31 Aralık 2017 Pazar

2018 Yılı Dileklerim

İnsanoğlu işte kendi kendine zaman dilimi uyduruyor ve o uydurduğu zaman dilimlerinden de fazlası ile etkileniyor. Malum, 2017 yılı bitiyor. Yeni yıl, hayallerin gerçeğe dönüşmesinin verdiği mutluluğun bir miladı, karın yağmasını heyecan ve sabırsızlıkla bekleyen küçük bir kızın yüreğini pır pır attıran bir zaman mefhumu adeta.

Her yeni yıl bir mihenk taşıdır. Kısa süre sonra yeni yıl başlayacak, güneş tekrar doğduğunda biz yeni bir hayat başlamış gibi heyecanlanmaya hazırız. Yıl değişince, her şeyi değiştirmek ve yeni başlangıçlar isteriz. Yeni yıl bizim için değişimin habercisidir bir anlamda. Ne çok hedefler ve beklentiler koyarız kendimize… Yeni gelen yıl baştan farklı olsun, yeni sayfalar açalım, her şey değişsin istiyoruz. Bu nedenle de bazı anlamlar yüklüyoruz yeni yıla. Hepimiz biliyoruz ki yeni yıl aslında bir dönüm noktası değil. Sadece eski bir yılın bitişi.
Yeni yılda; İş, eş, sevgilinizi mi, bedeninizin görselliğini mi, dostluk, arkadaşlıklarınızı mı, yoksa düşüncelerinizi mi değiştirmek istersiniz?
Yılın sonu, günün sonu veya bir şeyin sonu hep bir bilanço (bir girişimde, belli bir zaman sonunda sağlanan iyi ve kötü sonuçların karşılıklı durumu, işin özeti) getirir bize. Tıpkı, günün bilançosunu başımızı yastığa koyup yattığımızda düşündüğümüz gibi. Sonlar hep geçmişe bakıp değerlendirilir. Geçmişi başarısızlık ve sorunlarımıza odaklanarak değerlendirmenin içinde pişmanlık vardır.
En büyük muhasebe sorusu ise; “ben doğru yolda mıyım?” dır.
Gündelik alışkanlıklarımızı tekrarlamaktan başka bir şey yapmakta zorlanan bizler biraz olsun hayatlarımızın anlamını düşünürüz belki. Yılbaşı, doğum günü gibi fırsatlar bunun için var. Yeryüzüne gelme amacımızın da gerçekten ne olduğunu anlamamız için en uygun zaman şimdidir. Düşünmek, hissetmek, aklını, vicdanını, sağduyuyu kullanmak…
Toplumsal olarak başkalarının hayatını, özel anlamda kendi hayatını “baştan aşağı” değiştirmenin en temel yolu aklını başına toplamak ve aklını kullanmaktır. İnsanın ergin olmama durumu, kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmadan kullanamayışıdır.
Dört bir yandan “düşünmeyin! Aklınızı kullanmayın!” diye bağırıldığını işitiyorum. Subay, “Düşünme, eğitimini yap!”, öğretmen “düşünme, ödevini yap”, maliyeci “düşünme, vergini öde!”, din adamı “düşünme, inan!” diyor, yönetenler ise, “istediğiniz kadar ve istediğiniz şeyi düşünün, ama itaat edin!” diyor, her yerde özgürlüğün, insan aklının sınırlanışı ve daha az insan olmanın baskısı var. Yeni olan şeylere ümit beslemek bir kesime batıyor olabilir. Onlar yeni olan her şeyden nefret ederler, yıllardır bir tek yeni yıla bile giremediklerinden hala orta çağda yaşıyorlar.
2018 yılı için, herkese sağlık, mutluluk, barış, adalet, özgürlük, huzur, sevgi, geçineceği kadar geliri olan ve mutlu olduğu bir iş, sıcak bir yuva diliyorum. Ama en önemli isteğim; şu anda nasıl yapılacağını bildiğiniz şeyi yani insan olmayı en iyi şekilde yapmanızdır.
Sapare Aude’nin “Aklını kullanma cesaretini göster.” sözü, adeta aydınlanmanın parolasıdır. “Aydınlanma; kişinin kendi aklını kullanmaya cüret etmesidir.” diyor Immanuel Kant. İnsanoğlunun aklını başına alarak kullanmasını diliyor, tüm insanlığın yeni yılını kutluyorum.
Nizamettin BİBER

Rize İkizdere'den Yerel Tatlar

Rize tamam da İkizdere neresi diye bir soru duyar gibi oldum. İkizdere, yiğit insanların harman olduğu, Rize’nin ilçelerinden doğduğum yer, dünyanın Fauna ve Flora zenginliği açısından 100 vadisinden biri. 1961 yılında kurulan Hidroelektrik santrali ve Anzer balı ile meşhur. Bunun yanında mikro ölçekte özel, yerel tatları da var, tek çeşit beslenildiği şekilde tanımlanan vadide şaşırtacak şekilde zengin bir mutfak söz konusudur. Mutfağımızdan bazı yerel yemekler ve tarifleri;

Çaklama (çocuk maması): Tuzsuz tereyağı eritilerek, buğday unuyla rengi beyazlaşana kadar çırpıldıktan sonra üzerine şeker şerbeti ilave edilerek yapılır.
Çilbur: Mısır veya arpa unu yağla kavrularak az miktarda kaynar su ilave edilip, ortasına tereyağı dökülerek yapılır.
Çimili: Pazı yaprağı, patates, soğan, yağ ile kavrularak yapılır.
Çumur: Tavada sarı yağ ile kavrulan mısır ununa az su katılarak yapılır.
Ekmek haşlisi: Erimiş tereyağına mısır ekmeği doğranır, ufalanır, iyice karıştırılır. Üzerine az miktarda su ilave edilir. Kaynamağa başlayınca telli peynir eklenerek yapılır.
Hasifte: Kavrulmuş arpa ununa tereyağı eritilip dökülüp yapılır.
Haşili: Tereyağı ile mısır unu karıştırılıp kızartılır. Süt ilave edilerek pişirilir.
Herle: Mısır unu, bol su ve sütle yapılan çorbadır.
Hoşmer: Kaymak tavada eritilir, mısır unu ilave edilip kavrulur. Yağ unun üzerine çıkana kadar karıştırılır ve telli peynir katılır. Sıcak halde tüketilir.
Hupuş çorbası: Taze fasulye tele dizilerek kurutulur, tencerede haşlanır. Haşlama suyu dökülür, yağ, patates, soğan ile fasulyeler kavrulur, üzerine su katılarak yapılır.
Huslama: Mısır unu yağla kavrulur. Az miktarda kaynar su katılır. Ortası açılarak yoğurt konur.
Korkoti çorbası: Mısır kırması, süt, su karışımı çorbadır.
Manca: Kabak, fasulye ve süt karışımı çorbadır.
Muhlama: Tavada tereyağı eritilir. Mısır unu ile karıştırılır. Az miktarda su ilave edilir. Kaynamaya başlayınca üzerine telli peynir eklenir.
Afiyet olsun.
Siz yapın demiyorum ama yeni yıl davranışlarımız;Yeni yılın ilk günü henüz kimse eve gelmeden erkenden kalkılır, güğüme dışarıdan su doldurulduktan sonra su evin duvarlarına, köşelerine serpilir. Bu sayede eve bolluk ve bereket geleceğine inanılır.
Yeni yıl  için size yerel duam;
Dunyayi tutasunuz
Hz. Ali’nin kuvvetine eresunuz
Soğuk rozcar yuzunuze vurmasun
Çalilara çupilara sarilmayasunuz
Deremen taşı arkanızdan inmesun
Ellerunuz koynunuzda kalmasun
Kapilarunuz kitlenmesun.
2018 yılınız kutlu, yaşamınız hep mutlu olsun.
(Not:Blog yazımda yerel bilgiler için sevgili Osman Coşkun hocamızın Her yönü ile İkizdere adlı kitabından yararlandım..)
Nizamettin BİBER

Tek Değere Sahip İnsan mıyız Yoksa Evrensel mi?

Psikolog Carl Jung kabaca insanları içe ve dışa dönük olarak ikiye ayırmıştır. İnsanların değer bilinci, değerlerin çatışma ile oluşmaktadır. Tarih ve yaşam insanda, değişik değer tiplerini ortaya çıkarmıştır. Hemen her insan değerler dünyasının ancak belli bir kesimine daha yakın ve yatkındır.

Bu anlamda bazılarımız belli bir takım değerleri benimseyip diğerlerini ya reddeder ya da anlamlarını değiştirerek kabulleniriz. Psikolojide tek değere dayalı insan sınıflandırması; "1-Vital insan tipi, yalnızca doğal anlamda yaşamı, biosu tanır. Onun için değerli olan, sadece yaşamın korunması ve geliştirilmesi, bedenin ve bedensel güçlerin biçimlendirilmesidir, bedensel güç ve güzellik, sağlık tek ve en yüksek değerdir.
2-Ekonomik insantipi, ön planda ekonomik değerlere, yarar değerlerine önem verir. Ekonomik insan maddi nimetleri, yaşamın korunup sürdürülmesi ve özellikle tinsel değerlerin gerçekleştirilmesi için bir araç olarak değil, düpedüz bu nimetleri kendileri için, kendilerini amaç olarak değerlendirir. O, yalnızca para ve maddi nimetler için çaba gösterir; O kişiye sınırsız bir kazanma ve sahip olma güdüsü egemendir.
3-Hedonist insanyaşamın anlamını, sadece yeme-içme ve cinsel dürtülerinin doyurulmasında bulur. Onun amacı olanak ölçüsünde çok ve derin bir haz durumuna ulaşmaktır.
4-Teorik insanise, gerçek ya da bilgi değeri denilen yalnızca tek bir değeri tanır. Onun asıl yaşam işlevi, araştırma ve bilgi edinmedir; bütün dış dünya ve insanlar karşısında sadece soğuk teorik bir tutum alır. Bütün varlık ve yaşamla ilişkisi, bilgi ilişkisinden ibarettir. Sanat ve ahlakı duygusal olarak yaşamının yerini, onlar üzerine yapılan teorik düşünce alır. Teorik insanın bilgisi ne denli zengin olursa olsun, gerçekte o yoksul ve zavallıdır.
5-Estetik insanın ise, tek başına güzellik değeri vardır. Ona göre, tüm değer yaşamı estetik yaşamdan ibarettir. O, gerçek şeyleri ve gerçek olayları, onlara sahip çıkmayı istemekten çok, izleyerek zevk aldığı bir düş oyununa çevirir. Böylece insan yaşamını, bir sahne oyununu izler gibi, yalnız estetik açıdan gören bir kimsede zorunlu olarak ahlaki karar alma ve sorumluluk duygusu yoktur.
6-Etik insan, içinin ahlaki değerin yüksekliği ve yüceliği ile dolmuş olduğunu, ruhunun bütün gücü ile ahlaken yücelmeye çalıştığını ve bu arada tüm başka değerleri ret ettiğini görürüz. Bu, Kant’ın sözünü ettiği ahlaki olması gereken dünyasında yaşayan soğuk görev insanıdır. Kendisinde yükselen tüm yaşam dolu duygu ve eğilimlere karşı sürekli bir savaş durumunda olan böyle bir görev insanının katılığı (ilkelere sıkı sıkıya bağlılığı) sonuçta insanlığın en renkli ve soylu gelişimini öldürür.
7-Dini insantüm yaşamı inanç değerlerinden ibarettir, dünyadaki yaşamını sadece ölüm sonrasına yönelik yaşam için harcar. 8-Politik insan ise temel değer amacı yaşamın politik bir arena olarak görmesi, sürekli iktidar olma çabaları içerisinde bulunmasıdır", şeklindedir.
Bütün bu tek değer yanlısı insan tipleri karşısına teorik ve pratik bütün evrensel değerleri kabul ederek algılayan benimseyen bir insan idesi, universal human (evrensel insan) konulabilir.
Evrensel insanise kişisel farkındalığı ve içgörürü olan, İletişime açık, etkin, aktif, yaratıcı, işbirlikçi, problem çözme becerileri gelişmiş, farklılık yaratan, değişim sağlayabilen, sorumluluklarını bilen, her kültürün değerlerine eşit mesafede durabilen, her kültüre saygı gösteren, tüm insanlık tarafından kabul gören değerleri bilen ve uygulayabilen (saygı, sevgi, temizlik vs…), toplumsal duyarlılığa sahip ve bunu eyleme geçiren, kendini evrensel bir dille hızlı ifade edebilen, evrensel bilince sahip dünya vatandaşı olabilen kişidir.
Tek değere sahip bir insan olarak size soruyorum; Sahi siz tek değere sahip bir insan mı yoksa evrensel insan mısınız?
Nizamettin Biber


Afiyet Olsun mu Türkiye!

