27 Ekim 2018 Cumartesi

Doğada Aşk



Karşılıklı temizlenmek, Kara Akbabalar için hem bir kur, hem de çiftin birlikteliğini ve bağını güçlendirici bir davranıştır. Yusufçukların çiftleşmesi oldukça şiddetli hatta bazen ölümcül olabiliyor. Güney Denizfili içn, öpücük manzarası olasılıkla dişinin şehvetle erkekten kaçmasını önlemeye yönelik bir ısırma eylemine dönüşüyor. Albatroslarda seks öncelikle bir reveransla başlıyor, sonra bir bakış, sonra parmak ucunda yükselircesine gaga gaya uzanma ve dansın sürüp gitmesi… Kırmızı renkli Tıs Böceği, birbirlerine saldıkları keskin kokular yolu ile buluyor.
Bahriler ise birbirlerine yosun ve yaprak vererek yakınlaşıyorlar. Köpeklerin çiftleşecekleri birey konusunda seçici davrandıkları pek görülmemiştir. Ama Sibirya Kurtları tam bir aşk birlikteliği yaşarlar. Hayvanlara ödül verilmiş olsaydı eğer, erkek imparator penguen en iyi baba ödülünü alırdı. İmparator Penguenler kuluçkaya yatma ve yavrularını yetiştirme görevini zor koşullar altında başarıyla yerine getirirler. Baba Penguen, donmaması için iki ay boyunca yumurtayı ayaklarının üzerinde taşır.
Çok gözlü mavi kelebeklerde eş bulma işi, morumsu mavi renkteki erkek kelebeğin sorumluluğunda. Küçük Sumru dişisi çok seçici, erkeğin tüylerinin parlaklığı, temizliği ve gaga rengi, dişi Sumrunun tercihini belirliyor. Leyleğin aşk sesleri ise lak, lak, lak. Kaplumbağaların fiziksel olarak çiftleşmesi zor olsa da, aşk mevsimleri nisan ve mayıs. Kumrular yıl boyunca birbirlerinin yanı başından ayrılmaması, birbirlerine sarılmış sevgililer için “kumrular gibi” sözüne neden olmuştur.
Flamingolar bahar aylarında kur dansı, kuğu gölü balesi ile gözü sağda ve soldaysa eş arıyordur. İspinozlarda çekici olan tüyleri renkli olan erkektir. Salyangozlar, aşk oku denilen uzuvları ile çiftleşir. Fransız everesi yemek şöleninde eş buluyor. Sincap ise sevgilisini ağaçta buluyor. Bir ayı eşini büyüklüğüne ve iriliğine göre seçer: Örümcekkuşu için erkeğin hediye vermesi ön koşuldur. Leş sineklerinde aşk çağrısı erkekten gelir ve sevişirken uçmaya devam ederler. Dağ ateşi kelebeklerinde erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer. Arıkuşunun sevişmesi için mutlaka erkeğin çiftleşmek için dişiyi cezp etmek üzere öncelikle yiyecek bulması gerekir. Mahmuzlu kızkuşlarında dişiyi cezbeden parlak siyah başlı erkektir. Kurbağalarda çiftleşme başarısı erkeklerin slogan atma, bağırış, çağırış seslerine bağlıdır. Erkek yılanlar, dişinin salgıladığı kokuyu takip eder, onu bulduğunda ise çiftleşme öncesi aşk oyunları yapar. Mavi tepeli cennet kuşları kur yaparken şarkı söylerler. Beyaz etekli parotyalar için kur repertuvarında en az altı figür olmalıdır. Ova kurbağalarında sadakat yoktur, çiftleşmek için erkekler bekler ard arda sevişirler. Kırlangıçlarda dişiler, daha simetrik kuyruğu olan erkekleri tercih ederler. Hem eşleri hem sevgilileri vardır.
Eşine sadık leylekler, naz yapan yılanlar, romantik akbabalar, kur dansı yapan flamingolar, çift cinsiyetli salyangozlar ve kalplerine giden yol midesinden geçen kelebekler… Doğada pek çok tür, üremek ve neslini sürdürebilmek için eş seçmeden önce bazen romantik, bazen vahşi, bazen de karmaşık kur yapma yolları deniyor. Kimi kokusunu yayarak, kimi bir çınar yaprağı ya da balıkla, kimi parlak tüylerini göstererek, kimi dans ederek karşı cinsin dikkatini çekmeye çalışıyor
Doğa sadece hayvanlar ait değil tabii ki peki insanlar nasıl aşk yaşıyor?
"Aşk, karşı konulamaz bir biçimde arzulanmanın, karşı konulamayan arzusudur” demiş Amerikalı şair Robert Frost. İnsan bilimci Helen Fisher, Aşk gözlerde başlar... Etkili bir göz teması, doğrudan doğruya şiddetli sevgi hisleri uyandırır, kalp gümbür gümbür atar diyor.
Nizamettin BİBER

Kesit



Mühendislik uygulamalarının en etkin yardımcı çizimi kesittir, kesit projenin alındığı uzunluk boyunca nasıl imal edileceğini ya da nasıl olduğunu katmanlar halinde gösteren çizimin adıdır. Kesit, bir kablo, bir boru hattına, bir tren yolu ya da karayoluna ait olabilir.
Kelime anlamı ile bir şeyi inceleyebilmek için, enlemesine ya da boylamasına kesildiğinde ortaya çıkan yüzey; ayırıcı özellikleriyle belirlenen süreçtir, sosyal anlamda ise bir toplumun bölümü, kesimidir. Diğer anlamı ile ise de bir cisim düz olarak kesildiğinde ortaya çıkan düzlemin biçimi, maktadır.
Hayatımızda zamanın kesitleri ile doludur. Bu kesitlerde mutluluklarımız, mutsuzluklarımız, acılarımız, üzüntülerimiz, duygularımızı yoğun ve seyrek yaşadığımız anlar vardır.Kah mutlu kah mutsuz oluruz.
Özellikle mühendislik uygulamalarında projede belirtilen, hazırlanan kesite uygun imalat yapılmaması acı sonuçlar doğurur. Bundan yaklaşık üç ay önce Uzunköprü-Halkalı seferini yapan, yolcu treninde içinde 362 yolcu ve 6 personel, Tekirdağ’ın Çorlu ilçesi Sarılar Mahallesi’nde zamanın ve demiryolunun zayıf bir kesidine rast geldi. 5 vagonun raydan çıkarak devrilmesi sonucunda 25 kişi hayatını kaybederken, onlarca kişi de yaralanmıştı. Canlar bu acı kesitte hayatlarını kaybetti onların sevdikleri de mutsuzluk girdabına düştü.
İnşaat Mühendisleri Odası, Çorlu’da 25 yolcunun yaşamını yitirdiği tren kazasıyla ilgili raporunda; “Suçlunun yağmur olmadığını, Tren yolunu yapanlar, yaptıranlar ve yapılmış olan yapıları denetlemeyenlerdir, diyerek, altyapısı ve üstyapısı iyi durumda olmayan demiryolu hatlarında uygulanan seri fren, üstyapıda burkulma gibi bozulmalara neden olabilmektedir, şeklinde açıklama yaptılar. Ayrıca, olaydan sonra menfez dolgusunda ve menfezden sonraki hat kesimindeki kesitte yapılan onarım işlerinin tekniğine uygun yapılmadığı yerinde gözlemlendiğini açıklamalarına eklediler.
Geçtiğimiz günlerde ise sosyal medyaya yansıyan Kartal Belediyesi’nin Atalar Caddesi üzerinde gerçekleştirdiği yol çalışmasına ilişkin görüntüler eleştirilere neden oldu. Paylaşılan görüntülerde, Bergama taş ile döşenmiş caddeye asfalt dökülüyordu.
Romalılar tüm teknik kriterlere uyarak binlerce yıla meydan okuyan yollar imal ediyorlardı. Günümüzden 2500 yıl önce Romalıların yapmış olduğu yol kesidine baktığımızda bugünkü mühendislik uygulamalarındaki kesitlerimizde onlardan çok ders almamız gerekliği ortaya çıkmaktadır.
Peki bugün neden halen mühendislik yapıları kesite uygun imal edilmemektedir?  Ülkemizde; yüzlerce Üniversitesine rağmen bilim teknik ve Mühendislik yeterince gelişmediği gibi geri mi gitmektedir? Bu süreci etkileyen olumsuz şey zamanın ruhuna, tekniğe ve norma, hukuka uygun davranmayan insan ahlakı/sızlığı mıdır?
Yaşamların tümünü mutsuz kılan ve olumsuz bir şekilde sarsan kesite uygun davranmayan ahlak erozyonu, ne zaman bu coğrafyayı terk edecektir?
Nizamettin Biber

