14 Kasım 2019 Perşembe

John Dewey ve Eğitimimiz


Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşım gelecek haftanın ilköğretim okullarında bir hafta ara tatil olduğunu söyledi, o da ilköğretim öğrencisi oğlundan öğrenmiş, ben seninle dalga geçmiştir dedim ki bu haberin doğruluğunu sonradan teyit ettim.
Klasik ifade ile Osmanlının küllerinden bir Ulus devlet inşa edildikten sonra Cumhuriyetçi atalarımız öncelikle işimiz eğitim sonra ekonomi dediler. Ulusal önderimiz Atatürk eğitim politikalarında millileşme ve modernleşmeyi esas almıştır. Laik anlayışa ve pozitif bilime önem vermiştir.
1859-1952 Yılları arasında yaşamış, yaparak-yaşayarak öğrenmeye ve tecrübeye önem veren pragmatizmi, mantıksal ve ahlaki bir analiz teorisi olarak geliştirmiş, deneycilik, işlevsellik ve aletçilik olarak da bilinen felsefe akımının kurucusu ünlü filozof ve eğitim teorisyeni olan John Dewey Türkiye’ye davet edilmiştir. Daveti, zamanın Eğitim Bakanı İsmail Safa yapmış, Cumhuriyet sonrası var olan demokrasi sisteminde uygulanacak yeni eğitim anlayışını temellendirmek ve demokratik topluma uygun yeni öğretmen kadrosunu yetiştirme konularında fikirlerinden yararlanmak amaç edinilmiş, Dewey iki ay kadar süren incelemesinde iki ayrı rapor hazırlamıştır.
John Dewey’in, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim sorunlarının çözümüne yönelik gözlem ve incelemelerde bulunarak rapor hazırlaması önemli bir çalışma olarak değerlendirilir.  Dewey, Amerika’ya döndükten sonra kaleme aldığı asıl rapor 30 sayfalık “Türkiye Maarifi Hakkında Rapor” dur. Bu raporda, kurulacak yeni eğitim sistemi hakkındaki önerileri yer almaktadır. Rapor Giriş bölümünden hemen sonra sekiz ana başlıktan oluşmaktadır. Bu başlıklar;
1-Program, 2-Eğitim Bakanlığı Teşkilatı, 3-Öğretmenlerin Yetiştirilmesi ve Refahı,4-Öğretmenlerin Yetiştirilmesi, 5-Okul Sistemi, 6-Sağlık ve Sağlık Bilgisi, 7- Okul Düzeni, 8-Muhtelif malzemeler şeklindedir.
Raporda eğitime destekleyici öneri olarak Kütüphane ve Kütüphanecilik programları yurt geneline yaygınlaştırılması, Halkevleri Çalışmaların da bu kategoride yapılması ile birlikte Okur-Yazar oranının yükseltilmesine yönelik etkin uygulamalarda bölgesel farklılıklar olsa da bu oranın %5-10 düzeyinden, daha yukarılara taşınmıştır. 1940’lı yıllarda yayın alanında dünya klasiklerinin Türkçeye çevrilmesi, Köy Enstitülerinde okuyan öğrencilerin her öğretim yılı bunlardan 21 tanesini okuması, tanıtması ve eleştirisini yazması zorunluluğu yeni bir okur-yazar kitlesinin oluşmasına neden olmuştur. Bu okullardan mezun olanlar okuma yazma alışkanlıklarını gittikleri yerlerde de sürdürmüşlerdir. Okuma ve Üretme Köy Enstitülerinin ve Köy Enstitülerinde okuyanların yaşam biçimi olmuştur.
John Dewey izlenimleri sonucu ele aldığı raporda özellikle tarım-ziraat, okuma-yazma, okuma alışkanlığı, kütüphanecilik ve ilköğretim programları gibi konular üzerinde durmuştur.
Ancak, Tarım-Ziraat alanında da, ülke genelinde istenilen gelişmeler tam sağlanamamıştır. Ülkenin verimli toprakları olmasına rağmen, Cumhuriyet sonrası Hükümetlerin uyguladığı değişken, yetersiz, çarpık tarım politikaları ile tarım, belirlenen, istenen hedeflere ulaşmanın çok gerisinde kalmıştır.
Köy enstitülerinde devletin az bir yardımıyla öğretmen adayları, iş içinde çalışarak hem kendi barınaklarını, dersliklerini ve diğer gereksinimlerini, çalışma yerlerini yapmışlar; hem de gereken genel kültür ile mesleki bilgileri ve tarım çalışmaları yaparak köy için gerekli olan beceriyi kazanmışlardır.
John Dewey’in hazırladığı Rapor’da yer alan Tarım-Ziraat, İlköğretim Programları, Okur-Yazarlık ve dolayısıyla Okuma alışkanlığı vb. konular, Cumhuriyet Döneminde kendi süreci içerisinde değerlendirildiğinde, çok büyük değişmeler ve dalgalanmalara neden olmuştur.
Alanın uzmanı olmadığı halde, Güç ve yetki verilen bireylerlerin bireysel birikimlerinin ve anlayışlarının kesin doğrular olarak kabul edilip uygulamaya konulması, eğitimin genel hedeflerine ulaşmada engeller oluşturmuştur.
Dewey’in Raporunda ele alınan ve öncelikleri belirtilen konulardan bazılarının halen çözüm bekleyen sorunlar olarak devam etmesi ise son derece düşündürücüdür. Çözülemeyen sorunlardan bazıları ise ;
  • Eğitime ayrılan bütçenin yetersizliği,
  • Öğretmenlerin hizmet öncesi ve hizmet içi eğitimleriyle, mevcut uygulanan program arasında istenen birlikteliğin, ilişkinin yeterlilik düzeyinde kurulamaması.,
  • 1924 Yılından günümüze onlarca kez (1924, 1936, 1948, 1968, 2005, 2012, 2019) İlköğretim Programının ve Program yaklaşımının değişmesi,
Şeklinde olup, uygulama düzeyinde ciddi sorunlar olarak halen devam etmektedir.
Nizamettin Biber

9 Kasım 2019 Cumartesi

İntihar, Durkheim, Werther

Yakın tarihte İstanbul Fatih’te aynı evde yaşayan 4 kardeşin siyanür içerek intihar etmesinin hemen ardından Antalya Konyaaltı’nda Siteler Mahallesindeki evlerinde 36 yaşındaki baba ile 38 yaşındaki anne ve 9 ile 5 yaşındaki çocukların siyanürle intihar ettiği haberi geldi.
Bu haberler iki soruyu akıllara getirdi. Birincisi intihar bulaşıcı mı sirayet eden bir özellik mi taşıyor?, ikincisi ise intihar olayı bireysel mi toplumsal mı?
İntihar bir sosyal sorun haline dönüşmeye başladığından itibaren sosyal bilimin dikkatini çekmiştir. Konu ile ilgili sosyolojinin kurucularından Emile Durkheim; İntihar adlı incelemesi, çağdaş toplumların patolojik bir görünümünü ve bireyle topluluk arasındaki ilişkinin en çarpıcı biçimde yer aldığı bu eserde kolektif gerçekliğin bireyleri ne ölçüde belirlediğini, sosyal gruplardaki intihar oranının, bireysel mutsuzluklarla açıklanamayacağını göstermeye çalışır.
Durkheim kitabında, intihar olayını açıklamak üzere, o zamana değin bu konularda öne sürülmüş bütün belli başlı görüşlerin; (örneğin akıl hastalığı, ırk, kalıtım, iklim) dışında bir etken olarak kalan: “toplum etkisi” üzerinde durur.
İntiharın keyfe bağlı olarak değil, ancak birçok koşula bağlı olarak değiştiğini söyler. İntihar olgusunu tanımladıktan sonra psikolojik açıklamaları bir yana bıraksa da bireyin intihara psikolojik açıdan eğilimli olduğunu ve bunun psikolojik ya da psikopatololojik terimlerle açıklanabileceğini kabul eder. Son tahlilde ise intiharı belirleyengücün psikolojik değil, toplumsal olduğunu söyler.
Bilindiği gibi Sosyolog Gabriel Tarde taklidi toplumsal düzenin anahtar olgusu olarak değerlendirir. Ancak Durkheim intiharın taklit olgusundan çıktığı yolundaki yorumu da bir yana bırakır. Buna karşılık olarak Durkheim, taklit adı altında üç olgunun birbirine karıştırıldığını söyler.
Bu olgulardan birincisi bilinçlerin birleşmesi diye adlandırılabilecek, aynı duyguların çok sayıda insan tarafından hissedilmesidir, der, bu konuda devrimci kalabalığı örnek olarak verir. Devrimci kalabalıkta bireyler bilinçlerinin kimliğini yitirme eğilimi gösterir. Her biri ötekinin hissettiklerini duyar; bireyleri harekete getiren duygular ortak duygulardır. Hareketler, inançlar, tutkular her birine aittir. Çünkü bunlar herkesle ortaktır. İkinci olgu bilinçlerin birleşmesi olmadan, bireyin topluluğa uyması ve diğerleri gibi davranmasıdır.
Çeşitli toplumsal etkenlere bağlı olarak üç tip intihar belirler. Toplumsal etkenler, dinsel bağlılık (mensubiyet), evlilik, aile yaşamı, siyasal ve ulusal bağlar ile intihar olayları arasındaki bağları inceleyen Durkheim; bencil intiharlar (egoistic suicide), elcil intiharlar (diğerkam intihar-altruistic suicide) ve kuralsızlık intiharları (anomic suicide) tanımlarını yapar.
Toplum olarak yoğun şekilde yaşadığımız Anomik intiharlar sadece ekonomik bunalımlar sırasında artmaz. Durkheim; intiharın aynı zamanda boşanma sayısı ile ilişkili olarak da arttığını söyler.
Çağdaş toplumlarda, toplumsal varoluş gelenekle, dinle düzenlenmez, bireyler birbirleriyle sürekli yarış içindedirler. Yaşamdan çok şey bekler ve isterler. Özlemleriyle bunların doyumu arasındaki oransızlıktan doğan acı ve tedirginlik havası “intihar dürtüsü”nun gelişmesine elverişlidir.
İntihar kuramına göre, intiharlar, nedenleri her şeyden önce toplumsal olan kişisel olgulardır. Topluma nüfuz eden intihar dürtüleri vardır. Bunların kaynağı birey değil toplumdur ve bunlar intiharın gerçek nedeni ya da belirleyicisidir. Ancak, kimi kişiler intihar ediyorsa bunun nedeni belki de psikolojik yapıları, sinirsel zayıflıkları ve nevrotik bozuklukları ile intihara eğilimli olmaları olabilir. Aslında intihar dürtüsünü yaratan aynı toplumsal koşullar bu psikolojik eğilimliliği de yaratır. Çünkü çağdaş toplum koşullarında yaşayan bireyler ince ve dolayısıyla zayıf duyarlılığa sahiptir. İntiharın gerçek nedenleri, toplumdan topluma, gruptan gruba, dinden dine değişen toplumsal güçlerdir. Bunlar tek tek bireylerden değil, gruptan doğmaktadır.
Bireysel olguları yöneten çok özel toplumsal olgular vardır. Bunun en ilginç ya da en anlamlı örneği bireyleri ölüme götüren toplumsal akımlardır. Bunların her biri kendi kendine itaat ettiğini sanırken aslında toplumsal güçlerin oyuncağı olduğu gerçeğidir.
Çağdaş toplumlar her şeyden önce bireyin toplulukla yetersiz bütünleşmesi gibi, patolojik belirtiler gösterir. Bu açıdan en çok dikkat çekici olan hem ekonomik kriz hem de ekonomik refah dönemlerinde, yani etkinliklerde aşırılığın ortaya çıktığı ve karşılıklı ilişki ve rekabette artışın görüldüğü bütün durumlarda intihar oranındaki yükselmedir.
İntiharın psikolojik nedenleri arasında; kronik çöküntü halleri, aşırı melankolik tutumlar, umutsuz olma, karamsarlık, öfke vb. durumlar söz konusu olsa da Durkheim İntihara sürüklenen bireylerin psikolojisinin de toplumsal faktörlerden oluştuğunu iddia eder.
Durkheim “intihar dürtüsü”nden söz ederek, “grubun tümünden gelen toplumsal ya da toplu bir gücün bireyleri kendilerini öldürmeye” ittiğini düşünür.
Yaşanan intiharlar Durkheime karşıt olarak Sosyolog David Phillips‘in intiharın yarattığı taklit edilme etkisi olan Alman yazar Goethe tarafından yazılan “Genç Werther'in Acıları” adlı romandan ismini alan Werther etkisini akla getirdi. Romanda, başkahraman en sonunda aşkı uğruna intihar etmesi ile kitabın yayınlanmasından ardından 40 gencin daha yaşamına kitaptaki Werther gibi son vermiş olması, olarak bilinir. Ürkütücü olan ise İstanbul ve Antalya’da yaşanan benzer ölüm vakalarının yüzyıllar boyu çeşitli şekillerde örneğine rastladığımız intihar ya da toplu ölümlerin diğer insanları etkilemesi olan  “Werther etkisini” ülkemizde yaşanma olasılığıdır.  
Nizamettin Biber

