planck’in sıcak nesnelerin ısı ışınımlarına (radyasyon) ilişkin açıklamaları ile başlayan Broglie, Schödinger, Heisenberg, Dirac vb. fizikçilerin çalışmaları ile yetkinlik düzeyine çıkan, klasik mekaniğin nedensellik ilkesine bağlı kalmayan, atom ve atom-altı nesne ve olgusal ilişkileri açıklamaya yönelik Kuantum mekaniğini devrim niteliğinde gelişme olarak kaydeder.
Kimileri; Şeyh Bedrettin’i daha 15.yüzyılda “Hükümetlerin seçimlerle kurulması gerekir. Halk oyunu tam bir özgürlük içerisinde kullanabilmelidir. Saray, saltanat, yeniçeri, tekkeler, dervişler hep zorbalığın ürünleridir. Bu zorbalıklara boyun eğilmemelidir.” diyebildiği için hareket biliminin matematiksel temelini kuran , Galileo’yu, devrimsel buluşlarını tamamlayarak Güneş merkezli evren yaklaşımına yol açtığı için Kopernik’i, Evrim ve dönüşüm kuramı ile insanlığı tümüyle akıldışı ve düşünsel kalıplarından kurtardığı için Darwin’i, Dünyayı anlamanın ve açıklamanın henüz aşılamamış yöntemi olarak Diyalektik Materyalizmin kurucuları Marx ve Engelsi bilimsel devrimci olarak tanımlar.
Bazıları da; Kopernik, Kepler, Galileo ve Newton’un evrenin doğa yasaları yönetiminde hareket halinde bulunan bir madde sistemi olduğuna dair buluşları ile Darwinin öne sürdüğü doğal seçilim sonucu evrim konusundaki gelişmeleri ile Mendel’in önerdiği kalıtsal faktörlerin kimyasal yapısının aydınlatılmasını nitelikli devrim olarak görmüştür.
Kimisi de, Johannes Gutenberg tarafından hareketli harflerle baskı tekniğinin bulunmasını; Matbaacılığın gelişmesini, kitabın ucuzlamasını ve yaygınlaşmasını, boş inançların yıkılmasının yıkılmasını, siyasal ve toplumsal yenileşmeyi sağlayarak Rönesans’ı doğurmasını, Kopernik’in kurduğu devrimci evren sistemini, Kolomb’un Amerika’yı keşfiyle coğrafi keşifler çağının başlamasını, James Watt tarafından buhar makinesinin geliştirilmesini, bu gelişmeyle insan gücü yerine mekanik işi geçirmesini, termodinamiğin yasaları bulunarak ısı ve enerjiye ilişkin çeşitli kavramların geliştirilmesini, makineciliğin ve teknik çağın başlamasına katkı sunmasını, Haber-Bosh yöntemi ile katalitik amonyak sentezinin oluşmasına kimya sanayinin gelişmesini devrimci buluş olarak nitelemektedir.
Kimileri de; Atomla, Elektrikle ilgili çalışmaları, buhar gücünün belirlenmesi ve teknolojide kullanılmasını, enerjinin sakınımı ve korunumu yasasını, gen çalışmalarının temelini de oluşturan hücre üzerinde yapılan çalışmalar ile gökbilim alanındaki gelişmeleri devrimci gelişim olarak sıralar.
Kimisi de modern anatominin kuruluşu ve Andreas Vesalius, “Gözlem, otoriteden üstündür” deyişi ile ortaçağ düşüncesinin insan aklına ket vuran yapısına karşı çıkmasına, Darwin’in evrim kuramına, çiçek hastalığının yeryüzünden silinmesine, İnsan Genom projesine, genetik kopyalamaya, internet erişimine devrimci buluş olarak bakmıştır.
Kimileri de doğulu matematikçi ve düşünürlerin, eski Yunan akılcılığını yeni bin yıla taşıyarak Avrupada yeniden doğuş hareketine ve batı uygarlığına kapı açmalarına (El Harzemi, El Biruni, İbni Sina, Ömer Hayyam), Dünya merkezli evren anlayışının yıkılışını, gökbilimin ve Newton mekaniğinin gelişmesini (Kopernik, Brahe, Kepler, Galieo, Newton), Toplum Bilimlerinde materyalizm, Marx’in tezini, bilimle toplumsal yapının etkileşimini (Fourier, Saint-Simon, Hegel, Feuerbach, Marx, Engels), Dalga/parçacık ilişkisi, Kuantum kuramı ve görelilik kuramını (Maxwell, Schroedinger, Boltzmann, Bohr, Planck, Einstein), tıbbın zanaatten bilime dönüşümü, mikrobioloji alanındaki gelişmeleri, penisilinin üretilişini (Pasteur, Fleming) devrimci önemli buluşlar olarak değerlendirmiştir.