Ekmek Karneye Bağlansın



İkinci Dünya savaşı eşiğinde Türk Basınında neler yazıyordu? Prof. Kemal Cenap Berksoy çok ilginç bir deneye girişmişti; Köpeklere Fransa marka sigara içirerek Türk tütünün iyi kalpliliğini Fransız Tütününün ise korkunç tahribatını ortaya çıkarmaya çalışıyordu.
Romancı Burhan Cahit Morkaya ile Hikmet Feridun Es gırtlak gırtlağa gelmiş, gazete sütunlarında; Paris’te eşek var mı yok mu? tartışması yaşanıyordu. Ülke yöneticileri bile bu tartışmaya katılmıştı. Burhan Cahit Paris’te hiç eşek olmadığını iddia ediyor, Hikmet Feridun’da Paris’te oldukça fazla eşeğin yaşadığını söylüyordu. Yine o günlerde Ağaoğlu Ahmet bey “Ben neyim?” diye başmakaleler yazıyor, yanıtını da kendisi veriyordu; “Ben bir dalkavuğum, ben bir korkağım” diyordu. Türkiye en sakin, en rehavetli günlerini yaşıyor, Uzun uzun tatlı bir esnemenin zevkini çıkarıyordu.
İkinci Dünya savaşı patlak verdiğinde halkı en çok etkileyen şey ekmekti. Ekmek, çay gibi, şeker gibi vesikaya bağlanmıştı. Türkiye, İkinci Dünya savaşına girmediği halde savaşın sıkıntılarını yakından hissetmiş. Savaş çıkma ihtimaline karşı erkek nüfusun büyük bir bölümünün silâhaltına alınması ülkedeki buğday üretimini düşürmüştü. Bu nedenle un tüketimini kontrol altına almak için ekmek karnesi uygulamasına karar verilmiş, 13 Ocak 1942 tarihinde uygulama başlanmıştı. Mahalle muhtarları hanedeki kişi sayısı kadar karne veriyorlar, kişi başı günlük 375 gr. ekmek alınıyordu. Yedi yaşından küçük çocuklara ise bu miktarın yarısı veriliyordu. 9 Mayıs 1942’da ise ekmek istihkakı yarıya indirilmişti.
Bu tarihten üç çeyrek asır sonra ise; “Ekmek Tüketimiyle İlgili Tutum ve Davranışlar ile Ekmek İsrafı ve İsraf Üzerinde Etkili Olan Faktörler Araştırması” ile ülkemizde ekmek israfının boyutlarının istatistiki verileri, israfı önlemek için yürütülen politikalara temel teşkil eden bir bilgi kaynağı olmuş. Halkımızın tamamına yakını ülkedeki ekmek israfı gerçeğinin altını çizmekte. Ben haberdar değildim, sizin haberiniz oldu mu bilmiyorum ama 2013 yılı başından itibaren ülke genelinde “Ekmek İsrafını Önleme Kampanyası” yürütülüyormuş. Hatta bu kampanya ile insanımız daha az ekmek tüketmeye başlamış. 2012 yılında bireyler ortalama 319 gr ekmek tüketirken bu değer 2013’te 284 gr olarak ölçümlenmiş. Kampanyanın doğal sonucu olarak 2012 yılında yaklaşık 101 milyon adet olan ekmek üretimi, 2013’te 90,9 milyon adede gerilemiş.
Ülkemizde ekmek israfı daha üretim aşamasında başlamakta, fırınlarda bir günde üretilen toplam ekmeğin % 3,4’ü tüketilmeden israf edilmektedir. Fırıncılık sektörünün yeterince olgunlaşmaması, aşırı rekabet olgusu, üretim planlaması yapılmaması, satış kanallarından iade alma şeklindeki uygulamalar ve ekmek talebindeki azalmalar fırınlardaki israfın artmasına neden olmaktadır. Toplam israfın arttığı diğer bir kurum otel ve lokantalardır. 2012 yılına göre çok önemli bir yükselme olmasa bile (% 3,1’den % 3,3’e) en azından diğer kurumlardaki düşüş eğiliminin dışında kalmıştır. Ekmek tüketiminin ciddi boyutlarda olduğu diğer iki kurum olan personel ve öğrenci yemekhanelerinde ise ekmek israfında belirgin iyileşmeler yaşanmış, Personel yemekhanelerinde günlük toplam israf oranı (kurumsal+bireysel) gerilemiş, öğrenci yemekhanelerinde bu değer düşmüştür.
Ekmek israfı, hem ekmek üretim hem de tüketim mekânlarında gözlenmekte olup ülke çapında günlük olarak üretilen 90,9 milyon adet ekmeğin 4,9 milyonunun hayvan yemi olarak kullanılması veya çöpe atılması biçiminde gerçekleşmektedir. Ekmeği hayvan yemi olarak kullanmanın da bir israf olduğu konusunda toplumda yeterli ölçüde bilinçlenme gözlemlenmemiş. Ancak bazı belediyelerin çöpe atılan veya bayatlayan ekmekleri toplayıp hayvan barınaklarına gönderilmesine dönük uygulamalarının kampanyayla bu konuda oluşturulmak istenen algıyı kısmen engellediği düşünülmektedir. Sonuçta 5,9 milyon adet olan toplam ekmek israfı, Ekmek İsrafını Önleme Kampanyasının etkisiyle 4,9 milyon adede indiği ifade edilmiştir. Ancak ekmek tüketim alışkanlıkları açısından ülkemizle benzer özellikler gösteren ülkeler ve diğer ülkelerdeki israf rakamlarıyla karşılaştırılması halinde ülkemizdeki israfın durumu hakkında daha sağlıklı bir değerlendirme yapılabilecektir.
İnsanların davranışlarının olumlanmasının eğitim işi olduğunu biliyoruz. Ayrıca alışkanlıklardaki kalıcı değişimler ancak uzun vadeli çalışmalarla mümkün olabilmektedir. Yoksulluk çekmiş büyüklerimiz gibi her an savaş çıkacak ve aç kalacağız dürtüsü ile kapı önünde her gün ekmek temin etme olanağı varken ihtiyaçtan fazla ekmek alıp sonrasında çöpe atmak sosyal psikolojik bir hastalık olduğunu hatta medeniyetsizliğin bir tezahürü olarak düşünüyorum.
Son yıllarda gerçekleştirilen kampanyalar ve bireylerin bilinçlenmesi ile, ekmeğin üretiminden tüketimine kadar geçen süreç içerisindeki bütün aşamalarda ve bütün paydaşlar üzerinde olumlu etkiler yarattığı iddia edilmiş olsa bile; ekmek tüketiminin gerçekleştiği bütün noktalarda (hane/kurum) tasarruf oranları yeterince artmamıştır. Üretim safhasındaki israfın kontrol edilmesi üzerine odaklanılması da ekmek israfı açısından faydalı olacaktır. Türkiye’de çöpe atılan ekmek, yaklaşık 2 milyon insanın 1 yıllık gıda ihtiyacını karşılamaya yetecek bedele ulaşıyor. Her yıl ekmek israfından 7,5 milyar TL’lik ekonomik bir kayıp veriyoruz.
Ekmeğin ihtiyaç kadar alınması, dilimlenerek servis yapılması, uygun yöntemlerle korunması, bayatlamışsa yine insan gıdası olarak değerlendirilmesi, tam buğday ekmeği tüketiminin yaygınlaştırılması, israfın azaltılmasına yönelik olumlu davranışlar olarak tespit edilmiştir.
Benim ekmek israfını önlemek için bir önerim var; İkinci dünya savaşındaki gibi karne ile hane sayısına ekmek verilsin, diyorum! Siz ne diyorsunuz?
Nizamettin Biber

Dut Kurusu ile Savaş Kazanmak



Ülkemizde üretiminin en yoğun olduğu iller; Malatya, Ankara, Erzincan, Elazığ, Erzurum, Ordu ve Kahramanmaraş olarak bilinmektedir.
Neden mi bahsediyorum? İçerisinde barındırdığı zengin besin değerleri ile birçok hastalığın tedavisinde yardımcı olarak kullanılabilen bir besin kaynağı olarak sağlık açısından sayısız faydaya sahip olan dut kurusundan tabii ki. Protein, ayrıca A,E,C ve K vitaminleri açısından oldukça zengin dut, Magnezyum, demir, potasyum, fosfor ve lif içerir. Protein içeriği diğer meyvelere göre daha fazladır. Dut kurusunun 100 gramında 336 kcal kalori bulunmaktadır. Diyetlerde tüketilen 1 çorba kaşığı yani 15 gram dut kurusu 50.4 kalori barındırır.
Kansızlığı önleyen, insanın biyolojisine güç katan,  özellikle egzama oluşumlarını tedavi etme, damar sertliğini önleme etkisi olan, bir besin maddesidir, dut. Aç karnına tüketildiğinde, bağırsakların çalışmasına ve idrar sökmeye neden olur,  Ağızda, bademciklerde, boğaz iltihabında, diş eti hastalıklarında kullanılır, öksürüğü kesmek için tüketilir, Karaciğeri güçlendirici etkisi yanında ateş düşürücü etki de gösterir, mide ve bağırsakların düzenli çalışmasını sağladığı gibi, aç karnına tüketildiğinde bağırsak kurtlarının düşürülmesinde de etkili olur.
Efendim İkinci Dünya savaşı eşiğinde Dünyada, Türkiye’de özellikle İstanbul ve İzmir’de çok garip, ilginç olaylar oluyordu. Dönemin bir numaralı “İktisadi haberler muhabiri” Hüseyin Avni Şanda Bir gün gazetesinde şöyle bir haber yapmıştı; “Almanlar ton ton erik, kayısı pestili ve ton ton dut kurusu alıyor. Ne kadar alıyorlar sorusuna da şöyle yanıt veriyordu: “Ne kadar buluyorlarsa! Hepsini kapatıyorlar, İzmir’de ise kuru rezzaki üzümü şimdiden bitmiş, Almanların rezzaki üzümüne çok iyi de fiyat verdiklerini” söylüyordu.
Hemen akabinde ise haber içerik olarak daha da farklı bir hal alıyordu. “Almanlar vişne kurusu alıyor, kayısı kurusu alıyor, kara erik kurusu hatta ve hatta iğde, keçiboynuzu da alıyorlardı.”
Alman dostlara birdenbire kuru yemiş merakı salmıştı. Bu arada doğal kavrulmuş veya kabuklu fındık, badem, ceviz ve fıstık… hepsi Berlin yolcusu idi… Almanlar, Tenleri esmer olmadıkları halde, birbirlerini fındık ile, fıstık ile, badem ile mi besliyorlardı!
Rivayete göre bütün bu malzemeleri Alman ordularının efsanevi ikmal şubesi adına Göring satın alıyor, Dünyanın her yanından, dayanıklı kuru gıda maddeleri topluyorlardı. Almanlar gıda değeri açısından yapılan tahlillerinde en yüksek puanı da, bizim kuru rezzaki üzümü ile özellikle dut kurusu toplamıştı. Bu kuru gıda ürünleri Sibirya içlerine kadar gidip dövüşecek, savaşacak bir ordunun ikmalinde çok iyi işe yarayabilirdi.
Almanlar İstanbul’da, İzmir’de satın aldıkları malları Berlin’e sevk etmeden önce kiraladıkları büyük depolarda topluyorlardı.
Ünlü bir askeri yazarın yazdığı makalede ifade ettiği gibi; “Alman Levazım Şubesi, ta Rusya ortalarına kadar ikmal edilmesi muhtemel kuvvetleri için alacağı kuru üzüm ve dut kurusunu barut kadar önemli saymaktaydılar.”
Astronomik bir bütçe ile Almanya’da ilk kez “İktisadi Savaş Bakanlığı” kurulmuştu. Bizim Ülkemizin kuru yemişlerini satın alan da bu makamdı.
Bir gün gazetesinin İleri görüşlü Başyazarı Necmeddin Sadak; “Kıs kıs gülerek Bakalım Hitler, dut kurusu ile savaşı kazanacak mı?” diye soruyordu.
Sahi Hitlerin savaşı kaybetmesinde dut kurusu mu etkili olmuştu? Yoksa, Almanlar yeterince dut kurusu temin edip askerlerine yedirmemişler miydi?
Nizamettin Biber