3 Kasım 2019 Pazar

Kedi Kitap İlişkisi


Kedilerin insanın birçok hastalığına iyi geldiği bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Başka hiçbir hayvanı bir sahaf dükkânında eski bir kitabın üzerine kıvrılmış uyurken kadar mutlu göremezsiniz. Kediler kütüphaneye tırmanırlar, yatağın, koltuğun üzerinde bıraktığımız kitabın yanına kıvrılırlar, siz kitap okurken gelip kucağınıza yatarlar. Kütüphanemi karıştırırken prenses tekir kedimiz beni saatlerce sıkılmadan izler. Benzer şekilde Sahaflarda kitapçıların beslediği kedileri kitapların üzerinde huzurlu bir şekilde uyuduğunu görürsünüz. Deyim yerindeyse, Kediler, doğası gereği pek bilge bir görüntüye sahip olduğundan sahaflara pek yakışırlar. Sahaftaki kediler insanda saygı uyandırır, sanki kitabın üstünde yalanan, kendini temizleyen kedi bütün o kitapları okumuş gibi hissi verir insana.
Tarihsel olarak bakıldığından kitaplar, kütüphaneler ile kedi ilişkisi zorunlu olarak var, çünkü kitapları kemiren tahrip eden fareler söz konusu imiş. Bugün böyle bir sorun yok ama yine de kedi ile sahaf ilişkisine romantizmden kaynaklı bir anlam yükleniyor. Sakin, sessiz, hareket etmeyen insana kedi uyum sağlamaktadır. Yani kedi kitap sevdiği için değil aslında, kitapla ilişki kuran, okuyanın yanına huzur bulmak için gelir dolayısı ile de romantik bir ilişki şeklinde ifade edilen kedi ve kitap birlikteliği başlamış olur.
Kitap seçip, bakınırken manidar bir şekilde bizi gözleyen, yanımıza geldiğinde tam sevecekken kaçma eğilimi olan; kitapların üstünden atlayıp, gezinen kitapların üzerinde uyuyan kitapçı kedileri mutlaka gözünüze çarpmıştır.
Bilinen o ki Sahaflar Çarşısı’ndan Akmar Pasajına, Olgunlar Sokak’tan Sevgi Yolu’na kadar, kitapçıların bulunduğu her yerde kitaplardan sonra olmazsa olmaz ilk şey kedilerdir.
Peki nedir bu kitapsever kedilerin konusu? Kedilerin kitapçıları bu kadar çok sevmesinin 12 evrensel nedeni tanımlanmıştır;
1. Kitapçıların ve kitapseverlerin sıcak ilgilerinin hoşlarına gitmesi,
2. Kahve ve kitap kokusuna alışık olmaları,  
3. Bilge bakışlarını kitaplarla pekiştirmeyi sevmeleri,
4. Kitaplar arasında girebilecekleri fazla yer bulmaları,
5. Kedilerin ruh yapıları ile kitapçıların ruhlarının örtüşmesi, bağımsızlığı,  özgürlüğü sevmeleri,
6. Kedilerin kişilikli olmaları, bakışlarıyla kitapçıda bile insanları küçümsemekten hoşlanmaları,
7. Kitapçılarda gözetleme kulesi gibi kullanabilecekleri rafların varlığı,
8. Mısır’ın eski krallık dönemine olan özlemlerini tarihi kitaplarla giderme istekleri,
9. Bazen sakinliği bazen de hareketi sevdikleri için kitapçılarda bu nesnel koşulları bulmaları,
10. Bilmeden olsa gerek okumayı seven yazarlara ilham kaynağı olabilme umuduyla gelen geçeni izleme istekleri,
11. Kitap yüzeylerinin yarı set olmaları nedeni ile üzerinde uyumayı çok sevmeleri,
12. Hareket etmeyen objelere neden uzun uzun baktığımızı çözme istekleri.
Bir yerde okumuştum, “Bir kitap okumak kesinlikle hayatınızı değiştirir ama bir kedi almak daha da fazla değiştirir.”
Kediler için birkaç söz;
“Kedilerde her şey vardır: hayranlık, sonsuz uyku ve canları istediklerinde eşlik etmek.” Rod McKuen
“Birçok filozof ve kedi üzerinde çalıştım. Kedilerin bilgeliği sonsuz derecede üstün.” Hippolyte Taine
“Kedisiz ev ne kadar güzel olsa da ev sayılmaz.” Mark Twain
Bağımsızlığını seven, birkaç kuralın dışında canları ne isterse onu yapan, zira özgürlüğüne düşkün ve kendine yeten bu hayvanlar, Leonardo da Vinci’nin dediği gibi, doğanın başyapıtıdırlar.
Benim en çok sevdiğim söz ise bu İrlanda Atasözüdür; “Kedileri sevmeyen insanlardan uzak durun.”
Nizamettin Biber

24 Ekim 2019 Perşembe

TOPLANMA ALANI AMA NASIL?



Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da meydana gelen 5,8 büyüklüğündeki deprem, toplanma alanlarının durumunu bir kez daha gündeme getirdi.
Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD), kapsamlı bir açıklama yaparak, toplanma yerlerinin tespitinde göz önüne alınan kriterleri açıkladı ve İstanbul’da 2 bin 864 adet toplanma alanı olduğunu duyurdu. Buna karşın İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) İstanbul Şube Başkanı Nusret Suna’nın yaptığı açıklama ile 1999 depreminden sonra İstanbul’da 496 afet toplanma alanı belirlendiğini ve bu sayının 77’ye düştüğünü, söyledi. Vatandaşların çoğunun e devlet üzerinden arattırdığı acil toplanma alanlarının, mahalle aralarındaki küçük parklar, bahçeler ve camiler çıktığını, olası büyük bir İstanbul Depremi’nde vatandaşların çoğu, gerçek bir deprem toplanma alanının olmadığını habersiz. Suna, deprem toplanma alanlarının altyapılarının hazır olması gerektiğini belirterek, “Deprem sonrası ağır hasar almış alanlarda vatandaşlar nasıl yaşayacak bu soruyu kendimize sormamız lazım. Deprem toplanma alanlarının altyapılarının sağlamlaştırılması gerekiyor. İstanbul’da acil toplanma alanı olarak belirtilen yerlere vatandaşların sığması mümkün değildir. Parklara, okul bahçelerine nasıl sığacak insanlar. Bu alanlar depremin sıcak anında paniği atlatmak için yapılmış küçük alanlardır. Bu alanların da binalardan uzak olması gerekiyor. Siz bir binadan kaçıyorsunuz başka bir binanın yanındaki parkta durmanız mantıklı değildir” diye konuştu.
Mevcut toplanma alanlarının önemli bir kısmının gerekli kriterleri sağlamadığı ve 1999 depreminin ardından belirlenen alanların dörtte üçünün imara açıldığı öne sürülüyor.
Bir afetin yaşanmasının ardından hayatta kalanların yaşamlarına devam etmeleri ve olası kayıpların da azaltılması için iki önemli kavram bulunuyor.
Depremin ardından kurtulanların temel ihtiyaçlarını karşılayacakları güvenli alanlara ulaşmalarında çok kilit rol oynayan, tahliye yolları.
İkincisi de toplanma alanları. Sadece deprem riskine karşı değil, yangın gibi diğer afet durumlarında da insanların güvenli kalmasını ve temel ihtiyaçlarına ulaşmasını sağlayacak şekilde tasarlanmış olmalı.
Deprem riski gözetilerek tasarlanan toplanma alanlarının Uluslararası standardı, kişi başına 1,5 metrekare. Toplanma yerleri düzenlenirken, deprem sonrası bir toplanma alanına ulaşacağı tahmin edilen kişi sayısına göre yapılan hesaplamayla belli bir bölge için gereken kişi sayısının gözetilmesi gerekiyor.
AFAD, toplanma alanını, “afet ve acil durumlar sonrasında geçici barınma merkezleri hazır olana kadar geçecek süre içerisinde paniği önlemek ve sağlıklı bilgi alışverişini sağlamak amacıyla halkın tehlikeli bölgeden uzaklaşarak toplanabileceği güvenli alanlar” olarak tanımlıyor.
AFAD, toplanma alanlarının 7 kritere göre belirlendiğini ifade ediyor ve bu kriterleri şöyle sıralıyor: Bölgedeki nüfus yoğunluğu, Alanın ulaşılma ve tahliye edilme kolaylığı, Alanın mümkün olduğunca engellilerin ve yaşlıların ulaşımına uygun olması, İkincil tehlikelerden uzaklığı, Mümkün olduğunca engebesiz düz arazilerde yer alması, Konut alanlarına yakın ancak yapısal ve yapısal olmayan unsurlardan etkilenmiyor olması, Elektrik, su, tuvalet gibi temel ihtiyaçlar ve benzeri unsurların karşılanabileceği yapılara yakın olması.
Basit bir şekilde anlaşılan Toplanma alanı ayakta durulacak boş alan değildir. Doğal gaz, Elektrik, su, kanalizasyon Alt yapısı hazır olan, konteyner, prefabrik yapı, ve çadır kurulabilecek temizlenme, barınma ve yeme gibi temel ihtiyaçların giderilebileceği, insanların bir arada kısa bir sürede olsa  yaşamlarını sürdürebilecekleri toplanacak insan sayısına göre planlanmış alanlardır. Bu kriterler eşiğinde İstanbul’da belirlenen standartlarda toplanma alanları var mıdır? Varsa kaç tanedir?

