3 Nisan 2018 Salı

Bir Kitap Analizi; Hayvan Çiftliği

Düşünceleri, sözleri uzun süre koruyabilmek, saklıya bilmek amacı ile sesin gidemediği uzaklıklarla haberleşebilmek için, sözden başka anlamları ifade edebilecek, bir yol gerekliydi. Şekiller ilk akla gelendi belki. İşte yazı böyle doğdu. Tarih, ancak yazının bulunuşundan sonra izlenebildi. Yazıdan bin yıllar öncesi hakkında pek bilgimiz yoktu. Yazılı belgelerden sonra tarih değer ve anlam taşıdı. Yazı yardımı ile ulaşılan gelişme, belge saklayabilme gerekçesi “kitap” düşüncesini doğurdu. Kitap düşüncesinin gelişmesi uygarlığı geliştirdi. İlk kitaplar din kitapları idi. Tanrı emirleri, peygamber sözleri bir araya getiriliyordu. Belki de kitabın ilk kişileri Âdem ve Havva idi. Daha sonraları ise yönetici güçlerin kanunlarını, bildirgelerini içine aldı. Kitaplar, nelerin yapılıp nelerin yapılamayacağını insanlara bildiriyordu.

Kitaplar; Anılardan, inanca, bilime, denemelerden felsefeye, gençlikten geziye, biyografiden incelemeye, romandan şiire, sağlıktan tarihe, öyküden sanata onlarca türü içermektedir.
Bu blog yazısında; yakın zamanlarda okuduğumdan dolayı utandığım Hayvan Çiftliği kitabının analizini yapmak istiyorum. İngiliz yazar George Orwell’ın siyasi hiciv tarzındaki kısa öyküsü Hayvan Çiftliği 1945 yılında yayımlanmış, eser, alegorik (İnsan yaşamına ve davranışlarına yönelik anlatımlarda sembolik karakterler ve ifadeler kullanılması) açıdan zengin bir eser, Sovyetler Birliği, Nazi Almanyası gibi totaliter rejimleri mizahî bir dille eleştiriyor. Hayvan Çiftliği, özet olarak Stalinizmi yerden yere vururken Sovyetler’in kuruluşundan bu yana gerçekleşen olayları hicvediyor.
Hayvan Çiftliği’nin başkişileri hayvanlardır, eserde adı geçen karakterlerin büyük bir kısmı domuz, kuzgun, köpek gibi hayvanlardır. Bir çiftlikte yaşayan hayvanlar, kendilerini sömüren insanlara başkaldırıp çiftliğin yönetimini ele geçirir. Amaçları daha eşitlikçi bir topluluk oluşturmaktır. Aralarında en akıllı olan domuzlar, kısa sürede önder bir takım oluşturur; ama devrimi de yine onlar yolundan saptırır. Ne yazık ki insanlardan daha baskıcı, daha acımasız bir diktatörlük kurulmuştur artık. George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Romandaki önder domuzun, düpedüz Stalin’i simgelediği açıktır. Diğer kahramanlar gerçek kişileri çağrıştırmasalar da, bir diktatörlük ortamında olabilecek kişilerdir.
Kitap Oluş’a göre; gerçekçi (somut) izleme, deneye dayanmasa dahi, düşsel (soyut) yakıştırmalı, uydurma fictiondur.
Konusuna göre; Din, Öğretim (okul), Bilim kitabı (teknik v.b., Edebi (roman, masal, deneme v.b) değil, düşsel, hayali, yakıştırmalı içerik taşımaktadır.
Öğrenim Durumuna göre; Az okuma yazma bilenler için, bilim, teknik (üniversite) kitabı değil, Okuma yazma bilenlerin okuyabileceği bir kitaptır.
Yaş Gruplarına Göre; Çocuk kitabı değil, gençlik ve erişkin kitabıdır.
Siyasal Tutuma göre; Yönetime uyan, (pro), lehte değil, tarafsız da değil, yönetime karşı (anti) , muhalif aleyhtedir.
İdeolojiler göre; Aşırı sağ, ortacı, tarafsız değil, aşırı sol, anarşist sayılabilir.
Alım satıma göre ticaridir.
Dil Yabancı dil ile yazılmış çeviri kitaptır.
Değerlerine göre hem çokluk-nicelik, hem de değerlik-nitelik taşımaktadır.
Yarım asrı geçkin yaşta biri olarak keyifle okuduğum bu kitabı sizin de aynı hislerle okuyacağınızı ümit ediyorum. Okuma çabanızın eğlence tadında olmasını diliyorum.
Nizamettin BİBER

Sosyolojide Patronaj İlişkisi

İşimizi “hemen” halleden memura “abi” deriz, gittiğimiz her yerde bizi koruyup kollayacak bir “hami” ararız, okul yatakhanelerinde ya da işimizi halletmeye beş dakikalığına girdiğimiz devlet dairesinde ve bulduğumuz hamiye aslında hiç gerek yokken çay ısmarlamaya kalkarız. Bu davranışlar “itaat karşılığı koruma” şeklinde tanımlanabilir ve buna patronaj kavramı denir ki, siyaset sosyolojisinde iktidar ilişkilerinin tanımlanması açısından sıkça kullanılır. Kavrama göre, kişi bir diğerine ne kadar çok itaat ederse, o kişi onu o kadar çok korur; ya da bir kişi birini ne kadar çok korur ve kollarsa o kişi diğerine o kadar itaat eder.