Ateşin, tekerleğin bulunması da dahil olaylar ve kişiler üzerinden değerlendirme yapan bazı kişiler de, Fransız Devrimini, Darwin'i, Hitler'i, Bilgisayar ve İletişim teknolojisindeki gelişmeler ile Mustafa Kemal Atatürk'ü devrim niteliğindeki gelişmeler olarak tanımlar. 2019 yılının "Fuat Sezgin" yılı ilan edildiği bugünlerde;Türk ve İslam dünyasının bilimsel gelişmelere ve buluşlara katkısı ne olmuştur?, Okullarımızda bilimsel düşünme yeteneğini geliştirecek bir eğitim sistemimiz var mıdır? diye sormak istiyorum.
Nizamettin Biber

Milletin Feraseti



Milletin feraseti, darbeleri yendi.
Milletin feraseti, sağduyusu sandıklara da yansıdı.
Milletin feraseti her oyunu bozar.
Milletin feraseti ile ekonomik darbe girişimini savuşturuyoruz.
Milletin feraseti ve sağduyusu kördüğümü çözdü.
Milletimizin ferasetiyle, yepyeni aşamalara doğru yürüyoruz.
Türk Milleti'nin feraseti, Karahisar Kalesi gibi ayaktadır.
Milletimiz güçlüdür, feraset sahibidir.
Milletin feraseti, öngörülen bütün sınırları aşmıştır.
Tüm bu cümlelerde etkin, baskın olan “feraset” kelimesini kimi akademisyen ve siyasetçiler yoğun olarak kullanmaktadır. Gelin anlam olarak “anlayış, seziş, sezgi.” olan "Feraset" kelimesini birlikte irdeleleyelim.
Köken olarak dini terimlerin birçoğu gibi bu sözcük de Arapça’dan türetilmiştir. Her insanın, belirli bir seviyede sezgi yeteneği vardır. Feraset, bu sezgi yeteneğinin de ötesinde bir kavrama kabiliyetidir. Geçmişten günümüze, insanların çeşitli özelliklerini tanımlamak için, aynı anlama gelen birbirinden farklı kelimeler kullanılmıştır. Feraset de, bunlardan birisidir. Ferasetin anlamını çoğu kişi bilse de, bilmeyenler için, algılamada çabukluk, dikkat ya da hızlı kavrama anlamlarına gelir.
Zihni diri, hafızası güçlü ve bir olayın gidişatına bakarak sonunu kavrayabilenler, feraset sahibi insanlar olarak kabul edilir. Bu terim için tabiri caizse, “leb demeden leblebiyi anlamak” deyiminin kısa tanımıdır da denilebilir.
Geniş anlamda ise, bir olayı her açıdan, öncesiyle sonrasıyla algılama, hem geçmişi hem geleceği görüp olaylar hakkında değerlendirmeye varma yeteneğidir. Feraset sahibi insanlar, herhangi bir olay hakkında, konunun daha başındayken nasıl sonuçlanacağını kestirebilirler. Feraset, daha önce bazı bilim ve din adamlarının, geleceğe dönük öngörülerinin anlattıkları gibi sonuçlandığının görülmesi üzerinde, kesinliği hakkında görüş birliğine varılmış bir terimdir. Feraset sahibi olarak nitelendirilebilmek için, geçmiş, içinde bulunulan zaman ve gelecek hakkında anında kesin sonuçlara varabilecek bir yetenek gerekir.
Tecrübe, feraset sahibi bir kişilik olmanın temel kaynağıdır. Aslında her insan, bir nevi feraset sahibidir ancak birçoğunun feraseti, olaylar ile kişiler hakkında yüzeysel değerlendirmelerle sınırlı kalmaktadır. Tecrübe ise, ferasetin ikinci tanımı (çalışarak kazanılan bir yetenek) için güzel bir dayanaktır. Tecrübeli insanlar, olaylara nasıl yaklaşacağını, ne şekilde davranması gerektiğini ve sonucun ne olacağını önceden tahmin edebilirler. Ayrıca, kişiyi feraset sahibi yapan şeylerden biri de konuşma ve hareketlerinden rahatlıkla karakter analizi yapabilmektir.
Feraset için kısaca, ilham, tecrübe, çalışma ve doğuştan var olan birtakım güdülerle, insanları çok kısa sürede tanıma, olayların sonucunu da kestirebilme yeteneğidir, tanımı yapılabilir. Feraset, başka bir ifade ile görme, duyma ve hissetme duyularının aynı anda kullanılmasıdır,
Ferasetin, iki tanımı vardır. Birincisi, kişilere herhangi bir çabanın sonucu olmadan, birden gelen ilhama bağlı olarak kavrama, ikincisi ise, çalışarak belirli bir zihinsel çaba ve sonucu, duyu organlarını en iyi şekilde kullanmaya bağlı olarak kazanılan yetenektir. İki durumda da, karşısındaki olay ve kişileri hızlı şekilde değerlendirme yeteneği bulunan kişiler feraset sahibidir.
Albert Einstein, “Gerçekten değeri olan tek şey sezgidir” der.
Bu yazılanlar eşiğinde benim anlayamadığım bir şekilde millet, gerçekten feraset sahibi midir? Türk milleti, her anlamda, olayları öncesiyle sonrasıyla algılıyor, hem geçmişi hem geleceği görüyor, sonuca varıyor mu? Geçekten millet feraset sahibi ise ben neden görmüyorum? Ya da benim feraset gözüm mü kapalıdır?