Bilimsel Buluşlar



Yeni bin yılda yaşadığımız bu süreçte sizce, insanlığın toplumsal ve düşünsel sürecinde en büyük dönüşümlere yol açan, devrim niteliğindeki bilimsel gelişmeler nelerdir? 
Kimileri, devrim niteliğindeki bilimsel gelişmeleri; İnsanın evreni tanıması; (Kopernik, Kepler, Galileo), İnsanın maddeyi tanıması; Lavoisier, Mendeleyev, Newton, Einstein, İnsanların canlıları tanıması; Darwin, İnsanın insanı tanıması; Marx ve Engel olarak değerlendirirler.
Kimileri; Barut-Top ve pusulanın keşfi ve kullanımı, buhar makinesinin icadı, elektriğin gündelik yaşama girişi ve iletişim alanındaki gelişmeleri devrim niteliğindeki gelişmeler olarak görür.
Kimileri de; Faraday ve Maxwell’in birbirini tamamlayan çalışmalarının ürünü olan Elektromanyetik alan kuramını, Teokratik dogmalara ve yerleşik anlayışa karşın Darwin’in evrim kuramını, Albert Einstein’in özel ve genel görecelik kuramını, Max Planck’in sıcak nesnelerin ısı ışınımlarına (radyasyon) ilişkin açıklamaları ile başlayan Broglie, Schödinger, Heisenberg, Dirac vb. fizikçilerin çalışmaları ile yetkinlik düzeyine çıkan, klasik mekaniğin nedensellik ilkesine bağlı kalmayan, atom ve atom-altı nesne ve olgusal ilişkileri açıklamaya yönelik Kuantum mekaniğini devrim niteliğinde gelişme olarak kaydeder.
Kimileri; Şeyh Bedrettin’i daha 15.yüzyılda “Hükümetlerin seçimlerle kurulması gerekir. Halk oyunu tam bir özgürlük içerisinde kullanabilmelidir. Saray, saltanat, yeniçeri, tekkeler, dervişler hep zorbalığın ürünleridir. Bu zorbalıklara boyun eğilmemelidir.” diyebildiği için hareket biliminin matematiksel temelini kuran , Galileo’yu, devrimsel buluşlarını tamamlayarak Güneş merkezli evren yaklaşımına yol açtığı için Kopernik’i, Evrim ve dönüşüm kuramı ile insanlığı tümüyle akıldışı ve düşünsel kalıplarından kurtardığı için Darwin’i, Dünyayı anlamanın ve açıklamanın henüz aşılamamış yöntemi olarak Diyalektik Materyalizmin kurucuları Marx ve Engelsi bilimsel devrimci olarak tanımlar.
Bazıları da; Kopernik, Kepler, Galileo ve Newton’un evrenin doğa yasaları yönetiminde hareket halinde bulunan bir madde sistemi olduğuna dair buluşları ile Darwinin öne sürdüğü doğal seçilim sonucu evrim konusundaki gelişmeleri ile Mendel’in önerdiği kalıtsal faktörlerin kimyasal yapısının aydınlatılmasını nitelikli devrim olarak görmüştür.
Kimisi de, Johannes Gutenberg tarafından hareketli harflerle baskı tekniğinin bulunmasını; Matbaacılığın gelişmesini, kitabın ucuzlamasını ve yaygınlaşmasını, boş inançların yıkılmasının yıkılmasını, siyasal ve toplumsal yenileşmeyi sağlayarak Rönesans’ı doğurmasını, Kopernik’in kurduğu devrimci evren sistemini, Kolomb’un Amerika’yı keşfiyle coğrafi keşifler çağının başlamasını, James Watt tarafından buhar makinesinin geliştirilmesini, bu gelişmeyle insan gücü yerine mekanik işi geçirmesini, termodinamiğin yasaları bulunarak ısı ve enerjiye ilişkin çeşitli kavramların geliştirilmesini, makineciliğin ve teknik çağın başlamasına katkı sunmasını, Haber-Bosh yöntemi ile katalitik amonyak sentezinin oluşmasına kimya sanayinin gelişmesini devrimci buluş olarak nitelemektedir.
Kimileri de; Atomla, Elektrikle ilgili çalışmaları, buhar gücünün belirlenmesi ve teknolojide kullanılmasını, enerjinin sakınımı ve korunumu yasasını, gen çalışmalarının temelini de oluşturan hücre üzerinde yapılan çalışmalar ile gökbilim alanındaki gelişmeleri devrimci gelişim olarak sıralar.
Kimisi de modern anatominin kuruluşu ve Andreas Vesalius, “Gözlem, otoriteden üstündür” deyişi ile ortaçağ düşüncesinin insan aklına ket vuran yapısına karşı çıkmasına, Darwin’in evrim kuramına, çiçek hastalığının yeryüzünden silinmesine, İnsan Genom projesine, genetik kopyalamaya, internet erişimine devrimci buluş olarak bakmıştır.
Kimileri de doğulu matematikçi ve düşünürlerin, eski Yunan akılcılığını yeni bin yıla taşıyarak Avrupada yeniden doğuş hareketine ve batı uygarlığına kapı açmalarına (El Harzemi, El Biruni, İbni Sina, Ömer Hayyam), Dünya merkezli evren anlayışının yıkılışını, gökbilimin ve Newton mekaniğinin gelişmesini (Kopernik, Brahe, Kepler, Galieo, Newton), Toplum Bilimlerinde materyalizm, Marx’in tezini, bilimle toplumsal yapının etkileşimini (Fourier, Saint-Simon, Hegel, Feuerbach, Marx, Engels), Dalga/parçacık ilişkisi, Kuantum kuramı ve görelilik kuramını (Maxwell, Schroedinger, Boltzmann, Bohr, Planck, Einstein), tıbbın zanaatten bilime dönüşümü, mikrobioloji alanındaki gelişmeleri, penisilinin üretilişini (Pasteur, Fleming) devrimci önemli buluşlar olarak değerlendirmiştir.
Ateşin, tekerleğin bulunması da dahil olaylar ve kişiler üzerinden değerlendirme yapan bazı kişiler de, Fransız Devrimini, Darwin'i, Hitler'i, Bilgisayar ve İletişim teknolojisindeki gelişmeler ile Mustafa Kemal Atatürk'ü devrim niteliğindeki gelişmeler olarak tanımlar. 2019 yılının "Fuat Sezgin" yılı ilan edildiği bugünlerde;Türk ve İslam dünyasının bilimsel gelişmelere ve buluşlara katkısı ne olmuştur?, Okullarımızda bilimsel düşünme yeteneğini geliştirecek bir eğitim sistemimiz var mıdır? diye sormak istiyorum.
Nizamettin Biber

Milletin Feraseti



Milletin feraseti, darbeleri yendi.
Milletin feraseti, sağduyusu sandıklara da yansıdı.
Milletin feraseti her oyunu bozar.
Milletin feraseti ile ekonomik darbe girişimini savuşturuyoruz.
Milletin feraseti ve sağduyusu kördüğümü çözdü.
Milletimizin ferasetiyle, yepyeni aşamalara doğru yürüyoruz.
Türk Milleti'nin feraseti, Karahisar Kalesi gibi ayaktadır.
Milletimiz güçlüdür, feraset sahibidir.
Milletin feraseti, öngörülen bütün sınırları aşmıştır.
Tüm bu cümlelerde etkin, baskın olan “feraset” kelimesini kimi akademisyen ve siyasetçiler yoğun olarak kullanmaktadır. Gelin anlam olarak “anlayış, seziş, sezgi.” olan "Feraset" kelimesini birlikte irdeleleyelim.
Köken olarak dini terimlerin birçoğu gibi bu sözcük de Arapça’dan türetilmiştir. Her insanın, belirli bir seviyede sezgi yeteneği vardır. Feraset, bu sezgi yeteneğinin de ötesinde bir kavrama kabiliyetidir. Geçmişten günümüze, insanların çeşitli özelliklerini tanımlamak için, aynı anlama gelen birbirinden farklı kelimeler kullanılmıştır. Feraset de, bunlardan birisidir. Ferasetin anlamını çoğu kişi bilse de, bilmeyenler için, algılamada çabukluk, dikkat ya da hızlı kavrama anlamlarına gelir.
Zihni diri, hafızası güçlü ve bir olayın gidişatına bakarak sonunu kavrayabilenler, feraset sahibi insanlar olarak kabul edilir. Bu terim için tabiri caizse, “leb demeden leblebiyi anlamak” deyiminin kısa tanımıdır da denilebilir.
Geniş anlamda ise, bir olayı her açıdan, öncesiyle sonrasıyla algılama, hem geçmişi hem geleceği görüp olaylar hakkında değerlendirmeye varma yeteneğidir. Feraset sahibi insanlar, herhangi bir olay hakkında, konunun daha başındayken nasıl sonuçlanacağını kestirebilirler. Feraset, daha önce bazı bilim ve din adamlarının, geleceğe dönük öngörülerinin anlattıkları gibi sonuçlandığının görülmesi üzerinde, kesinliği hakkında görüş birliğine varılmış bir terimdir. Feraset sahibi olarak nitelendirilebilmek için, geçmiş, içinde bulunulan zaman ve gelecek hakkında anında kesin sonuçlara varabilecek bir yetenek gerekir.
Tecrübe, feraset sahibi bir kişilik olmanın temel kaynağıdır. Aslında her insan, bir nevi feraset sahibidir ancak birçoğunun feraseti, olaylar ile kişiler hakkında yüzeysel değerlendirmelerle sınırlı kalmaktadır. Tecrübe ise, ferasetin ikinci tanımı (çalışarak kazanılan bir yetenek) için güzel bir dayanaktır. Tecrübeli insanlar, olaylara nasıl yaklaşacağını, ne şekilde davranması gerektiğini ve sonucun ne olacağını önceden tahmin edebilirler. Ayrıca, kişiyi feraset sahibi yapan şeylerden biri de konuşma ve hareketlerinden rahatlıkla karakter analizi yapabilmektir.
Feraset için kısaca, ilham, tecrübe, çalışma ve doğuştan var olan birtakım güdülerle, insanları çok kısa sürede tanıma, olayların sonucunu da kestirebilme yeteneğidir, tanımı yapılabilir. Feraset, başka bir ifade ile görme, duyma ve hissetme duyularının aynı anda kullanılmasıdır,
Ferasetin, iki tanımı vardır. Birincisi, kişilere herhangi bir çabanın sonucu olmadan, birden gelen ilhama bağlı olarak kavrama, ikincisi ise, çalışarak belirli bir zihinsel çaba ve sonucu, duyu organlarını en iyi şekilde kullanmaya bağlı olarak kazanılan yetenektir. İki durumda da, karşısındaki olay ve kişileri hızlı şekilde değerlendirme yeteneği bulunan kişiler feraset sahibidir.
Albert Einstein, “Gerçekten değeri olan tek şey sezgidir” der.
Bu yazılanlar eşiğinde benim anlayamadığım bir şekilde millet, gerçekten feraset sahibi midir? Türk milleti, her anlamda, olayları öncesiyle sonrasıyla algılıyor, hem geçmişi hem geleceği görüyor, sonuca varıyor mu? Geçekten millet feraset sahibi ise ben neden görmüyorum? Ya da benim feraset gözüm mü kapalıdır?
Sezme, anlayış yeteneği, feraset; gerçeğin deneye ve akla başvurmadan doğrudan doğruya kavranması ise bunu millet nasıl gerçekleştirmektedir? Esas olan aklın önderliğinde, düşünerek, sezgiye dayanarak, vicdanında tartarak doğru yolda yürüyebilmek değil midir?
Nizamettin Biber