Türkiye’nin 1950’lerden sonraki kaderini, üst düzey iş ve sanat ilişkileri çizmedi, düzeni köylülerin şehirlileşmesi, şehir içerisindeki yeni iş örgütleri ve yaşam tarzları oluşturdu. Köylülüğün, hatta esnaf zanaatkârlığın yenileşme öncesi en esaslı insan ilişkisi karakteristiği yüz yüze kişisel ilişkilere girmek ve bu kişisel ilişkilerde bir himaye düzeni oluşturulmasıdır. Bu düzen, sosyolojide kısaca “patronaj ilişkisi”dir. Birisi verirken diğeri alır, himayeci, himaye ettiği kişiden bazı hizmetler bekler ve onu korur. Bu ilişki kırsal bölge insanının çok iyi bildiği bir ilişkidir. Kırlılar, şehre geldikleri zaman kendisini hemen himaye edecek bir ilişki sağlayarak bir yaşam stratejisi oluşturur. Bu stratejinin ilk adımı aile içi yardımlaşmadır. İkincisi ise hepimizin çok iyi bildiği hemşerilik yardımlaşması adı altında kurulan patronaj sistemdir. Eğer aynı yöreden iseniz ağam, hemşerim, abim bana yardım eder misin dediğinde, ya da bizim Sivaslıların, Rizelilerin oturduğu yerde bakkal Mehmet efendi Belediye ile ilişkilerini düzenliyorsa gerçek bir himaye sistemi oluşmaya başlamıştır.
İkinci ayağı ise siyasi patronaj sistemidir. Peki nedir bu? Her siyasi partinin içindeki kişiler kendisine oy vermesini düşündükleri grupların en alt örgütlerine kadar giden bir düzen içerisinde, “siz bize oy verirseniz biz de size bir şeyler yaparız mantığı” ile özetlenebilecek bir sistemdir. Türkiye’nin modernleşemeyen en önemli yönüdür. Kişisel bir yatırım meselesinden bir arsa alımına, ailemize bir yer edinmeden, çevremizi düzenlemeye kadar her şey partideki tanıdık aracılığı ile yapılır. Dolayısı ile yerel ve merkezi siyasetçiler memleket meseleleri yerine tipik bir iş takipçisi formuna evrilirler. Hatta devlet ve özel çalışma alanlarının tamamına kendi partililerinin yerleştirilmesi “doğal” karşılanır olur. Bu himaye sitemi nereye kadar gitti? Bütün KİT’ler üretim için gerekli olan istihdamın onlarca mislisine kadar şişirilinceye kadar ve bütün devlet teşkilatının kaldırabileceğinden beş mislisine kadar. Sonra ne oldu? Partiler tıkandı, parlamento işlerini göremez hale geldi, günlük yaşam döngüsü işleyemez oldu. Bu süreçte çok ilginç bir tarzda siyasete o zamana kadar yaklaşık doksan yıldır karışmamış olan bazı dinsel liderler ortaya çıkarak (dış güçlerin desteği ile), onların çevresinde belirli bir mali güçle yeni bir patronaj himaye sistemi yaratıldı. Siyasi parti patronajı tıkandıktan sonra ortaya çıkan tarikat, ya da dini topluluklar diyeceğimiz patronaj sitemi her yönü ile mali gücü de olduğu için köyden gelen şehirde uyum stratejisi arayan insanlara yanıt verdi. Ev, iş, eş sahibi olmak, küçük ve büyük işlerde işe alınmak artı kızını evlendirmek, oğlunu okula göndermek, şehir dışında yurtta kalmak…
Hep eğitim diyoruz ya eğitimin türü ve niteliği? Dini patronaj sistemi, dine ve ezbere dayalı bir eğitim sistemi ile yenidünyada bir yere varılamadığının farkına vararak modern bilim öğretimine de yöneldi.
Nasıl hemşerilik ve aile patronaj sistemi artık yetmez hale geldiyse ve nasıl siyasi parti himayesi patronajı, tıkandıysa, ekonomiyi bile tıkadıysa, dinsel grupların, tarikatların patronajı da tıkandı ve tıkanma noktasına geldi.
Ülkemiz 21. Yüzyılda artık patronaj sistemlerini mutlaka terk etmeli, rekabetçi sistem veya uzmanlaşmış bilgi sahibi kişilerin kendi aralarında rekabetleri ile bu rekabet siteminde oluşmuş iş çevrelerinin kendi açılımları ile yerleştikleri bir yaşam düzenini getirmeleri gerekmektedir. Tüm himaye sistemleri her türlü kültürel farklılaşmayı, uzmanlaşmayı ve zenginleşmeyi de önlemektedir. Patronaj sisteminin hangisi olursa olsun, büyük şehirlerde büyük ayrılıklar ve karmaşalar yaratmaktadır. Bu yapı bazen etnik, bazen dinsel, bazen yöre kökenli ayrılıklara neden olmakta ve kurtarılmış kanton bölgelere dönüşmektedir.
Türkiye’nin en büyük eksikliklerinden biri seksen milyonluk nüfusunun yeni şehirleşme düzeni içerisindeki uyumunu himaye sistemlerine ipotek etmiş olmasıdır. 21. Yüzyılda rey verene hizmet verileceği söylemi doğrultusunda devam eden patronaj sosyolojik yapıları, tarafgir, bağnaz eğitim sistemleri ile Ülkelerin rotası neta oluşturulamaz.
Toplumlar çelikten bir duvar gibi dimdik ayakta duracaksa patronaj sistemleri kumdan bir kale gibi yıkılmalıdır.
Nizamettin BİBER

Bilim Ne Değildir?