Sezme, anlayış yeteneği, feraset; gerçeğin deneye ve akla başvurmadan doğrudan doğruya kavranması ise bunu millet nasıl gerçekleştirmektedir? Esas olan aklın önderliğinde, düşünerek, sezgiye dayanarak, vicdanında tartarak doğru yolda yürüyebilmek değil midir?
Nizamettin Biber

Uşaklık İdeolojisi



Davranış konusu benim kişisel ilgi alanım. Özellikle toplumumuzda insanların güce karşı neden yalakalık yaptığını, uşak gibi davrandığını uzun zamandır düşünüyorum. Tüm ilişkilerin temelinde ekonomi vardır sözünün gerçeği yanında, bireyin olmadığı, ümmetçi ve cemaatik bir toplumda yaşadığımı da biliyorum. Antropoloji, psikoloji ve sosyolojimizin kesişim kümesi bizim davranışımızı belirlediğini gözlemledim. Şimdi bu blog yazımda ideolojiyi bir miktar irdeleyerek sonuç bölümünde de sorular sorarak yazımı bitirmek istiyorum.
Kelime anlamı ile ideoloji, düşün bilimsel, toplumsal ya da siyasal bir öğreti oluşturan, ülkü olarak da benimsenebilen, kişi ve kurumların davranışlarına yön veren düşünceler bütünüdür diye biliniyor.
Peki, kişi ve kurumların davranışlarına kim veya neler yön vermektedir?
Her ideolojiyi ortaya koyan unsur, “ideoloji” kavramına kendi felsefesi ve ilkeleri doğrultusunda bir anlam yüklemeye çalışmıştır. Başka bir ifade ile ideoloji, genel olarak, toplumsal yaşamdaki farklı fikir, inanç ve değerleri meydana getiren maddi bir süreç olarak tanımlanabilir. İdeolojilerin en önemli nitelikleri, normatif yani emredici olmalarıdır. Dolayısıyla ideolojiler sadece olanı değil, aynı zamanda özellikle olması gerekeni belirterek insanları belirli amaçlara yönlendirirler. Bu anlamda ideolojiler din gibi katı ve dogmatiktir. Ayrıca, ideolojiler bütünleştiren olmaktan ziyade ayrıştıran özelliklere de sahiptirler.
İdeolojiler, kendilerine özgü bir tarih anlayışına sahiptirler. Bu felsefe doğrultusunda bireylere, cennet görünümünde bir gelecek (ütopya) vaat ederler.
Her ideoloji, entelektüel-politik disiplini sağlayacak ve yoldan sapanları cezalandıracak, kahramanları ödüllendirecek bir merkez kuruma sahip olup, bu kurum, formel (resmi) veya informal (gayri resmi) bir şekilde örgütlenmiş olabilir.
İdeolojiler, kökende düşünsel bir olgu olduklarından, toplumların entelektüel sınıfları ile yakından ilişkilidir. Entelektüeller, ideolojilerin oluşmasında, yayılmasında ve gelişmesinde önemli rol ve katkılar sunar.
İdeolojiler, yapılarında büyük çelişkiler taşıyabilir. İdeolojiye saplanan birey, gerçek ile ideoloji arasındaki çelişkiyi algılayamaz.
İdeolojiler, esas olarak politik bünyeye sahiptir. İdeolojik yaklaşım, karşıt ideolojileri meşru görmediği için, bu politika genellikle radikal eğilimlidir ve şiddete başvurulması sık gözlenen bir olgudur.
İdeolojiler, eğilim olarak totaliter yapıdadır.
İdeolojiler, egemen oldukları insan guruplarında çok inatla savunulan, kan dökme pahasına da olsa, vazgeçilmeyen inançlar olarak yerleşir.
Her ideoloji kendine özgü bir mitoloji ve kültüre sahiptir. Amaç, akıldan çok duyguları etkilemek olduğundan sistematik bir fetişleştirme (tabulaştırma, putlaştırma) süreci çalışır.
Günümüzde siyaset alanındaki pek çok tartışmanın odağında da yer alan bu kavramdan neyin anlaşılması gerektiği üzerinde belirgin bir uzlaşma halen sağlanamamıştır. Sosyal Bilimler Sözlüğü’nde bu kavram, “Belirli bir grup ya da organizasyonun ilgilerini haklı bulan ve destekleyen ortak fikir ve inanışlar”“Egemen grupların çıkarlarını haklı göstermeyi sağlayan, paylaşılan düşünce ya da inançlar” ifadeleriyle açıklanmıştır.
Uşaklığın kelime anlamı ise bir kimseye hizmet veya kulluk etmek; kendi çıkarı için yasal veya ahlaki olmasa bile başkasının her dediğini yapmak zorunda olmaktır.
Davranış olumlama ve karakter geliştirme süreci olarak eğitim mi biz de uşaklık ideolojisini beslemektedir?
Ya da biat kültüründen gelen mevcut muhafazakârlık ve milliyetçilik düşünsel yapısı mı uşaklık ideolojisini yükseltmektedir.