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı (DKK) için alınan kavurma konservelerinin 4 bin 50 kilogramında at eti tespit edilmesiyle gözler bir kez daha ucuz et tartışmasına çevrildi. TUİK verilerine göre son 10 yılda at, eşek ve katır sayısı neredeyse yarı yarıya azaldı. 2007 yılında 188 bin 640 olan at sayısı % 36,4 azalarak 120 bine, eşek sayısı ise % 48,6 azalarak 296 bin 114 adetten 152 bine düştü. % 43,9 gerileyen katır sayısı da 68 bin adetten 38 bine indi.

Öte yandan veriler Türkiye’nin toplam kırmızı et üretiminin yılın üçüncü çeyreğinde, geçen yılın aynı dönemine göre % 23,6 azalışla 301 bin 331 ton olduğunu ortaya koydu. 9 aylık üretim 794 bin 417 tonda kalırken, 9 aylık azalış  %  11’i geçti. Türkiye’nin toplam kırmızı et üretimi 2016 yılında 1 milyon 173 bin tondu. Yıllık kırmızı et tüketimi ise yaklaşık 1 milyon 350 bin ton. Et üretimi ile tüketim arasındaki 177 bin tonluk açık da ithalatla giderilmeye çalışılırken yerli üretim azalmakta, bunun en önemli nedeni ise üretimdeki maliyetlerin yüksekliğidir.
“Adana Yüreğir’de yapılan baskında kesime hazırlanan 13 eşek, 3 at ve 3 sıpa kurtardı. Ahır ve çevresinde yapılan araştırmada at ve eşeklere ait 10 karaciğer, 30 kalp, 10 kilo parçalanmış et ve üzeri kanlı motorlu testere bulundu. İzmir’in Konak ilçesinde, kaçak at kesimi yapılan depoya düzenlenen baskında piyasaya sürülmek üzere kesilmiş ve parçalanmış 15 atın etleri ele geçirildi.” Farklı zamanlarda basına yansıyan sadece 3 haber, olayın öncüsü, icebergin (buzdağı) su üzerindeki kısmını yansıtıyor.  
Teknolojik gelişmeler ulaşımda ve tarımda çift sürmek gibi işler için kullanılan hayvanların payını giderek azaltsa da tek tırnaklıların bu kadar hızlı azalması dikkat çekmektedir. İşsizlik, terör, eğitim, gelir dağılımındaki eşitsizlik, enflasyon, hayat pahalılığı, rüşvet ve yolsuzluk, demokrasi ve düşünce özgürlüğü, toplumsal ahlak, asayiş, sosyal güvenlik, sağlık, etnik köken ve cinsiyet ayırımı, yerel yönetim hizmetleri, uluslar arası ilişkiler, bürokrasi ve çevre, kadına, doğaya ve çocuğa uygulanan şiddet; yapılan Türkiye gündemi araştırmalarının konularıdır.
TÜİK rakamları akıllara atı alan Üsküdar’ı geçti mi sorusunu getiriyor. Toplumsal ahlakın her geçen gün erozyona uğradığı yaşadığımız bir dönemde at ve eşek sayılarının azalması ile ilgili “Afiyet olsun Türkiye” desek çok mu aceleci, ön yargılı davranmış oluruz?
Nizamettin Biber

23 Aralık 2017 Cumartesi

Kubilay, Cumhuriyettir!

23 Aralık 1930 tarihinde Girit’li esrarkeş Mehmet ve 5 arkadaşı Menemen’e gelir, Mehmet denen kişi burada yeşil bir bayrağın altında mehdiliğini ilan eder ve “Müslüman olan bu bayrağın altından geçsin” der. “İzmir’den 70 bin kişinin geldiğini ve Menemen’i işgal edeceklerini, öğlene kadar bayrağın altından geçen geçer, geçmeyen kılıçtan geçer...” diye ortalığı galeyana getirir. Menemen Posta müdürü durumu Ankara’ya ve Alaya bildirir, bunun üzerine 24 yaşında Kubilay isimli genç asteğmen komutasındaki bir manga asker bölgeye intikal eder. Kubilay “süngü tak” emri verir ve asilerin elebaşları ile konuşmaya gider, “ne istiyorsunuz” diye sorar, “biz şeriat istiyoruz.” derler, Kubilay, “peki ben size şeriatı göstereceğim.” der ve Giritli Mehmet’e bir tokat atar. Mehmet de elindeki tüfeği ateşler, Kubilay’ı bacağından vurur. Bunun üzerine askerler tüfeklerini doldurarak, Mehmet’e uzaktan ateş ederler. Ancak askerlerin tüfeklerindeki mermiler tatbikat mermisi olduğu için kurusıkıdır ve esrarkeşe bir şey olmaz, iyice galeyana gelen çapulcu başı; “-işte, diye bağırır, ben mehdiyim, bana kursun islemiyor.” bunu gören halk ta heyecanlanır ve Giritli esrarkeşi desteklemeye başlar. Giritli ve arkadaşları yerde sürünerek kaçmaya çalışan Kubilay’ı yakalar ve sahte mehdi paslı bıçağı ile Kubilay’ın boğazını keser. Kesik başı taşıdığı sancağa asmak ister ancak ip yoktur. Karşıdaki bir eskici dükkânından ip isterler ve bu ip ile kesik başı mızrağa bağlarlar. Sonrasında ise asker makineli tüfekler ile isyanı bastırır sahte mehdi ve arkadaşları öldürülür.

Haberler Atatürk’e ulaştığı zaman, Ata sinirden küplere biner, sahte mehdinin ve arkadaşlarının ayaklanması bir yana halkın da bu çapulculara destek vermesi onu çok kızdırır. “hükümet meydanında bir subayı din adına gırtlaklayabiliyor ve binlerce Menemen’liden hiç kimse çıkıp karsı koymuyor mu? Yunan işgali sırasında bu hainler neredeydi? Namuslarını şereflerini koruyan bir ordunun subayına reva görülen bu mudur? bu olayı yapanlar kadar destekleyen Menemen’liler de bu olaydan sorumludur ve cezalarını çekmelidirler.” der.
Sonrasında 150 civarında kişi yargılanır, içlerinden 37’si idama mahkûm edilir ve yaşları ufak olanlar dışındakiler halka ibret olsun diye Menemen’in ortasında asılır. Asılanlar arasında sahte mehdiye ip veren eskici dükkâncı da vardır.
Bugün, İzmir’in Menemen ilçesinde 87 yıl önce kanlı ayaklanmada, Cumhuriyet karşıtı gerici güçler tarafından şehit edilen Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay, Yıldıztepe’deki şehitlikte düzenlenen törenle anıldı. Bu olay, bağnazların, yobazların nasıl bir sürü olabileceğini, nasıl kolaylıkla gemiyi azıya alabileceklerini, linç kültürü ile beslendiklerinin veciz bir örneğidir. Onlar için coğrafyanın ve zamanın bir önemi yoktur. Menemen’den önce Balıkesir, Bandırma dolaylarında, Adapazarı-Düzce’de, Konya’da,  Doğu Anadolu’da, Dersim’de Cumhuriyete karşı isyan ermişlerdir.
16 Şubat 1969 tarihinde İstanbul Taksim Meydanı’ndaki kanlı Pazar, Çorum Olayları, Kahramanmaraş katliamı ve en son olarak da Sivas’ta 37 aydının yakılması benzer olaylardır. Kurtuluş Savaşı sırasında milli mücadele veren Atatürk ve arkadaşlarına karşı koyanlar dahil, yaşanan tüm olaylar aynı kafanın, aynı zihniyetin ürünüdür. Erdemli insanların yönetim şekli olan Cumhuriyet, halen daha toplumun bir kesimi tarafından hazmedilememiştir.  
Kubilay ise: vatanseverliğin, gericilere, yobaz ve bağnazlar karşısında boyun eğmemenin adıdır.
“Kubilay, Cumhuriyettir.”
Nizamettin Biber