Bilim tarihine karşı özel bir ilgi duyuyorum, bu konuda özellikle Cemal Yıldırım’ın eserleri benim için en önemli kaynak olmuştur. Erdal İnönü’nün Bilimsel Devrim kitabını ise keyifle okumuştum. Ülkemizde Bilim Tarihi denince Sevim Tekeli, Adnan Adıvar ile Fuat Sezgin hocaları da anmadan geçmekte haksızlık olur. Celal Şengör hocayı da severim hatta kitaplarının tamamına yakınını okudum. Geçenlerde katıldığım kullanılmış kitap müzayedesinde bir kitap edindim. Kitabın ismi ilgimi çekmişti, Bilim ne değildir? “Yeni-ateist bilim anlayışının felsefi ve sosyolojik analizi” diye.

Arka kapak tanıtım yazısında; “Kitabın yazarı Alper Bilgili’nin bu çalışmasında, bilimin doğasını, amaçlarını ve meşru sınırlarını Richard Dawkins, Sam Harris ve bilhassa yeni-ateizmin Türkiye’deki en önemli temsilcisi olan Celal Şengör’ün bilim anlayışları üzerinden tartışmayı hedeflediğini söylüyordu. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi ülkemizde de geniş bir okur kitlesine sahip olan yeni-ateist düşünürlerin, metafizik ve ideolojik kaygılarla doğa bilimlerinin amacını ve sınırlarını yanlış bir şekilde tasvir ettiklerini, doğa bilimlerinden toplumsal meseleler de dâhil olmak üzere her konuda rehberlik yapmasını beklediklerini, doğa bilimleri dışında kalan bilgi türlerini küçümsediklerini hatta gayrimeşru ilan ettiklerini, bilimi özcü bir yaklaşımla dinin tam karşısına yerleştirdiklerini, bilim ve din arasında kurdukları bu dikotominin (ikiliğin) bir sonucu olarak sekülerleşmeyi hızlandırıcı sosyal politika taleplerinde bulunduklarından bahsedilmekte.
Sonuçta, yeni-ateist düşünürlerin, okurlarını bilimin niteliği ve işleyişi konusunda yanlış bilgilendirdiklerini, daha da vahimi, bilimi metafizik ve ideolojik pozisyonlarının sözcüsü olmaya zorlayarak bilimin toplum nezdindeki itibarını zedeleğinden söz edilmekte. Yeni-ateist düşünürlerin, bilime ve özellikle bilim-din ilişkisine dair iddialarının sosyoloji ve felsefenin sunduğu teorik araçlarla değerlendirildiğini, bilimin ideolojik kaygılarla araçsallaştırıldığının tarihsel verilerle gösterildiğini bu kapsamlı ve nitelikli çalışmanın (kitabın kendisi fazlası ile övülerek), Türkçe literatürde önemli bir açığı kapatacağının rahatlıkla söylenebileceği ifade edilmekte.
Ülkemizde hayatında en azından bir kez kahve falı baktırmamış olan kişi herhalde yok gibidir. Yine de hepimiz falcının söylediklerinin bilimsel olmadığını biliriz. Bazen falcının söyledikleri ya da astrologların yorumları rastlantısal olarak doğru bile olabilir. Ancak o durumda bile söylenenlerin bilimsel bir bilgi olmadığının farkındayızdır. O halde bilimsel bir bilgiyi diğerlerinden ayıran özellikler neler olabilir?
Bilimsel bilgi, kişinin kanaat ve inançlarının bir ürünü olmayan; deney ve gözlem yoluyla toplanan ve nesnel olgulara dayanan bilgidir. Bir bilginin isabetli ya da doğru olması, onun bilimsel bir bilgi olmasının bir kanıtı değildir. Bilimsel bir bilgiyi diğerlerinden ayırt eden özellik, o bilginin elde ediliş tarzı ile ilgilidir.
Bilimsel bir bilgi, herkes tarafından gözlenebilir (sadece duyu organlarını değil, mikroskop ya da test gibi aletleri de hesaba katmalısınız), ölçülebilir, sınanabilir, tekrarlanabilir ve iletilebilir bir bilgidir. Bazen tam olarak açıklayamadığımız, sezgilerimiz yoluyla öyle olduğunu düşündüğümüz kanaatlerimiz ya da fikirlerimiz olabilir. Bu bilim insanları için de geçerlidir, hatta kimi zaman buluşların kaynağı sezgiler olabilir.
Ancak burada bilim insanı ile falcıyı ayıran şey, bilim insanlarının bu sezgilerinin geçerli olup olmadığını görmek için sistematik olarak gözlemler ve deneyler yürüterek çalışmaları, bir diğer ifadeyle bilimsel yöntemi kullanarak araştırmalar yürütmeleridir.
Alper Bilgili, Kitabında Celal Şengör’ün görüşleri üzerinden bilimin meşru sınırlarının incelenmesi amaçladığını ifade etmekteydi. Kitap, bir tartışma aracı olarak, bir tartışmayı başlatma gücüne sahip olabilir ancak felsefi ve sosyolojik analiz içeriğinin, eleştirdiği bilim insanlarının karşısında falcının söylemleri kadar olumsuz nitelik taşımasa da  bilim olmadığını ve bilimsel nüveler taşımadığını da çok net olarak belirtmek isterim.
Son tahlilde; kitap, okumaya değer olsa da sosyolojik bir bağlam içinde yöntem ve gerçeklik üretme sorunu yaşamaktadır.
Nizamettin Biber