Bilimsel objektif gerçeği kabul eden,  eşitlikçi, insan onuruna saygılı, kişisel bütünlük içerisinde olan, adaletten yana, yüreği sevgi dolu, insanlığın ortak evrensel değerlerine sahip kişilerde uşaklık ideolojisi bulunur mu?
İdeolojilerin oluşmasında, yayılmasında ve gelişmesinde önemli rol ve katkı sunan bizim entelektüellerimiz de uşak mı sayılırlar?
Tüm bunların ışığında, uşaklığı bir ideoloji olarak tanımlamak sizce yanlış mıdır?
Nizamettin BİBER

Osmanlı Türkiye’sinde Gündelik Hayat



Yazıma, Türkiye’nin modernleşme süreci ve mevcut sosyal yapısı ile ilgili bir miktar okuma literatürü paylaşarak başlamak istiyorum;
1- Modernleşen Türkiye’nin Tarihi - Erik Jan Zürcher - İletişim Yayınları
2- Modern Türkiye’nin Doğuşu - Bernard Lewis - Arkadaş Yayınları
3- Türkiye’de Çağdaşlaşma - Niyazi Berkes - Yapı Kredi Yayınları
4- Bir devletin Yeniden Doğuşu - Arnold J. Toynbee - Cumhuriyet Yayınları
5- Yeni Türkiye; Bir Batı Devleti - George Duhamel - Cumhuriyet Yayınları
6- Türkiye’nin 150 yıllık Toplumsal Tarihi - Alpay Kabacalı - Toprakbank Yayınları
7- 21.Yüzyılda Türkiye (2000'li Yıllarda Türkiyenin Toplumsal Yapısı) - Emre Kongar - Remzi Kitabevi
8- 200 Yıldır Neden Bocalıyoruz? - Niyazı Berkes - Cumhuriyet Yayınları
9- Türkiye’nin Düzeni - Doğan Avcıoğlu - Cem, Tekin Yayınevleri
10- Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği -Emre Kongar- Remzi Kitabevi
Paylaştığım bu kitaplar okunduğunda, Türkiye’nin sosyal yapısı hakkında zihnin beslendiği görülecek ve konu ile ilgili ipuçlarına ulaşılacaktır.
Sanırım birçoğumuz, Özellikle ben de Ülkemiz ve ona ait tarihi yabancı yazarlardan okumayı tercih ediyorum, çünkü yabancı yazarlar, Ülkemizle ilgili yazılarını tarafsız ve nesnel bir bakışla yazıyorlar.
Tanıtmak istediğim, “Osmanlı Türkiye’sinde gündelik hayat” Kitabının yazarı, Oxford Üniversitesinin Doğu Bilimleri Enstitüsü Türkçe Öğretim üyesi Dr. G. Lewis’in eşi, Raphaela Lewis.
Yazar, kitabın baş tarafında Osmanlı tarihini ana hatlarıyla özetledikten sonra İmparatorluğun idari yapısını anlatmakta, Osmanlı İmparatorluğunun üç kıtaya hızla yayılıp gelişmesini sağlayan nedenleri ayrı ayrı belirtmektedir.
Kitapta, Osmanlı İmparatorluğunda en yaygın din olan İslam dininin toplum hayatında oynadığı önemli role vurgu yapılmaktadır. Türklerin batıl inanışlarına varıncaya kadar bütün adet ve geleneklerini; düğünlerini, matemlerini; saraylarda ve konaklarda sürdürülen tantanalı hayatı, köy evlerindeki sade yaşamı; sefere çıkış hazırlıklarından ramazan geceleri eğlencelerini, lohusa kadınların adetlerini ve bunlardan başka imparatorluğa bağlı olarak yaşayan gayri Müslim toplulukların sürdürdükleri hayatı da dahil, Türk dünyasında yeri olan her şeyi büyük bir titizlikle tespit edilerek yazılmış olduğunu göreceksiniz.
Kitap; Osmanlı Padişahlarının Listesi, Osmanlı Devleti, Tarihi ve Halkı, Devlet İdaresi, Din ve İnanışlar, Bir Şehrin Portresi, Aile Hayatı, Gündelik Hayat, Meslekler, Anadolu'da Hayat, Taşra Hayatı konularını içermektedir.
Doğan Kardeş yayın evi tarafından 1973’te basılan kitap, Mefkure Poroy tarafından Türkçeye çevrilmiştir.
Benim de halen okuduğum, sonlarına geldiğim kitap, Osmanlıyı tanıma, günümüzdeki Türkiye’si ile karşılaştırma adına öğretici niteliği ile keyifle okunacak nüveler taşıyor, okumanızı öneriyorum.
Nizamettin BİBER

Artık Dikkat Çekmiyoruz!