22 Aralık 2017 Cuma

Şans Oyunlarına Yoğun İlgi


Toplumsal gelişmişlik düzeyinin saptanmasında kullanılan geleneksel ölçütte; gelişmişlik, kişi başına düşen ulusal gelirin miktarıdır. Bu ölçüte göre kişi başına düşen gelir ne kadar yüksekse toplum da o kadar gelişmiş sayılmaktadır. Günümüzde gelişmişliğin çağdaş ölçütü ise nitelikli insan gücüdür.
Yaşadığımız sibernetik çağda ve küreselleşen dünyada nitelikli insan, dünyaya, olaylara ve olgulara, kendi paradigmasına bile eleştirel bakan, resmin bütününü görebilen; gelişme ve değişmelere bağlı olarak kendini yeniden yapılandırabilen, farklılıkları zenginlik olarak algılayabilen; çoğulculuğu ve demokrasiyi içselleştirmiş ve yaşam biçimine dönüştürmüş evrensel değerlere bağlı çağdaş insandır.
Geleneksel gelişmişlik ölçütü Ulusal gelir, günümüz toplumları için artık geçerli bir kriter değildir. Toplumların yaşadığı coğrafyada yer altı ve yer üstü kaynakların zenginliği nedeniyle kişi başına düşen ulusal gelir yüksek olabilir. Önemli olan doğal kaynakları salt üretebilmek değil, bu kaynaklar tükendiğinde yeni kaynaklara yönelebilme becerisidir. Bu da ancak, nitelikli insan gücü ile olanaklıdır. Örneğin, Japonya çelik endüstrisinde dünyada birinci sıradadır. Nitelikli insan gücü sayesinde çeliğin hammaddesini başka ülkelerden temin edip, üretmektedir. Demokratik ve uzlaşmacı toplumlar yerine otoriter, çatışmacı, yalnız kendi paradigması ile dünyaya bakan ve her şeyi bu bakış açısıyla değerlendiren bireylerden, özellikle siyasetçilerden oluşmuş geri kalmış ya da gelişmekte olan toplumlar ise var olan doğal kaynaklarını bile kendi üretemez.
Ülkelerin gelişmişlik düzeylerini belirlemekte kullanılan geleneksel ölçütün kriteri yani Ulusal Gelir verileri gelişmişlik düzeyini tam olarak yansıtmadığına dair görüşler, her zaman vardır. Ancak yerine “yeterince” sağlıklı yeni bir yöntem önerilememişti. Günümüzde ise büyük bir hızla küreselleşen dünyada, daha önce önemsenmeyen veya hiç olmayan çok farklı parametreler hayati önem kazanmaya başladı. İnternet gibi gelişmişlik düzeyi kriterlerine eklenmiş yeni bir indeks var artık; “Sosyal Gelişmişlik Endeksi.” Yeni yöntem besine ulaşım, yaşam fırsatlarının zenginliği ve sağlık hizmetleri gibi insanları doğrudan etkileyen etkenler öncelikle değerlendiriyor. Tabii sonuçta yalnızca ürün ve hizmetleri hesaplarken hava kalitesi gibi unsurları ihmal eden Ulusal Gelirin hesaplamasından farklı sonuçlar ortaya çıkıyor. Temel insan ihtiyaçları, temel refah koşulları ve fırsatlar ana başlıkları ve bu başlıkların altındaki onlarca veri değerlendirildiği endeks günümüz dünyasında ülkelerinin yeri hakkında daha sağlıklı bilgi verme iddiasını taşımaktadır.
Sosyal Gelişmişlik Endeksi’nin alt başlıklarındaki verilerin bazıları; Çocuk hakları, Kapalı alan hava kirliliği sonucu gerçekleşen ölümler, Boru ile taşınan suya erişim, Elektriğe erişim, Cinayet oranları, Siyasi terör, Yetişkin okuma yazma oranı, Cep telefonu aboneliği sayısı, İnternet kullanıcılığı oranı, Basın özgürlüğü endeksi, Obezite oranı, Kanser ölümleri oranı, Kişi başına düşen karbondioksit emisyonu, Ulusal Gelirdeki her 1000 dolar için kullanılan enerji miktarı, Siyasi haklar, İfade özgürlüğü, Kadınların okullaşma oranı, Temel dini özgürlükler, Çocuk bakımına erişim, Etnik azınlıklar için fırsat eşitliği, Göçmenlere tolerans…dır.
Sosyal Gelişmişlik Endeksinin alt başlıklarındaki verilerine;  toplumdaki “dilenen” ile “şans oyunlarına ilgi gösteren.” insan sayısı şeklindeki iki olumsuz kriteri de ben ekliyorum.
Sosyal Gelişmemişlik Endeksi adına bugünlerde zengin olma ümidi ile yılbaşı piyango bileti almak için Eminönü’ndeki Nimet Abla Milli Piyango Gişesinin önündeki birkaç halka halinde gösteri var algısı veren kuyrukta bekleyenleri görmek, gözlemlemek gerekir, diye düşünüyorum.
Nizamettin Biber

Protesto Etmek Üzerine!

Kültürümüz merkez olgusuna biat etmeye dayanır. Zayıfın yanında durma, haksızlığa karşı çıkmak gibi bir davranış kodlarımızda yoktur. Gücün yanında durmak, güce erişmek şiarımızdır. TDK’na göre protesto etmek; itiraz etmek, reddetmek; protesto yollamak anlamına geliyor. Protesto, herhangi bir davranışın tüzeye, antlaşma ve sözleşmelere aykırı düştüğünü ve onanmadığını resmî olarak açıklamak karşı gelmek olarak ta ifade ediliyor.

Bir düşünceyi, davranışı veya durumu onaylanmadığını bildirme amacıyla eylemde bulunmanın bin bir çeşit yolu vardır. Ülkemizde yapılan bazı protesto örneklerine beraberce bir bakalım.
Alaşehir İlçesi’nde, kaplumbağaları ölmeleri için ters çevirenlere kızan bir çiftçi, kaplumbağa şeklinde ev yaparak durumu protesto etti. Antalya’da muhtarlar, ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasına, turp yiyerek tepki gösterdi. Hamas’ın eşeği canlı bomba yapmasından sonra bu kez de bir eşeğe İsrail bayrağı çizen Filistinli bir grup eşeği taşlayarak öldürdü. Türkiye’de bir grup, İsrail’i protesto etme adına Coca colayı klozete döktü. İsrail,  parasıyla cola satın alıp kanalizasyona döken esnaflar tarafından da protesto edildi. Bu arada Coca cola firması Türkiye’de 10’uncu fabrikasını açtı.Bir grup genç, Hollanda ile yaşanan diplomatik krizi portakal bıçaklayarak Hollanda’yı protesto etti. Adıyaman’da bir kısım Köy ve Mahalle Muhtarı, dolardaki yükselişi dolara burnunu silerek ve yakarak protesto etti.
Protestolar, bazen amacının dışında yanlış hedefe de yönelebilir, örnek mi!
1998 yılında Abdullah Öcalan'ı iade etmeyen İtalya'ya karşı yapılan boykotta çok sayıda İtalyan marka boykot edildi, Bellona marka İtalya markası sanılarak yakıldı. “Uygur Türk’lerine zülüm yapılıyor” diye işletmecisi Türk olan Çin Lokantasına saldırıldı. Ülkücüler tarafından Doğu Türkistan’daki Müslümanlara destek olmak için gerçekleştirilen yürüyüşte Çinli sanılan Koreli bir turist kafilesi saldırıya uğradı. Ermenistan’ın başkenti Erivan’da Türk bayrağı yakılmasına tepki gösteren bir grup Iğdır’da Ermenistan bayrağı yerine “yanlışlıkla” Kolombiya bayrağını yaktı. Çinili Fırın, Çinli Fırın sanılıp protesto edildi. 
Protesto örneklerine devam edersek; Türkücü biri, Ruslarla yaşanan kriz nedeni ile Rus mankenin rol aldığı klipini yaktı. İ.Ü.’nde bir grup, şişme Noel Baba bıçaklayarak Noel kutlamak isteyen Müslümanlara karşı protesto gerçekleştirdi. Bolu’da, bir grup genç, Noel Baba’yı Yeniçeri kılığına girip kovalayarak yılbaşı kutlamalarına tepki gösterdi. Kuru üzüm fiyatlarından memnun olmayan üreticiler, musalla taşına insan şeklinde kuru üzüm kıyıp, cenaze namazı kıldı. Süt üreticileri, süt fiyatlarının düşürülmesini protesto etmek için süt banyosu yaptı. Marmaris’te tiyatro salonu bulunmamasını protesto eden oyuncular, denizde oyun sahneledi. Banka kredisini ödeyemeyen ve hakkında icra takibi başlatılan bir çiftçi, traktörünü tarlada ters çevirerek satışa çıkararak durumu protesto etti. Taban fiyatlarını beğenmeyen çay, fındık, soğan, patates, domates üreticileri protesto amacı ile ürünlerini sokağa döktüler.
Greenpeace, ceza hukukunda yeri olmadığı için önemli insanların yüzüne pasta atma, doğaya zarar veren şirketlerin dev binalarının tepesine tırmanıp aşağı devasa pankartlar sarkıtma gibi akıl dolu protestolara imza atıyor. Memurların Kızılay’da ha bire tabut taşımaları, kendilerine podyum kurup, fiziksel durumlarını gösteren defileler yapmaları, ceplerine doldurdukları taşları ulu orta yemeye çalışmaları, bu kapsamda değerlendirilebilir.
Protesto sözcüğü batı dillerine, eski Fransızca yoluyla Latinceden girmiş, Latincedeki anlamı daha çok “açıkça ilan etmek, tanıklık etmek” olan protesto, bugün de batıda hukuk dilinde, örneğin masumiyetini ilan ederken kullanılmaktadır. Beğenilmeyen iktidar uygulamaları, zamlar, hayat pahalılığı, işsizlik, yolsuzluk, doğa kıyımı, kadına, hayvana uygulanan şiddet… bireysel olarak ta kitlesel olarak ta protesto edilebilir.
Ülkemizde protesto kültürünün yaygınlaşması için daha çok demokrasi gerekmektedir. İnsanlığa yakışır haklar ancak protesto edebilme bilincinin yaygınlaşmasıyla kendi tezlerini duyurmaya, haklılıklarını göstermeye çalışabilir. Protesto kültüründe ideal olan durum ise düşünebilen, sorgulayabilen, dayatmaları reddeden rasyonel aklı kullanan birey ve toplulukların varlığıdır. Kana bulanan protesto eylemleri ise zihinlerimizde tazeliğini korurken, dünya tarihi, birbirinden farklı amaçlar için, birbirinden yaratıcı, kimi absürt, kimi etkisini gösteren, kimi amacına ulaşamasa da kamuoyunu dönüştüren, kimi de unutulan protesto eylemleri ile doludur.
Nizamettin BİBER

20 Aralık 2017 Çarşamba

Bilime Dair Bir Kaç Not!

Bilimin ne olduğunu beraberce anlamaya çalışalım. Bilim, bir alanda belli yol ve yöntemlerle toplanmış, sistemli bilgilerdir.

1-Her bilimin üzerinde çalıştığı bir alan vardır. Bilimin kendine özgü alanları söz konusu olup; örneğin psikoloji, insan davranışlarını, sosyoloji, toplumların yaşamını, toplum olaylarını, toplumların yasalarını, biyoloji, canlıların doğma büyüme, üreme gibi yaşam göstergelerini inceler. Fizik ise maddeleri, maddelerde beliren kimyasal olayları inceler.
2-Her bilim, güvenilir yollarla bilgilerini toplar. Her bilim, ortaya çıkarılan güvenilir bilgi ile ilgilenir. Kanılara, kişisel düşüncelere ya da peşin yargılara dayanan bilgiler, güvenilir değildir. Her bilim alanında elde edilen bilgiler, sürekli denetlenir ve sistemleştirilir.
3-Her bilim elde ettiği bilgilere dayanarak, kuramlara ulaşır. Her bilim alanı, birçok sorunun üzerinde çalışır. Bu sorunların çözülmesine yönelik pek çok bilgiler elde edilir. Elde edilen bu bilgilere dayanılarak varılan sonuç, bir genel bilgi ya da bir kural olarak ortaya konur. Sorunun çözülmesi için elde edilen bu temel bilgilere ya da kurallara, bilimde kuram (teori) denir. Bilgiler değiştikçe, kuramlarda değişir. Kuramlar kesin değildir, aksine bir bilgi olmadıkça geçerlidir. 1940’tan önce atomun parçalanamayacağı bir kuramdı ancak daha sonraki çalışmalar atomun parçalanabileceğini gösterdi. İnsanın davranış üzerinde yapılan araştırmalar çoğaldıkça da eski kuramlar da değişti.
4-Her bilim eldeki bilgilere dayanarak, tahminler yapar. Bilimler, yalnızca topladıkları bilgileri kuramlara bağlamakla yetinmez. Bunlara dayanarak, bu konuda ileride ne olacağına dair tahmin etmeye çalışır. Her tahminde olduğu gibi, bilim adamının yapacağı tahminlerde yanılmalar olacaktır. Ancak bu yanılmalar hem azdır, hem de yanılma oranının ne kadar olabileceği bilinmektedir.
5-Her bilim uygulanabilecek sonuçları verir. Her bilim, rafta saklansın diye kendi alanında bilgi toplamaz. Bilim, bilgi toplama hantal bilgiçliği değildir. Bilimler, topladıkları bilgileri hem ileride yapılacak bilimsel araştırmalara kaynak olarak kullanılır hem de daha önemlisi bunları insanlığın yararına sunar.
6-Her bilim kendi alanında sürekli araştırma yapar. Çağımızda hiçbir bilim, kendi alanındaki bütün bilgilere sahip değildir. Her gün her bilim dalı kendi alanında yeni yeni buluşlar ortaya çıkarmaktadır. Elde bulunan bilgiler, bilim dallarının karşılaştığı bütün sorunları çözecek güçte değildir.
Bilim, yüzyıllar süren bilimsel bilgi üretme sürecinde kendi niteliğini, geleneklerini ve standartlarını koymuştur. Bu süreçte, çağdaş bilimin dört önemli niteliği oluşmuştur.
Bilimsel çalışma çeşitlilik taşır, hiç kimsenin tekelinde, hiç kimsenin iznine bağlı değil, herkese açıktır. İsteyen her kişi ya da kurum bilimsel çalışma yapabilir. Dil, din, ırk, ülke tanımaz. Böyle olduğu için, ilgilendiği konular çeşitlidir; bu konulara sınır konulamaz. Hatta bu konular sayılamaz, sınıflandırılamaz.
Bilimsel bilgi üretme süreklilik taşır, hiçbir zaman durmaz. Krallar, imparatorlar ve hatta dinler yasaklamış olsalar bile, bilgi üretimi hiç durmamıştır; bundan sonra da durmayacaktır.
Bilim yenilikçidir. Bir evrim süreci içinde her gün yeni bilimsel bilgiler, yeni bilim alanları ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, bilime, herhangi bir anda tekniğin verdiği en iyi olanaklarla gözlenebilen, denenebilen ya da var olan bilgilere dayalı olarak usa vurma kurallarıyla geçerliği kanıtlanan yeni bilgiler eklenir.
Bilimsel bilgi ayıklanma özelliği taşır, bilginin geçerliği ve kesinliği her an, isteyen herkes tarafından denetlenebilir. Bu denetim sürecinde, yanlış olduğu anlaşılan bilgiler kendiliğinden ayıklanır; yerine yenisi konulur.
Korku ve merakın yanında, toplumun veya insanın egemen olma, beğenilme, daha rahat yaşama, üstün olma isteği bilgi üretimini sağlamıştır. Öyleyse, insanın doğaya egemen olma savaşı veya barışma çabası, bilgi üretimi de durmaksızın sürecektir.
Ülkelerin gelişmişliği bilimden ne kadar yararlandığı ile de doğru orantılıdır.
Nizamettin BİBER