Dolandırılmak

Kelime anlamı olarak dolandırılmak, dolandırmak eylemine uğratılmak, aldatılma yoluyla parası ya da malı alınmak, demektir. Ülkemizde profesöründen askerine, öğretmeninden sanatçısına her gün yüzlerce insan birbirinden farklı yöntemlerle dolandırılıyor. Sadece İstanbul Adalet Sarayı’na günde 50 kişi gidip “dolandırıcılık” şikâyetinde bulunuyor. Uzmanlar, “Türkiye’de nüfusun yüzde 25’i telkine, yani dolandırılmaya adaydır” diyor. Yasalarda ise dolandırıcılığın cezası hırsızlıktan daha az.

“Sülün Osman”adıyla ünlü Osman Ziya Sülün, Türkiye’nin en tanınmış dolandırıcısıydı. İstanbulluları yıllarca kandıran Sülün Osman, Galata Kulesi’ni, Dolmabahçe Sarayı’nı bile insanlara sattı. Şehir meydanındaki saate bakanlardan para aldı. Bir dönemin ünlü dolandırıcısı Selçuk Parsadan ise sahte kimliklerle dönemin cumhurbaşkanını, başbakanını bile dolandırmıştı. Günümüzde de dolandırıcılar tüm uyarılara rağmen insanları ağına düşürmeye devam ediyor. En büyük kozlarıysa insanların cehaleti, korkuları, zayıflıkları ve bağımlılıkları. Dolandırıcılar toplumun her kesiminden insanı ağlarına düşürüyor. Özellikle telefon ve internet üzerinden yapılan dolandırıcılık yöntemi son dönemde dikkat çekiyor. Yakalanma riskinin az olması, verilecek cezaların düşüklüğü, dolandırıcı sayısının artmasının en büyük nedenleri.
İnsanların hayallerini, şevkini, ümitlerini ve parasını yok eden çok acı bir tecrübe olan dolandırılmak ülkemizde neden bu kadar yaygın? Dolandırılmak toplumsal olarak düşük zekâlı olduğumuzun kanıtı mıdır?
İnsanın kandırılarak para, eşya, arsa vb. mallarını kaybetmesi durumu olarak dolandırılmak, en zengininden en fakirine tüm yurdum insaninin aşina olduğu ve hatta kanıksadığı bir durum mudur? Dolandırma eylemlerine en çok maruz kalan bireyler mi devlet kurumları mıdır? Hemen hemen herkesin başına gelen bir durum mudur? Dolandırılma işi genelde organize ve planlı mı yapılıyor? Bu olay toplumdaki insanların birbirine olan güvenini çok derinden sarsıyor mu?
Dolandırılmak, genellikle kaz gelecek yerden tavuk esirgemeyenlerin düştüğü bir durum mudur?  Dolandırıcının silahı: Zaaf, korku, beklenti ve umutlar mıdır? Dolandırıcılar her koşulda mağdur edip kandırabileceği bu kadar insanı nasıl buluyor? Beklentiler, umutlar, korku ve zaaflar, cehalat dolandırıcıları tetikliyor mu? 
Psikologlar, Mehmet Aydın ve Çiftlik Bank’ın bu kadar insanı, yüksek kazanç vaadiyle nasıl kandırabildiğine ilişkin şu 4 maddeyi sıralıyor; Sürü psikolojisi, Sosyal itaat duygusu, Realite körlüğü, duruma uygunluk...
TOKİ tarafından yapılan düşük ve orta gelirli vatandaşların ev sahibi olması için üretilen projeler de dolandırıcıların vazgeçemediği en önemli kaynaklardan birisi; 30 yıllık bir inşaat mühendisi olarak bana bile danışılmadan aynı yöntemle dolandırılan bir yakınım savcıya başvurmuş, savcının yanıtı ise tüm yaşanılanları açıklar içerik taşıyordu; “Dolandırıcılar, ilk önce kendini uyanık sananları dolandırır” demiş.
Toplumumuzdaki yaşanan dolandırma olaylarında; dolandıran ile dolandırılan ilişkisi irdelendiğinde, karşılıklı bir konsensüsün, genel bir görüş birliğinin, uzlaşının ve uyumun varlığı gözleniyor. Pazardan alışveriş yaparken domatesi bile onlarca kez elleyen vatandaş bir kuruluşa para yatırmadan önce sermayesine neden bakmaz? Ünlü Türk Atasözü asla akıldan çıkarılmamalıdır: “Beleş peynir fare kapanında bulunur.”
Çiftlik Bank sayesinde tekrar iki şey anlaşıldı ki; kolay para yoktur, üstün emek, akıl, azim, sebat vardır, ikincisi de bu coğrafyada Aziz Nesin’in söylediğinin doğruluğudur. Bilirsiniz; Aptallık, gerçeği bilerek, gerçeği görerek hala yalanlara inanmaktır.
Nizamettin Biber 