Çağdaş Fransız felsefesinin en büyük isimlerinden birisi olarak anılan Michel Foucault, felsefe ile tarihi kaynaştıran ve çağdaş uygarlığın göz kamaştırıcı bir eleştirisini oluşturan bir düşünürdür. Delilik, bilim ve dil, ceza ve disiplin sistemi, cinsellik gibi pek çok farklı kavramın temellerini ortaya koyan Michel Foucault, Deliliğin Tarihi kitabında, deliliğin gündelik yaşamın bir parçası sayıldığı, kaçıklarla çılgınların sokaklarda ellerini kollarını sallayarak dolaştıkları Orta Çağ’dan, tehlikeli sayılmaya başladıkları, tımarhanelere kapatıldıkları, öteki insanlarla aralarına ilk kez duvarların çekildiği 18. yüzyıla kadar, Batı’da deliliğin arkeolojisini irdeliyor.
Kitapta, Rönesans’tan sonra kurumsallaşmış bir alıkoyma döneminin ortaya çıktığını; eskiden cüzamlıların alıkoyulduğu yurtların, tımarhaneye dönüştürüldüğünü, özel yerlere kapatılmaya başlanan deliler de, toplumun yeni oluşan üretim normlarına uymayan yoksullar, dilenciler, caniler, işsiz, yaşlı, ahlaksız ve hatta zührevi hastalıklılar gibi toplum dışı unsurlarla bir tutuldular. Bu kişiler, toplum düzeni ve var olan ahlaka ilişkin sorunları artırdıklarına inanılan bütün insanlardı. Fransız devriminin ardından deliler de dahil olmak üzere bu kurumlardaki herkes salıverildi ancak deliler yeniden hapsedildi. Foucault’nun sözleriyle, 18. Yüzyılın sonlarında deliliğin hastalık olarak kurumlaşması, akıl, ile delilik arasındaki diyaloğu kopardı.
Deliliğin fantastik dünyasında dolaşırken Foucault, aslında “deli”nin bize onun deli olduğuna karar veren, onu öyle konumlandıran genel toplumsal harita üzerinde işgal ettiği yer itibarıyla yansıdığını gösteriyor. Her çağın kendi ütopyası içinde kendini arındırdığı, saflaştırdığı, idealleştirdiği tarihsel yolculukta, delinin bu arınma ayin ve oyunundaki yerini ve rolünü kavramamızı sağlıyor. Bu nedenle, Deliliğin Tarihi, aynı zamanda aklın tarihinin ana hatlarını da ortaya koyuyor: Akıl, kendini ancak deliliğin zıddında, deliliğin zıddı olarak tanımlayabiliyor. Öyleyse delilik, toplum düzeninin varlığı için gerekli; çünkü bu düzen ancak kendi negatifinin aynasında kimlik bulabiliyor.
Rönesans’a yön veren en önemli düşünürlerden biri olan Rotterdam’lı Erasmus, “Deliliğe” methiyeler düzdüğü “Deliliğe Övgü” adlı kitabında “gerçek bilgelik, deliliktir” ya da “kendini bilge sanmak, gerçek deliliktir” ikilemi üzerinde durur. Komedi türünde ele alınan denemelerde “delilik”, kendi kendisine övgüler düzer; hayatın her evresinde deliliğin nasıl egemen olduğunu anlatır. Bu arada özellikle din kurumu ve din adamları ile devlet yönetiminin hemen hemen her kademesindeki kişiler ve kurumlar deliliğin sivri dilinden nasibini alır. “Deliliğe Övgü” çağlar boyunca bağnazlığa karşı yazılmış bir başyapıttır.
Ayrıca; Montaigne Denemeler eserinde; delilik için “Kim bilmez ki delilik, özgür bir kafanın yiğitçe çıkışları, yüce ve görülmedik bir erdemin ortaya attıklarıyla çok yakın kapı komşusudur.” diyerek, deliliği bir anlamda över.
Türk kültüründe deli ve delilik çok çeşitli, çok anlamlı bir kavram olup şamandan sufiye, âşıktan komik tiplere, Tanrı oğlundan evliyaya, tımarhanelerde tedavi görenlerden, çılgın kahramanlara, esrar ilmini bilen evliyalara kadar geniş bir kavramı içermektedir. Türk kültüründe deli denildiğinde; oldukları mevkiye, çeşitliliğine, yerine, tarzına bakmaksızın her bakımdan normalin dışında olanlar kastedilmiştir. İnsan doğasının alışılmadık, hürriyetini deliler kadar genişleten ikinci bir çeşit topluluk yoktur.
Ülkemizde deli dendiğinde Mahzar Osman akla gelir ve Bakırköy Ruh Hastanesi kapısında düşünen adam Rodin’in heykeli ise deliliği simgeler. Türkiye’nin delilik tarihinde şöyle bir kronoloji vardır; 1950’ye kadar deliler genelde ben Atatürk’ün babasıyım ya da amcasıyım; 1970’e kadar beni KGB, FBI, M16 takip ediyor, uzaylılar peşimde, 1990’a kadar devlet peşimde, 2000’lere kadar ben mehdiyim falan dermiş, 2000 sonrası ise delilik sıradanlaştı.
Bilirsiniz Anadolu’da her köyün bir ağası ve de ileri gelenleri vardır. Buna mukabil her Anadolu köyünün bir de delisi vardır ki, ondan alabileceğiniz dersleri, birçok akıllı geçinen adamdan alamazsınız
Şöyle ki: İnsanoğlu yaratılıştan az veya çok derecede delidir, deli olarak da kalacaktır.