Suriyeli Mültecilerin Nüfus Sorunu

Suriye iç savaşı ile ilgili uzun uzadıya siyasal bir analiz yapmak niyetinde değilim. Suriyeli milyonlarca göçmenin neden ülkemize geldiği hepimizce malum. Ben yine hepinizin bildiği bir konuya dikkat çekmek istiyorum.  Nüfus artışı. Dünya ölçüsünde nüfus artışını ya da azalmasını iki öğe; ölümler ve doğumlar etkilemektedir. Özellikle ırkının devamını sağlamak güdüsü ile ölüm sonrasında ve savaşlarda cinsel isteğin arttığını bilimsel bir makalede okumuştum. BM verilerine göre Ülkemizde 2 milyon 900 bin Suriyeli mülteci var ancak bu rakam gerçeği yansıtmıyor, Türkiye’de toplam 4 milyona yakın mülteci olduğu tahmin ediliyor.

Nüfus sorununa sağlık açısından bakarken aşırı doğurganlık terimini kullanılmaktadır. Nüfusun sayısal büyümesine nüfus artışı denir. Genel olarak insanlık tarihi boyunca dünya nüfusu artmıştır. Artış oranı başlangıçta yavaş iken son bir kaç asırda katlanarak artmıştır. Sanayi devrimiyle birlikte tıp alanındaki ilerlemeler, beslenme ve sağlık koşullarında gelişmeler; ölüm oranının düşmesine, dünya nüfusunun hızla artmasına neden olmuştur. Sanayi devriminden sonra dünya nüfusu yaklaşık 7,5 kat artarak 800 milyondan 6 milyara ulaşmıştır.
Genellikle sanayileşmiş ülkelerde nüfus artışı az, geri kalmış ülkelerde fazladır. Bir ülkede nüfus artış hızı ne kadar yüksek olursa kalkınma hızı o derece azalmakta, nüfus artış hızının sorun haline gelmesi, o ülke insanlarının temel ihtiyaçlarının karşılanamaması ile ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de mülteci göçünden sonra 300 bine yakın Suriyeli bebek doğmuş, 2017’de Türkiye’de doğan Suriyeli bebek sayısının 90 bini bulacağı, sığınmacı nüfusunun 10 yıl içinde 1 milyon artacağı öngörülmektedir. Mültecilerin % 30’dan fazlası ülkesine kesinlikle geri dönmeyeceğini söylemektedir. Mültecilerin en önemli problemleri bizim problemlerimizi ile eş değer; eğitim, iş, barınma ve sağlık...
Suriyelilerin kontrolsüz nüfus artışı; tüketici durumda olan çocuk yaştaki nüfusun ve tüketimin artmasına,  kişi başına düşen ulusal gelir payımızın azalmasına, ulusal gelirin büyük bölümünün artan nüfus tarafından tüketilmesine bağlı olarak ekonomik kalkınma hızının yavaşlamasına, artan nüfusu beslemek için toprağın aşırı kullanılması toprak erozyonunu hızlandırmasına, ekonomik bağımlılık oranının yükselmesine, çeşitli sağlık ve çevre sorunları ile yetersiz beslenme sorunlarının ortaya çıkmasına, kentlere doğru olan göçlerin yoğunluk kazanmasına, kırsal alanlarda ve kentlerde işsizliğin ve geçim sıkıntısının başlamasına, çarpık kentleşmeye neden olacaktır. Ulusal güvenlik sorunu yanında ileride bu denli nüfus artış hızı ile ülkedeki demografik yapı değişimi yeni sorunların doğmasını tetikleyecektir.
Yaşam salt biyolojik bir olgu değildir. Böyle görülmemelidir. İnsanın toplumsal esenlik ve refah içinde yaşaması en az bedensel sağlık içinde bulunması kadar önemlidir. WHO kuruluş belgesindeki “sağlık” tanımını hatırlatmak gerekir; “Sağlık, sadece hastalık ve sakatlığın olmayışı değil, bireylerin bedensel ruhsal ve toplumsal yönden tam iyilik halidir.”
Giderek kalabalıklaşan kaynakları kısıtlı ülkemizde karşılıklı olarak birbirine dayanan daha çok sayıda insan daha uzun süre yaşadığına göre toplam nüfus artışı herkesin hayatını bir şekilde olumsuz etkileyecektir Suriyeliler hangi ilde nerede yaşarlarsa yaşasınlar. Etkiler sınır tanımayacaktır. Bu bir fedakarlık konusu değildir. Bu bir siyasi projeksiyoner çerçeve yaratma ve öz savunma yöntemlerini ve proaktif önlemleri uygulamaya koyma konusudur.
Ülkeyi yönetenlerin ya da ülkenin geleceğini planlamakla görevli DPT gibi kuruluşların elinde, ailelerimizin, çocuklarına nasıl bir gelecek “hazırlama”, veya “hazırlayamama” kapasitesine sahip olduklarıyla ilgili bilimsel bir çalışması var mı? bilmiyorum. Ancak birçok siyasetçi üst düzey bürokrat, aydın kişilere göre, Türkiye’nin AB üyeliği yolundaki en önemli kozlarından birinin AB Ülkelerinin yaşlı nüfusuna karşılık sahip olduğumuz “genç nüfus”tur. “Genç nüfus” avantajı tezini savunanların unuttuğu ise öncelikle; Türkiye’nin, AB’nin genç nüfus ihtiyacını karşılama gibi basit ve onur kırıcı bir görevi (misyonu) yoktur ve olamaz, böyle bir görevi bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde savunan kişilerin unuttuğu veya gözden kaçırdığı en önemli konulardan biri, genç nüfusun sahip olduğu nitelik düzeyidir.
Geleneksel, kültürel değerler nüfus artışı sorununda önemli rol oynamaktadır. Örneğin, Türkiye’de nüfus artış hızının düşürülmesi önerisine gelen en yoğun tepkilerden biri, “Hıristiyanlar veya kafirlerin, Müslüman nüfusun artmasını istemediği” görüşüdür. Bu tür tepkilere, nüfusun çoğunluğunun Müslüman olduğu hemen hemen bütün ülkelerde rastlamak mümkündür. Aslında bu tür görüş sahiplerinin, Müslümanların sayısal, nicelik artışından önce, nasıl bir yaşam kalitesine sahip olduklarını ön plana çıkarmaları daha akılcı olmaz mı?
80 milyonluk ülkemizde, eğitimsiz ve düşük gelirli ailelerin çocuklarına neleri verebilecekleri, daha doğrusu neleri veremeyecekleri bellidir. Dünyanın ilk nüfus planlamacılarından olan İngiliz Papaz Mallthus’un nüfus planlamasına yönelik, büyük felaketler, savaşlar olmalı önerisi bilimsel ve hümanist değildir. Yönetenlerin, aileleri, ancak çağdaş anlamda “bakabilecekleri” kadar çocuk sahibi olmaları konusunda bilinçlendirilmeleri, gerekirse çeşitli yaptırımlarla buna zorlamaları gerekir.
Ancak, kendi nüfusunu kontrol altına alamayan ülkemizde görünen odur ki kontrolsüz bir şekilde Suriye mülteci nüfusunun artışı, konu ile ilgili sorunları daha da katmerleştirecektir.
Nizamettin Biber

18 Aralık 2017 Pazartesi

Sorun Nasıl Çözülür?

Çağımız, bir anlamda sorun çağıdır. Sorunlar hayatımızın bir parçası. Hayata geldiğimiz ilk andan itibaren sorunlarla karşılaşıyoruz. Birey ve grubun içinde yaşadığı çevreye uyum sağlaması durumunda ortaya çıkan olumsuzluklar ve çatışmalar sorun olarak değerlendirilir ve bu durumdaki birey ve grupların ortaya çıkan olumsuzluklar ve çatışmalarla yapacakları mücadeleye de sorun çözme denir.  İnsan organizmasının amacına yönelik eylemleri sürekli engellenmektedir.

Karşılaştığımız bir zorluğu ortadan kaldıramadığımız zaman bir sorunla karşı karşıyayız demektir. Yaşadıkça karşılaştığımız sorunlar büyüyor ve karmaşıklaşıyor. Karşılaştığımız her sorun ise, zorluk derecesine göre bir zihin etkinliği gerektirir. Böylece düşüncemiz soruna çevrilir ve sorunun üstünde yoğunlaşırız.
Sorun çözme, karmaşık bir süreç olmasına rağmen insanın günlük davranışlarındandır. Karşılaşılan sorunların bazıları sade işlem ve eylemlerle çözülebilir, ancak bazılarının çözümünde ise insanın gücü yetmez. Bu durumlarda ise insanın başkasından veya uzmanından yardım alması gerekir. Kısaca, sorun çözme davranışı, karşılaşılan engeli ortadan kaldırmak için, insanın yapabileceği tüm çabalarıdır.
Her insan yaşamı ile edindiği, kendine özgü bir sorunu ele alış ve çözme yöntemi vardır. Bunların dışında ise genellikle kullanılan bazı yollar bulunmaktadır. Sorunların bazıları Deneme-Yanılma yolu ile çözülebilir. Bu hem bir öğrenme yolu hem de sorun çözme yoludur. İkinci sorun çözme yöntemi olarak birçok alanda kullanılan İndirgeme (Redüksiyon) yöntemidir.
Bilim adamları kendi alanlarındaki sorunları çözmek için bilimsel sorun çözme yolunu kullanırlar. Bilimsel sorun çözme yöntemi basamakları;
1-Sorun eleştirilir, tartışılır, sınırlandırılır ve tanımlanır.
2-Sorun için kaynaklardan bilgi toplanılır be bilgiler düzene konulur.
3-Bu bilgilere dayanılarak sorun için birkaç hipotez (soruna konulan geçici çözüm) bulunur.
4-Hipotezler denenir, deneme sonuçları değerlendirilir, çözüm yolu olup olmayacağı araştırılır.
5-Hipotezler çözüm yolu olabilecek değerde ise uygulanarak sorun çözülür. Eğer çözüm sağlanamazsa eski yol atılır, yenileri bulunur ve yeniden dördüncü basamağa geçilir.
Bilimsel yöntemle sorun çözme bütün bilim dallarında kullanıldığı gibi insanın günlük sorunlarını çözmesi için de kullanılabilir.
Bütün bunların yanında ülke sorunları da bilimsel yöntemlerle daha etkin ve hızlı bir şekilde çözülebilir.
Nizamettin Biber


Bilime Dair Bir Kaç Not!