Osmanlıda İki Bilim Adamının Katli

Osmanlılarda pozitif bilimlere karşı belirgin bir ilginin olmadığını biliyoruz. İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet ise dogmatik bir dindar değildi. Fatih padişah olduktan sonra Osmanlıda bilim ve kültür etkinliklerinde birden artış olmuştu Eleştiriye eğilimi vardı, sözlü tartışmaları izlemekten hoşlanıyordu. Fatihin zamanında çeşitli bilginler, hatta felsefeciler, İstanbul’da toplanmıştı. Fatih Caminin yanında kurulan medreselerde, iyi bir eğitim ve öğretim hayatı göze çarpıyordu. Tanınmış astronom Ali Kuşçu, Semerkand’dan İstanbul’a gelmişti. Bu dönemin bilginlerinden Tokatlı Molla Lütfi Sinan Paşa’nın ve Ali Kuşçu’nun öğrencisi olmuş, Ali Kuşçu’dan öğrendiği matematik bilgilerini Sinan Paşa’ya aktarmış, böylece Sinan Paşa, onun aracılığı ile matematik öğrenmişti. Fatihin özel kütüphanecisi de olan Molla Lütfi, matematik ve astronomi alanında çalışıyordu. Ufku geniş bir adamdı. Taz’if‘ül Mezhab yani Kurban adak yerinin ikiye katlanması adlı kitabı en önemli eseri idi. Molla Lütfi akılcı ve eleştirici bir kişiliğe sahipti. Fatih Sultan Mehmet’le iki arkadaş gibi şakalaşırdı. Ayrıca, Molla Lütfi, çevresindeki devlet erkanına ve bilginlere şaka yaparak onları eleştirdiğinden, çoğu kimse tarafından sevilmezdi. Bu yüzden kendisini çekemeyen bağnaz ve cahillerin, kara çalmaları sonucu 2. Beyazıt zamanında Sultanahmet At meydanında idam edildi. Osmanlıda düşünceleri yüzünden idam edilen ilk bilim adamı da Molla Lütfi olmuştu. Tarihteki Molla Lütfi’nin dramı Sokrates’in dramı ile benzer kodlar taşımaktaydı.

Molla Lütfi’den sonra 17. Yüzyılda kaynaklarda Unkapanı’nda bir muayenehane açtığı da yazılan Emir Çelebi, IV. Murad döneminde hekimbaşılık yaparken Sadrazam Bayram Paşa ve Silahdar Mustafa Paşa başta olmak üzere padişahın çevresinden bazı düşmanlar kazandı. Emir Çelebi, hoşsohbet ve tatlı dilli bir kişi olup iyi satranç bilirdi; bu nedenle IV. Muradın danışmanları arasında yer almıştı. Emir Çelebi ayrıca ince zevkli olarak tanınıyordu ona göre hekimler anatomi bilmeli, hayvan ve insan cesetleri üzerinde araştırma yapmalıydı. Bu düşünceler Osmanlı tıbbında “deneyim” kavramının gündeme gelmesi açısından önemliydi.
Emir Çelebi, özellikle Enmuzecü’t-tıb adlı kitabıyla ün kazanmıştı. Kaptanı derya Receb Paşa adına yazdığı bu eserin önsözünde eskileri aynen almanın hatalı olduğunu yazmaktaydı. Silâhdar Mustafa Paşa’nın Hassa hekimliğine tayin etmek istediği bir yakınına karşı çıkması üzerine padişaha afyon kullandığı ihbar edildi. Bunun üzerine IV. Murad, bir satranç maçı sırasında Emir Çelebi’ye fazla miktarda afyon yutturarak ve panzehir almasının fayda etmeyeceği derecede oyunu uzatarak onu ölümle cezalandırdı.
Osmanlıda idam edilen iki bilim adamından sonra üç bilim adamının idamı ile de karşılaşıyoruz. İlk ikisi; Kabız-ı Acemi ve Hamza Bali’dir. Bu iki bilgin din konusunda farklı, değişik düşünceler taşıdıklarından ve özgür düşünceleri olduğundan, zındıklıkla suçlanarak idam edildiler. İdam edilen üçüncü ve daha önemli kişi müderris (ders veren, profesör) Nadajh Sarı Abdurrahman’dır. Bu hoca, evrenin sonsuzluğunu, doğa yasalarının üstünde yasa olmadığını savunuyordu. O da dinsizlik ve zındıklıkla suçlanarak idam edilmişti.
Osmanlıda, medreselerdeki göreceli nitelikli eğitim sistemi bozulmuş, bilimin ve rasyonel aklın yerini cahillik, hoşgörünün yerini zorbalık, liyakatin yerini ise yetersizlik almıştı. Koçi bey ünlü risalesinde “Menasıb-ı İlmiye şefaatle verilmek murat değildir.” Yani hocalık, hatıra gönüle verilecek bir şey değildir diye yazmış, Katip Çelebi de Mizan-ül Hak’da, yani “Hakların Terazisi” adlı kitabında medrese ve bilim dünyasındaki yozlaşmayı belirtmişti.
Ülkemizde Rönesanssın gecikmesi, eski İslam Bilimi geleneğinden kopulması, medrese eğitiminin niteliğinin düşmesi, bozulması, bilimin hayati bir zorunluluk haline gelmemesi, bilim ve felsefe için akılcı ve özgür bir ortamın olmaması gibi nedenler dahil olmak üzere bilim ve düşünce hayatında her şeye Padişah ve onun seçtiği Şeyhülislamın kara vermesi katılığı yaşama damgasını vurmuştu.
Osmanlıda, aklın konusu olan bilim ve felsefe, inanç konusu olan din karşısında hep yenilgiye uğratılmış, bu durum topluma kabul ettirilmiş, gerçek bilim adamları da asılıp gitmişti.
Tarihte ve günümüzde; özgürlük ve eleştiriyi zincire vuran toplumlarda ne akıl ne de bilim gelişmiştir.
Nizamettin Biber

