16 Temmuz 2020 Perşembe

Sarıklı bir Yiğit; Ali Suavi



1789 Fransız devrimi ile çağdaş olan III. Selim dönemindeki atılımların ardından, Osmanlı Devleti özellikle 1800’lü yıllarda geniş bir dizi yenileşme eylemine girişti. 1699-1770 yılları arasında, yaklaşık bir asırlık dönemde Osmanlı Devleti’nin sürekli toprak kaybetmesi, zayıflaması ve otoritesinin başarısızlığı merkezi yönetimi güçlendirme, nitelik ve modern teknik donanıma sahip bir askeri örgütlenmeyi zorunlu kılmıştı. 1839’da 1839'da Tanzimat döneminde Osmanlı Devleti'nin modernleşmesinde, merkezi yönetimin, düzenleyici, eğitici, öğretici, yasa koyucu, yorumlayıcı, yargıç gibi alt görev kollarına ayrıldı.

Türk modernleşmesinde önemli bir yapı taşı olarak Yeni Osmanlılar sahneye çıkmıştı. Bu durum kısa sürede dünyada yankılara yol açtı. Bu yayınlar üzerine, Mısır hidivleri soyundan gelen Mustafa Fazıl Paşa Belçika’da yayınlanan Nord gazetesine açıklamalarda bulundu. Genç Osmanlılar kavramını Fransızcaya çevirerek, siyasal sözlüğe Jön Türkler kavramını kazandırdı.

Mustafa Fazıl Paşa Osmanlı Sultanına gönderdiği dilekçede Jön Türklerin anayasal düzen istediklerini, devamen; Padişahın sarayına en zor giren şeyin doğruluk olduğunu, padişahın çevresinde bulunan kişilerin doğruluğu kendisinden bile sakladığını ifade etti.

On sekiz sayfalık bu dilekçe el altından İstanbul’a dağıtılması başlı başına olay oldu. Ali kararnamesi sert ve acımasız biçimde uygulanarak; hükumete açık ve kapalı eleştiriler yöneten Muhbir gazetesi kapatılarak başyazarı Ali Suavi Kastamonu’ya sürüldü.

Mustafa Fazıl Paşa bu gelişmeler üzerine Paris’e gider. Vatanın saadet ve selametine hizmet etmek isteyen genç aydınlara Paris’ten çağrıda bulunur. Ali Suavi’de bu davete icabet eder, Paris’in yolunu tutar. Muhbir, Ali Suavi’nin yönetimi altında, Yeni Osmanlılar Cemiyetinin yayın organı olarak yurt dışında yeniden yayınlanır.İlk sayısı 31 Aralık 187’de Londra’da çıkan ve İngiltere’de 3 Kasım 1868’e kadar yayınını sürdüren Muhbir’de Ali Suavi kendisini şöyle tanıtır;

 “Öyle bir adamım ki icabında yalın ayak yürümek, toprak üstünde yatmak, kuru ekmek kemirmekten müteezzi olmam (incinmek), cihanda dört günlük ömür için müdahana (dalkavukluk, boyun eğmek) ve riya (iki yüzlü) telaşlarını çekemem.”

Kısa boyu nedeni ile küçük hoca lakabını alan Ali Suavi, medrese kökenli olduğundan verdiği vaazlarda İstanbulluları coşturuyordu. Modernleşme sürecinin ilginç örneklerinden biri olan Suavi, gerektiğinde inanılmaz düzeyde yırtıcı, kavgacı ve ödünsüz olabiliyordu. Muhbir’deki yazılarında Türkiye’nin kurtuluş yolları konusundaki düşüncelerini anlatıyor, İngilizce yayınladığı bir yazısında üç çözüm seçeneği öne sürüyordu;

1-Bir kurucu meclis oluşturup anayasa düzenlemek,

2-Tüm iç ve dış engelleri bir anda yok edebilecek bir diktatör çıkarmak,

3-Eğitimi halk arasında yaygınlaştırmak, eğitilmiş insanlar eliyle özgürlükleri yaşama geçirmek,, özgürlükler yoluyla bir anayasa yapmak ve anayasa ile de ülkeyi kurtarmak, öyleyse, eğitiniz.