Bilimin ne olduğunu beraberce anlamaya çalışalım. Bilim, bir alanda belli yol ve yöntemlerle toplanmış, sistemli bilgilerdir.

1-Her bilimin üzerinde çalıştığı bir alan vardır.Bilimin kendine özgü alanları söz konusu olup; örneğin psikoloji, insan davranışlarını, sosyoloji, toplumların yaşamını, toplum olaylarını, toplumların yasalarını, biyoloji, canlıların doğma büyüme, üreme gibi yaşam göstergelerini inceler. Fizik ise maddeleri, maddelerde beliren kimyasal olayları inceler.
2-Her bilim, güvenilir yollarla bilgilerini toplar. Her bilim, ortaya çıkarılan güvenilir bilgi ile ilgilenir. Kanılara, kişisel düşüncelere ya da peşin yargılara dayanan bilgiler, güvenilir değildir. Her bilim alanında elde edilen bilgiler, sürekli denetlenir ve sistemleştirilir.
3-Her bilim elde ettiği bilgilere dayanarak, kuramlara ulaşır.Her bilim alanı, birçok sorunun üzerinde çalışır. Bu sorunların çözülmesine yönelik pek çok bilgiler elde edilir. Elde edilen bu bilgilere dayanılarak varılan sonuç, bir genel bilgi ya da bir kural olarak ortaya konur. Sorunun çözülmesi için elde edilen bu temel bilgilere ya da kurallara, bilimde kuram (teori) denir. Bilgiler değiştikçe, kuramlarda değişir. Kuramlar kesin değildir, aksine bir bilgi olmadıkça geçerlidir. 1940’tan önce atomun parçalanamayacağı bir kuramdı ancak daha sonraki çalışmalar atomun parçalanabileceğini gösterdi. İnsanın davranış üzerinde yapılan araştırmalar çoğaldıkça da eski kuramlar da değişti.
4-Her bilim eldeki bilgilere dayanarak, tahminler yapar.Bilimler, yalnızca topladıkları bilgileri kuramlara bağlamakla yetinmez. Bunlara dayanarak, bu konuda ileride ne olacağına dair tahmin etmeye çalışır. Her tahminde olduğu gibi, bilim adamının yapacağı tahminlerde yanılmalar olacaktır. Ancak bu yanılmalar hem azdır, hem de yanılma oranının ne kadar olabileceği bilinmektedir.
5-Her bilim uygulanabilecek sonuçları verir.Her bilim, rafta saklansın diye kendi alanında bilgi toplamaz. Bilim, bilgi toplama hantal bilgiçliği değildir. Bilimler, topladıkları bilgileri hem ileride yapılacak bilimsel araştırmalara kaynak olarak kullanılır hem de daha önemlisi bunları insanlığın yararına sunar.
6-Her bilim kendi alanında sürekli araştırma yapar. Çağımızda hiçbir bilim, kendi alanındaki bütün bilgilere sahip değildir. Her gün her bilim dalı kendi alanında yeni yeni buluşlar ortaya çıkarmaktadır. Elde bulunan bilgiler, bilim dallarının karşılaştığı bütün sorunları çözecek güçte değildir.
Bilim, yüzyıllar süren bilimsel bilgi üretme sürecinde kendi niteliğini, geleneklerini ve standartlarını koymuştur. Bu süreçte, çağdaş bilimin dört önemli niteliği oluşmuştur.
Bilimsel çalışma çeşitlilik taşır, hiç kimsenin tekelinde, hiç kimsenin iznine bağlı değil, herkese açıktır. İsteyen her kişi ya da kurum bilimsel çalışma yapabilir. Dil, din, ırk, ülke tanımaz. Böyle olduğu için, ilgilendiği konular çeşitlidir; bu konulara sınır konulamaz. Hatta bu konular sayılamaz, sınıflandırılamaz.
Bilimsel bilgi üretme süreklilik taşır, hiçbir zaman durmaz. Krallar, imparatorlar ve hatta dinler yasaklamış olsalar bile, bilgi üretimi hiç durmamıştır; bundan sonra da durmayacaktır.
Bilim yenilikçidir. Bir evrim süreci içinde her gün yeni bilimsel bilgiler, yeni bilim alanları ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, bilime, herhangi bir anda tekniğin verdiği en iyi olanaklarla gözlenebilen, denenebilen ya da var olan bilgilere dayalı olarak usa vurma kurallarıyla geçerliği kanıtlanan yeni bilgiler eklenir.
Bilimsel bilgi ayıklanma özelliği taşır, bilginin geçerliği ve kesinliği her an, isteyen herkes tarafından denetlenebilir. Bu denetim sürecinde, yanlış olduğu anlaşılan bilgiler kendiliğinden ayıklanır; yerine yenisi konulur.
Korku ve merakın yanında, toplumun veya insanın egemen olma, beğenilme, daha rahat yaşama, üstün olma isteği bilgi üretimini sağlamıştır. Öyleyse, insanın doğaya egemen olma savaşı veya barışma çabası, bilgi üretimi de durmaksızın sürecektir.
Ülkelerin gelişmişliği bilimden ne kadar yararlandığı ile de doğru orantılıdır.
Nizamettin BİBER

15 Aralık 2017 Cuma

Osmanlının Çöküş Nedenleri-4 (son)

Osmanlının çöküş nedenleri daha da somutlaştırılırsa;
A. İç Nedenler;
a. Devlet yönetiminin bozulması,
b. Osmanlı toprak sisteminin bozulması,
c. Yeniçeri ocağının bozulması,
d. Medrese ve eğitim sisteminin bozulması,
e. Adliye sisteminin çöküşü,
f. Kapitülasyonlar
g. Osmanlının batı gelişmelerine yetersizliği,
h. Toplum yapısı ve gayrimüslimlerdir.
B. Dış Nedenler;
a. Osmanlı devletinin jeopolitik konumu,
b. Şark sorunu,
c. Büyük emperyal devletlerin Osmanlı üzerindeki amaçları olarak sıralanabilir.
Cicero’nun “Memleketler parasızlıktan değil ahlaksızlıktan çöker” sözü Osmanlıda hayat bulmuş. İnsanlığın tarihsel süreç içerisinde biriktirdiği; Adalet, Ahlak ve Özgürlük kavramları Osmanlıda yok olmuş, çöküşünden sonra tasfiyesi, iç ve dış faktörlerle gerçekleşmiş, Cumhuriyet ise bu sorunların her şey kaybedildikten sonra, hem hızlı hem kaba hem de keskin yöntemlerle çözülmesinin adı ve yöntemi olarak ortaya çıkmıştır.
Yani Cumhuriyet keskin bir modernleşme politikası, Anadolu’nun Türk unsuruna dayandırılması, Devlet ve Toprak reformlarının yapılması, Balkan düğümünün Misakı milli ile çözülmesi anlamında “Osmanlı çöküşünün restorasyonu” dur.
Tarihsel açıdan Ülkemizde Cumhuriyetin stratejik anlamı da budur. Bu taktik, Mustafa Kemal Atatürk’ün “elde olanı koruma” ve “yeni bir sayfa açma” , içte işbirlikçilere karşı, dışta emperyalizme karşı mücadele ile uygulanmaya konulmuştur. Cumhuriyet, hem Osmanlının küçülerek devamını sağlamış hem de batı dışında Müslüman bir toplumun özgün bir modernleşme deneyimi olarak gelişmiştir. Dünyadaki toplum onarıcı örnek olarak tarihte yerini almış olan Ulusal önderimizin misyonu bu anlamda da çok önemlidir.
Son tahlilde; Cumhuriyet; Türkün yeniden Uluslaşması, Ulus olarak modernleşmesi, reformu ve Rönesans’ıdır, diyebbiliriz.
Nizamettin Biber


Osmanlının Çöküş Nedenleri-3

Balkanlara egemen olarak Osmanlı, hem verimli toprakları elde tutmuş hem de Ortodoks unsurları fener patrikliğine ekümenik (evrensel) hakkı tanıyıp tebalaştırarak bir Hristiyan ittifakından doğacak gücü engellemiştir. Balkan savaşlarında Sırp, Bulgar, Yunan ittifakı Osmanlının düğümünün çözülmesine ve çöküşüne neden olmuştur.

Osmanlının Çöküş nedenleri listelenirse;
1.Sınırları çok genişleyen devlet, uzak eyaletleri denetlemede büyük güçlük çekmeye başlamış,
2.İlk olarak 1535’te Fransa’ya tanınan ticari ayrıcalıklar (kapitülasyonlar) daha sonra bütün devletlere de tanınmış, bunun sonucunda yabancı mallar çok az gümrükle Osmanlı ülkesine girmeye başlamıştır. Ayrıca azınlıklar askere alınmadıkları ve Osmanlı ekonomisi de onların elinde olduğundan Osmanlı Ülkesi Avrupalıların serbestçe ticaret yaptıkları açık bir pazar durumuna gelmiş,
3.Uzun süren savaşlar ve halkın üzerindeki yüksek vergi yükü ve buna karşılık devlet harcamaları artmış,
4.Yeniçeri ocağı bozulmuş, Osmanlı Avrupa’daki askeri gelişmelere ayak uyduramamış,
5.Avrupa’da yaşanan Rönesans (kültür ve sanat alanında yenileşme) ve reform (dinde meydana gelen bozulmaları önleme ve hurafeleri kaldırma) hareketlerinden olumsuz yönde etkilenilmiş, olumlu yönlerine ayak uydurulamamış,
6.Devlet kurumlarında, yöneticiler arasında rüşvet ve iltimas yaygınlaşmış,
7.Taht ve makam mücadeleleri, şahsî çıkarcılık ve bencillik sıradanlaşarak devlet yönetimi haline gelmiş,
8.Liyakatli insanlar, yanlış izlenimler, bencillik ve oportünist (fırsatçı), çıkarcı tutkularla engellenmiş,
9.Padişah ve devlet adamlarının otoritesinin ve kontrolü zayıflamış,
10.Merkez olgusuna, üstlere yalakalık, yaranmalar, yaltaklanmalar artmış, ara bozuculuk, fırsatçılık, sinsilik ve entrikalar çoğalmış, dolayısıyla Türkler, Müslümanlar ve gayri Müslimler arasında endişe ve güvensizlik oluşmuş,
11.Osmanlının üç kıta üzerinde değişik din, mezhep ve milletlerden oluşması sorunları tetiklemiş,
12.İrrasyonel düşünce sistemi egemen hale gelmiş, dar bir dünya görüşü ve zihniyetin oluşmuş, bireyler aşırı bağnaz hale gelmiş,
13.Bilim ve teknik alandaki gerilik ve batılılaşamama toplumu olumsuz yönde etkilemiş,
14.Geleneksel Türk Töresi’nden uzaklaşılmış, kültürel yabancılaşma yaşanmış,
15.Osmanlının kendini kurtarma çabaları isabetsiz ve başarısız olmuş,
16.Can, mal, namus emniyeti endişesi artmış,
17.Viyana bozgunundan sonra savaş açma ve barış yapma inisiyatifinin Osmanlının elinden çıkmış,
18.Aile ve devlet yapısı zayıflamış ve bozulmuş,
19.Savaşlarda yenilginin, Yönetimde yolsuzluğun, mâliyede bozukluğun adliyede adaletsizliğin, sultanlarda zaaf ve acizlik gelişmiş, bilim ve yeteneğe ilgi gösterilmemiş, cehalet, taassup başarı kazanmış, her türlü yenilik ve ilerlemeye karşı gelinmiş,
20.Bilgi, teknoloji ve çağdaş düşünce anlayışının ülkeye aktarılamaması becerilememiş, oluşan boşluğu kapatmak için şekilcilik ve görüntü önem kazanmış, bu yöntemin kullanılmasındaki ısrarcı tutum içerde cepheleşmeler getirmiş, toplumu olumlu yönde değiştirmede kullanılması gereken enerji içerde heba olmuştur…
(devam edecek)
Nizamettin Biber