Nizamettin Biber

14 Ekim 2019 Pazartesi

Vicdan Ne Zaman Doğdu?




İnsanın omurgasız olduğu bir çağda yaşıyoruz. İyi olan her şeyin sevginin bile anlamsızlaştırıldığı, insanı insana düşman kılan endişeli bir çağ! Kötümserliğe doğru hızla kayıyoruz. Dünya, bir mutsuzluğun önünde diz çöktü. Günümüzde insanlık, dünya barışına her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuyor. Yaşanabilir bir dünya kurmak için çaba harcayan insanlar, yaşanan toplumsal sorunlar karşısında bir güç olup dünyayı değiştirecek yeterliliğe sahip görünmüyor. Ve ne yazık ki, günümüz dünyasının gittiği yol, uygarlığa, hak edilmesi bile olanaksız bir vahşeti, sefaleti kabul etmesi yönünde yaptırımlar dayatıyor.
İnsanlık özgürleşecek mi ? yoksa, köleleşecek mi? Temel sorun insanlığın sezgisi hangi yönde akmaktadır?  İnsanlığın vicdanı ne durumdadır?
Kişinin kendi niyeti veya davranışları hakkında kendi ahlaki değerlerini temel alarak yaptıklarını veya yapacaklarını ölçüp biçtiği bir kişilik özelliği olan Vicdan kavramının çıkış kökeni neresidir? Eski Yunan’da çıkan vicdan kavramı sonradan Avrupa’ya yayılarak batı düşünce sisteminde yerini almıştır. Orta çağda Katolik Kilisesinin tutuculuğu, cemaatine baskı uygulamaları, engizisyon işkenceleri dinde reform hareketiyle yıkılıp gitmiştir. İnsana sevgi ve saygıya dayanan tek tanrılı dinler, Konfüçyüs, Budizm gibi ahlak dinleri büyük yaygınlık kazanmış, yüzyıllarca yaşamış, daha da yaşayabileceklerdir.
Orta çağ Avrupa’sında kilisenin egemenliğinde vicdan kavramı çok arka planda kalmakla beraber insanın doğuşu anlamındaki Rönesans ile tekrar canlanarak insanı tanımlamada ve insani var oluşta merkezi bir yer edinmiştir.  Öte yandan vicdan konusunda filozoflar ikiye ayrılmıştır. Bir kısmı vicdan yasalarının insanda doğuştan var olduğunu, diğer kısmı ise sonradan kazanılan edimsel bir durum olduğunu savunur. Özellikle John Locke’un “tabula rasa” tezi buna örnektir. Locke’e göre insan zihni bilgi açısından doğuştan getirdiği hiçbir şeye sahip değildir. Bütün bilgiler sonradan deney yoluyla elde edilmektedir.
Heideger’e göre vicdan, bir şeyleri anlamamızı sağlayan ve onları açarak ortaya koyan bir özelliktir. Rousseau ise vicdana dair şu sözleri söylemiştir: “Vicdan, vicdan… Ey ilahi içgüdü! Ölümsüz ve semavi sada! Zavallı ve cahil yaratıkların en güvenilir rehberi, sensiz hayvanlardan farksız olur, kötülükten kötülüğe sürüklenir, özsüz bir akıl gücünün ve yasasız bir aklın sürüklemeleriyle, üzücü sonların ve ağır yanlışların avı olurdum.” Vicdan O’na göre yanlış yapmaktan koruyan iç ölçü ve bekçidir denilebilir. Kant; vicdan konusunda çığır açmış ve sonraki düşünürlere paradigma sunacak çalışmalara yer vermiştir. Kant’a göre vicdan, kişinin kendi yapıp ettiklerini mevcut ahlâk yasası içinde değerlendirdiğinde duyduğu “acı verici bir duygudur.” vicdan, O’na göre kendi kendisi için sorumluluk olan bir koşulsuz buyruk anlamına gelir. Spinoza için bütün gayesinin özgür bir yaşam inşa etme noktasında bireyin kendi kendisinin efendisi olması ve kendi gücünü merkeze alması olduğunu söylemektedir. Erich Fromm ise vicdanı kaynağına göre otoriter ve humaniter olarak ikiye ayırır. O’na göre otoriter vicdan, Freud’un süper ego adını verdiği benlik birimidir. Hümaniter vicdan ise erdemin ve mutluluğun doğru yolunu gösteren insani bir işarettir.
Victor Hugo vicdanı, “İçimizdeki Tanrı” diye tanımlar. Michel Foucault kavrama devrimci ve daha radikal bir yorum getirir. Ünlü filozofa göre vicdan, direnişin ta kendisidir.
Hıristiyanlıkta vicdan acıyla, İslam’da hakla tartılır. Hıristiyanlıkta acının olduğu yerde işlenmiş bir suç, bir vicdansızlık vardır. İslam’a göre ise vicdan varsa iyilik ve merhamet zirvededir.
Marlo Morgan; “Kan ve kemik tüm insanlarda bulunur; farklı olan, vicdan ve yürektir...” der.
Vicdanın doğuşu uygarlığın başlangıcına denk düşmüştür. Ancak, İnsanlık, yine sadece ve sadece en mükemmel adalet olan insanlığın vicdanında yüksele/bile/cektir.
Nizamettin Biber

29 Eylül 2019 Pazar

5Y 1K GAZETECİLİK

Bir Gazetecilik terimi olan haberin öğelerini oluşturan 5N ve 1K Yaklaşımı günümüzde birçok alanda kullanılmaktadır. 5N ve 1K, bir konuda basın aracılığıyla kamuoyunu bilgilendirmek, yapılan çalışmaları ve etkinlikleri duyurmak, bu etkinliklere katılım sağlamak, tepki göstermek ya da görüş bildirmek amacıyla hazırlanan yazılarda kullanılan bir yöntemdir. Basın duyuruları, 5N  1K kuralına göre yazılır. 5N 1K; ne, nerede, ne zaman, nasıl, neden ve kim sorularının kısaltılmış biçimidir. Verilmek istenen mesaj önceden belirlenir ve basın duyurusu o çerçevede 5N 1K kuralına göre şekillendirilir.
5n 1k yöntemi, eğitimde öğrencilerin bir olayı ya da bir kavramın anahtar noktalarını Kim? Ne? Nerede? Ne Zaman?, Nasıl?, Niçin? soruları ile ayrıntılı bir biçimde düşünüp ortaya koymasına olanak sağlar.
Ortaya kavram ya da olay yazılır ve sorular, cevaplar olayın çevresine yerleştirilir.
5N1K sorularının içeriği ve açılımı:
NE …………………… Konuyu verir
NEDEN, NİÇİN …………Amacı verir
NASIL …………….. Yöntemi belirler
NEREDE ………….. Mekan ve yer kavramları
NE ZAMAN ……… Süre süreç kavramları
KİM ………………… İlgili ve sorumlu kişileri belirler

Esasen basın özgürlüğüne bağlı olarak bizim hukukumuzda basın kuruluşlarının ve basın mensuplarının uymak zorunda oldukları belirli bir “ilkeler metni” yoktur. Doğal olarak basın kuruluşları ve basın mensupları açısından genel hukuk kurallarının ötesinde hukuken bağlayıcı nitelikte herhangi bir ilke veya kural bulunmamaktadır. Bu nedenle basın mensupları çalışmalarında sadece hukukun genel kurallarına uymakla yükümlüdür. Ancak ülkemizde faaliyet gösteren Basın Konseyi’nin benimseyip ilan ettiği bazı temel ilkeler de söz konusudur.
Gazeteci, haber ve bilgi kaynağına çabuk ulaşmak ve bu kaynaklardan edindiği bilgi ve haberleri okurlara sunma işini üstlenir. Gazetecinin bu görevini yapabilmesi için habere, olaya, olguya, belgeye ve bilgiye dayalı yazılar yazması gerekir. Bunun için de gazetecinin güvenilir kişi olması zorunludur. Gerektiğinde iktidarlara ve güç odaklarına karşı savaşmayı göze alan insan, gazetecidir. Gazetecilik onurlu bir meslektir.
Gazetecilerin işi; gerçeği yok etmek, düpedüz yalan söylemek, saptırmak, kötülemek, servet sahiplerine dalkavukluk etmek, kendi gündelik ekmeği uğruna yurdunu ve soyunu satmak değildir. Lenin, Nomos ve Aydın kitabında “Entelektüel Fahişeler” diye bir deyimden bahseder. 1880’li yıllarda New York Times’ta yazan Amerikalı gazeteci, solcu, Marks’ın arkadaşı Swinton, Leninin entelektüel fahişe kavramını gazeteciliğe atfeder.
Herhangi bir çıkar grubuna bağlanmadan, açık fikirli, dürüst, ön yargılardan uzak ve kişilik haklarına saygılı olarak, halkın haber alma hakkını yerine getirenlerin oluşturduğu meslekten öte, günümüz entelektüelleri, gazetecileri, ya da toplumda aydın olarak adlandırılan insanların birçoğu aslında sistemin ve güçlünün bekçiliğini yapmaktadır.
(5Y) Yalakalık, Yağcılık, Yılışıklık, Yavşaklık,  Yandaşlık (5Y) ise 1 (K) Gazetecilik ilkeleri dışında haber yapan kişidir. 
Nizamettin Biber

Din, Coğrafya mıdır?