En sağlıklı çözümün halkı eğitmek olduğunu haykırır, Ali Suavi şunları ekler; “Hepimiz aynı gemi içindeyiz, gemi batıyor, nasıl feryat etmeyelim…”

Sarıklı devrimci bu yiğit adam İngiltere’deki Muhbir’deki yazıları, sonra da Fransa’da yayınladığı Ulum’daki incelemeleriyle Türkiye’nin gündemine şu ana huşuları yerleştirmiştir;

a) İslam dini ve inançları toplumsal açıdan anayasal bir yönetime aykırı değildir.

b) İslam’da gerçek anlamı ile verasete dayalı bir hilafet yoktur. Kamusal seçim cumhur yolu ile açıktır.

c)Türkiye’de parlamentoya dayalı bir anayasal düzen kurulurken yasama, vergileme, yürütme erkleri de halk katılımı ile kullanılmalıdır.

d)Eğitimde köklü yenilikler yapılırken, İslam’da İbadette Türkçe olmalıdır. Kuran ve namaz süreleri, Türkçe olarak okunmalıdır.

Ali Suavi, Türkiye’ye döndükten sonra da inançlarını aynı keskinlikle savunacak ve sonunda II. Abdülhamid’e karşı, yenilikçi modernistlerin umutlarını bağladıkları hasta eski sultan Murad’ı kurtarmak amacı ile bir grup göçmenle Çırağan Sarayını basmaya çalışırken (Mayıs 1878), zaptiye sopaları altında kafası parçalanarak hayatını kaybedecekti. Mithat Cemal Kuntay, yazdığı Sarıklı İhtilalci Ali Suavi kitabında "İstanbul'da ilk sivil ihtilalin ilk şehidi olan Suavi'dir. Suavi, medeni kahramanlık tabirini, Türkçe’ye, kendi kanıyla tercüme etti. Bu ölümün destanını, şiirin büyük sesine bırakıyorum. Benim yazdığım, vesikaların Suavi’sidir." diyordu.

Nizamettin BİBER


15 Temmuz 2020 Çarşamba

Su ve Sele Dair


İnsanoğlu toplama ve avcılık sürecinden sonra yerleşik hayata su kenarlarında konuşlanarak başlamış, su kültürün başlangıcı ve uygarlığın ilk temel taşı olmuştur.

İnsanlık tarihi incelendiğinde hem tarımsal, hem endüstriyel gelişme, hem de topluma dâhil olan kültürel ve dini değerler sudan etkilenmiş, suya duyulan ihtiyaç ve talep, insanlık tarihi boyunca sağlık, toplum, ekonomik refah, kültürel önem ve gelişme için itici bir güç olmuştur.

Suyun kullanılma ve değerlenme şekli, bir toplumun kültürel kimliğinin ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bireyler, kurumlar ve uluslar sahip oldukları kaynakları etkin bir şekilde kullanarak hedeflerine ulaşır. Kaynak denince ilk akla gelen fiziki ve doğal kaynaklardır. Ancak, fiziki olmayan, gözle görülüp elle tutulmayan kaynaklar da söz konusudur. Kültür unsuru, bu kaynakların belki de en önemlisidir.

Geniş anlamdaki kültürün bir alt bileşeni olan su kültürü; insanların suya olan, yüzyılların imbiğinden süzülmüş ilgisi, sevgisi, bilgisi ve onunla kurduğu ilişkiler ile ondan sürdürülebilir biçimde yararlanma yeteneği olarak tanımlanabilir.

Bilinen o ki, Mezopotamya; Fırat ve Dicle ikiz nehirleri arasında kalan ve birçok uygarlığa ev sahipliği yapmakla bilinen ilk uygarlığın geliştiği bölgedir.