Osmanlının Çöküş Nedenleri-2

Hızla ilerleyen tarih tekerleğinin dışında kalan Osmanlı, bunu fark ettiği andan itibaren yetişmek amacıyla attığı her adımda, yeni sorunlarla karşı karşıya kalmıştı. Batıdaki dönüşümlerin felsefi ve mali arka planının görmezden gelerek, sadece sonuçlarını ithal edip geleneksel yarı feodal bir topluma batılılaşmayı monte etme çabası, en az modernliği ıskalamak kadar yeni sorunların doğmasına neden olmuştu. Hatta bu süreç Osmanlının tasfiye sürecinin ideolojisi haline gelmesine ve hasta adama dönüşmesine neden olmuştu.

Osmanlının toprak kayıpları ile başlayan gerileme dönemi, Tanzimat ve Islahat fermanları ile açığa çıkan reform çabaları ile geçti. Ancak bu reformlar dış baskıya ayarlanmış, reformların yapılması için hem geç kalınmış hem de yapılanlar şekilsel ve yüzeysellikten öte gidememişti. Oysa daha 17.yüzyılda Osmanlının; a) Devletin dönüştürülmesine, modernleştirilmesine ve meşruti bir düzene geçilmesine, b) Elde tutulması sorun olan topraklardan çekilerek bilinçli bir küçülme politikasına, c) Toprak ve ticaret reformu ile ekonomik ve sosyal bir reformun başlatılmasına, d) Eğitimin ıslah edilmesine ihtiyaç vardı.
Devlet, geleneksel korunma refleksi ile bugün olduğu gibi o zaman da proaktif önlem alınması yerine, yapılması gerekeni zamanı geçtikten birçok felaket yaşandıktan sonra yapmaya kalkmıştı. 19.yüzyıl sonlarına doğru bu reformların yapılmaya başlaması, çöküşü engellemek bir yana daha da hızlandırmıştı.
Kimi tarihçilere göre Osmanlı düzenini çöküşe-uğratan değişiklikleri dört ana başlık altında toplamak gerekmektedir; A- Nüfus artışı, B- Mali kriz, C- Askeri sistemdeki değişiklik, D- Celali isyanları.
Osmanlı, Devlet yönetimine Anadolu insanını katmamış ve genellikle devşirme unsurlarla devlet yönetimini, çarkını döndürmeyi tercih etmişti. Devleti var eden asli unsur olan Anadolu’nun Müslümanları, saraya bekçi olarak dahil sokulmamıştı. Bu politika devletin güçlü olduğu dönemlerde hanedanın bekasını sağlamışsa da, devletin zayıfladığı dönemlerde, özellikle gayrı Müslimler unsurların başkaldırdığı süreçte, devletin dayanacağı hiçbir toplumsal taban bulunamamıştı. Devletin teslim edildiği devşirmeler, yıkılış sürecinde büyük devletlerin ajanları durumuna dönüşmüştü. Anadolu insanının ise Devlet’e bakışını şu halk deyişi özetlemiştir.
Şalvarı şaltak Osmanlı
Eyeri kaltak Osmanlı
Ekerken yok, biçerken yok
Yemede ortak Osmanlı
Özellikle Türklerin, Anadolu insanının küçümsenmesi ve yönetime ortak edilmemesi politikası Osmanlıya büyük zarar vermiştir. Yeni Osmanlılar ve jontürklerin başlattığı meşrutiyet talepleri, Anadolu insanını yönetime katacak en ideal formüller iken, hanedan buna hep direnmiştir. II. Abdülhamit’in despot tutumu sonucu, dönemin en milli ve dinamik aydın kuşağı (yeni Osmanlı, jöntürkler, İttihat ve Terakki kadroları) yabancı devletlerin kucağına düşmüşlerdir. Restorasyonların bir ayağı olan II. Meşrutiyetin ilanından sonra Balkan ve 1.Dünya savaşı Osmanlının felaketi ile sonuçlanmıştır.
Bilindiği üzere Osmanlı, Balkanlarda egemen olarak doğmuştur. Bir anlamda Osmanlını sihri Balkan egemenliğinde yatma iken Balkan düğümünü çözemeyen Osmanlı çöküşünü ve dolayısı ile yıkılışını hızlandırmıştır. Yıkılışı da Balkan sihrinin bozulması ile başlamıştır. 19.yüzyılın başlarında Mora isyanı ile start alan Balkan sarsıntısı, 1912 Balkan savaşı ile tam bir depreme yol açmış ve Osmanlıyı çökertmiştir…
(devam edecek)
Nizamettin Biber

Osmanlının Çöküş Nedenleri-1

Kimi Sosyologlar, devletlerin kurulması, gelişmesi, gerilemesi ve çökmesi süreçlerini insanların doğup, büyüyüp ve ölmesine benzeterek açıklar. Osmanlının çöküş nedenlerini anlamak için hem Osmanlının hem de batının yükseliş nedenlerine bakmak gerekir. Osmanlının gelir kaynakları bize bu konuda da önemli fikirler sunar. Güçlü bir orduya sahip olan Osmanlı yayılarak savaşlardan gelirler elde ediyor, bağlı beyliklerden ve yabancı devletlerden vergi ve hediyeler alıyordu. Sağlıklı yürüyen bir ordu ile devlet ve toprak yönetim düzeni vardı.

Coğrafya koşullarının uygun olması, İpek ve Baharat yollarının büyük bir kısmının Osmanlının sınırlarında bulunması Osmanlıya ekonomik olarak büyük avantajlar sağlıyordu. İpek ve baharat yolları ticaretine yönelik; kervansaraylar, hanlar, bedestenler, kapalı çarşılar yapılmıştı. Osmanlı hem gelir vergisi hem de gümrük vergisi alıyordu.
Osmanlı’nın sınırları içinde elverişli maden alanları vardı, bakır, demir, gümüş ve altın işlemeciliği yapılıyor, maden kaynakları kişilere kiralanıyor, ancak esas sanayi kurumları ise devletin tekelindeydi. Yetenekli zanaatkârların büyük çoğunluğu devlete alınıyordu. Yarım göçebe bir hayat yöntemi olduğundan göçebe ve yarı göçebe olanlar hayvanlar ile vergilendiriliyor, at yetiştirenlere ise ayrı bir önem veriliyordu. Gümrük vergilerinin yanında maden, orman ve tuzla gelirleri de söz konusu idi.
Batıda, önce Rönesans, daha sonra da reform, sınıf savaşları, Aydınlanma hareketleriyle ortaya çıkan bilimsel ve rasyonel düşünme ilkeleri ve teknolojik gelişmeler yaşanırken, Osmanlı gücünün doruğunda atalet içindeydi. Osmanlı, sanayi devrimini başlatan teknolojik buluşlara (Buharlı Makinenin bulunması, Buharlı makineyi gemilere uygulanması, buharlı makine lokomotiflerde kullanılması, telgrafın, telefonun bulunması, pancardan şeker yapımı, suni gübre, biçerdöver icadı, konserve yiyecek imalatı, köprü, kanal, demiryolu, vb. inşaatlarında gelişmeler) uzak kalmıştı.
Ticaret sektörünü akıl almaz bir kırtasiye ve vergi sistemi ile denetleyen, sanayi kollarının rekabetini ve üretimini merkeze bağlı bir ahilik sistemi ile sınırlamıştı. Tarımsal alana miri toprak düzeni ile egemen olan Osmanlı yalnız batıdaki sanayileşmenin ilk koşulu olan sermayemin belirli ellerde (burjuva sınıfı) toplanmasını önlemek ile kalmamış, sanayileşmeyi yaşatacak ve hızlandıracak olan bir batı parlamentarizmin ana unsurunu oluşturan burjuva sınıfının da doğmasını önlemişti.
Rasyonel düşünceden uzak, yeniliğe kapalı bir düşünce ve yaklaşımla teknoloji geliştirememiş, ancak kötü bir taklitçilik yapılmıştı. Nihayetinde Osmanlı’da yeniliğin ve dolayısı ile sanayileşmenin motoru, İslamiyet’i sonradan kabul etmiş genelde Batı kültürü ile yetişmiş kişiler olmuştu.
Devletin vergi ve asker dışında halkla kurduğu tek ilişki kanalı olan medreseler tamamen çürümüştü. 16. Ve 17. Yüzyılları boyunca ticaret yollarının değişmesi ve ard arda gelen kıtlıklar sonucu Anadolu’da baş gösteren isyan ve karışıklıklar, dirlik ve düzeni de bozmuştu.
Bu ortamda hem yeni vergi yüklerinden hem de askerlikten kaçan gençlerin çoğu medreselere doluşmuş, göreceli nitelikli bir eğitim veren medreselerin yapısı bozulmuş, toplumun az da olan entelektüel enerjisi felç olmuştu. Bu süreçte İstanbul’daki taht kavgaları, yeniçeri isyanları ve sefalet devlet aklını da yok etmişti.
III. Selimin yenileşme, modernleşme çabası başlamış, II. Mahmut döneminde yeniçeriliğin kaldırılması ve toprak düzeninde reform denebilecek düzenlemelerin yapılması, modernleşmenin kısmi işaretleri olsa da, Osmanlı, genel hatlarıyla batıda başlayan bilim endüstri devrimini, sanayileşmeyi ve buna bağlı olarak gelişen siyasi ve toplumsal dönüşümleri ıskalamıştı…
 (devam edecek)
Nizamettin Biber

Toplantı Yapmak Üzerine

Birden çok sayıda kişinin belli bir amaçla bir araya gelmesi olarak bilinen toplantılar, iş hayatımızın vazgeçilmez bir parçasıdır. Bir işin yapılması, bir kararın alınması için sık başvurulan yollardan birisi de toplantı yapmaktır. Kurumun işleyişi ya da düzenlenmesi ile ilgili olarak kurum yetkililerinin bir araya gelmesi, fikir alışverişinde bulunmaları ve sorunların tartışılarak çözüme kavuşturulması çok önemlidir.