Arabistan’da, Ortadoğu’da doğduğun için Müslümansın. Avrupa’da doğsan Hıristiyan, İsrail gibi bir doğsan Yahudi, Hindistan’ da doğsan Hindu olacaktın.
İnsan, dünyaya geldiği andan itibaren içine doğduğu coğrafya ile bir bütünleşir. Coğrafya, öyle bir kavrayışa sahiptir ki içine aldığı karakteri her yönüyle etkiler ve zaman içerisinde bireyde etkilediği bir karakter meydana getirir.
Bireyin yaşadığı yer ve mekânla ilişkisi onun fiziksel özelliklerini etkilediği gibi sosyal ve kültürel hayatına da yön verir. Toplumsal yaşamın ortaya çıkmasında birbirlerinin nedeni ve sonucu olarak sınıflandırabileceğimiz iki önemli etki öne çıkar. Bunlardan, ilki fiziki doğal ortam ve İkincisi toplumsal insani sosyal çevredir. Birey ve toplum yaşadığı mekânın fiziki koşulların yükseklik, bitki örtüsü, sıcaklık değerlerinden bire bir etkilendiği gibi yaşanılan bölgenin dış dünya ile ilişkisinin kolaylığı veya zorluğu da önemli faktörlerdir.
Fiziki coğrafi koşullar davranışlarımıza düşünce ve inançlarımıza ne kadar etkilemektedir? Bilinen o ki İnsanın kalıtsal özellikleri kişiliğin oluşmasında baskın bir özelliliktir.
Coğrafya özünde, doğal ortam (fiziki çevre) ve insan (toplumsal çevre) gibi iki önemli kavramdan oluşur. İnsansız doğal ortam anlamsız olacağı gibi, doğal ortam olmadan da insan ve toplumların yaşam faaliyetleri düşünülemez. Bu nedenle sosyal ve fiziksel faktörler (doğa/toplumsal çevre) karşılıklı etkileşim ve bağlılık içerisindedir.
İbn-i Haldun’a göre insanoğlu doğuştan doğa koşulları ile ilişkilidir. İnsan yediği ve yaşadığı çevreye göre şekil alır. Bu nedenle insanın farklı iklimlerde ve bölgelerde yaşaması, onun farklı mizaç ve ruhsal yeteneklere sahip olmasına yol açar. Antropologların aksine o, toplumların özelliklerinin yaşadıkları bölgeden kaynaklandığını söyleyerek, “bir kişinin genel karakterini belirlemede kalıtım mı çevre mi etkilidir? tartışmasında, tercihini fiziki çevre yönünde kullanır.
İnsanlık tarihinde coğrafyanın toplum ve insan üzerindeki etkileri hep ilgi çekici olmuştur. Bununla ilgilenen düşünürlerin büyük bir kısmı coğrafyanın toplumun ve dolayısıyla insanın veya insana ait eylemlerin yapısını, gelişmesini ve niteliğini etkilediğini düşünmüşlerdir. Bu nedenle toplum ve insan gerçeğini açıklarken, coğrafyanın önemi göz ardı edilemeyeceği gibi, coğrafya-toplum ve insan ilişkisinde “asıl aktör coğrafya”dır hükmü tartışmalıdır. Bu etkileşim karşılıklı olup, coğrafya insanı ve toplumu etkilediği kadar toplumlar da coğrafyayı gelişen teknoloji ile sınırlı da olsa değiştirme gücüne kavuşmuştur. Özellikle insanın eylemleri dini ve ahlaki tercihlerinin fiziki coğrafya, iklim yapısından ne düzeyde etkilendiği önemlidir. Bunu anlamak ve açıklamak bireyin davranışlarını özgür iradesi ile mi yaptığı gerçeğini sorusunu gündeme getirmekle olur.
Burada eğer coğrafya ve iklim İbn-i Haldun’un üzerinde ısrarla durduğu bireyin huy ve karakterini etkiliyorsa, onun ahlakını şekillendiriyorsa bu durum özgürlük ve sorumluluk açısından nasıl değerlendirilmelidir? sorusu karşımıza çıkmaktadır. Değişmeyen bir takım yasalar içerisinde kendi tercihi dışında doğmuş bir kişinin bulunduğu ortamın ikliminden etkilenerek yaptığı seçimlerin kader ilişkisi nedir? En güzel karakter, fiziki özellik ve ahlak ılıman iklim şartlarında yaşayan insanlara özgü ise kaderci seçimler ve ahlaklı bir birey olma arasındaki korelasyonu nasıl açıklanabilir? Yaşanılan yer ile ahlak arasındaki ilişki iradeyi aşan bir niteliğe sahip midir?
İklim-insan ilişkisinin tercihlerden daha ziyade üslûp ve tarzın belirlenmesi ile bir bağlantısı var mıdır?
Coğrafyanın ahlaki ve dini tercihler üzerinde bir zorlayıcı etkisi olduğu söylenebilir mi? Elimizde bu boyutla ilgili nesnel bir veri var mıdır? Zira kuzey ülkelerindeki suç ve ahlaki eğilim arasındaki korelasyon iklimden daha ziyade eğitim ve sosyal düzeyle ilgilidir. Çünkü aynı bölgede yıllarca savaşlar olmuş suç ve ona bağlı yozluklar yaşanmıştır. Bu nedenle bulunulan atmosfer tercihleri belirleyen tek etken olmayabilir. Zira ahlakilik her şartta ve tercihte geçerli bir olgudur.
İnsan bilinçli bir varlık olarak seçme ve yaratıcı özelliğine sahiptir. Bu özelliklere sahip insandan beklenen, yaşadığı her türlü dezavantajlardan sıyrılmasıdır. Yıllarca bilim, kültür, sanat ve medeniyet üreten İslam coğrafyası bugün neden savaşın ve kaosun pençesine düşmüştür?  Sonuçta kadere teslim olmak yerine, bulunduğumuz coğrafyanın sonradan kendisine giydirilmiş olan makûs kaderi değiştirilemez mi? O halde coğrafya ve kader arasındaki denklemi belirleyen başka değişkenlerin/dinamiklerin olduğunun bilincine varmak gerekir. Bu gerçeği anlayamayan, her coğrafyanın insanı tahakküme boyun eğmeye ve buna yanlış da olsa kader demeye devam edecektir.
İnsan-tabiat, insan-coğrafya ve insan-iklim ilişkisinin bireyin davranışları ve seçimleri üzerindeki etkisi nitel bilimsel çalışmaların sonucu olarak ortaya konulmalıdır. Bireyin eylemlerinden sorumlu olabilmesinin ön şartı onun iyi ve kötüyü birbirinden ayırt edebilmesi yetisi yanında eylemlerini özgürce seçebilmesi ile ilgilidir.
Bütün insanlar dinsiz doğar ve çocukluğundan itibaren doğduğu çevrenin dayattığı inanca, dine inanır. Birey, çocuk aklıyla neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemediğinden dolayı da coğrafyanın, çevrenin ona öğrettiği inancı doğru kabul eder. Dolayısıyla din tercihi ile coğrafya arasında doğrudan bir ilişki vardır.
Son tahlilde, İnsanın bilinç sahibi iken özgür bir coğrafyada özgür iradesi ile inandığı şey onun dinidir.
Nizamettin Biber