Tarihte Mezopotamya’daki ikiz nehirler, Fırat ve Dicle’de karşılaşılan problemler çok zor ve karmaşıktı. Bu problemlerden ve özellikle selden kurtulmanın yollarından bir tanesi, Babil’in ünlü asma bahçeleridir. Bilinen en eski yazılı kanunda su ile ilgili olup, Babil krallarından Hammurabi tarafından ortaya konmuştur

Şiddetli yağışlar veya uzun süreli kar erimeleri nedeniyle akarsulardaki su miktarı aşırı derecede artar ve taşkınlar oluşur. Ülkemizde de zaman zaman yaşamakta olduğumuz taşkınlar nedeniyle halen önemli ölçüde can kaybı ve buna ilave olarak genellikle çok miktar da hasar oluşmaktadır. Doğal afet denilince, belki kısa süreli ve ani olması nedeniyle akla ilk önce depremler gelmektedir. Ancak taşkınların uzun sürelere ve alanlara yayılabilmesi nedeniyle bazen şiddetli depremler kadar, hatta daha fazla hasar verdiği bilinmektedir. Doğal afet olan taşkınları tamamen önlemek mümkün olmamakla beraber olumsuz etkilerini en aza indirilebilir. Bu nedenle çeşitli yapısal önlemler alınabilir. Örneğin, baraj göllerinin bir kısmı taşkın dalgasının depolanması amacıyla kullanılabilir. Hatta sıklıkla taşkına maruz kalan bölgelerde sadece taşkın kontrol amaçlı barajlar veya daha küçük ölçekli sel kapanları yapılabilir.

Yerleşim yerlerinde yapılaşma nedeniyle yağan yağmurun toprağa sızması engellendiğinden yüzey alanlarında biriken sular kentsel taşkınlara neden olmaktadır. Bu nedenle kentsel yerleşimlerdeki fazla suyun boşaltılması için yer altına döşenen boru sistemlerinden oluşan yağmur suyu şebekeleri yapılmalıdır. Ayrıca yerleşim yerlerindeki uygun bölgelerde taşkın sularını depolayıp bunun toprağa sızmasını sağlamakla da uygun bir tahliye gerçekleşmiş olabilir. Bu amaçla, düşük seviyelerdeki parklar ve stadyumlar kullanılabilir.

Yerleşim yerleri dışında da fazla suların uzaklaştırılması gerekir. Örneğin, kara yollarında, hava alanlarında ve sulama sahalarında toplanan fazla suları uzaklaştıran tesisler inşa edilmelidir. Ayrıca akarsuların yanlarındaki tarım arazilerini ve yerleşim birimlerini korumak için akarsu boyunca dolgu malzemesiyle yapılmış setler de kullanılabilir.

Seller, heyelanlar ve çığlar, neden oldukları afetler ile birçok yaşamı tehlikeye atıp ağır ekonomik kayıplara yol açarak toplumlarda büyük facialara, üzüntülere yol açmaktadır. Bunlar doğal olaylardır fakat doğru önlemlerle oluşma ihtimalleri ve yaratacakları etkiler azaltılabilir. Ekonomik ve sosyal zararları yanında sel, heyelan ve çığlar ciddi çevresel sonuçlar da doğurabilir. Gelecekte Türkiye’de de büyük bir sel, heyelan ve çığ yaşanarak daha fazla can kaybı ve ekonomik zarar görülmesi muhtemeldir. Gelecekteki olası sel, heyelan ve çığların oluşturduğu riskler hakkında öncelikle daha fazla bilgiye, veri tabanına ihtiyaç vardır. Küresel iklimdeki, arazi kullanımındaki değişimler gibi birçok faktör sel, heyelan ve çığ riskinin gelecekte nasıl olacağını ve bu risklerin ne kadar iyi yönetilebileceğini etkileyecektir.