Gerektirdiği sıklıkta ve önemde yapılan toplantılar amaca hizmet eder. Çoğu zaman toplantı yapmak amaç haline gelir. Böyle olunca da hizmetin iyi yapılması, sorunun çözülmesine yardımcı olunması gereken toplantılar bizzat sorun olmaya başlar. Özellikle kamuda merkez bürokrasinde yapılan toplantının sürekliliği asil işin yapılmasına fırsat vermez. Yöneticiler, “toplantım var” sözünü sık kullanarak hem işlerinin yoğunluğunu göstermek ister hem de istenmeyen ziyaretçilerin görüşme talepleri reddedilir.
Kamuda bireysel sorumluluk alma yeteneğinin geliştirilememesi, girişim yeteneğinin sınırlandırılması, özgüven azlığı gibi nedenler, gereğinden fazla toplantı yapılmasına yol açmaktadır.
Genellikle katılımcıların çoğu toplantıya hazırlıksız gelir, konuşmalardan konu çıkararak “laf olsun torba dolsun” misali, “ben bu konuyu zaten önceden biliyordum” diye konuşur. Bazıları ben de buradayım demek için gerekli gereksiz konuya girer. Bazıları ise, sessizce durur toplantının bir an önce bitmesini bekler. Bu tür toplantılar, “Beyin fırtınası” etkisi yaratmaz. Toplantı sonucu hazırlanan, çok çalışıldığını gösteren tutanak, oradaki bir iki kişinin yönlendirmesiyle şekillenir. Diğerleri de imza atar, ya da sadece toplantıya katılanlarım isim ve kurumları, unvanları, mailleri, telefonlarını tespit eden bir çizelgeye imza atılır.
Aslında toplantılar, katılanların birbirlerini daha iyi tanıma fırsatını sunar. İyi toplantılar Kurumda aidiyet, birliktelik duygusunu güçlendirir, şirket kültürünün yeniden üretilmesini sağlar. Katılanların olaya farklı açılardan yaklaşımları ve değişik önerileri, en iyi ve yaratıcı çözümün bulunmasını kolaylaştırır.
Yöneticilerin bir kısmında ise toplantı sendromu rahatsızlığı vardır. Bunlar orta kademe yöneticileri ve çalışanları bir araya toplayıp, kendilerinin ne kadar akıllı ve iyi bir yönetici olduğunu göstermeyi sever. Bu tür tek adamlı “Show” toplantılarında genellikle çözüm üretilmez. Gerilimli toplantılarda ise kendini incinmiş hissedenler, intikam almak için bir sonraki toplantıyı bekler. Bu tür toplantılar yeni sorunlar, hizipler, klikler, gruplaşmalar doğurur. İkide bir toplantı düzenlendiğinde ise alınan kararları uygulamaya neredeyse zaman kalmaz.
Yapılması gerekenler ise; Kamu bürokrasisinde kesinlikle ehliyet, liyakat sistemi oturmalı, makamlar bir talih kuşu gibi birilerinin başına konmamalıdır. Toplantı sonucu alınan kararlar uygulamaya yansımalı ve takip edilmelidir. Ucu açık zamana yayılan toplantılarda amaca hizmet etmeyen birçok gereksiz konuşmalar yapılmakta, toplantı şirazesinden çıkarak geyik muhabbetine ya da şamataya dönüşmektedir.
Toplantı ruhunu ve amacını kaybetmemelidir. Toplantılar belirlenen zamanda başlamalı ve bitmelidir.
Sonuç olarak; toplantılar amacına uygun olarak yapılması halinde önemlidir, gereklidir. Yeter ki doğru kararlar alınsın ve uygulamaya dönüşsün. Toplantı için gündem iki gün önceden bildirilmeli, toplantı nezaketine herkes uymalı, herkes aynı anda değil aynı dili konuşmalı, geleceğe yönelmeli, toplantının sayısal ölçüleri dikkate alınmalıdır. Toplantıda kişiler değil öneriler tartışılmalı, yapılan toplantı işin parçası olmalı, toplantılar demokratik yönetilmeli, toplantı süresi en fazla 90 dk. olmalıdır.
Ülkemizdeki bürokrasiyi tam olarak yansıtan; bürokrasideki uzun zaman kaybını, boş yazışmaları, gerçekleşmeyen icraatları hicveden Arapça şu tekerleme ilginçtir;
1-Daima intikal,
2-Lağven tensik, (dağıtıcı düzenleme)
3-Yevmül brifing (Günlük bilgilendirme),
4-Mebzulen tahrirat (Lüzumsuz yazışmalar),
5-Külliyen talimat, (tümüyle talimat)
6-Harfiyen itaat, (eksiksiz itaat)
8-Herdem mazeret, (Daima mazaret)
9-Mafiş icraat, (sıfır icraat)
10-Nihayetinde ikram mutluluğu ! (Bu maddeyi ben ekledim)
Almanların “Bir Türk bir işi bir saatte yapıyorsa aynı işi iki Türk aynı işi iki saatte yapar. Aynı işi üç Türk hiç yapamaz.” sözü anlamlıdır. Zira biz Türkler işe Almanlar gibi başlar, Türkler gibi bitirmeyiz.
Nizamettin BİBER

13 Aralık 2017 Çarşamba

Özeleştiri Üzerine!

TDK’na göre özeleştiri, kişinin kendi davranışları üzerine yönelttiği yargı, otokritiktir. Başka bir ifade ile kişinin kendi düşünce, davranış ve eylemlerini nesnel eleştiriden geçirmesi işidir. Kendisi üzerine düşünme ve kendisini yeniden kurma geleneği olmayan bir toplum için özeleştiri, geçmişi ret, inkâr etme, günah çıkarma, sahip olduklarını terk etmek anlamları taşıyor. Gerçekte özeleştiriyi, süreç içerisinde var olan bütün birikimlerin kullanılması gereken bir deneyim olarak kavrayıp, zamana uygun filtreleme ve düzenleme yaparak kendini yeniden yapılandırma, yenileme olarak anlaşılmalıdır.

Özeleştirinin gerçekleşmesi 3 koşula bağlıdır.
1-Özeleştiri ahlakı,
2-Kendine güven,
3-Rasyonel aklın kullanılması, rasyonellik.
Özeleştiri ahlakı; Kendine saygı duymak ve bu saygıyı ayna olarak kullanmak, duyulan bu saygının ifadesi olarak küfür, hakaret, alay, inkâr içermeyen bir üslupla hata ve yanlışları tespit etmektir. Var olan bütün birikime sahip çıkarak ve herhangi bir art niyet taşımadan sadece “kendini” yeniden kavramaya ve inşa etmeye dönük bir yenilenme çabasıdır. Özeleştiri ahlakı, üsluba, niyete ve eylemle içselleşmiş samimiyete, doğallığa dayanır, doğru arayışla yenilenme çabasını içerir.
Kendine Güven; kendini dinlemekten, hata ve yanlışları görmekten ve onlardan vazgeçmekten korkmadan daha ileri, yeni, farklı teorik ve pratik deneyimler için cesur davranmak ve dış eleştirilere aldırmamaktır.
Rasyonellik ise; özeleştiri sürecinde kullanılan mantığın duygusal ve kurgusallıktan uzak olmasıdır. Özeleştirinin, somut verilere, denetlenebilir, ölçülebilir, test edilebilir düşüncelere dayandırılmasıdır. Duygusallık, günah çıkarmak, kurgusallık, ideolojilere körü körüne bağlılık; sapmalara ve yeni hatalara yol açacaktır.
Sağlıklı bir özeleştiri, geniş bir vizyon, somut belge ve deliller, filtre edilmiş rasyonel akla dayalı tutarlı analiz ve tasarımlar üzerinden yürütülebilir. 
Ancak, ittifakla oluşturulabilen özeleştiri, kalıcı, olumlu ve projeksiyoner, sıçramak için bir güç basamağı ve moral deposu olarak kullanılabilir.
Özeleştiri kullanıldığında en iyi rehberdir, kişinin kendini denetlemesine ve kendine hesap vermesini sağlar. Özeleştiri yapmayan bireylerden oluşmuş ülkelerde de toplumsal olarak kapsamlı birleştirici bir ruh hareketi de oluşma(z.)yacaktır.
Nizamettin BİBER

12 Aralık 2017 Salı

Cittaslow Felsefesi Kentinde Yaşamak

Özellikle İstanbul’da yaşayan hemen hemen herkesin hayali, emekli olduktan sonra hiç değilse ahır ömründe sakin bir batı bölgesi beldesinde veya köyünde yaşamaktır. Çoğu bu hayalini gerçekleştiremeden dünya değiştirmekte az da olsa küçük bir azınlık rüyalarını gerçekleştirebilmektedir.

1999 yılında İtalya’da kurulan, “sakin” felsefesine ve kendi özelliklerine sahip çıkan kentlerin bir araya geldiği “Cittaslow Birliği”ne Ülkemizden üye sayısı 14’e yükseldi. Türkiye’nin ilk sakin şehri olan İzmir’in Seferihisar ilçesinin başlattığı akımda üyeliği kabul edilen 14 yer dışında üyelik başvurusunda bulunan 1’i il, diğerleri ilçe veya belde olmak üzere 24 yerleşim merkezinin de inceleme süreci devam ediyor. Sakin şehir unvanına sahip 14 kentin 13’ü ilçe, biri ise mahalle konumunda. Adaylık süreci devam eden 24 kent arasında ise ilk defa bir il merkezi olarak Sinop yer alıyor. Diğer adayların ise çoğunluğu ilçelerden oluşuyor.
Cittaslow hareketi, 1999 yılında Greve in Chianti’nin eski belediye başkanı Paolo Saturnini’nin yaşam kalitesini yükseltmek amacıyla kentlerin kendilerini değerlendirmelerini ve farklı bir kalkınma modeli ortaya koymaları fikriyle gelişmiş. Türkiye’yi bu kavramla tanıştıran İzmir’in Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer, Türkiye temsilciliği görevinin yanı sıra Cittaslow Uluslararası Organizasyonu başkan yardımcılığı görevini de sürdürüyor. Günümüzde 30 ülkede 208 üyeye yayılan Cittaslow hareketi, Slow Food felsefesini kentsel boyuta taşımayı amaçlıyor ve bu yönde 70 kriter uyguluyor.
Muğla’nın Ula ilçesine bağlı bir mahalle olan Akyaka, Isparta’da Eğirdir ve Yalvaç, Sinop’un Gerze, Çanakkale’nin Gökçeada, Şanlıurfa’nın Halfeti, Ordu’nun Perşembe, Artvin’in Şavşat, İzmir’in Seferihisar, Sakarya’nın Taraklı, Erzurum’un Uzundere, Kırklareli’nin Vize, Aydın’ın Yenipazar ve Bolu’nun Göynük ilçeleri Türkiye’nin en sakin şehir unvanına sahip yerleri olarak Cittaslow Birliği’ne üye.
Cittaslow’un felsefesi yavaş yaşamak, kent ruhu, sürdürülebilir kalkınma ve yavaş yemek gibi tarzları benimsiyor. Yavaş yaşamak, hayattan zevk alabilmek, sevdiklerine ve kendine zaman ayırabilmek, hız için dünyaya zarar vermemek. Kentin geçmişinden gelen, tarihi, yerel özellikleri gibi unsurlarından oluşan kent ruhunun yanlış politikalar sonucu kaybedilmemesi ve o topraklarda yaşayan uygarlıkların, üretilen ürünlerin, söylenen şarkıların, yazılan şiirlerin, dostlukların oluşturduğu bu ruhun korunarak kalkındırılması.
Sürdürülebilir kalkınmada, küçük kentlerde istihdam ve sosyal olanakların eksikliği nedeniyle gençlerin büyük kentlere göçüne karşın, kentin kimliğine sahip çıkılarak kalkınması, sosyal ve ekonomik hayatın canlanmasının mümkün olduğu öngörülüyor. Sosyal bir tercih olarak değerlendirilen yavaş yeme tercihinin ise tohumu, tarlada çalışan işçileri, mutfak endüstrisi ve çalışanlarını, doğaya verilen zararı ve daha birçok unsuru etkilediği düşünülüyor.
Cittaslow kriterleri ise 7 ana başlıktan oluşuyor; 1. Çevre politikaları, 2. Altyapı politikaları, 3. Kentsel yaşam kalitesi politikaları, 4. Tarım, turizm, esnaf ve sanatkârlara dair politikalar, 5. Misafirperverlik, farkındalık ve eğitim için planlar, 6. Sosyal uyum, 7. Ortaklıklar. Bu 7 başlık da kendi içinde çok sayıda kriter içeriyor. Örneğin çevre politikaları, hava ve su temizliğinden, enerji tasarrufu ve atıkların ayrıştırılmasına, görsel ve ışık kirliliğinden trafik gürültüsü ve biyo çeşitliliğin korunmasına 12 kriter yer alıyor. Altyapı politikaları, bisiklet yol ve park yerlerinden, engellilere yönelik mimari engellerin kaldırılmasına, özel taşıt kullanımına, alternatif eko ulaşım planlamasından elektrik otobüs, dik yokuşlarda yürüyen merdivenlerden şehirde mal dağıtımı için havayı kirleten araçlar yerine elektrikli veya motorsuz araçlara toplam 12 kriter bulunuyor.
Cittaslow Türkiye’nin web sitesindeki Milan Kundera’nın şu sözleri ise durumu özetlemeye yetiyor: “Yavaşlığın düzeyi, anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır; hızın düzeyi, unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Bir şey anımsamak isteyen kimse yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır.”
Cittaslow’un sakin yaşam felsefesi biraz bizdeki emeklilik yaşam özlemini andırıyor. İstanbul’da yaşayanlar olarak boğuluyor, nefes almakta zorlanıyoruz, bir anda, Suavi’nin “Şimdi İstanbul’da olmak vardı” şarkısının nakarat kısmını yeniden uyarlamak istedim.
Yayılmışız dünyanın dört bir yanına
Kimisi ta kopenhag’ta kimiyse paris
Bedenimiz orda burda dolanır ama
Çok hem de çok uzak yerde kalbimiz
Bedenimiz orda burda dolanır ama
Çok çok çok uzak yerde kalbimiz
Uzakta kalbimiz çok uzakta kalbimiz
Bir allı turna olsam, Karlı dağları aşsam, Varsam bizim ellere, Kendi göğümde uçsam
Şimdi Ülkemizin Cittaslow’un felsefesine üye bir kentinde yaşamak vardı anasını satayım!
Nizamettin Biber