26 Eylül 2019 Perşembe

Deprem ve 3 Parametre

Mümin Sekman “kişisel ataleti yenmek” kitabında Türkiye’nin 3S cenneti olduğunu söyler. Türk insanını ancak bu 3S’deki kavramların ortaya çıkması harekete geçirir. Diğer zamanlarda genellikle ataletimizi bozmayız. İşçi sağlığı ve iş güvenliğine yönelik olarak ta asla proaktif (önleyici)  önlem almayız ve kaza, olay olduktan, hasar, yaralanma veya ölüm sonrası reaktif önlem alırız. Peki nedir 3S? Sorun, Skandal, Sansasyon.
Bundan tam 20 (yazı ile yirmi) önce 1999 yılında Marmara’da yaşadığımız deprem binlerce insanımızın ölümüne, bir o kadar insanımızın yaralanmasına, yüzlerce insanımızın sakat kalmasına, milyarlarca lira zarara neden olmuştu. Marmara Depremi’nin ardından getirilen deprem vergilerinin (Özel İletişim Vergisi / ÖİV) üzerinden 20 yıl önce bugün depremin yaralarının sarılması için bir kez alınmak üzere devletin getirdiği ÖİV, bırakın bir yıl sonra kalkmayı aradan geçen zaman içinde kanun maddesi oldu ve kalıcı hale geldi. Peki bu vergiden ne kadar para toplandı, amaca uygun kullanıldı mı?
Eski Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, daha önce yaptığı bir açıklamada toplanan ÖİV tutarının sağlık, duble yollar, demiryolları, havayolları ve eğitim için kullanıldığını söylemişti. Helali hoş olsun diyelim, ancak Binlerce canı yitirdiğimiz 17 Ağustos 1999 gecesi, hayatımızda acısı unutulmayacak bir iz bırakan deprem gerçeği ile 20 yılda ne kadar yüzleşebildik? Aynı trajediyi tekrar yaşamamak adına şimdiye kadar neler yaptık, neler yapamadık?
Depremin en önemli ayağı olan sayıları milyonları geçkin çürük yapı stokunu iyileştirmek adına gerçek kentsel dönüşüm” yapıldı mı? 2000’lerin başında başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanında kentsel dönüşüm başladı. Ancak bu dönüşüm gerçek, yani olması gereken bir kentseldönüşümü ifade ediyor muydu? “Hali hazırda yapılan dönüşüm, var olan boş alanların yapılaşmaya açılmasını ve yıkılarak yeniden yapılacak binaların yıkılandan daha yüksek ölçekte yapılmasını kapsıyor. Kentsel dönüşüm bu şekilde uygulandığından amaca uygun hizmet etmiyor. Yık-yap çözüm değil. Gerçek dönüşüm, boş alanların ve yeşil alanların da hesap edilerek, çevre düzenlemesinin yapılarak, sokak ve cadde genişliklerinin de düşünülerek hayata geçirilmesi şeklinde olmasıdır.”
Yeterli sayıda Kamu ve özel binaları güçlendirildi mi? Gökdelen tipi yüksek binalar için yapım yönetmeliği hazırlandı mı? Deprem anındaki toplanma alanları belirlendi m? Belirlenen alanlar yeterli mi? İmar barışı yasası kapsamındaki binaların depremselliği incelendi mi? Güvensiz binaları ruhsat vererek illegal yapı stoku gelir elde amacı ile legal hale mi getirildi? Meslek odaları konu ile ilgili, “Yaşadığımız acı deneyimler, ‘imar barışı’ adı altında yapılanlar, hukuksuzluğa bir örnek olarak, toplumun can ve mal güvenliğini riske atan tüm girişimlerin aklanmasıdır. Bir binanın imar affı ile ruhsat sahibi olması, onun güvenli olduğu anlamına gelmemektedir. Binaları güvenli yapan, mühendislik bilgi, birikimi ve uygulamasıdır.” şeklinde açıklama yaptılar.
Depreme yönelik Kriz merkezleri, haberleşme, iletişim konuları çözüme kavuşturuldu mu? Olası deprem anında kim ne yapacak belirlendi mi? Tüm bu soruların karşılığı keşke olumlu ve yapıcı olsaydı. Ama ne yazık ki gerçekler hiçte iç açıcı değil.
Bu yılın Şubat ayında 21 vatandaşımızın ölümüne neden olan Kartalda çöken sadece bir bina nedeniyle yaşadığımız kurtarma zafiyetleri tüm çıplaklığı ile naklen izledik. Olası bir depremde bu durumun yüz binlerce yapı stoku için düşünülmesi bile insanı ürkütüyor. Maalesef Ulus olarak belleğimiz zayıf olaylardan ders almıyoruz.
Deprem bize, çaresiz, sahipsiz bilgisiz olduğumuzu, yılların ve paraların boşa harcandığını, paniğin çok, toplanma alanlarının yok olduğunu, çağın iletişim arçları olan cep telefonlarının bir işe yaramadığını, hastahanelerimizin bile boşaltılacak kadar güvensiz olduğunu, cezaevlerinde yatanların gözden çıkarıldığını öğretti.
Yaşadığımız yapının; oturduğu zeminin yapısı (kohezyonu yüksek mi, sıvılaşma özelliği gösterir mi?),  taşıyıcı sisteminin güvenirliği, maruz kaldığımız depremin şiddeti şeklindeki 3 değişken parametrenin olumsuz olması depremi bir felaket haline getirebilir. Bütün bunlara karşı durabilmenin yegane ölçüsü, ülkeyi yönetenlerin, mühendis, mimarların ve vatandaşların bilim, fen, teknik kurallara bağlı üstün bilinç sahibi olmasından geçiyor.
Tanrı, Ulusumuzu sismik boşluktaki enerjinin hışmından korusun!
Nizamettin Biber

24 Eylül 2019 Salı

Araçsal mı amaçsal akıl mı?

Akıl, insanın en önemli varlığıdır ve İnsan ne kadar akıllı olursa olsun, ‘aklın iyi kullanılabilmesi’ de, en az ‘akıllı olmak’ kadar önemli bir konudur.Peki, Ne demek aklın araçsallaşması? Kısaca, yaşamın kendisini amaç olmaktan çıkarıp herhangi başka bir amaç için aklın bir araç olarak kullanılmasıdır. Zamanımızda, bu tutum; iktidar olmak, gücü ele geçirmek ya da gündelik yaşamı sürdürme stratejilerini gerçekleştirmek için yoğun olarak kullanılmaktadır.
Eleştirel kuramın ideal standardı, Hegel’in akıl kavramıdır. Frankfurt Okulunun Düşünürlerinden Horkheimer “Bireylerin özgür gelişimi, nesnel aklın; yani toplumun aklının gelişimine bağlıdır.” görüşündedir. Horkheimer, aynı zamanda, Amaçsal ve araçsal akıl ayrımını da yapar. Ona göre; Araçsal akıl, kapitalizmin gelişimi için araçsallaşan akıldır. Amaçsal akıl da toplumun idealini, amacını hedef alan akıldır. Araçsal aklı, aklın kapitalist teknolojik gelişmelere araç olması şeklinde tanımlar. Teknik akıl kavramı da araçsal akıldır ve Aristoteles’ten gelmektedir, der. Horkheimer, akılsal bir toplumda toplum-birey çatışmasının ortadan kalkacağını söyleyerek, Rousseau’nun ortak irade kavramına göndermede bulunur.
Horkheimer, aklın araçsallaşması, biçimselleşmesi üzerine şöyle der: “Aklın biçimselleşmesinin sonuçları nedir? Adalet, eşitlik, mutluluk, hoşgörü, geçmiş yüzyıllarda aklın doğasında var olduğu ya da gücünü akıldan aldığı varsayılan bütün bu kavramlar, düşünsel köklerinden kopmuşlardır. Hala birer amaçtırlar, ama onları değerlendirecek ve bir nesnel gerçekliğe bağlayacak rasyonel bir etmen yoktur”  Horkheimer’ın analizlerinde, nesnel aklın görevi amaç belirtmektir. Nesnel akıl, olay ve olguları tarihsel bütünlüğü içinde anlamaya çalışır ve insanlara gelecek için toplumsal perspektifler de kazandırır. Öznel aklın görevi ise, araç belirlemektir. Öznel akıl, olay ve olguları pratik faydaları içinde anlamaya çalışır ve insanlara içinde bulundukları hayatta başarılı olmaları için perspektifler kazandırır. Bu anlamıyla baktığımızda öznel akıl, kapitalizmin isteyip teşvik ettiği akıldır. Bu akıl Aydınlanma dönemiyle beraber ön plana getirildiği için akıl, kendi düşünsel köklerinden kopup araçsallaşmış ve kapitalizmin bir formu haline gelmiştir.
Araçsal akıl anlayışı, insan eylemi için asli ve temel birtakım rasyonel amaçların olabilmesini kabul etmeyip, aklın tamamen, her nasılsa belirlenmiş keyfi birtakım amaçlara ulaşma noktasında etkin araçların seçimiyle ilgili olduğunu dile getirir.
Frankfurt okulu düşünürleri, araçsal aklı, aydınlanmayla başlayan süreçte aklın, sadece doğayı sosyal refah amacı doğrultusunda kontrol etme amacının bir aracı haline getirildiği iddia edilen, belirli bir amaca ulaşmak için en etkili ve en düşük maliyetli yolu bulmaya odaklanan akıl türü olarak tanımlar.
Bir amacı gerçekleştirmek için en kısa ve en az maliyetli olan yolu tespit etmek için gereken aklın kullanım biçimi olarak araçsal akıl, machiavelli’nin amaca giden her yol mübahtır önermesiyle apaçık bir şekilde de tecelli etmiştir.
Temelini faydacı dünya anlayışında bulan araçsal aklın bu kullanım biçimi insanı hayvandan aşağı bir ruh haline sürüklemektedir.
Araçsal aklın en tehlikeli yönü ise konformizmin etkisiyle yaşananların ideal olduğu yanılsamasına insanları yönlendirmesi, böylece ideale ulaştığını ve doğal olanın bu olduğuna ikna olan bireyler içinde bulunduğu düzenin adaletsizliklerine karşı dehşet bir tepkisizlik içine girmesidir.
Frankfurt Okulu düşünürlerinin Aydınlanmaya ve modernliğe ilişkin eleştiri ve değerlendirmelerinin oluşturduğu bağlamda ortaya çıkan bir terim olarak araçsal akılcılığı, insani faaliyetin nihai ve en yüksek amaçlarına değer biçilmesi sürecinde kullanan akılcılığın tam karşısında yer aldığını söylerler.
Araçsal akıl genelde tüm dünyada özelde ise ülkemizde hayatın her alanına nüfuz etmiştir,
Sonuç olarak yaşadığımız nesnel koşulların bir sonucu olarak Ahlak ta araçsallaşmış, bu süreçte bireylerin karakteri aşınmıştır. Bugün, belki de her zamankinden daha çok, gerçek kişilerle kurduğumuz ilişkiler zemininde içselleştirilmiş bir ahlak inşasına ihtiyaç vardır. Herkesi ne ise o olarak kabul eden, ortak bir normlar çerçevesi içerisinde herkesin kendi iyisine ve amacına saygı duyan bir ahlakın inşası mutlaka kurulmalıdır.
Hangi akıl sorusuna yanıt ise araçsal akıl yerine, toplumun idealini, amacını hedef alan amaçsal akıl tercih edilmeli, kullanılmalıdır.
Nizamettin Biber