Suyun doğanın bir parçası olduğu ve suyun bir şekilde kendi istediği yolu bulduğunu, su ile ilgili yaşanan her yeni bir doğal afete rağmen insanlık her nedense öğrenmemekte direnç göstermektedir.  İnsanlığın gelişme adı altında kontrolsüz sanayileşme girişimleri, zararlı gazların doğaya salınımı, ozon tabakasında meydana gelen delinme ve büyümesi, bunun iklim değişikliği üzerindeki etkilerinden çok uzun yıllardır farklı kaynaklarca, başka sonuçlar bağlamında bahsedilmektedir.

Dünyada hiçbir varlık doğaya insan kadar zarar vermemiştir. Hayvanlar alemi doğa ile yaşam arasındaki uyumu sağlamakta usta iken, insan ise gelişme uğruna doğaya uyumun önemini maalesef unutmuş gibi hareket etmektedir.

Toplumların ve kültürlerin önemli bir parçası olan su, her şeyden önemlisi doğanın bir parçasıdır. Kendisiyle uyumlu hareket edilmediği takdirde doğanın, sadece su ile değil, doğanın diğer elementleri ile birlikte gücünü gösterdiği ve insan karşısında her zaman galip geldiği yaşanan birçok örnekle karşımıza çıkmaktadır.

Suyun uygarlıkları var kılabildiği gibi, yok edebileceğini de unutmamak gerekir. Ülkemizdeki yüzlerce Üniversitede binlerce inşaat mühendisi mezun ediyoruz. Vadi tabanlarını, su yataklarını parselleyerek, inşaat yapma kültürünü yok ederek, yerine, her yanı su ile çevrili ülkemizde su ile enerji üretmeyi bir kültür haline getirmeyi başarabilir miyiz?

Türkiye coğrafik olarak orta enlemlerde sel, heyelan ve çığ tehlikesine açık bir ülkedir. Fakat daha çok kriz merkezleri, kriz masaları, vb. gibi afet sonrasına yönelik pro aktif önlem yerine reaktif kriz yönetimi ile bu afetler ile mücadele etmeye çalışmaktadır. Sonuç olarak Ülkemizde meteoroloji karakterli veya hidro-meteorolojik olaylar sık sık birer afete, dönüşerek gelişmiş ülkelere oranla çok daha fazla insan ve ekonomik kayıplara neden olması ile birlikte, geçerli çözümler de geliştirilememektedir.

Peki neler yapılabilir?

Ülkemizde şiddetli yağışların sel, çığ ve heyelan afetine dönüşmemesi için pro aktif önlemler alınmalı, risk yönetimi ve şehir planlaması ile engellenmelidir.

Ülkemizdeki meteorolojik tahmin ve erken uyarı hizmetleri Dünya standartlarına çıkartılmalıdır.

Geçmişte yaşanan afetlerden yeterince dersler alınmalıdır.

Nehirlerimizde erken uyarı sistemleri kurulmalıdır.

Nehir, dere yatakları ve göl kıyıları imara ve yerleşime kesinlikle kapatılmalıdır.

Şehirlerde yağmur suyunu tahliye edebilecek alt yapı tesis edilmelidir.

Selden önce, sel anında ve selden sonra ne yapacağına dair halk eğitilmelidir.  

Ülkemizde çiftçi ve işyeri sahibi sel, dolu, don vb. meteorolojik afetlere karşı sigortanmalıdır.

Özel ve resmi yerel TV ve Radyolar bir merkeze bağlı olarak “Afet Anında Zorunlu Yayın” yapılmalıdır.

Kamu kurum ve kuruluşlarında meteoroloji mühendisi istihdam edilmelidir.

Önceden belirlenmiş, veri tabanına kaydedilmiş maximum debilere ve yağışlara göre önleyici bentler, setler ve uzaklaştırıcı su boruları, kanallar inşa edilmelidir.

Fransız yazar ve düşünür Albert Camus’un: “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın.” sözünü aklımızdan hiçbir zaman çıkarmamalıyız.

Kısacası doğayla barışık yaşayarak bilimsel kriterlere, rasyonel akla uyarak; afettir olur, fıtrattır normaldir ataletine ve cehaletine teslim olmamalıyız.