Okuma, Konuşma, Yazma!

İnsanoğlunun zihinsel birikimi üç sütun üzerinde yükselir, okuma, konuşma ve yazma!

Okumak için zevkli, keyifli bir alışkanlık şeklinde tanımlanmış olan kitap sevgisi gereklidir.  Okumanın ön koşullarında biri de dil sevgisidir. Okuma, sürekli okuduklarını doğru ve hızlı anlama, anlamlandırma yeteneği ile de ilişkilidir. Kelime hazinesi zengin olanların sevdiği bir eylem türü olan okumayı ayrıca bilgi edinmenin yollarından biri olarak ta biliyoruz. Hitap etmenin, konuşmanın ana datası, veri tabanı okumanın diğer bir yönü de insanın duygusal yönünü geliştiren bir faaliyet olmasıdır. Farkında olmasak ta günü birlik işlerde hem iletişim kurmada hem de kendimizi ifade etmede okumanın sonsuz olanaklarından yararlanırız.
Sözlü anlatım olarak ta ifade edilen konuşma ise dinleyenleri ilgilendiren konuları seçmek ile nitelik kazanır. Konuşanın kendisi de dinleyeni de konuya ilgi duymalıdır. Kullanılan sözler, anlaşılır şekilde ifade edilmeli, cümle ve kelimeler doğru seçilmelidir. Ses tonu, konuya uygun olmalı, gereği şekilde alçaltıp yükseltilmelidir. Konuşan, mutlaka göz teması olmalı, dinleyenin yüzüne bakmalı, ifade ettiklerini jest ve mimiklerle güçlendirmelidir.
Özetle konuşma, bir haberi, düşünce ya da duyguyu dinleyen de ilgi uyandıracak şekilde, işitilir ve tatlı bir sesle, konuya uygun bir ton vererek, kelime ve cümleleri doğru söyleyerek, dinleyenlere bakarak, dik durarak, sözleri güçlendirmek için jest ve mimiklerle desteklenen bir eylemdir.
Yazı ile anlatım bir başka ifade ile yazmak, düşünce ve duyguları yazı ile ifade etmektir. Duyguların, düşüncelerin yazıya dökülerek özgürleştirilmesidir. Tabii ki her konuşulan yazılmaz, yazılanda da anlamlı düşünce bulunmalıdır. Cümleler ve konu içerisinde anlam korelâsyonu ve yazılanın sağlam bir paradoksu olmalıdır. Yazı, çocukların hikaye yazımındaki; Olay nedir?, Hikayedeki kahramanlar kimlerdir?, olay nerede geçmektedir?, olayın sonucunda ne olmuştur? basit kurgularını içermelidir.
Günlük yaşamında yazma işi ile en çok uğraşanlardan biri olan Mahmut Yesari; “Beyaz kağıttan korkarım” demişti. Gerçekten de duygu ve düşüncelerini yazması istenen insanın ilk duygusu çekingenlik ya da korkudur. İlkyazı işine başladığımda birçok köşe yazarına mail atarak düşüncelerini sormuştum; aldığım yanıtlardan biri olan Necati Doğru’nun “Yazmayı asla bırakmayın yazdıkça gelişecek ve okurunuz artacaktır.” sözünü hiç unutmam. UNESCO tarafından ilan edilen her yıl 8 Eylül’de “Dünya Okuma Yazma Günü” nün kutlanılmasına, İnsan geliştikçe toplum gelişir gerçeğine rağmen ne yazık ki 21.yüzyılda Ülkemizde halen 7 milyon kişi okuma yazma bilmiyor.
Son tahlilde; yazmanın kaygısını ve korkusunu yenmenin tek çaresi ise öncelikli okumak, kendini iyi ifade etmek (konuşmak) ve sürekli yazmaktır. Yazmak, canlılığın emaresidir aynı zamanda. “Söyleyecek sözün varsa yazmak kolaylaşır.” demiş Sholem Asch. Francis Bacon’da “Okumak bir insanı doldurur, insanlarla konuşmak hazırlar, yazmak ise olgunlaştırır.” sözünü söylemiştir.
Erasmus’un “Yazma cesareti, yazdıkça artar.” Sözünü hatırlatarak on binlerce Milliyet Blog’un cesur yazarına selamlarımı iletiyorum.
Nizamettin BİBER

Toplumsal Bilincimiz Var mıdır? Varsa Nasıldır?

İnsanın kendisini ve çevresini tanıma yeteneği bilinçtir. Bir başka deyişle bilinç, kişinin çevresinde olan bitenleri fark etmesini sağlayan, gerçekliğin farkına varma yetisidir. Bilinç, hem bireysel, hem de toplumsal dünyanın gerçeğini bilmek, onu hissetmek, katılmak, toplumu değiştirmenin aracıdır.

Bu yönüyle bilinç, yalnızca insana özgüdür. Bireyin hem kendisinin hem de dış dünyanın bütünsel bilgisine ulaşmasını sağladığından bilincin bireysel ve toplumsal olmak üzere iki temel boyutu vardır.
Mc Dougall’a göre,“her toplumun bir kolektif zihni/bilinci vardır.” Toplum, zihinsel birlik çevresinde örgütlenmiş bir yapı ya da amaçlı güçlerin bir arada bulunduğu sistemdir. Bu sistemi biçimlendiren toplumun ortak zihnidir. “Toplum, kişinin zihni, kişinin zihni ise toplumun zihnidir.
Toplumsal bilinç; Toplum yaşamındaki görüşleri, kavramları, düşünceleri, siyasal, sanat, töre vb. kurumları oluşturan bilinç biçimlerinin tümüdür. Toplumun ortak algısı ve duyarlılık biçimi olarak formüle edildiğinde toplumsal bilincin bireylerin gündelik yaşamında ve onların ortaya koyduğu kurumsal örgütlenmelerdeki yansımasıdır.
Toplumsal bilinç; “belirli bir toplumun ortak mirasından kaynaklanan davranış, düşünme, duyma biçimlerinin bir sonucudur. Bunlar, söz konusu toplumun çoğunluğu tarafından kabul edilir ve uygulanır. Ortak bilinç, kişinin dışındadır, ondan önce vardır, onu aşar ve ondan sonra yaşamına devam eder. Bu bilinç, toplumları ayırıcı ve özel niteliğini verir, Alman’ı Fransız’dan, Türk’ü Arap’dan ayırır.”
Toplum üyeleri tarafından çoğu kez toplumsal bilincin baskısı, hissedilmez. Çünkü Toplum üyeleri, “ortak bilinci” özümsemişlerdir. Genellikle herkes bireysel davranışlarını kendi öz davranışları olduğunu varsayar. Bireysel davranışların toplumsal bilinç tarafından belirlendiğinin bilincine çok az kişi varır. Ortak bilincin özümsenmesi toplumsallaşma aracılığıyla gerçekleşir. Zamanla ortak bilincin uyguladığı baskı yerini alışkanlıklarla, gelişmiş olumlu ya da olumsuz ahlaksal bilince bırakır.
Toplumsal bilinç, içinde oluştuğu sosyal yapıların olanakları ölçüsünde gelişme özelliği taşır. Toplumsal koşullar, bireylere ortak bir bakış açısı, düşünce ve zihniyet formu, benzer bir eylem ve yaşama biçimi kazandırır. Bunlar tek tek bireyler tarafından edinilmiş bulunan toplumsal bilinç bileşenleri olarak görülebilir.
Dünya görüşü, kanılar, siyasal ve moral anlayışlar, dini ve dünyevi algılamalar, bireyin çevresine ve olaylara ilişkin geliştirdiği yargılar, coşku, heyecan ve korkularla yüzleşiriz. Toplumsal bilinç bir bakıma tüm bu öğelerin bir bileşimi ve bütünsel bir formülasyonudur.
Toplumsal bilinç, toplumsal varoluşla yakından ilgili olup; toplumsal koşulların biçimlediği ve yön verdiği ortak bir bileşimler bütünü, bir bakıma toplum üyelerinin ortak duyuş, düşünüş ve davranışta bulunma yönelimlerinin belirleyicisi ve hazırlayıcısıdır. Birey algısı, bütünsel kavrayıştan yola çıkarak yaşamına yön verir. Kişi, nerede, nasıl, ne şekilde hareket edeceğine ilişkin tasarımlarını büyük ölçüde toplumsal varlık formülasyonlarına ilişkin geliştirdiği ortak yargı ve anlam bütünlüğünden alır.
Soru şu; bireysel bilinçten farklı, onun üzerinde ve onu etkileyen ve insanların bir arada yaşadıkları toplumda meydana gelen toplumsal bilincimiz var mıdır? Varsa homojen midir? Niteliği nasıldır? İrrasyonel mi, rasyonel midir?  Toplum kişinin zihni, kişinin zihni toplumsa; toplumsal bilinç açısından bakıldığında bizim toplumun durumu nedir?
Evrensel değerler, temel özgürlük hakları göz ardı edilerek toplumsal bilinç gelişir mi?
Nizamettin BİBER