Uşaklık İdeolojisi



Davranış konusu benim kişisel ilgi alanım. Özellikle toplumumuzda insanların güce karşı neden yalakalık yaptığını, uşak gibi davrandığını uzun zamandır düşünüyorum. Tüm ilişkilerin temelinde ekonomi vardır sözünün gerçeği yanında, bireyin olmadığı, ümmetçi ve cemaatik bir toplumda yaşadığımı da biliyorum. Antropoloji, psikoloji ve sosyolojimizin kesişim kümesi bizim davranışımızı belirlediğini gözlemledim. Şimdi bu blog yazımda ideolojiyi bir miktar irdeleyerek sonuç bölümünde de sorular sorarak yazımı bitirmek istiyorum.
Kelime anlamı ile ideoloji, düşün bilimsel, toplumsal ya da siyasal bir öğreti oluşturan, ülkü olarak da benimsenebilen, kişi ve kurumların davranışlarına yön veren düşünceler bütünüdür diye biliniyor.
Peki, kişi ve kurumların davranışlarına kim veya neler yön vermektedir?
Her ideolojiyi ortaya koyan unsur, “ideoloji” kavramına kendi felsefesi ve ilkeleri doğrultusunda bir anlam yüklemeye çalışmıştır. Başka bir ifade ile ideoloji, genel olarak, toplumsal yaşamdaki farklı fikir, inanç ve değerleri meydana getiren maddi bir süreç olarak tanımlanabilir. İdeolojilerin en önemli nitelikleri, normatif yani emredici olmalarıdır. Dolayısıyla ideolojiler sadece olanı değil, aynı zamanda özellikle olması gerekeni belirterek insanları belirli amaçlara yönlendirirler. Bu anlamda ideolojiler din gibi katı ve dogmatiktir. Ayrıca, ideolojiler bütünleştiren olmaktan ziyade ayrıştıran özelliklere de sahiptirler.
İdeolojiler, kendilerine özgü bir tarih anlayışına sahiptirler. Bu felsefe doğrultusunda bireylere, cennet görünümünde bir gelecek (ütopya) vaat ederler.
Her ideoloji, entelektüel-politik disiplini sağlayacak ve yoldan sapanları cezalandıracak, kahramanları ödüllendirecek bir merkez kuruma sahip olup, bu kurum, formel (resmi) veya informal (gayri resmi) bir şekilde örgütlenmiş olabilir.
İdeolojiler, kökende düşünsel bir olgu olduklarından, toplumların entelektüel sınıfları ile yakından ilişkilidir. Entelektüeller, ideolojilerin oluşmasında, yayılmasında ve gelişmesinde önemli rol ve katkılar sunar.
İdeolojiler, yapılarında büyük çelişkiler taşıyabilir. İdeolojiye saplanan birey, gerçek ile ideoloji arasındaki çelişkiyi algılayamaz.
İdeolojiler, esas olarak politik bünyeye sahiptir. İdeolojik yaklaşım, karşıt ideolojileri meşru görmediği için, bu politika genellikle radikal eğilimlidir ve şiddete başvurulması sık gözlenen bir olgudur.
İdeolojiler, eğilim olarak totaliter yapıdadır.
İdeolojiler, egemen oldukları insan guruplarında çok inatla savunulan, kan dökme pahasına da olsa, vazgeçilmeyen inançlar olarak yerleşir.
Her ideoloji kendine özgü bir mitoloji ve kültüre sahiptir. Amaç, akıldan çok duyguları etkilemek olduğundan sistematik bir fetişleştirme (tabulaştırma, putlaştırma) süreci çalışır.
Günümüzde siyaset alanındaki pek çok tartışmanın odağında da yer alan bu kavramdan neyin anlaşılması gerektiği üzerinde belirgin bir uzlaşma halen sağlanamamıştır. Sosyal Bilimler Sözlüğü’nde bu kavram, “Belirli bir grup ya da organizasyonun ilgilerini haklı bulan ve destekleyen ortak fikir ve inanışlar”“Egemen grupların çıkarlarını haklı göstermeyi sağlayan, paylaşılan düşünce ya da inançlar” ifadeleriyle açıklanmıştır.
Uşaklığın kelime anlamı ise bir kimseye hizmet veya kulluk etmek; kendi çıkarı için yasal veya ahlaki olmasa bile başkasının her dediğini yapmak zorunda olmaktır.
Davranış olumlama ve karakter geliştirme süreci olarak eğitim mi biz de uşaklık ideolojisini beslemektedir?
Ya da biat kültüründen gelen mevcut muhafazakârlık ve milliyetçilik düşünsel yapısı mı uşaklık ideolojisini yükseltmektedir.
Bilimsel objektif gerçeği kabul eden,  eşitlikçi, insan onuruna saygılı, kişisel bütünlük içerisinde olan, adaletten yana, yüreği sevgi dolu, insanlığın ortak evrensel değerlerine sahip kişilerde uşaklık ideolojisi bulunur mu?
İdeolojilerin oluşmasında, yayılmasında ve gelişmesinde önemli rol ve katkı sunan bizim entelektüellerimiz de uşak mı sayılırlar?
Tüm bunların ışığında, uşaklığı bir ideoloji olarak tanımlamak sizce yanlış mıdır?
Nizamettin BİBER

Osmanlı Türkiye’sinde Gündelik Hayat



Yazıma, Türkiye’nin modernleşme süreci ve mevcut sosyal yapısı ile ilgili bir miktar okuma literatürü paylaşarak başlamak istiyorum;
1- Modernleşen Türkiye’nin Tarihi - Erik Jan Zürcher - İletişim Yayınları
2- Modern Türkiye’nin Doğuşu - Bernard Lewis - Arkadaş Yayınları
3- Türkiye’de Çağdaşlaşma - Niyazi Berkes - Yapı Kredi Yayınları
4- Bir devletin Yeniden Doğuşu - Arnold J. Toynbee - Cumhuriyet Yayınları
5- Yeni Türkiye; Bir Batı Devleti - George Duhamel - Cumhuriyet Yayınları
6- Türkiye’nin 150 yıllık Toplumsal Tarihi - Alpay Kabacalı - Toprakbank Yayınları
7- 21.Yüzyılda Türkiye (2000'li Yıllarda Türkiyenin Toplumsal Yapısı) - Emre Kongar - Remzi Kitabevi
8- 200 Yıldır Neden Bocalıyoruz? - Niyazı Berkes - Cumhuriyet Yayınları
9- Türkiye’nin Düzeni - Doğan Avcıoğlu - Cem, Tekin Yayınevleri
10- Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği -Emre Kongar- Remzi Kitabevi
Paylaştığım bu kitaplar okunduğunda, Türkiye’nin sosyal yapısı hakkında zihnin beslendiği görülecek ve konu ile ilgili ipuçlarına ulaşılacaktır.
Sanırım birçoğumuz, Özellikle ben de Ülkemiz ve ona ait tarihi yabancı yazarlardan okumayı tercih ediyorum, çünkü yabancı yazarlar, Ülkemizle ilgili yazılarını tarafsız ve nesnel bir bakışla yazıyorlar.
Tanıtmak istediğim, “Osmanlı Türkiye’sinde gündelik hayat” Kitabının yazarı, Oxford Üniversitesinin Doğu Bilimleri Enstitüsü Türkçe Öğretim üyesi Dr. G. Lewis’in eşi, Raphaela Lewis.
Yazar, kitabın baş tarafında Osmanlı tarihini ana hatlarıyla özetledikten sonra İmparatorluğun idari yapısını anlatmakta, Osmanlı İmparatorluğunun üç kıtaya hızla yayılıp gelişmesini sağlayan nedenleri ayrı ayrı belirtmektedir.
Kitapta, Osmanlı İmparatorluğunda en yaygın din olan İslam dininin toplum hayatında oynadığı önemli role vurgu yapılmaktadır. Türklerin batıl inanışlarına varıncaya kadar bütün adet ve geleneklerini; düğünlerini, matemlerini; saraylarda ve konaklarda sürdürülen tantanalı hayatı, köy evlerindeki sade yaşamı; sefere çıkış hazırlıklarından ramazan geceleri eğlencelerini, lohusa kadınların adetlerini ve bunlardan başka imparatorluğa bağlı olarak yaşayan gayri Müslim toplulukların sürdürdükleri hayatı da dahil, Türk dünyasında yeri olan her şeyi büyük bir titizlikle tespit edilerek yazılmış olduğunu göreceksiniz.
Kitap; Osmanlı Padişahlarının Listesi, Osmanlı Devleti, Tarihi ve Halkı, Devlet İdaresi, Din ve İnanışlar, Bir Şehrin Portresi, Aile Hayatı, Gündelik Hayat, Meslekler, Anadolu'da Hayat, Taşra Hayatı konularını içermektedir.
Doğan Kardeş yayın evi tarafından 1973’te basılan kitap, Mefkure Poroy tarafından Türkçeye çevrilmiştir.
Benim de halen okuduğum, sonlarına geldiğim kitap, Osmanlıyı tanıma, günümüzdeki Türkiye’si ile karşılaştırma adına öğretici niteliği ile keyifle okunacak nüveler taşıyor, okumanızı öneriyorum.
Nizamettin BİBER

Artık Dikkat Çekmiyoruz!