Geçtiğimiz günlerde selin olumsuz etkilerini yeniden yaşayan memleketim Rize’ye (Çayeli, İkizdere) geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum.

Nizamettin BİBER


14 Temmuz 2020 Salı

Karanlıkta İki Aydınlık


Aynalardan korkan bir yazar olarak biliniyordu. Jorge Luis Borges, 35 yaşında Alçaklığın Evrensel Tarihini yazdığında henüz gözleri görüyordu. Büyülü gerçeklik akımının önde gelen isimlerindendi. Gerçekle hikâyeyi şimdiye kadar ondan daha iyi betimleyen olmadı. Hatta 1955’te Arjantin Devlet Kütüphanesi Müdürüyken görme yetisini tamamen kaybetmesini doğal bir gerçeklik olarak kabullendi. Bu durumu “Bana aynı anda hem 800.000 kitabı hem de karanlığı veren Tanrının muhteşem ironisi” olarak tanımlamıştı.

Babasının kör olması zaten kalıtsal nedenlerle gözlerinin bozuk olması sonucu Borges körlüğü soğukkanlılıkla karşılamıştı.

Yıllarca yazın dünyasında anlaşılmamaktan doğan bir yalnızlık çeken ve gözlerini kaybetmesi ile önce derin bir umutsuzluğa hatta bunalıma sürüklenen de Cemil Meriç’ti. 38 yaşında merdivenlerden inerken yakalamıştı onu karanlık. Eşine “Feyziye, ışıklar mı söndü? diye seslendiğinde onun için ışıklar yanmayacaktı artık. Görme yeteneğini Borges’ten bir yıl önce gözlerini kaybetmişti. Kitaplarını okşayarak kederli, üzgün günler geçirdi. Bir dizi ameliyatlar ve sonuçsuz tedaviler yaşadı. Ancak yılmadı. Tıpkı Borges’in kitaplarını yazmasına yardım eden kadınla evlenmesi gibi onun da hayatına bir kadın girdi; Lamia…

1976’da yayınladığı “Bu Ülke” kitabı için “Bana öyle geliyor ki bu hayata bu kitabı yazmak için geldim” demişti.

Daha önceden ışığı ve rengi tanıyan yazın dünyasının bu iki düşün insanı, karanlığa gömülüp yok olmamıştı ama yaşadıkları onca trajediye rağmen düşünce eserleri üretmeye devam etmiş, üretkenlikleri hiçbir zaman bitmemişti.

14 Haziran 1986 yılında Borges, tam bir yıl sonra da 13 Haziran 1987 yılında da Cemil Meriç hayata gözlerini yummuştu. Görmeyen gözlerin berrak zihnin iki kalemi, zihinleri aydınlatmaya devam ediyordu.

Eserlerinde karanlığın yoğun aydınlığı ışıl ışıl ışıldıyordu.

 Nizamettin BİBER


8 Temmuz 2020 Çarşamba

Mehmet Kum, Son Ezidi


Kişisel olarak çok zeki sayılmam. Hatta tipik saf Anadolulu tanımına uygun biriyim. Emeğe çok inanırım, okurum, sürekli bir öğrencilik halim vardır. Olayları, olguları analitik değerlendirmeye çalışırım

İnsan ilişkilerim iyidir ekonomik nedenlerden mi bilmiyorum ama çok sosyal biri sayılmam. Hayatta en çok imrendiğim kişiler bilgi sevici, entelektüellerdir. Ancak esas kıskandıklarım ise doğadaki tüm canlıların hayatına karşılıksız olarak dokunanlardır.

Sosyal medyayı çok sert bir şekilde eleştirsem de bu alanda çok değerli ilginç, örnek insanlar tanıdım.