Günümüzde ise özellikle Ülkemizde herkes delirdi de artık dikkat çekmiyoruz.
Nizamettin BİBER

Bütün Ev Kadınları Birleşiniz!



“Bütün ülkelerin işçileri, birleşin”, Marx'ın ünlü Komünist Parti Manifestosu adlı eserinde geçen, enternasyonalist anlam taşıyan ve dünya sosyalist hareketine yön veren ünlü slogan. Blog başlığımı bu slogandan esinlenerek yazdığımı söylemek isterim.
Ülkemiz Birleşmiş Milletlerin Kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi sözleşmesini 1985 yılında imzalayarak taraf olmuş ve Sözleşme 1986 yılında yürürlüğe girmiştir. Kadın Hakları Bildirgesi olarak da tanımlanan bu Sözleşmenin yürürlüğe girmesi ülkemiz açısından önemli bir dönüm noktası olmuş/olması gerekirdi.
Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü, kuruluşundan bu yana kadının insan haklarının korunması ve geliştirilmesi, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi ve kadın-erkek eşitliğinin kamu plan ve politikalarına yansıtılması amacıyla çalışmalarını sürdürdüğünü söylemektedir. Ülkemizde, yıllardır uygulanan sosyal devlet politikalarının sonucu olarak desteklenmesi gereken gruplardan olan kadınların sorunlarını çözümlemek üzere son yıllarda çok ileri adımlar atıldığı ve ulusal mevzuatımızda pek çok düzenlemeler gerçekleştirildiği iddia edilmektedir.
Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü’nün 2016 yılında yaptığı araştırmanın çarpıcı sonuçları şöyle:
1. Şehirlerde evli kadınların % 18’i, köylerde de % 76’sı eşleri tarafından dövülüyor.
2. Kadınların % 57,7’si evliliklerinin ilk gününde şiddetle karşılaşıyor.
3. Aile içi suçların % 90’ını kadına karşı işlenen suçlar oluşturuyor. (İki yıl sonra bile bu sonuçların olumlandığına dair elimizde ciddi emareler yok, aksine tecavüz, çocuk gelin, şiddet, ölüm gibi olumsuz kadın haberlerine basında her gün rastlıyoruz.)
Aynı Araştırma sonuçlarına devam ettiğimizde ise;
- Aile içi şiddetin yüzde 87’si, kadınlara karşı işleniyor. Şiddetin yüzde 34’ü fiziksel, yüzde 53’ü sözlü olarak gerçekleşiyor. Bu oran gecekondu semtlerinde yüzde 97’lara çıkıyor.
- Kadınların yüzde 20’si okur-yazar değil.
- Lise ve daha üstü eğitimli 15-24 yaş grubunda bulunan kadınların yüzde 39.6’sı işsiz.
- Kadınların yüzde 40’ı görücü usulüyle evleniyor, yüzde 20’si ise nikâhsız yaşıyor.
- Kadınların yüzde 55’i doğum kontrolü uygularken, yüzde 64’ü hamilelik döneminde doktora gitmiyor.
- Yılda 2 bin 500 kadın anne olmak isterken yaşamını yitiriyor.
- Eğitim gören 100 kadından sadece 2 tanesi yüksek öğrenim görüyor.
- Kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 27’lerde bulunuyor
- Türkiye’de 850 kaymakamın sadece 17’sini kadınlar oluşturuyor.
- Hakim ve cumhuriyet savcısı sayısı içindeki kadın oranı ise yüzde 18
- Meclis’teki 550 milletvekilinin 24’ü kadın. Belediye başkanlarının ise sadece binde 5’i kadınlardan oluşuyor.
- Türkiye’de kadınların yüzde 35.6’sı bazen, yüzde 16.3’ü sık sık aile içi tecavüze uğruyor.
23 yıldır her hafta Galatasaray Meydanı’nda kaybedilen yakınlarının akıbetini sormak için toplanan Cumartesi Annelerinin alana sokulmaması, Polisin erken saatlerde Galatasaray’a giden tüm sokakları barikat ve TOMA’larla kapatması sonucu Cumartesi Anneleri, Büyük Parmakkapı Sokağı’nda açıklama yapabildi. Maside Ocak’ın okuduğu açıklama, “701 haftadır inkâr, baskı ve şiddet ortamında hukuka, hakikate ve adalete ulaşamadığımız için alanlardayız” şeklindeydi.
Acilen, “...kadının insan haklarının korunması ve geliştirilmesine yönelik çalışmalar yapmak, kadınların sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal yaşamdaki konumlarını güçlendirmek, hak, fırsat ve olanaklardan eşit biçimde yararlanmalarını sağlamak” gerekmektedir.
Ülkemizde kadın halen daha neredeyse yok hükmünde, İzninizle yazının başındaki sloganı değiştirmek istiyorum, “Ülkemizin bütün kadınları kendinizi eğitiniz.” kurtuluş birleşmede değil, eğitimdedir.