Çağdaş Fransız felsefesinin en büyük isimlerinden birisi olarak anılan Michel Foucault, felsefe ile tarihi kaynaştıran ve çağdaş uygarlığın göz kamaştırıcı bir eleştirisini oluşturan bir düşünürdür. Delilik, bilim ve dil, ceza ve disiplin sistemi, cinsellik gibi pek çok farklı kavramın temellerini ortaya koyan Michel Foucault, Deliliğin Tarihi kitabında, deliliğin gündelik yaşamın bir parçası sayıldığı, kaçıklarla çılgınların sokaklarda ellerini kollarını sallayarak dolaştıkları Orta Çağ’dan, tehlikeli sayılmaya başladıkları, tımarhanelere kapatıldıkları, öteki insanlarla aralarına ilk kez duvarların çekildiği 18. yüzyıla kadar, Batı’da deliliğin arkeolojisini irdeliyor.
Kitapta, Rönesans’tan sonra kurumsallaşmış bir alıkoyma döneminin ortaya çıktığını; eskiden cüzamlıların alıkoyulduğu yurtların, tımarhaneye dönüştürüldüğünü, özel yerlere kapatılmaya başlanan deliler de, toplumun yeni oluşan üretim normlarına uymayan yoksullar, dilenciler, caniler, işsiz, yaşlı, ahlaksız ve hatta zührevi hastalıklılar gibi toplum dışı unsurlarla bir tutuldular. Bu kişiler, toplum düzeni ve var olan ahlaka ilişkin sorunları artırdıklarına inanılan bütün insanlardı. Fransız devriminin ardından deliler de dahil olmak üzere bu kurumlardaki herkes salıverildi ancak deliler yeniden hapsedildi. Foucault’nun sözleriyle, 18. Yüzyılın sonlarında deliliğin hastalık olarak kurumlaşması, akıl, ile delilik arasındaki diyaloğu kopardı.
Deliliğin fantastik dünyasında dolaşırken Foucault, aslında “deli”nin bize onun deli olduğuna karar veren, onu öyle konumlandıran genel toplumsal harita üzerinde işgal ettiği yer itibarıyla yansıdığını gösteriyor. Her çağın kendi ütopyası içinde kendini arındırdığı, saflaştırdığı, idealleştirdiği tarihsel yolculukta, delinin bu arınma ayin ve oyunundaki yerini ve rolünü kavramamızı sağlıyor. Bu nedenle, Deliliğin Tarihi, aynı zamanda aklın tarihinin ana hatlarını da ortaya koyuyor: Akıl, kendini ancak deliliğin zıddında, deliliğin zıddı olarak tanımlayabiliyor. Öyleyse delilik, toplum düzeninin varlığı için gerekli; çünkü bu düzen ancak kendi negatifinin aynasında kimlik bulabiliyor.
Rönesans’a yön veren en önemli düşünürlerden biri olan Rotterdam’lı Erasmus, “Deliliğe” methiyeler düzdüğü “Deliliğe Övgü” adlı kitabında “gerçek bilgelik, deliliktir” ya da “kendini bilge sanmak, gerçek deliliktir” ikilemi üzerinde durur. Komedi türünde ele alınan denemelerde “delilik”, kendi kendisine övgüler düzer; hayatın her evresinde deliliğin nasıl egemen olduğunu anlatır. Bu arada özellikle din kurumu ve din adamları ile devlet yönetiminin hemen hemen her kademesindeki kişiler ve kurumlar deliliğin sivri dilinden nasibini alır. “Deliliğe Övgü” çağlar boyunca bağnazlığa karşı yazılmış bir başyapıttır.
Ayrıca; Montaigne Denemeler eserinde; delilik için “Kim bilmez ki delilik, özgür bir kafanın yiğitçe çıkışları, yüce ve görülmedik bir erdemin ortaya attıklarıyla çok yakın kapı komşusudur.” diyerek, deliliği bir anlamda över.
Türk kültüründe deli ve delilik çok çeşitli, çok anlamlı bir kavram olup şamandan sufiye, âşıktan komik tiplere, Tanrı oğlundan evliyaya, tımarhanelerde tedavi görenlerden, çılgın kahramanlara, esrar ilmini bilen evliyalara kadar geniş bir kavramı içermektedir. Türk kültüründe deli denildiğinde; oldukları mevkiye, çeşitliliğine, yerine, tarzına bakmaksızın her bakımdan normalin dışında olanlar kastedilmiştir. İnsan doğasının alışılmadık, hürriyetini deliler kadar genişleten ikinci bir çeşit topluluk yoktur.
Ülkemizde deli dendiğinde Mahzar Osman akla gelir ve Bakırköy Ruh Hastanesi kapısında düşünen adam Rodin’in heykeli ise deliliği simgeler. Türkiye’nin delilik tarihinde şöyle bir kronoloji vardır; 1950’ye kadar deliler genelde ben Atatürk’ün babasıyım ya da amcasıyım; 1970’e kadar beni KGB, FBI, M16 takip ediyor, uzaylılar peşimde, 1990’a kadar devlet peşimde, 2000’lere kadar ben mehdiyim falan dermiş, 2000 sonrası ise delilik sıradanlaştı.
Bilirsiniz Anadolu’da her köyün bir ağası ve de ileri gelenleri vardır. Buna mukabil her Anadolu köyünün bir de delisi vardır ki, ondan alabileceğiniz dersleri, birçok akıllı geçinen adamdan alamazsınız
Şöyle ki: İnsanoğlu yaratılıştan az veya çok derecede delidir, deli olarak da kalacaktır.
Günümüzde ise özellikle Ülkemizde herkes delirdi de artık dikkat çekmiyoruz.
Nizamettin BİBER

Bütün Ev Kadınları Birleşiniz!



“Bütün ülkelerin işçileri, birleşin”, Marx'ın ünlü Komünist Parti Manifestosu adlı eserinde geçen, enternasyonalist anlam taşıyan ve dünya sosyalist hareketine yön veren ünlü slogan. Blog başlığımı bu slogandan esinlenerek yazdığımı söylemek isterim.
Ülkemiz Birleşmiş Milletlerin Kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi sözleşmesini 1985 yılında imzalayarak taraf olmuş ve Sözleşme 1986 yılında yürürlüğe girmiştir. Kadın Hakları Bildirgesi olarak da tanımlanan bu Sözleşmenin yürürlüğe girmesi ülkemiz açısından önemli bir dönüm noktası olmuş/olması gerekirdi.
Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü, kuruluşundan bu yana kadının insan haklarının korunması ve geliştirilmesi, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi ve kadın-erkek eşitliğinin kamu plan ve politikalarına yansıtılması amacıyla çalışmalarını sürdürdüğünü söylemektedir. Ülkemizde, yıllardır uygulanan sosyal devlet politikalarının sonucu olarak desteklenmesi gereken gruplardan olan kadınların sorunlarını çözümlemek üzere son yıllarda çok ileri adımlar atıldığı ve ulusal mevzuatımızda pek çok düzenlemeler gerçekleştirildiği iddia edilmektedir.
Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü’nün 2016 yılında yaptığı araştırmanın çarpıcı sonuçları şöyle:
1. Şehirlerde evli kadınların % 18’i, köylerde de % 76’sı eşleri tarafından dövülüyor.
2. Kadınların % 57,7’si evliliklerinin ilk gününde şiddetle karşılaşıyor.
3. Aile içi suçların % 90’ını kadına karşı işlenen suçlar oluşturuyor. (İki yıl sonra bile bu sonuçların olumlandığına dair elimizde ciddi emareler yok, aksine tecavüz, çocuk gelin, şiddet, ölüm gibi olumsuz kadın haberlerine basında her gün rastlıyoruz.)
Aynı Araştırma sonuçlarına devam ettiğimizde ise;
- Aile içi şiddetin yüzde 87’si, kadınlara karşı işleniyor. Şiddetin yüzde 34’ü fiziksel, yüzde 53’ü sözlü olarak gerçekleşiyor. Bu oran gecekondu semtlerinde yüzde 97’lara çıkıyor.
- Kadınların yüzde 20’si okur-yazar değil.
- Lise ve daha üstü eğitimli 15-24 yaş grubunda bulunan kadınların yüzde 39.6’sı işsiz.
- Kadınların yüzde 40’ı görücü usulüyle evleniyor, yüzde 20’si ise nikâhsız yaşıyor.
- Kadınların yüzde 55’i doğum kontrolü uygularken, yüzde 64’ü hamilelik döneminde doktora gitmiyor.
- Yılda 2 bin 500 kadın anne olmak isterken yaşamını yitiriyor.
- Eğitim gören 100 kadından sadece 2 tanesi yüksek öğrenim görüyor.
- Kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 27’lerde bulunuyor
- Türkiye’de 850 kaymakamın sadece 17’sini kadınlar oluşturuyor.
- Hakim ve cumhuriyet savcısı sayısı içindeki kadın oranı ise yüzde 18
- Meclis’teki 550 milletvekilinin 24’ü kadın. Belediye başkanlarının ise sadece binde 5’i kadınlardan oluşuyor.
- Türkiye’de kadınların yüzde 35.6’sı bazen, yüzde 16.3’ü sık sık aile içi tecavüze uğruyor.
23 yıldır her hafta Galatasaray Meydanı’nda kaybedilen yakınlarının akıbetini sormak için toplanan Cumartesi Annelerinin alana sokulmaması, Polisin erken saatlerde Galatasaray’a giden tüm sokakları barikat ve TOMA’larla kapatması sonucu Cumartesi Anneleri, Büyük Parmakkapı Sokağı’nda açıklama yapabildi. Maside Ocak’ın okuduğu açıklama, “701 haftadır inkâr, baskı ve şiddet ortamında hukuka, hakikate ve adalete ulaşamadığımız için alanlardayız” şeklindeydi.
Acilen, “...kadının insan haklarının korunması ve geliştirilmesine yönelik çalışmalar yapmak, kadınların sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal yaşamdaki konumlarını güçlendirmek, hak, fırsat ve olanaklardan eşit biçimde yararlanmalarını sağlamak” gerekmektedir.
Ülkemizde kadın halen daha neredeyse yok hükmünde, İzninizle yazının başındaki sloganı değiştirmek istiyorum, “Ülkemizin bütün kadınları kendinizi eğitiniz.” kurtuluş birleşmede değil, eğitimdedir.
Kızıldereliler; “Doğum yapan her şey dişidir. Kadınların ezelden beri bildiği kainatın dengelerini erkekler de anlamaya başladıkları zaman, dünya daha iyi bir dünya olmak üzere değişmeye başlamış olacaktır.”, Çinliler de “Gökyüzünün yarısını, kadınlar taşır.” der.
Nizamettin BİBER