Kadının Çedik-Pabuç Adeti Özgürlüğü

Bizimkiler bir harika dostum, genelde başta İngilizler olmak üzere tüm Batılılara kâfir diyerek ateş püskürürler ama konu leyhlerinde oldukları zaman ise onları referans almaktan hiç beis duymazlar, Yaman çelişkiler coğrafyasıdır Anadolu.

Zaman zaman kütüphanemi karıştırır kendimce okurum diye edindiğim kitaplardan ilginç bulduklarımı inceler okurum. Filiz Barın Akman tarafından derlenen, Batılı Seyyahların Gözüyle Osmanlı Kadını adlı kitabi inceliyorum da
Tanıtım yazısında; Özellikle evlilik ve boşanma gibi konularda Osmanlı kadınının sahip olduğu hakları Avrupa kadını ile karşılaştıran Filiz Barın Akman şaşırtıcı bir şekilde Avrupa kadının İslâm’ın kadınlara verdiği değere ancak son yüzyılda erişebildiğini tespit etmiş. Batılı Kadın Seyyahların Gözüyle Osmanlı Kadını zihinlerdeki Osmanlı kadını algısını değiştirecek, Osmanlı kadınıyla ilgili pek çok efsane yerle bir olacakmış.
Kitabın 61-62 sayfalarında Osmanlı kadının özgürlüğünün sembolik göstergesi olarak yorumlanan “çedik-pabuç” âdetinden bahsedilmektedir. Lady Montagu, Sophia Poole, Julia Pardoe’nun da aralarında bulunduğu pek çok seyyah kadının harem kapısının önüne evin hanımının koyduğu sarı sokak pabuçlarının, kadınlara kocalarına karşı kendi kişisel alanlarını koruyabilme gücü verdiğini belirtmişler.
Bu çedik pabuç adeti kadının meşgul olduğunun, müsait olmadığının ya da misafir ağırladığının, kısacası kocasının müdahalesi olmadan, kendi başına kalmak istediğinin işaretiymiş. Harem kapısında pabuçları gören koca ise kesinlikle kadının alanına müdahale edemezmiş, eşinin kendisine müsait olduğunu bildirene kadar selamlıkta beklermiş. Bu adet kadının kişisel alanına eşinin duyduğu saygının bir göstergesi olmasının yanı sıra, Pardeo’nun seyahatnamesinde detaylı anlattığı şekilde, haremde saygı ve ahlak kurallarının gözetlediğinin vurgulamış. Aynı zamanda, “çedik-pabuç” adeti o dönem Avrupalı erkek yazarlar arasında yaygın olan “erkeklerin cinsel isteklerine amade şehvetli harem kadınları algısının da yanlışlığını ortaya çıkarmış.
Seyahatnamesinde Pardeo “çedik-pabuç” âdetini şöyle ifade etmektedir.
“Bir Türk erkeğinin istediği zaman eşlerinin apartmanlarına girme hakkı yadsınamaz bir gerçek olmasına rağmen, Türk erkeği, neredeyse diyebilirim ki bu hakkını hemen hemen hiç kullanmaz. Haremde bir oda evin erkeğine ayrılmıştır ve burada o evde çalışan köle aracılığı ile çağırttığı kişinin yanına gelmesini bekler. Kendi yaşadığı selamlık kısmına geçerken, harem merdivenlerinin dibinde çarıkları görmesi durumunda ise hiçbir bahane ile hareme giremez. Bu özgürlük Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan her kadına tanınmıştır. Misafirlerin ziyaretleri birkaç gün sürdüğü durumlarda ise, yine bir köle aracılığı ile koca, hareme geleceğini bildirir, böylece de orada bulunan yabancı kadınların toplanmalarına süre tanınmış olurdu.”
Tarihsel olarak da bugün de kadının hak, onur ve özgürlük açısından tam bir insan olduğu ve bunun tartışılmaması gerçeğini evrensel bir bilince dönüştürme konusunda yetersiz kaldığımız ortadadır. Kadının giyimini, dışarı çıkışını, gülüşünü, konuşmasını, kısacası kadının bütün yaşam alanlarını ve davranışlarını konu ve sorun eden bir anlayışın yansımalarıyla her gün karşılaşmaktayız. Gelenek, toplum ve kültür adına onun hayatına müdahale etmeyi ve şekillendirmeyi kendimizin doğal hakkı sayıyoruz. Kadının sahibi olmayı, müdahale etmeyi, bu konuda konuşmayı ve kural koymayı kendisine hak gören çarpık zihniyetten arınmalıyız. Kadını hak sahibi insan olarak görme bilinci her şeyden önce kadının hayatın her alanında katılımını esas alır. Çalışma hayatında, bilimde, sanatta, felsefede, medyada, akademide, eğitimde, ticarette, diplomaside, siyasette, güvenlikte, bütün yaşam alanlarında kadın, aklıyla, üretkenliğiyle, çabasıyla var olmalıdır. Kadının hak sahibi varlık olarak tanınması ve güçlenmesi, insanlığımızı güçlendirecektir. Kadın hakları, kadına aklını kullanma, ufkun ötesine geçme olanağı verir. Zira aklını kullanan ve ufkunu genişleten kadın, aydın ve refah bir toplumun en temel unsurudur.
Osmanlıda“çedik-pabuç” adetinin özgürlüğü bir yana; tüm kadınlarımızın 8 mart Dünya Kadınlar gününü kutluyorum.
Nizamettin Biber