Kızıldereliler; “Doğum yapan her şey dişidir. Kadınların ezelden beri bildiği kainatın dengelerini erkekler de anlamaya başladıkları zaman, dünya daha iyi bir dünya olmak üzere değişmeye başlamış olacaktır.”, Çinliler de “Gökyüzünün yarısını, kadınlar taşır.” der.
Nizamettin BİBER

Gençliğe Ait İstatistikler



Ülkemizin temel sorunun eğitim olduğunda hepimiz hem fikiriz. Yaşadığımız tüm acıların nedeni de zaten bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Eğitim sistemimiz baştan aşağı yenilenmesi gerekiyor.
Ülkemizde özellikle son yıllara baktığımızda, adı milli olan eğitim sistemimiz, bırakın iktidar değişiminde iş başına gelen partinin eğitim politikasını, aynı iktidar zamanında değiştirilen Milli Eğitim Bakanları’nın eğitim anlayışları doğrultusunda değiştirilmektedir. Bu durum, deneme-yanılma, yap-boz, koy-kaldır, olmadı başa dön şeklinde gerçekleşmekte, bu uygulamalar ise eğitimde sistem değiştirmenin yerine, eğitimde kaos yaratılmasına, fasit bir dairenin çevresinde dönüp durmasına neden olmaktadır. Bu deneme-yanılmaların, yap-bozların ceremesini maalesef bu işte hiçbir suçu olmayan kuşaklarımız ve dolayısı ile toplumumuz çekmektedir.
Eğitimin kişilik geliştirme ve davranış olumlama süreci olduğunu biliyoruz. Ancak eğitim sistemi oturmamış, neyin nasıl yapılacağı belli olmayan, yani eğitim düzeni hasta olan bir toplumun hiçbir sistemi sağlıklı olamaz. Ne ekonomik, ne sağlık, ne hukuk, .ne güvenlik, ne de sosyal güvenlik sistemi,… . hatta ulaşım sistemi bile sağlıklı olamaz.
Hemen derhal, şimdi müfredat odaklı eğitim yerine yetkinlik ve beceri odaklı, öğretmen odaklı eğitim yerine öğrenci odaklı eğitime geçilmesi gerekir.
Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok, öğrencinin, öğretmeni dinleyerek değil, yaparak, konuşarak ve tartışarak öğrenmesi, sınıfta sürekli tartışma ortamının sağlanması gerekli. Öğrencilerin eleştirel düşünmesini sağlayacak şeyler yapılmalıdır, deneyim ve bilgi aktarımından vazgeçilmelidir. 21. Yüzyıla ait becerileri geliştirecek şeyler uygulanmalı, Teknoloji okuryazarlığı ve kodlama öğretilmelidir. Çocuklar yaratıcılığa (bu sözden bile rahatsız şizofren bir kitle var) teşvik edilmelidir. Öğrenciler, erken yaşta bir şeyler yaratabilmenin keyfini almalılar. Büyüklerin onlar için doğru olduğunu düşündüğü bilgileri çocuklara öğreterek bir yere gidemediğimiz bütün dünyada kanıtlanmıştır.
Tarihte hiçbir zaman öğrenci odaklı ve eleştirel düşünme, tartışma, beceri odaklı bir eğitim sistemimiz olmadı. Hep asker, memur, sisteme köle yetiştirmeye çalıştık. Eğitim eskiden ulus devletin inşası için kullanıldı, şimdi de dindar kuşak yetiştirilmek için kullanılıyor. Geçmişte de yanlışlar yapıldı ama veriler eğitimde geçmişe göre çok daha kötü olduğumuzu gösteriyor. Maalesef Milli Eğitim Bakanı eğitim kökenli değil, eğitimden anlamadığını hemen hemen hepimiz biliyoruz. Eğitimi bırakmada ise Avrupa birincisiyiz
En son olarak Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Fatoş Karahasan ile Sia insight adlı kurum, yurt genelinde 15-24 yaşları arasındaki gençler arasında bir araştırma yapıp bu araştırmayı “Açılın Gençler Geliyor” ismiyle kitaplaştırdı. Kitap çok çarpıcı veriler ortaya koyuyor. Kitaba göre gençlerin yüzde 55’i eğitim aldığı alanda çalışmak istemiyor, yüzde 89’u yabancı dil bilmiyor, yüzde 72’si okul kütüphanesini kullanmıyor, yüzde 27’si çalışmayı düşünmüyor, yüzde 88’i spor yapmıyor, yüzde 83’u cinsellik eğitimi almamış, yüzde 95’inin pasaportu yok, yüzde 98’i STK üyesi değil. Yüzde 22’si “gerektiğinde” kadına tokat atılabileceğini düşünüyor. Sadece yüzde 36’si yapay zekâ diye bir şeyden haberdar. Sadece yüzde 39’u komşu seçimini sorun görmüyor. Sadece yüzde 16’si siyasetle ilgileniyor. Doğan Kitaptan çıkan kitap, çarpıcı çıkarımlar, vizyoner görüşler, geleceğe dair öneriler ve gençlerimize dair verdiği bilgilerle dolu, içeriği önemli ve yönlendirici bir nitelik taşıyor.