Gençliğe Ait İstatistikler



Ülkemizin temel sorunun eğitim olduğunda hepimiz hem fikiriz. Yaşadığımız tüm acıların nedeni de zaten bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Eğitim sistemimiz baştan aşağı yenilenmesi gerekiyor.
Ülkemizde özellikle son yıllara baktığımızda, adı milli olan eğitim sistemimiz, bırakın iktidar değişiminde iş başına gelen partinin eğitim politikasını, aynı iktidar zamanında değiştirilen Milli Eğitim Bakanları’nın eğitim anlayışları doğrultusunda değiştirilmektedir. Bu durum, deneme-yanılma, yap-boz, koy-kaldır, olmadı başa dön şeklinde gerçekleşmekte, bu uygulamalar ise eğitimde sistem değiştirmenin yerine, eğitimde kaos yaratılmasına, fasit bir dairenin çevresinde dönüp durmasına neden olmaktadır. Bu deneme-yanılmaların, yap-bozların ceremesini maalesef bu işte hiçbir suçu olmayan kuşaklarımız ve dolayısı ile toplumumuz çekmektedir.
Eğitimin kişilik geliştirme ve davranış olumlama süreci olduğunu biliyoruz. Ancak eğitim sistemi oturmamış, neyin nasıl yapılacağı belli olmayan, yani eğitim düzeni hasta olan bir toplumun hiçbir sistemi sağlıklı olamaz. Ne ekonomik, ne sağlık, ne hukuk, .ne güvenlik, ne de sosyal güvenlik sistemi,… . hatta ulaşım sistemi bile sağlıklı olamaz.
Hemen derhal, şimdi müfredat odaklı eğitim yerine yetkinlik ve beceri odaklı, öğretmen odaklı eğitim yerine öğrenci odaklı eğitime geçilmesi gerekir.
Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok, öğrencinin, öğretmeni dinleyerek değil, yaparak, konuşarak ve tartışarak öğrenmesi, sınıfta sürekli tartışma ortamının sağlanması gerekli. Öğrencilerin eleştirel düşünmesini sağlayacak şeyler yapılmalıdır, deneyim ve bilgi aktarımından vazgeçilmelidir. 21. Yüzyıla ait becerileri geliştirecek şeyler uygulanmalı, Teknoloji okuryazarlığı ve kodlama öğretilmelidir. Çocuklar yaratıcılığa (bu sözden bile rahatsız şizofren bir kitle var) teşvik edilmelidir. Öğrenciler, erken yaşta bir şeyler yaratabilmenin keyfini almalılar. Büyüklerin onlar için doğru olduğunu düşündüğü bilgileri çocuklara öğreterek bir yere gidemediğimiz bütün dünyada kanıtlanmıştır.
Tarihte hiçbir zaman öğrenci odaklı ve eleştirel düşünme, tartışma, beceri odaklı bir eğitim sistemimiz olmadı. Hep asker, memur, sisteme köle yetiştirmeye çalıştık. Eğitim eskiden ulus devletin inşası için kullanıldı, şimdi de dindar kuşak yetiştirilmek için kullanılıyor. Geçmişte de yanlışlar yapıldı ama veriler eğitimde geçmişe göre çok daha kötü olduğumuzu gösteriyor. Maalesef Milli Eğitim Bakanı eğitim kökenli değil, eğitimden anlamadığını hemen hemen hepimiz biliyoruz. Eğitimi bırakmada ise Avrupa birincisiyiz
En son olarak Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Fatoş Karahasan ile Sia insight adlı kurum, yurt genelinde 15-24 yaşları arasındaki gençler arasında bir araştırma yapıp bu araştırmayı “Açılın Gençler Geliyor” ismiyle kitaplaştırdı. Kitap çok çarpıcı veriler ortaya koyuyor. Kitaba göre gençlerin yüzde 55’i eğitim aldığı alanda çalışmak istemiyor, yüzde 89’u yabancı dil bilmiyor, yüzde 72’si okul kütüphanesini kullanmıyor, yüzde 27’si çalışmayı düşünmüyor, yüzde 88’i spor yapmıyor, yüzde 83’u cinsellik eğitimi almamış, yüzde 95’inin pasaportu yok, yüzde 98’i STK üyesi değil. Yüzde 22’si “gerektiğinde” kadına tokat atılabileceğini düşünüyor. Sadece yüzde 36’si yapay zekâ diye bir şeyden haberdar. Sadece yüzde 39’u komşu seçimini sorun görmüyor. Sadece yüzde 16’si siyasetle ilgileniyor. Doğan Kitaptan çıkan kitap, çarpıcı çıkarımlar, vizyoner görüşler, geleceğe dair öneriler ve gençlerimize dair verdiği bilgilerle dolu, içeriği önemli ve yönlendirici bir nitelik taşıyor.
Avrupa Birliği’nin istatistik kurumu Eurostat’ın dün yayımlanan “çalışmayan, eğitim ve öğrenim görmeyen gençler (NEET)” araştırmasında, AB üyesi ülkelerin yanı sıra Türkiye, Karadağ, Makedonya, Norveç, İzlanda ve İsviçre’de 18-24 yaş arası gençlerin 2017 yılında istihdam ya da eğitime katılım oranları incelendi.
Araştırmaya göre bu 34 ülke içinde “çalışmayan ve eğitim görmeyen” genç nüfusun en yüksek olduğu ülke, yüzde 32 ile Makedonya. Türkiye ise yüzde 30.8 ile ikinci sırada geliyor.
Öte yandan Türkiye, çalışmayan ve eğitim görmeyen 18-24 yaş arası kadın nüfusun en yüksek olduğu ülke. Türkiye’de bu yaş aralığındaki kadınların yüzde 43.6’sı ne çalışıyor ne de eğitim görüyor. Genç kadınların eğitim ve işgücüne katılımının en düşük olduğu ikinci ülke ise yüzde 32.2 ile Makedonya. Türkiye’de erkeklerde ise bu oran yüzde 18.2 olarak belirlendi.
Sonuçları yorumlarsak eğer, gençlerimizin hali pür melalinin iyi görünmediği ortada, Benjamin Disraeli’nin“Bir ülkenin gençleri, refahın güvencesidir.”, sözü ile Aristoteles’in Gençlerin yetişmesine önem veriniz; çünkü bu yolda en küçük ihmal, ülkenin yapısını ve geleceğini yok eder.” Sözü önemlidir.
Sağlıklı bir ekonomik büyüme ile birlikte genç nüfusun niteliği, eğitimi, sağlığı, istihdamı, mutluluğu ve bunları sağlayacak koşullar çok önemlidir.
Son söz, “Gençleri, ihtiyarların düşünceleri ile yönetmeye kalkmak budalalıktır.” Bruce Burton,
Nizamettin BİBER

Kimlerin Bayramı Kutlu Olsun!



Kasti cahillerin, öğrenmeyi ve eğitimi ret edenlerin,
Yolsuzluk, hırsızlık yapanların ve rüşvet yiyenlerin ve bunları yapanları destekleyenlerin,
Yalan söyleyenlerin, dedikodu yapanların ve iftira atanların,
Kadınlara, çocuklara, hayvanlara doğaya tecavüz, taciz eden ve sapıklıkta bulunanların,
Kadınlara, çocuklara, hayvanlara doğaya şiddet uygulayanların,
Dini duyguları, inançları suiistimal edenlerin,
Psikolojik baskı, mobing ve işkence yapanların,
İnsanları katledenlerin, cinayet işleyenlerin,
Demokrasiyi benimsemeyenlerin, seçimlerde sahtecilik yapanların ve yapanları destekleyenlerin,
Her türlü ahlaksızlığı yapıp ta ahlak dersleri verenlerin,
Kadını bir memeli hayvan gibi görenlerin,
Adaletten ve mazlumdan yana olmayanların, zalimden yana olanların,
Proaktif önlem almadan yaşanılanları kadere bağlayanların,
Kötülüğün organizasyonunu destekleyenlerin,
Toplumsal çıkarı kendi çıkarına tercih edenlerin,
Bilim ve fenden yana olmayarak, gereklerine yerine getirmeden, yeterli önlem almadan yaşanan kazaları doğal afet sayanların,
Çalışmadan, emek vermeden beklenti içinde olanların,
Uşaklık ideolojisini, yalakalığı yaşam felsefesi haline getirenlerin,
Komşusu açken tok yatanların,
Erdemsizlerin,
Dilenciliği yaşamsal bir kültür haline getirenlerin, makarna, kömür ve şekere tav olanların,
Kendi gibi düşünmeyenleri düşman olarak görenlerin,
Olağan üstü koşulları ve doğal afetleri fırsata çevirenlerin,
Kimsenin hakkına hukukuna saygı göstermeyenlerin,
Farklı etnik kökene ve inanca saygı göstermeyenlerin,
Toplu taşıma araçları dahil adabı muaşeret kurallarına uymayanların,
Liyakata önem vermeyenlerin,
Feodal ilişkiler içindekilerin, şovenistlerin, ırkçılık, mikro milliyetçilik yapanların,
Hukuku üstün görmeyenlerin,
Özgürlükten yana olmayan köle ruhluların,
Boş böbürlenmecilerin, palyatizme, popilizme, hamasete, masala ve efsaneye bel bağlayanların,
Kendi öz bakımını yapmayanların, sağlığına dikkat etmeyenlerin,
Adalet, ahlak, özgürlükten yana olmayanların,
Allahtan korkmayanların, kuldan utanmayanların, kutsala saygı duymayanların,
Ulus devletini, Ulusal önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü sevmeyenlerin,
İnsanların yaşam alanlarına müdahale edenlerin,
Dışında kalan;
Siyası parti tercihi, idelojisi, inancı, ırkı, mezhebi, etnisitesi ne olursa olsun, büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden öpüyorum,
Şeker tadında bir bayram diliyorum!
 Nizamettin BİBER