20 Eylül 2019 Cuma

Devlet ve Yönetimi

Devlet, Toplumun siyasal örgütlenişi ve örgütlerinin tümü, insanlığın tarihinde örgütlediği en iyi yapıdır. Kişisel vicdanın zorlama ve yaptırım gücü olmadığından bireyler toplum düzenini sağlayamadığından toplumsal yaşamda bireylerin ihtiyaç ve isteklerini, ilişkilerini ve haklarını düzenleyen kurallara, yasalara ve bunları uygulayacak kurumlar üstü bir kurama ihtiyaç vardır. Buna göre devlet, amacı sosyal düzenin, adaletin, toplumun iyiliğinin sağlanması olan, belli bir toprak parçası üzerinde yerleşmiş bir insan topluluğuna dayanan ve bu topraklar üzerinde bulunan her şey üzerinde nihai meşru kontrole sahip, siyasi örgütle donanmış sosyal bir organizasyondur.
“Devlet nasıl ortaya çıkmıştır?” sorusuyla ilgili olarak düşünce tarihi boyunca devletin doğanın bir devamı olduğunu ve yapay bir varlık olduğunu ileri süren iki farklı görüş söz konusudur.
Platon, İnsan ve devlet birbirine benzer insan mikro organizma devlet ise makro organizmadır, Farabi; Bütün insanlar ihtiyacı giderebilme konusunda yardımlaşmaya ve birlikte bulunmaya muhtaçtır, İbn-i Haldun’a göre toplum insanların birbirine muhtaç olmasından dolayı ortaya çıktığı halde devlet insanı toplumdaki diğer insanların saldırı ve zulmünden korunmak için kurulmuş bir kurumdur, demiştir.
Thomas Hobbes:“Leviathan (Tevrat’ta adı geçen bir devin ismi)” adlı eserinde doğa durumunda birbirinin kurdu olan insanlar bir sözleşme ile hak ve özgürlüklerini kendi iradeleriyle devlete tek taraflı devrederek kargaşa ve savaşa son verip güvenlik içinde yaşamak istemişlerdir. Ortak iradenin bu isteği devleti yapma bir kurum olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur.
John Locke’ta toplumun kuruluşuna sözleşmeye dayandırır. Locke’un devleti onu kuran toplumun amaçlarının gerçekleştirilmesinde sadece bir araçtır.
Jean Jacques Rousseau; “Toplumsal sözleşme” adlı eserinde insanın özgür olarak doğduğunu ama sonra her yerde zincire vurulduğunu söyler. İnsan bu durumdan ancak sözleşme ile katıldığı kendi özgür iradesiyle onayladığı ve bağlandığı bir devlet meydana getirmekle kurtulabilir.
Tarihçi, sosyolog ve siyaset bilimci, İbn-i Haldun devletin doğuşu, gelişmesi, krizleri ve yıkılışının nedenlerinin bilinebileceğini ileri sürer. İbn-i Haldun’un üzerinde en çok durduğu ve devlet görüşünün temelini oluşturan kavram asabiyettir, asabiyeti sosyal bilinç ve grup dayanışması olarak tanımlar. Ona göre; topluluklar arasında olan asabiyet bağı sayesinde devletler kurulmuştur. Düşünür, devleti, ortak çıkarları ve ihtiyaçları karşılamaya yönelik bir kurum olduğunu iddia eder. İbn Haldun, devletin yıkılışında asabiyet bağının zayıflamasına bağlar. Ona göre; insanın doğup, büyüyüp ölmesi gibi devletlerin kurulup, gelişmesi ve yıkılması doğal bir olaydır.
İbn-i Haldun’a göre; Bir toplumun çöküşünün belirtileri,  Toplumda dayanışmanın yok olması, Üretimin zayıflaması, Fiyat ve vergilerin artması, Liyakatin kaybolması, Adaletsizliğin ve kayırmacılığın artması, Umutların kırılması, karamsarlığın hâkim olması, Göçün hızlanması, İblisane bir gurur ve kibir, Gösteriş, riyakarlık ve yalakalıktır.
Osmanlıda Defterdar Sarı Mehmet Paşa “Devlet Adamlarına Öğütler” kitabında ise; Bütçe açığını ve israf konusunda yapılması gerekenleri tek tek anlatmış. Bir rapor hazırlayıp padişaha sunmuş. Kadıların, bahşiş- adı altında rüşvet aldığını ve bu adaletsizliğin devletin sonunu getireceğini söylemiştir. Tabi, birçok kadının tekerine çomak sokunca da yine kadıların yaptığı karşı bir operasyonla rüşvet aldığına hükmedilerek 1717 yılında kafası kesilmiş, vücudu Kavala mezarlığına, kesilen başı İstanbul’a getirilip padişaha gösterildikten sonra gömülmüştür. Sarı Mehmet Paşa, devlette görev talep edene asla görev vermeyin, devlet bizzat kendisi ehil olanı bulup görevlendirmeli diye de ekler. Bir devletin ayakta durması için her şeyden daha çok iki şeyin önemli olduğunu söyler. Bunlar, vergi ve İstihbarattır.
Devlet için,  Friedrich Hegel; “Devlet, özgürlüklerin teminatıdır.”, .Jean Jacques Rousseau; “Devlet, toplumsal iradenin ürünüdür.” sözlerini sarf etmişlerdir.
Çabuk kin biriktirenler, Kul hakkını bilmeyenler, İdeolojik körlüğü olanlar, Çok kişiye minnet duyanlar, İdare yeteneği olmayanlar, Hayır demekte zorlananlar, Eleştiriye tahammülsüzler, Güç, para, makam ve kadın (asa, nisa, masa, kasa) zaafı olanlar devlet yönetiminden uzak tutulmalıdır.
Nizamettin Biber

19 Eylül 2019 Perşembe

Ruh Sağlığımız

Ülkemizde yılda yaklaşık 10 milyonu geçkin kişi, ruh ve sinir hastalıkları nedeniyle doktora başvurmuş, doktora başvurmayanlarla birlikte bu sayının çok daha yüksek olduğu gerçeği ortadayken antidepresan ilaç kullanımı % 30 oranında artmış. Türk halkı, en çok hayat pahalılığı, trafik yoğunluğu, ve iş olanaklarındaki yetersizliğinden şikayetçi. Her 5 kişiden birimizde öfkeliyiz. 145 ülkede 154 bin kişi üzerinde gerçekleştirilen Gallup Küresel Duygu Raporu’ndaki en mutlu ülkeler sıralamasına göre; Ülkemiz, Tunus, Yemen, Afganistan’ı geçerek 53 puanla sondan 4’üncü sıraya yerleşmiş.
Tarih içinde Psikolojik hastalıkların nedenlerini; Aristotales; “ruhun kötülüğüne”, Galen; “vücut salgılarının dengesizliğine”, Freud; otoerotik saplantıya,  Jung; egonun hiyerarşik durumunun zayıflığına bağlamıştır.
Psikolojik hastalıklar geçiriyor olmak birçok toplumda tabu görülse de insanların büyük bir çoğunluğunda görüldüğü bir gerçek. Toplumun yarısından fazlası yaşamlarında en az bir kere psikolojik bir hastalık tanısına uyacak şekilde duygusal güçlükler yaşıyor.
Peyami Safa, Her hastalık öncelikle ruhta başlayıp sonra vücuda sirayet etmiş bir isyandır, der.
Psikolojik hastalıklar neden oluşur? Psikolojik rahatsızlıkların nedenleri oldukça komplikedir, genellikle birden fazla nedenden dolayı ortaya çıkar.
Psikolojik hastalıklar; biyolojik, (Genetik, kalıtım, Beyinde hasara neden olabilecek olan enfeksiyonlar, travmalar, Madde kullanımı (uyuşturucu kullanımına bağlı gelişen paranoyalar), Toksinlere maruz kalma (kurşun), Kötü beslenme…
Çevresel faktörler; Kayıplar (ölüm, ayrılık…), Kötü aile koşulları, Değişimler (göç, taşınma, iş, meslek, boşanma…), Sosyal beklentiler, Yalnızlık, Ailede madde kullanımı, Kişisel özgürlük kaybı…
Psikolojik faktörler; Travmalar (istismar…), Yas, İhmal, Koşullu kabuller, diğer insanlarla ilişki kurmada zorluklardır.
Günümüzde yerel ve global düzeyde artan ekonomik krizler, işsizlik gibi sorunlar, çevre, hava kirliliği, iç ve uluslararası savaşlar, insan eliyle oluşturulan felaketler vb. nedenlerle ve bunların teknoloji sayesinde uluslararası ölçekte yayımlanması sonucunda travmatik yaşamların çoğaldığı ve bunun ruhsal hastalıkların artışında önemli pay sahibi olduğu söylenebilir. Üstelik, bunlar olurken insanın doğayla ve toplumla bağı giderek zayıflamakta ve bu durum, tek tek bireylerin karşılaştıkları sorunlarla başa çıkma yeteneklerini azaltmaktadır.
Ruhsal rahatsızlık, “zihinsel işleyişin, günlük yaşamsal eylemini karşılama kapasitesine büyük bir oranda müdahale edecek kadar hissedilen zihinsel bir bozukluktur.
Dünya Sağlık Örgütüne göre; Sağlıklı insan; bedenen, ruhen ve sosyal bakımdan tam bir iyilik halidir.
“Ekonomik koşulların ağırlaşması ile geçim derdi ve kaygısıyla ülke insanının her yıl gittikçe ruh sağlığı bozulmaktadır. Toplumun ruhsal sağlığının ekonomik refah ile doğrudan ilişkili olup, bir toplumda geçim koşulları ne kadar zorlaşırsa huzursuzluk, endişe artar, kaygıya bağlı olarak ruh sağlığı bozulup tüm kamu sağlığını tehdit etmeye başlar.
İnsan sağlığı, sadece kişisel bir olgu olmayıp, toplumsal yönünün de bulunduğunu belirtmek gerekir. Kişinin sosyal yönden tam iyilik halinde olmasının ön koşulu sosyal yaşamının sağlıklı olmasına bağlıdır. Çalışma ve yaşam güvenliğinin sağlanamadığı, iş bulma olasılığının bulunmadığı, gelir dağılım dengesizliğinin yarattığı huzursuzluğun giderilemediği toplumlarda kişinin tam iyilik halinde olması olanaksız görünse de;
Hastalığın kalıtsal olan nedeni bir yana, ruh sağlığımızı dengede tutmak için yeterli miktarda D vitamini içeren güneş almalıyız Düzenli egzersiz ile ruh sağlığımızı hem koruyabilir hem de güçlendirebiliriz. Ruh hali değişiklerini dengelemek ve depresyonu önlemek için de Omega 3 içeren besinler tüketmeliyiz. Kabul edilebilir limitlerde stres alabiliriz ancak üstesinden gelemeyeceğimiz  stres miktarından uzak durmalıyız. Bir amaç edinmeli, umutsuzluğu yenmeliyiz. Hayatın rutinini kırıp, monotonluğunu yenip renklendirmeliyiz. Düzenli ve sağlıklı beslenmeli, sorunlarımızı paylaşmalıyız. Dostlar edinip, yeterince sosyalleşmeli, yalnızlıktan uzak durmalıyız, Doğaya dönmeli pastoral hayattan uzak kalmamalıyız. Baskılara boyun eğmeden özgürlüğümüzü korumalıyız.
Sigmund Freud’un “Ruh sağlığı yerinde insan sevebilen ve üretebilen insandır.” sözündeki insandan oluşmuş toplumda hem sevebilir ve hem de üretebilir.
Nizamettin Biber

15 Eylül 2019 Pazar

Din, Düzenleme mi?, kontrol etme aracı mı?