Bilişsel Çarpıtıyor muyuz?

1) Ya hep ya da hiç düşüncesine mi sahibiz, “çift kutuplu”, “iki uçlu”, “siyah ya da beyaz” düşünme şeklinde mi düşünüyoruz? Sorunlara “Bir şey ya tam istediğimiz gibi olmalı ya da hiç olmamalı.’ diye mi bakıyoruz?. Süreç değil, sonuç mu bizim için her zaman daha önemli oluyor?  “Benim için hayat siyah veya beyaz demektir. Grim yoktur.” mu diyoruz? Gride yaşamayı bir çeşit, kişiliksizlik olarak mı algılıyoruz? En iyisini yapamıyorsam hiç yapmayayım, Mükemmel değilsem başarısızım, Biri beni eleştiriyorsa, demek ki beni hiç sevmiyor, Bana her şeyi anlatmıyorsa, demek ki o güvenilmez biridir gibi şeyler mi düşünüyoruz?

2) Tek veya çok az bir veriye dayanarak, olumsuz veya olumlu bir yargıya ulaşarak aşırı genelliyor muyuz? Sınırlı sayıda bir örnek üzerinden genel bir kurala mı ulaşıyoruz? Bir parçayı bütünün kendisiymiş gibi mi algılıyoruz? Asla, her zaman, daima, kesinlikle, hiç kimse, herkes gibi ifadeler mi kullanıyoruz? Doğum günüm hatırlanmadı; demek ki ben sevilmiyorum, Hiçbir kadına güvenilmez mı diyoruz?
3) Bir olaydaki negatif bir ayrıntının üzerine giderek ve o ayrıntıya odaklanarak, bütün bir olayı olumsuz bir şekilde algılıyor, zihinsel filtre mi kullanıyoruz? Farkında olmadığımız her şeyin olumsuz olduğuna mı karar veriyoruz? Geleceğe bir felaket beklentisi içerisinde mi bakıyoruz? Sevgilimden ayrılırsam benim sonum olur.”, “Bu işten çıkarsam yapamam.”, Sunumu tamamlayamazsam her şey berbat olacak.” şeklindeki mi düşünüyoruz?
4) Olumlu olayları görmezden gelerek, olayı, akıllıca ve çabuk bir şekilde çok kötü bir duruma çeviriyor, olumluyu geçersiz mi kılıyoruz? Bunu kasıtsız olarak mı yapıyor, kimi zaman farkında bile değil miyiz?
5) Zihin okuyarak, falcılık yaparak, durumun ya da olayın gerçekleri ile örtüşmeyen olumsuz bir sonuca mı atlıyoruz? Ben onun ciğerini tanırım, Sormaya gerek yok, ne düşündüğünden eminim, şeklinde mi düşünüyoruz?
6) Çevremizdeki kişileri orantısız bir şekilde devleştirip ya da küçültüyor muyuz? Kendi yanlışlarımıza, korkularımıza ya da kusurlarımıza bakıp birilerini çok mu büyütüyoruz?
7) Gerçeğin bir delili olarak duyguları mı görüyoruz? “Kendimi çok başarısız hissediyorum o zaman ben başarısız bir insanım” şeklinde mi düşünüyoruz? Akıl yürütme olarak duygularımız, düşüncelerimizi ve inançlarınızı mı yansıtıyor?
8) Motive olmak için bir şeyler yapmalı ya da bitirmeli mi diyoruz? “-meli”, “-malı” ek içeren kelimeleri çok mu kullanıyoruz? “Her zaman en iyi notu ben almalıyım”, “İnsanlar her zaman verdikleri sözleri tutmalı”, “Koşullar ne olursa olsun başarılı olmalıyım” mı diyoruz?
9) Yaptığımız yanlışlara dayanıp kendimizi tamamen olumsuz bir şekilde mi yargılıyoruz? Kendimiz ya da başkalarıyla ilgili genel bir sonuca ulaşan değerlendirmeler mi yapıyoruz? “Bana olan borcunu geç ödedi, o çok cimri biri.”, Yardıma ihtiyacı vardı ve yardım etmedim, çok acımasız biriyim” gibi değerlendirmeler mi yapıyoruz?
10) Hiçbir neden bağlı olmadan, alternatif açıklamaları dikkate almadan, bir olayın sorumluluğunu üstleniyor,  yaşanılan durumu kendi üzerimize mi alıyoruz? Aşırı kişiselleştiriyor muyuz?
“İnsanın dünyayı ve çevresindeki olayları anlamaya yönelik yaptığı zihinsel işlemlerin tümü”, biliş olarak tanımlanıyor. Sürekli olarak içimizden ve dışımızdan birtakım uyaranlar alırız, onları algılarız, o uyaranlarla ilgili bir düşünce geliştiririz, önceki bilgilerle karşılaştırır, sentez yapar yeni bilgi üretiriz, o bilgileri depolarız, sonrasında aynı bilgileri hatırlarız, bilgileri değerlendiririz. Tüm bu zihinsel eylemlerle birlikte, söz konusu uyaranı içselleştirerek kişiselleştiririz. İç ve dış dünyamızdan aldığımız uyaranları anlamlı hale getiremiyorsak yukarıdaki liste halinde algılıyor ve uyguluyorsak bilişsel çarpıtma yapıyor hatta hafif yollu depresyondayız demektir. Sorunlarla başa çıkmamızı etkileyen, bilincimiz dışında gerçekleşen düşünce kalıplarımız var demektir.
Birey olarak; sosyal, sağlıklı bir toplumda yaşamanın, bilişsel çarpıtmaları düzenlemekten, düşünce hatalarından vazgeçmek gerektiğini bilmeli, hatırlamalı, ona göre davranmalıyız.
Nizamettin Biber