Değişen Dil ve Plaza Türkçesi



Atatürk; “Türkiye’nin temel taşı tam bağımsızlıktır. Bu kavram, siyasal bağımsızlığın yanı sıra, ulusal yaşamın bütün alanlarını kapsar. Bu alanlardan biri de dildir” demiştir. Çağdaş uygarlığın getirdiği bilim ve teknoloji kavramlarına adapte olmak, bir yandan din dili olan Arapçanın, bir yandan yazın dili Farsçanın egemenliğinden Türkçeyi kurtarmak için sayfalarca dolu bir yazıda beş on kelime ile var olan Türkçeyi güçlü hale getirmek, Türk dilini bağımsız bir dil durumuna yükseltmek için Türk Dil Kurumu kuruldu.
Kuruluş yapısı, izlediği amaç ve çalışma yöntemi,  bu çalışmalardan aldığı sonuçlar, dilimizin özleşip gelişmesi yolunda ulaşılan aşama konularında bugüne değin Türk Dil Kurumu tarafından birçok kitap yayımlandı. Yayınlanan bu kitaplarla, dilimizin özleştirilmesini benimseyen büyük bir aydınlar çevresine toplu bir bilgi sunmanın yanı sıra; özel amaçlı ve art düşünceli bir topluluğun, dilimizin özleşip gelişmesine, dolaylı olarak Atatürk devrimlerine karşı zaman zaman yaptıkları saldırıların tutarsızlığı, gerçeğe aykırılığı da ortaya konulmuştur.
Dilimizin özleştirme düşüncesi, uygar bir düzen içine giren toplumumuzun istek ve özlemlerinden olduğu için kısa zamanda çok yaygın bir akım oldu. Eskiden “yazıya ne denli Arapça ve Farsça doldurulursa o denli büyük başarı gösterilmiş olur” anlayışı geçerli iken bu anlayış zamanla yerini “Türkçeye ağırlık verme” anlayışına bıraktı.
Son yüzyılın tanınmış yazarların dillerindeki Türkçe oranları, dilimizin nereden nereye gelmiş olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Birkaç örnek verirsek;
Yazarın Adı;                                Kullandığı Türkçenin yüzdesi
Şinasi                                                          33
Namık Kemal                                              38
Süleyman Nazif                                           43
Ziya Gökalp                                                  45
Ömer Seyfettin                                             56
Peyami Safa                                                 62
Orhan Seyfi Orhon                                       65
Falih Rıfkı Atay                                             66
Y. K. Karasomanoğlu                                    69
Mehmet Emin Yurdakul                                 73
Reşat Nuri Güntekin                                      74
Nadi Nadi                                                       87
H. V. Velidedeoğlu                                          89
Melih Cevdet Anday                                       90
Oktay Akbal                                                    92
Orhan Hançerlioğlu                                         94
Macit Gökberk                                                 95
Tahsin Yücel                                                    96
Dilimizin, Cumhuriyetten önceki en olgun sözlüğü Şemsettin Sami’nin Kamus-ı Türki’sinde -Yaklaşık sayılarla- 29.000 sözcük vardı. Bunun 11.000’i Türkçe, 13.000’i Arapça, 3.700’ü Farsça, 1.300’ü Batı dilleri sözcüğüdür. Arapça ve Farsça toplamı olan 16.700 sözcüğün yaklaşık 10.000’i özleştirme akımı ile yerlerini Türkçelerine bırakmıştır.
Türkçe halen farklı lehçelerle uzak Asya’dan Balkanlara uzanan geniş coğrafyalarda konuşuluyor. Çağdaş Türkçemiz ise steplerin göçebe sözcüklerinden de padişah saraylarının adalı ifadelerinden de çok daha fazlasını içeriyor. Zira diller, kaderi olan değişim ve dönüşümleri yaşıyor. Bunu Türkçe de yaşıyor. Bu tarihsel süreçte kim bilir ne sözcükler türedi, niceleri zamanla yitip gitti. Her dönemin farklı alışkanlıkları dilin evrimini belirledi. Dil her ağızda, her kalemde farklı bir can buldu.
Son zamanlarda ise farklı bir Türkçe türü ortaya çıktı. Konu ile ilgili bir metni paylaşmak istiyorum. “Patronum soft-copyleri revize edip, third partylere forwardladıktan sonra confirm etmek için hard copylerini alıp sekreterine taşere etmemi istedi. Diğer şirketlerden gelen offerların assessmentina yönelik handikaplara holidaydan sonra focuslanacağız.”
Kaşlarınızı çatıp bu iki cümle hangi dilde diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Kurumsal şirketlerde ve plazalarda çalışanların aralarında kullandığı bu garip dilin adı ise; “Plaza Türkçesi”
Bu uydurukça dil, İngilizce ile Türkçenin karışımdan meydana gelmiş. Plaza Türkçesi Sözlüğü ise:
Soft copy; elektronik kopya, hard copy; çıktı, forwardlama; iletmek, training; eğitim, off day; tatil günü, handikap, engel, focuslanma; adaklanma, third party;üçüncü taraf, layout; yerleşim, double check;tekrar kontrol, board meeting;Yönetim Kurulu toplantısı, yapılabilite; Yapılma ihtimali, print almak, yazdırmak, scan etmek; taramak, revize etmek; düzeltmek, check etmek; kontrol etmek, update etmek; güncellemek, confirm etmek; teyit etmek, taşere etmek; iletmel/götürmek, refere etmek; gönderme yapmak, order etmek; sipariş etmek, assign etmek;görevlendirmek, şeklindedir.
Yukarıda anlamı içeriği ve anlamı anlaşılmayan plaza Türkçesi ile yazılmış iki cümlenin temiz Türkçe ifadesi ise şöyledir; “Patronum elektronik kopyaları gözden geçirip üçüncü taraflara ilettikten sonra teyit etmek üzere çıktılarını alıp sekreterine götürmemi istedi. Diğer şirketlerden gelen tekliflerin değerlendirilmesi ile ilgili engellere tatilden sonra odaklanacağız."
Dillerdeki hızlı dönüşüm içerisinde mutlaka Türkçeyi özenle yazmalı ve konuşmalıyız. Son yüzyıldaki yazarların dillerindeki tespit edilmiş olan Türkçe oranlarını sizinle paylaşmıştım. Acaba günümüzde “Plaza Türkçesi” dışında kalan, yazarlar, şairler edebiyatla uğraşanlar ile yazın dünyasında olanlar Türkçeyi dillerinde ne oranda kullanıyorlar?
Nizamettin BİBER

Türkiye Kuzguncuk Olsun!

Efendim, çalıştığım Kurum 2.kez taşındı nereye mi? Beylerbeyine. İş yerimin Ulaşım lokasyonu bir miktar sorunlu olsa da deniz kenarında iyotlu temiz havanın verdiği olumlu etkiden oldukça memnunum. Özellikle öğleyin yemek sonrası bir otobüs durağı mesafedeki Kuzguncuğa iş arkadaşlarımızla gidip hem bir şeyler içme hem de kısa bir yürüyüş ütüne üstlük artısı. Tek sorun bu aralar devam eden tretuar ve alt yapı çalışması.

İstanbul gibi koca bir kültürel olarak köylü metropolün ortasında, Boğaz’ın hemen kıyısında, koca çınarların ve mis kokulu rengarenk çiçeklerin arasında huzur bulacağınız, İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasında Üsküdar tepelerinden sahile doğru süzülerek inen, doğal güzelliklerini hala koruyabilen; özellikle o korkunç beton yığını gökdelenlere ve AVM’lere inatla direnen şirin mi şirin, minicik bir semt. Yeşille mavinin kucaklaştığı en güzel noktada bir cennet köşesi Kuzguncuk.
İtalya’da doğan ve günümüzde 30’a yakın ülkeden üyesi bulunan Cittaslow (sakin şehir) ağı kentlerine inat Kuzguncuk’ta hayat o kadar yavaş ve ahenkli akıyor ki adeta, havasında, İstanbul’un huysuz ve huzursuz ruh hallerinden etkilenmemiş bir atmosfer var.
Perihan Abla, Ekmek Teknesi gibi naif, son derece sıcak ve doğal dizilerin neden bu semtin sokaklarında çekildiğini anlamak zor değil. Benim yaşlarımdakilerin sürekli özlem duyduğu ve nostalji yaşayabileceği yaşam kodları taşıyor Kuzguncuk. Her köşesine gerçek mahalle yaşamının sindiği, günlük yaşamın olması gerektiği gibi aktığı ve İstanbul’un en güzel manzaralarına tanıklık ederken aslında İstanbul’da değilmişcesine sakin, sessiz ve huzurlu kalmış Kuzguncuk’ta mutsuzluk kelimesinin yasak olduğunu sanırsınız.
Asırlık çınarların, ağaçların semtin caddelerini, sokaklarını kapladığı, tepelere doğru çıktıkça nefis manzaralarla karşılayan “Kosinitza”, ağız değiştirerek günümüze Kuzguncuk olarak ulaşmış semtin eski isimlerinden biri. Evliya Çelebi’ye göre ise semtin adı buraya yerleşmiş “Kuzgun Baba” isimli bir veliden kaynaklanıyor. Bir de “altın kiremit” anlamına gelen “Hrisokeramos” var ki o Kuzguncuk’un çok daha eski ismi. Birbirinden farklı bu isimlerin hepsi Kuzguncuk’a ayrı yakışıyor.
İcadiye Caddesi’nin başından başlayarak asırlık çınarların eşlik ettiği yol boyunca minik işletmeler, kapı önüne taşan sohbetler, kahvehaneler, küçük esnafa ait dükkanlar, bakkallar insanı Kuzguncuk’un mahalle havasına hemen sokuyor. Büyük şehrin karmaşası ve hareketi buraya hiç uğramamış gibi. Asırlık olan sadece ağaçlar mı? Zarif köşkler, sokak aralarında ve İcadiye Caddesi boyunca geleni vakur halleriyle süzerek, insanı içine sindiriyor.
Kuzguncuk’un kendine özel hallerinin izlerini sürerek geçirilen birkaç saat ruha iyi gelen ve yenileyen ve kendinize verebileceğiniz en güzel hediyelerden biri gibi.
Mahallenin tadı, ufak lokantalarında, bir kahvecinin duvarına yaslanıp güneşin sıcaklığında, huzuru hissedilerek alınabilir, mahallenin kedileriyle haşır neşir olabilir ya da ara sokaktaki aromaterapi dükkanlarında büyülü dünyasına girip ruhunuza iyi gelecek kokuyu seçip, yüklerinizden kurtulabilirsiniz. Kuzguncuk, Kosinitza ya da Hrisokeramos huzuru çağrıştırıyor.
Bir tatlı huzur almak adına Kuzguncuk’ta fırsat bulursanız mutlaka bir iki esnaf ya da dükkan sahibi ile sohbet edilebilir, ara sokakların sakinliğinin tadı çıkarılabilir, eski İstanbul evlerinin detayları yakalanabilir, kediler, köpekler sevilebilir, sırtınızı bir çınara ya da duvara dayayıp “yavaşlamanın”  tadına varılabilir.
Türkiye’nin köklü aileleri eskiden Kuzguncuk’un köşklerinde ve yalılarında yaşamış. Atatürk Harbiyeliyken, yedi yıl boyunca, hafta sonu tatillerini bu köşklerden birinde, Ali Fuat Cebesoy’un evinde geçirmiş. Kuzguncuk pek çok sanatçıya ve ünlüye de ev sahipliği yapmış yıllarca. Şair Can Yücel, Oktay Rıfat, yazar Rıfat Ilgaz, Sevim Burak Kuzguncuk’ta yaşamış.
Ezan sesi, çan sesi ve hazan (Musevilik’de sinagoglarda güzel sesli İslam’daki müezzinliğe karşılık gelen din görevlisi)   sesinin birbirine karıştığı bu semte hemen hemen her gün gidiyorum.
Mahallenin Çikolatacıları, Fırınları, Sağlık Dolu Poşetler, Boğaz Havası, Kutlama Mekanları, Sanatsal Mekanları,  Sahne Tozları bir yana semtteki bu hoşgörü ve huzur nasıl oluşmuş dersiniz?
Bu huzuru sağlayan, semtin deniz kenarında olması mı?, yeşil alanlarının çokluğu mu?, eski İstanbul evlerinin yıkılmamış olması mı?, yoksa İri çınarların varlığı mı?, semtte yaşayanların eğitim düzeyi mi?..  yoksa bir kaç nedenin birleşimi mi? Nedir? Tabii ki Ülkenin bir kısım çevrelerin şiddetle karşı çıktığı ya da burun kıvırdığı içeriğinin tam olarak algılanmadığı bir kavramın semtte vücut bulmasıdır. Laikliğin varlığı! İnsanların düşüncelerini ve inançlarını özgürce ifade edip yaşamaları. Üç dinin Kuzguncuk’ta buluşması, Ermeni, Rum kilisesi olmak üzere iki kilise, bir camii, bir de havranın varlığı, yan yana duran bu kutsal mekanların semtteki hoşgörü ve huzurun birer sembolü olarak belki de dünyaya dinler arası uzlaşı mesajı vermesidir. Bunun en somut örneği ise; zamanında cami yapılması için yer bulunamadığında kilisenin bahçesinden cami yapılması için yer verilmiş olmasıdır.
Dileğim odur ki Kuzguncuk Türkiye olamaz belki ama Türkiye Kuzguncuk olsun!
Nizamettin BİBER