Tek tanım üzerinde anlaşma sağlanılmayan sözlük anlamı olarak din, Tanrı düşüncesine dayalı toplumsal bir kurum, insanların doğaüstü güçlere, kutsal saydıkları türlü varlıklara, tanrılara ya da Tanrı’ya inanma, tapınma biçiminde katıldıkları gizemsel olgu olarak tanımlanmaktadır.
Wikipedai’ya da göre ise Din, genellikle doğaüstü, kutsal ve ahlaki öğeler taşıyan; çeşitli ayin, uygulama, değer ve kurumlara sahip inançlar ve ibadetler bütünüdür şeklinde ifade edilmektedir.
Bilindiği üzere Sosyal, yani toplumsal bir yaşam formu olmanın kaçınılmaz bir sonucu olarak da topluluk halinde yaşamanın birtakım düzen kurallarının olması gerekmektedir. İşte, insanların bir arada yaşıyor olmalarına toplumsal hayat ve bu bir arada yaşamanın gerektirdiği düzenin sağlanmasına yönelik kurallara da sosyal hayatı düzenleyen kurallar denilmektedir.
Sosyal hayatı düzenleyen Ahlak kuralları, Din kuralları, Görgü kuralları olup, yaptırımları manevi niteliktedir. Hukuk kurallarının ise yaptırımı maddi niteliktedir.
Tanrı tarafından konulmuş olan, peygamberler ve kutsal kitaplar aracılığı ile insanlara iletilmiş olan kurallar bütünü olarak dinin en bilinen yaptırım şekilleri günahkâr sayılma ve ahrette hesap verme olarak karşımıza çıkar.
Sosyal düzenleme kurallarından sadece dini kısaca irdelersek eğer, dinin Bireye ve Topluma Sağladığı yararlar şöyle sıralanabilir.
1. Akıl ve bilinç sahibi, varlığı üzerinde düşünebilen bir canlı olarak insan, nereden gelip nereye gittiğini, niçin yaratıldığı, hayat yolunun onu nasıl bir sonuca ulaştıracağı gibi soruları yanıtlamak, içinde geleceğe ait olarak beliren endişelerden kurtulmak, iç huzura ermek ihtiyacını ancak din ile öğrenir.
2. İnsanlığın kendi dünyasında maddi ve manevi gelişmesi, gerçek evrensel insanlık evresine ulaşması için de, din mutlaka gereklidir.
3. Din, toplum hayatını düzenleyici ve disipline edici olarak da, insanlık için gerekli bir kurumdur.
4. Dinsizlik, her şeyden önce ahlak  düşüncesini yıkar. Çünkü din olmadığı takdirde, ahlak için hiçbir yaptırımcı güç kalmadığından, dinsizlik; her türlü kötülüğün yayılmasına ve genişlemesine ve sonuçta toplumun çökmesine neden olur.
5.Din, insanın psikolojik alanına olumlu katkı sağlamaktadır.
Temelde yukarıdaki beş madde üzerine oturan dinin gerekliliği üzerine tartışmak konusunda çok ta yeterli olmadığımı düşünüyorum.Ancak tanımların hükümlerinde çok sorun olduğunu görmekteyim.
21. Yüzyılda, post modern bir dünyada; halen daha din; fertleri kutsal duygu ve alışkanlıklarda birleştiren, toplumları yücelten ve geliştiren bir kurum mudur? İnsanlara yön verip, onları iyi ve yararlı şeyler yapmaya yönelten bir sosyal düzenleyici midir? Aynı zamanda ahlaki bir kurum olarak insanlara yön veren, en mükemmel yasalar ve en sıkı düzenlerden daha güçlü bir şekilde kişiyi içten kuşatan, kucaklayan ve yönlendiren bir disiplin midir?
İnsanın psikolojik yapı ve yaşayışında karşılaştığı yalnızlık, çaresizlik, korkular, üzüntü ve sarsıntılar, hastalıklar, felaketler karşısında ona ümit, teselli ve güven sağlayan en son sığınak mıdır? Dinsel yaşam, insanı ruhsal bunalımlardan korur mu?, kendisine ve çevresine karşı daha duyarlı ve dengeli yapar mı?
Dindeki ahret inancının dünya hayatındaki davranışlarda etkili midir? İnsandaki sonsuzluk duygusuna yanıt verir mi? İnsanlığı manevi ve zihinsel gelişmesinde dinin önemli payı var mıdır?
Bilindik ifade ile İnsanların kötülüklerden kaçınıp, iyilik yapabilmesi için, kutsal kitapları okumaları, dini bilmeleri ve Peygamberin yaptıklarını örnek edinmeleri gerekmektedir.
Kişisel olarak dinin bireyi ve toplumu olumlu düzenlediği yargısına günümüz toplumları için asla katılmıyorum. Zira yüz binlerce din görevlisi on binlerce ibadet merkezlerine sahip olmamıza rağmen olumsuz istatistik sonuçlarımız ortada. Bireyi erdemli ve ahlaklı kılan şey bilgidir, bireyin, yarın korkusunu ve psikolojik sorunlarını gideren, güçlü kurumlar, hızlı ve güvenilir devlet organizasyonlarıdır. Post modern, yeni toplum düzenleme aracı ise hukuktur.
Sahi dinle toplumlar olumlu düzenlenemediğine göre, günümüzde dine toplumu kontrol etme aracı görevi mi verilmiştir?
Nizamettin Biber

8 Eylül 2019 Pazar

Ceren Yayıncılık, Şeref Kurtiş

Tatil yapmak için hem Edirne-Enezdeki yazlığımıza gitmeyeli hem de blogda yazı yazmayalı uzun zaman olmuştu. Zaman zaman blog sayfasını ziyaret ediyor, tanıdık ve içeriğini ilginç bulduğum blogları okuyorum, MB ile ilişkim şimdilik bu boyutta. MB’da epeydir neden yazmadığımı, blog alanının içerik ve yayın politiğinin değişimi hakkındaki düşüncelerimi aktarmayı sonraya erteliyorum.
2014-2015 yıllarında Enez-Altınkum gece pazarının girişinde 2. El kitap tezgahı açmış, iki sezon yaklaşık bir hafta kitap satmıştım. Bir önceki akşam pazarında bir kitap tezgahını ziyaret ettiğimde tezgah açıp ta satamadığım evdeki kitaplar aklıma gelmişti, onları getirerek kitap takası yapabilirim düşüncesi aklımda belirdi.
Bahçede çalıştığım ve denizde kısa tatil süresinden fazlaca yararlanmak amacıyla uzun süre denizde kaldığımız için eşimde ben de yorgun düşmüştük, ancak abartmadan söylemeliyim ki kitaplar aklımdan çıkmıyor, evden getirdiğim kitabı okuyor, hem yaşam sevincimi, hem de entelektüel alanımı besliyorum. 
Akşam yemeğinden sonra, evde markete ve pazara gidilen el arabasına kitapları doldurdum, kalanları da bir bez çantasına koyarak kitapçıya doğru yola koyuldum. Tezgahtar gence kitapların sorumlusunun kim olduğunu sordum o da el işareti ile patronu gösterdi. Aslında gittiğim yer yeni bir trend olan kitap kafe tarzı bir yerdi. Sezon sonu sayılırdı tezgahın önünde tek tük müşteriler vardı. Üstü kapalı bahçeye elimdeki kitaplarla yöneldiğimde nefes nefeseydim, farkına varmamış ama epey yorulmuştum.
Bir masada bir kaç kişi ile sohbet eden beyefendi beni başka bir masaya davet ederek birlikte oturduk. Kısaca kendimi tanıttım, kamu görevlisi olduğumu kitaplarla ilişkimi ve emeklilik sonrası yapmak istediklerim hakkında küçük bir konuşma (bana göre) yaptım. Sonrasında ise elimde kalan kitaplara bakmasını ve bana bunlara karşılık kitap verip veremeyeceğini sordum. Hafifçe gülümsedi, buradaki tüm kitaplar sizindir dedi, ciddi olup olmadığını anlayamadım, anladığım şey ise onun benim tutkumu hissetmesi idi. Sempatik bir tavrı vardı ama bendeki septik tutum yine ortaya çıkmış, insan niteliğini ölçme mekanizmam hızla çalışıyordu. Kendi içtiğinden bana da ikram etti, kabul ettim. Bir süre sonra artık düşünsel iklimi, yaşam kodlarımızın dnalarının kesinlikle uyumlu olduğunu gerçeğine varmıştım.
Bu kibar ve samimi beyefendi, Edirne’de kitapçılık ve yayıncılık (Ceren Yayıncılık) yapan Şeref Kurtiş’di. Bir süre sonra kitap tezgahı açtığım yıllarda Haluk Ecevit’in kendisi tarafından yazdığı imzalayarak bana hediye ettiği, okuduğum “Maşatlığa Kırlayan Kızan” kitabından bahsedince onu da kendisinin bastığını söyledi.
Kitapçılık yayıncılık ve tabii ki ülke meselelerine üzerine çok nitelikli keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Kitap işinde mutlu olan nadir insanlardan biriyle karşılaşmıştım. Onun entelektüel hazı yakaladığını ve bu hazın onu son derece mutlu ettiğini gördüm.
Biraz sonra ise masadan kalkarak kendi yayınevi tarafından bastığı kitapları tek tek tanıtıp masanın üzerine koyuyordu, heyecanım daha artmış halde izliyor kitap ve içerikleri hakkında kısa sorular soruyordum.
Özellikle; Sabriye Cemboluk tarafından yazılan baş yapıt niteliğindeki, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı sonrasında Meriç nehrinin sınır olmasıyla birbirinden ayrılan iki kız kardeşin hikayesini anlatan “Son Talika” romanın içeriği beni çok etkilemişti. Masanın üzerinde koyduğu ve tanıttığı kitapların içindeki iki kitap ise ilgilendiğim bir konuya aitti, Trakyada Yahudiler, Rafet Seçkin tarafından yazılmış “Belgelerle Kırklareli Yahudileri ve 1934 olayları” kitabında, konu hakkında en etkin kişi olarak bildiğim gazeteci Rıfat N. Bali’ye sorular yöneltiyordu. Diğer kitap ise Güngör Mazlum tarafından yazılmış, Belgesel tarihi roman olan “Edirne’nin Yahudileri” kitabı idi. “Debboy önünde diken” kitabı millileştirmeden önce Tütün İdaresi,  Reci’ye baş eğmeyen, ne pahasına olursa olsun direnen, Gönen tütüncülerinin destanını anlatmaktaydı. Yazarı ise kendisi ile mutlaka tanışmam gerektiğini söylediği, Çanakkale Gelibolu Burhanlı köyünde yaşayan Hukukçu Özgür Özol’du.
Ali İhsan Mete imzalı, “Ehl-i Beyt Yolu Seyyid Ali Sultan Süreği”, Köy Enstitütülerinin kapanış öyküsünü anlatan Feyzullah Aktan tarafından yazılmış, “Domuz Dolabı”, A.Özgür Ağırgan, Mehtap Ağırgan imzalı “Osmanlıdan Günümüze Trakyada İpek ve İpek Böcekçiliği”, Edirne kuşatmasını bir Fransız asker olan Gustave Cirilli tarafından gün gün anlatan ve Fazıl Bülent Kocamemi tarafından Türkçeye çevrilen “Edirne Kuşatma Günlüğü” kitapları ile
Çok özel bir kitap olan Mustafa Özcan imzalı “Holistik Bilim”, kendisi de güreş yapmış tarihçi Halis Eldem tarafından yazılmış “Kel Aliço” kitabı ile Atakan sevginin kaleme aldığı ciddi bir araştırmanın ürünü olan “Balkan savaşlarında Trakya ve 1912 Edeköy Katliamı” kitapları kendisinin bastığı ve bana hediye ettiği onlarca kitaptan bazıları idi.
Tezgahtan da istediğiniz kitabı alabilirsiniz dediğinde heyecanım daha da artmıştı, yüzsüzlük ederek Jared Diamondun klasik eseri olan çok istediğim ve merak ettiğim Tüfek Mikrop ve Çelik kitabını da böylece edinmiş oldum. Ha bu arada sembolikte olsa kitap tezgahından iki kitap satın aldığımı belirtmek isterim.
Ne diyeyim İstanbul’da olmadığım dönem içerisinde kitap mezatlarından edinemeyeceğim kitaplar için üzüldüğüm anda tatil yaparken onlarca kitaba sahip olarak çok mutlu oldum.
Çinlilerin o ünlü “Güler yüzlü olmayan dükkan açmamalı” atasözüne uygun bir şekilde kitap dünyasının tüm zorluklarına rağmen gülümseyen Şeref Kurtiş beye çok teşekkür ederim. Yayın hayatında üstün başarılar dilerim.