Avrupa Birliği’nin istatistik kurumu Eurostat’ın dün yayımlanan “çalışmayan, eğitim ve öğrenim görmeyen gençler (NEET)” araştırmasında, AB üyesi ülkelerin yanı sıra Türkiye, Karadağ, Makedonya, Norveç, İzlanda ve İsviçre’de 18-24 yaş arası gençlerin 2017 yılında istihdam ya da eğitime katılım oranları incelendi.
Araştırmaya göre bu 34 ülke içinde “çalışmayan ve eğitim görmeyen” genç nüfusun en yüksek olduğu ülke, yüzde 32 ile Makedonya. Türkiye ise yüzde 30.8 ile ikinci sırada geliyor.
Öte yandan Türkiye, çalışmayan ve eğitim görmeyen 18-24 yaş arası kadın nüfusun en yüksek olduğu ülke. Türkiye’de bu yaş aralığındaki kadınların yüzde 43.6’sı ne çalışıyor ne de eğitim görüyor. Genç kadınların eğitim ve işgücüne katılımının en düşük olduğu ikinci ülke ise yüzde 32.2 ile Makedonya. Türkiye’de erkeklerde ise bu oran yüzde 18.2 olarak belirlendi.
Sonuçları yorumlarsak eğer, gençlerimizin hali pür melalinin iyi görünmediği ortada, Benjamin Disraeli’nin“Bir ülkenin gençleri, refahın güvencesidir.”, sözü ile Aristoteles’in Gençlerin yetişmesine önem veriniz; çünkü bu yolda en küçük ihmal, ülkenin yapısını ve geleceğini yok eder.” Sözü önemlidir.
Sağlıklı bir ekonomik büyüme ile birlikte genç nüfusun niteliği, eğitimi, sağlığı, istihdamı, mutluluğu ve bunları sağlayacak koşullar çok önemlidir.
Son söz, “Gençleri, ihtiyarların düşünceleri ile yönetmeye kalkmak budalalıktır.” Bruce Burton,
Nizamettin BİBER

Kimlerin Bayramı Kutlu Olsun!



Kasti cahillerin, öğrenmeyi ve eğitimi ret edenlerin,
Yolsuzluk, hırsızlık yapanların ve rüşvet yiyenlerin ve bunları yapanları destekleyenlerin,
Yalan söyleyenlerin, dedikodu yapanların ve iftira atanların,
Kadınlara, çocuklara, hayvanlara doğaya tecavüz, taciz eden ve sapıklıkta bulunanların,
Kadınlara, çocuklara, hayvanlara doğaya şiddet uygulayanların,
Dini duyguları, inançları suiistimal edenlerin,
Psikolojik baskı, mobing ve işkence yapanların,
İnsanları katledenlerin, cinayet işleyenlerin,
Demokrasiyi benimsemeyenlerin, seçimlerde sahtecilik yapanların ve yapanları destekleyenlerin,
Her türlü ahlaksızlığı yapıp ta ahlak dersleri verenlerin,
Kadını bir memeli hayvan gibi görenlerin,
Adaletten ve mazlumdan yana olmayanların, zalimden yana olanların,
Proaktif önlem almadan yaşanılanları kadere bağlayanların,
Kötülüğün organizasyonunu destekleyenlerin,
Toplumsal çıkarı kendi çıkarına tercih edenlerin,
Bilim ve fenden yana olmayarak, gereklerine yerine getirmeden, yeterli önlem almadan yaşanan kazaları doğal afet sayanların,
Çalışmadan, emek vermeden beklenti içinde olanların,
Uşaklık ideolojisini, yalakalığı yaşam felsefesi haline getirenlerin,
Komşusu açken tok yatanların,
Erdemsizlerin,
Dilenciliği yaşamsal bir kültür haline getirenlerin, makarna, kömür ve şekere tav olanların,
Kendi gibi düşünmeyenleri düşman olarak görenlerin,
Olağan üstü koşulları ve doğal afetleri fırsata çevirenlerin,
Kimsenin hakkına hukukuna saygı göstermeyenlerin,
Farklı etnik kökene ve inanca saygı göstermeyenlerin,
Toplu taşıma araçları dahil adabı muaşeret kurallarına uymayanların,
Liyakata önem vermeyenlerin,
Feodal ilişkiler içindekilerin, şovenistlerin, ırkçılık, mikro milliyetçilik yapanların,
Hukuku üstün görmeyenlerin,
Özgürlükten yana olmayan köle ruhluların,
Boş böbürlenmecilerin, palyatizme, popilizme, hamasete, masala ve efsaneye bel bağlayanların,
Kendi öz bakımını yapmayanların, sağlığına dikkat etmeyenlerin,
Adalet, ahlak, özgürlükten yana olmayanların,
Allahtan korkmayanların, kuldan utanmayanların, kutsala saygı duymayanların,
Ulus devletini, Ulusal önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü sevmeyenlerin,
İnsanların yaşam alanlarına müdahale edenlerin,
Dışında kalan;
Siyası parti tercihi, idelojisi, inancı, ırkı, mezhebi, etnisitesi ne olursa olsun, büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden öpüyorum,
Şeker tadında bir bayram diliyorum!
 Nizamettin BİBER