Orta Çağ'da Kediler

Avrupa’yı silip süpüren veba, kedilerin önemini çok artırmış, Kıta boyunca hızla yayılmıştılar. Kemirgenleri avlayan kediler o zaman çok ünlenmişti. Romalılar sayesinde kediler İngiltere’ye ulaştırıldı ve sonraki yıllarda kedilere çok iyi davranıldı. M.S. 945 yılında Galyalı bir kralın hükümlerinde kedilerin sunulması ile ilgili şunları yazıyordu: “Bir kedinin ederi 4 pence’tir. Özellikleri, görmesi, işitmesi, fare öldürmesi, pençelerinin eksiksiz olması, yavrularına bakması ve onları yememesidir. Bu özelliklerin herhangi birinde kusur olursa fiyatının üçte birisinin iade edilmesi gerekir.” Ayrıca kedi öldürmenin cezası vardı. Tabii eski Mısır’daki kadar set değildi ama diğer cezalara göre oldukça sert sayılırdı.

16. ve 17. Yüzyıllarda Hıristiyan ve Kilise’nin de kışkırtmasıyla kedilerin başına gelmeyen kalmadı. Kedilere Cadılara yardımcı olmakla suçlandılar. Cadıların cinleri olduğunu inanılırdı. Bir kişiye cadı diyebilmek için önce onun cinini bulmak gerekiyordu. Söylendiğine göre, bu cin ona şeytan tarafından verilirdi ve cadının çeşitli büyü işlerinde yardımcı olurdu. Ayrıca cadıların üç memeli olduğu, üçüncüsünün cinlerini beslemek için kullanıldığı söylenirdi. Cadı olduğundan şüphelenilen bir kadın yakalandığında hemen üçüncü memesi olup olmadığına bakılırdı. Büyük bir ben veya doğuştan olma bir iz aranırdı. Bu kişiler çeşitli işkencelerden son cadı olduklarını “itiraf” etmek zorunda kalırlardı ve mahkemeden sonra hemen yakılırlardı. 1566 yılında cadılıkla suçlanan Elizabeth Francis adlı bir kadın cadılığı on bir yaşında anneannesinden öğrendiğini ve büyük annesinin ona bir cin verdiğini itiraf eder; Şeytan adlı bir kedidir bu. 1582 yılındaysa Ursula Kemp mahkemede dört cini olduğunu ve bunların “gri ve siyah kedilere benzediğini” söyler.
Buna benzer söylentiler ve cadı mahkemeleri bütün hızıyla devam ederken, kedilere görüldükleri yerde olabildiğince acı vermek gerektiğine inanılıyordu. Kediler, Hıristiyan bayramlarında canlı olarak yakılırdı. Yüz binlercesinin derisi yüzülür, çarmıha gerilir, dövülür, ateşe atılır be kilise kulelerinden aşağıya fırlatılırdı. İsa düşmanı sayılan bu “şeytanı” yaratıkları cezalandırmanın birkaç yolu idi bu.
Bu tür batıl inançlara karşı çıkanlar olduysa da cadı ve kedi avı uzun bir süre devam etmişti. Bugüne kadar süregelen kedilerle ilgili batıl inançların kaynağı ortaçağdan kalmadır. Ancak, batıl inançlar farklı kültürlerde farklı biçim almıştır. Örneğin kara kedi Amerika’da uğursuz sayılırken İngiltere’de uğur getirdiğine inanılmaktaydı. Bazı ülkelerde bir kedinin hastası olan bir evi terk etmesi o kişinin öleceği anlamına gelmekteydi.
Ortaçağ’ın bitmesine yakın Avrupa’da baş gösteren büyük açlık döneminde de kediler yine tehlike altındaydı. Bu kez yiyecek bulamayan Avrupa'lılar kedilere yöneldi. Köylerde kediler bir anda görülmez oldu. Avrupa’yı saran her melanetin faturası kedilere çıkıyordu. Ortaçağ Avrupa’sı boyunca milyonlarca kedi insanların bu anlamsız zulmünün kurbanı olmuştu. Ta ki insancıllık akımının Avrupa’yı etkilemesine dek. Yeniçağ yavaş yavaş Avrupa’ya yerleşmeye başladıkça kediler üzerindeki önyargı ve saldırılar görece de olsa azaldı. Kediler aristokratların ve sanatın tekrar ilgi alanı halinde geldi. Kedili tablolar tekrar kabul salonlarını süslemeye başlamıştı.
Kedilerin neden bu kadar kötü uygulamalara maruz kaldıklarımı anlamak oldukça zordur. Belki de bu öfke, insana bu kadar yakın olan kedinin insandan öğreneceği bir şeyin olmamasından kaynaklanıyor olabilir mi?
Nizamettin BİBER

Kuzuların Tradejisi

Gün geçmiyor ki insanın hayvanlara yaptığı eziyetin, işkencenin bir haberini almayalım. Arabanın arkasına bağlanan köpek, öldüresiye dövülen eşek, ayakları kırılana kadar faytona koşulan at, kuyrukları, ayakları kesilen, kuyruğuna teneke bağlanan kediler, seks kölesi yapılan maymunlar… bunlar psikolojik sapma sonuçları, bir de ticari amaçlı olanları var; ölümüne dövüştürülen boynuzu, derisi, eti için vahşice öldürülen hayvanların yanında beslenirken eti kuyruğuna gitmesin, daha besili kg olarak daha ağır çeksin diye kuzuların kuyruğunun kesildiğinin haberini sizinle paylaşmak istiyorum. Birkaç gram daha et için yapılan bu uygulama insan olanın içini acıtır mutlaka. Bir de bu olayların inanç boyutuna bakıldığında ise sonucu daha da vahim.

Fetva.net adlı bir sitede de konu ile ilgili soru sorulmuş,

SORU: İlmihal kitaplarımızda kurbanlık koyunların kuyruklarının en az yarısının kopmaması lazım geldiği beyan ediliyor. Kasap arkadaşların verdiği bilgiye göre ise koyunların kuzu halinde iken kuyrukları kesilirmiş ki hayvanlar daha çok ve daha çabuk et yapsınlar. Yani gelişsinler diye… Ayrıca böyle olunca daha sağlıklı oluyormuş. Velhasıl buradaki koyunlar, kuzuların hep kuyrukları kopuk? Şimdi bizim böyle bir hayvanı kurban etmemiz ne kadar doğru olur?

CEVAP: İlmihal kitaplarında anlatılan husus, hayvanlar için kusur sayılır. Sizin bahsettiğiniz husus ise “olumlu” özelliktir. Bu sebeple o hayvanları kurban etmekte bir sakınca yoktur.

Yani bu sorunun yanıtı kuzuların kuyruklarının kesilmesinin bir beis oluşturmayacağı kesilebileceğidir.

Müslüman dünyanın peygamberi Hz. Muhammed ise bakın ne buyuruyor: “Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Siz yerdekilere merhamet ediniz ki göktekiler de size merhamet etsinler. ” (Ebu Davud, Edeb, 66 / Tirmizi, Birr, 16), “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” (Buhari, Edeb, 18)

Genel teamül ise Müslüman’ın sadece insanlara değil, diğer canlılara da merhametle davranması, hayvanlara sevgi ile muamele etmesidir. Allah, yarattığı canlılara acıyanları bağışlar, günahlarını affeder.

Başka bir mevzu için kuzuların Kulaklarını kesmek sorusu dinimizislam.com sitesinde sorulmuş;

SORU: Kuzular ve hayvanlar karışmasın diye kulaklarını keserek çeşitli işaretler yapmak uygun mudur?

CEVAP; Uygun değildir. Kesmemeli, boya ile işaretlemelidir, yanıtı ise beni epey şaşırttı.

Canlıların var olma hakkı tartışılmaz. Ve hiçbir canlı varoluşunu haklı bir sebebe dayandırmak zorunda değildir, Bizim kültürümüze maalesef hayvan hakları girmemiş, yerel yönetimlerinin kuşlara yem vermek yasaktır diye tabela asılan bir Ülkeyiz. Öte yandan, toplumun tamamında asgari müşterek olarak buluşulan nokta hayvana şiddetin önlenmesi olarak karşımıza çıkıyor.

Türkiye’de ortalama aktif olan 6 milyon hayvan sever var. Ülkenin en az yarısı bir hayvanın başını okşamış ve onunla etkileşim kurmuş gerçekliği ile siyasiler, bu konuyu duyarlılık göstermelidir.

Son tahlilde ne diyebilirim ki, hayvancılık yaparken kuzulardan daha fazla et çıkarmak adına kuzuların kuyruklarını canlı canlı kesenleri “Kuzuların sessizliği” filmindeki Dr. Hannibal öpsün diyorum.

Nizamettin BİBER