Bunlardan üç kişiye değinmek istiyorum;

Burçin Can; onlarca kedi ve köpeğe evinde bakan yüzlerce hayvanı da dışarda besleyen, hayvanların mutlu, sağlıklı olabilmeleri için gecesini gündüzüne katarak mücadele eden onlarca kötülükle, kötü insanla baş eden, çevresindeki tüm hasta hayvanları tedavi, ettiren kocaman yürekli genç bir kadın.

Agop Kuyumcuoğlu; kendi olanakları ile felçli hasta hayvanlara yürüteç yapan, Atölye kuran, karşılıksız olarak hayvanların mutluluğu, onların hayatını kolaylaştırmak için var gücü ile çaba harcayan, yürüteç yapan müthiş bir insan. Aslan yürekli bir Adem oğlu.

Var olsunlar, bin selam olsun!

Zaman içerisinde daha önce hiçbir şekilde adını duymadığım Orta Doğunun dini geleneklerinden birisi olan ezidiliği duydum, Vikipediada birkaç makale okuyarak konu hakkında bilgi edinmeye çalıştım.

Kuruluşumuza taahhüt işi yapan Sosyolog Ferhat bey, MSÜ’de hazırladığı Ezidilerle ilgili yüksek lisans tezi hakkında bana tafsilatlı bilgi vermişti.

Geçen hafta Güngören Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Başkanı dostum Kenan Yerlitaş’ı dernek merkezinde ziyaret ettim. Ziyaretimde dernekteki kitap rafından Esat Korkmaz’ın araştırması olan “Ezidiler” gördüm, okumak için aldım.

Sosyal medya genellikle imajinel kimlik sunumu alanı, makyaj yapan, güneş kremi sürerek güneşlenen resim çekip paylaşanlar, çiçek, böcek ve yediği yemeği gösterenlerin bir de siyasi eleştiri adı altında paylaşımların yoğunlaştığı bir mecra. Bana da okuduğum kitapları paylaşma rolü verilmiş.

Belki de sosyal medya arkadaşlarımın arasında en çok takdir ettiğim kişi; Yusuf Sığıngan hoca araçlığı ile arkadaş olduğum Iğdırlı, Dr. Yazar Mehmet Kum’dur. O eğitimin toplum için motor gücünü gelişmeye olumlu katkısına inanmış, bölgesinde yüzlerce kardelene, yoksulluğun pençesine düşmüş insanlara dokunmuş zamanımızın Robin Hood’udur. Kendisi ne kadar övülse azdır, yoksul, çaresiz insanlara yardım etmeyi görev saymış erdemli bir insan o. Kütüphaneler kuruyor, kitap toplayarak dağıtıyor, çocukların ihtiyaçlarını karşılıyor.

Biliriz ki bireyi biçimleyen en önemli faaliyet, eğitimdir. Bireyin kişiliğini geliştiren, davranışını olumlayan eğitime doğrudan katkı sunarak insana dokunanlar en önemli muteber insanlardır.

Mehmet Kum daha önceleri Mozalan isminde öykü kitabını yayınlamıştı. Henüz basımı tamamlanan “Son Ezidi” roman kitabı satışa sunuldu. Okuyucusu bol olsun, tebrik ederim. Kalemine dimağına sağlık, temin edip, okuyup, eleştirip, yorumlayacağım.

Bölgesinde dokunduğu tüm canlar adına kendisine tekrar teşekkür ederim.

21.yüzyılda yaşıyor olsak bile Anadolu’da Orta Çağın düşünsel kodları ile hayatını idame ettiren, bin bir sorunla boğuşan yoksulluğun girdabına girmiş insanın coğrafyanın makus tarihini yenmek için Ülkemize binlerce, on binlerce Mehmet Kum gerekmektedir.

Köy Enstitülerinin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç’un söylemi ile; “Ülke ve Ulus, kitaplardan öğrenilmez. Aydın olarak Anadolu’ya gideceksin, köylerde kalacaksın, dertlerine ortak olacaksın. Bu toprak, o zaman bize vatan olur.”

Mehmet Kum’un “Son Ezidi” kitabını okumanızı öneriyorum.

 Nizamettin BİBER