Nizamettin Biber

1 Ocak 2019 Salı

Taksim Ele geçirildi!


Kent meydanlarının iki önemli işlevi olduğu söylenebilir. Birincisi bir kent toplumu ve kültürü yaratmak; ikincisi de özgürlük ve demokrasi mücadelesinin platformu olmak.
İnsanoğlu uygarlık alanındaki bugünkü gelişmişliğini toprağa yerleşmesine, özellikle kentler kurmasına borçludur. Kentler, mekânın yazdığı tarihlerdir, zira her mekân bir doğa ve tarih kitabı gibi okunup yorumlanabilir. Kentler, doğa ve tarihin bilincidir. Onda tüm bir geçmişin, fiziksel çevrenin, psikolojik etkileşimlerin ve kaynaşmanın, farklı yaşam tarzlarının yansımasını buluruz. Kentler, uygarlığın ulaştığı bir aşaması olup, her uygarlık daha önceki kültür ve gelişmişlik seviyesi ile bulunduğu durumu karşılaştırır ve tarihsel akış içinde kendini yeniden adlandırır.
Şiirsel bir ifade ile Kentler bir ruha sahiptir. Onlar konuşur, mırıldanır, şarkı söyler, efsaneler üretir. Gündelik yaşamın ritmini ayarlar. Meydanlar, caddeler ve sokaklar bir dünya görüşüne açılır, bir dünya görüşüne bakarlar. Kent, en uç karşıtlıklardan yararlanmasını bilir, onu gayri şahsi ilişkiler ağında bir kurala, yasaya dönüştürmesi ve yaşamı farklılıklara tahammül edişiyle köylerden, kasabalardan ayrılır.
İnsanların bir araya geldiği, iletişime geçtiği, ortak aktiviteler ve eğlenceler düzenlediği meydanları ve kamusal açık alanları olmayan bir yerleşim alanı estetik değildir, demokratik değildir ve ne kadar büyük olursa olsun orası kent de değildir.
Taksim, İstanbul’un kentinin merkezi, meydanı, gösteri merkezi diye bilinir. Hak arayanların çıkıp gösteri yaptıkları bir alan özellikle emekçiler bu alanı merkez olgusu, iktidar erkine karşı fethetmek isterler.
Taksimi işçilere 1953 yılında DP yasaklamıştı. 1 Mayıs 1977 günü İşçi Bayramını kutlamak üzere çeşitli illerden İstanbul’a gelen yaklaşık 500 bin kişi DİSK’in organizasyonu önderliğinde Taksim Meydanına gelmiş, Etap Marmara Oteli’nin (Bugün The Marmara Oteli) de üst katlarından kitlelere ateş açılması sonucu, 34 kişi hayatını kaybetmiş, 136 kişi de yaralanmıştı. Bu felaketten sonra Taksim gösterilere uzun süre yasaklanmıştı. Devletin Taksim tabusu ve yasağı nedeniyle sonraki yıllarda kutlamalar Taksim dışındaki meydanlarda devam etti. Zaman zaman Taksim gündeme geldiğinde ise her defasında “yasak” yanıtı veriliyordu. 2009 1 Mayıs’ında DİSK ve KESK yeniden Taksim’de kutlama için girişimde bulundu. Yine izin verilmedi Ancak bütün engellemelere rağmen binlerce insan barikatları aşarak Taksim meydanına çıktı ve 1 Mayıs’ı kutladı. Böylece Taksim yasağı kırılmış oldu. 2010, 2011 ve 2012’de Taksim’de yığınsal kutlamalar yaşandı. Sonrasında ise teknik nedenlerle gösterilere izin verilmese de Taksim irili ufaklı gösterilere sahne oldu.
Geçtiğimiz birkaç yıla kadar yılbaşı kutlamalar ile turist kadınlara karşı yaşanan tacizlerin sembolü, olan Taksim Meydanı’nda bu yıl bambaşka bir şölen vardı. Meydanda çoğunluğunu Suriyeli genç erkeklerin oluşturduğu kalabalıkların bayraklı-sloganlı 2019 kutlamaları dikkatleri çekiyor, bu konu paylaşım rekoru kırıyordu.
Taksim; bütün yaşanan gösteri ve dramatik olaylardan sonra, Ülkemizin emekçileri tarafından değilse bile;
Düşünce yapısı pek değişmeyen, Toplumları gelişmemişliğe, yılgınlığa ve sürekli bunalımlara mahkum eden sorunların nedenlerine pek bakılmayan, bunun yerine ya “Siyonizm” ya da “Emperyalizm” sorumlu olarak ilan edilen, Norveçlileri yaygın refaha kavuşturan aynı petrol, ülkelerinde diktatörleri, teokratik baskı rejimlerini, sosyal adaletsizlikleri üreten, Çoğulcu ve özgürlükçü demokrasinin, hukukun üstünlüğünün, şeffaf devletin bulunmamasının nedenleri araştırmak yerine, “Dış güçlerin parmağı”nı arayan, Özeleştiri geleneği olmayan, “Ben nerede yanlış yaptım” sorusuna cevap aramak yerine Rakiplerim bana yanlış yaptırdı” önyargısı ile sorunlara yaklaşanlar, Batılı olmak konusunda toplumsal kararlılığı olmayan hatta bizi olumsuz etkileyen, resmi irademize, sosyopolitik kaderimize yön verenler tarafından,
Mumin Sekman’ın tanımı ile Ölümü yüceltip güzel yaşamayı aşağılayanlar, Dini yüceltip bilime kayıtsız kalanlar, Lideri yüceltip, iyi sistem kurmayı, imanı yüceltip aklı aşağılayanlar, Duyguları yüceltip mantığı küçümseyenler, Müteahhitti yüceltip, mühendisi aşağılayanlar, Üniversiteleriyle değil, camileriyle gurur duyanlar, “Alnı secde görüyor” diye, zorba ve hırsız politikacılara oy verenler, imamları yüceltip, filozofları aşağılayanlar, Ev kadınlığını yüceltip, kariyer yapan kadını aşağılayanlar, Kendi çocuklarını Amerika’da okutup, halk çocuklarını imam hatiplere zorlayanlar, Sözü yüksek olanı değil, sesi yüksek olanı iyi lider sananlar, Kurumsal çözümler üretmek yerine, karizmatik lidere tapanlar, Hatasından öğrenmek yerine, onunla duygusal bağ kurup hayatını bataklığa çevirenler, Standart sahibi olmak yerine, düştükçe “beterin beteri var” diye kendini avutanlar, Başına gelene katkısını görmek yerine, hep dış güçleri suçlayanlar, Şeytan taşlamaktan ibadet etmeye zaman bulamayanlar, Kendi hayatında hiçbir başarısı yokken, sürekli atalarıyla övünenler, Sıkılmış bir yumruğun, açık bir elden daha güçlü olduğuna inananlar, yani Ortadoğulular tarafından ele geçirildiğinde milat, 2019 yılını gösteriyordu.
Nizamettin BİBER