İlkel Düşünceden Kritik Düşünceye

Bilindiği üzere, İnsanın en önemli özellik ve aktivitelerinden biri çok çeşitleri olan düşünmedir. İlkel insanın düşüncesi, ayının karşısında “işte bir ayı, şimdi beni yiyecek” derken edilgen; “bir araç yapıp kendimi savunmalıyım” derken etkin; araç yapmak için sivri taş ile sopayı bir araya getirmeyi düşünürken sentezcidir. Bunların tümü de somutun düşüncelerinin ürünü olduğundan İlkel insan somut şeyleri düşünüyordu. Konuşmanın başlayıp gelişmesi bilgi birikimini hızlandırıp, insanı soyut düşünmenin kıyısına ulaştırdı. Ama soyut düşüncenin gelişmesi için, uygar toplum döneminde sınıf farklılaşmasını, din adamları sınıfının doğuşunu, tapınak okullarının açılmasını beklemek gerekiyordu. Karmaşık sorunları çözmenin (veya çözdüğünüzü sanmanın, ya da iyice kördüğüm etmenin) bir yolu, onları daha yüksek soyut düzeylerde ele alarak, o sorunları karmaşıklaşmadan önceki geçmişlerinden tutturarak kavramaya çalışmaktır. Toplumlarda somut düşünmenin ilerlemesi için bile anımsama, düşleme yetmedi, iletişim gerekliydi. Aynı zamanda, İlkel insanın düşüncesinin benzetmeci, simgeci ve sınıflandırıcı olduğu söylenebilir. Sosyolog Durkheim, somut bir hayvan ya da bitki (totem) simge kullanılmadıkça ilkel insanın karmaşık klan örgütünü kavrayamayacağını söyleyip, buradan giderek, insanın totemine, tanrısına tapınırken aslında toplumuna tapındığı sonucuna varan bir din açıklaması geliştirmiştir. Gerçekten ilkel toplulukların kendilerini çoğu kez yedikleri bir hayvan, bitki ya da çevrelerinin bir doğal özelliği ile adlandırdıklarını görürüz ki buna “totem” denilmektedir. Zamanımızın bilimsel düşüncesi de simgecidir. Ama ilkel insanın simgeci düşünüşü soyutu somut ile anlatma zorunluluğundan doğmuş iken, zamanımızın simgeci düşünüşü ise, tam tersine, genel ve karmaşık somutları ve soyutları basitleştirerek anlatmak ihtiyacı doğmuştur. Benzetmeci, simgeci ve sınıflandırıcı düşünen ilkel insanın düşüncelerinin başlıca konusunu, kuşkusuz en önemli sorunları, geçim, savunma ve üreme sorunları oluşturuyordu. Mağara ve kaya resimlerinde hayvanların bolluğu, av sahneleri, düşüncelerinin bir konusunun geçim ve (hayvanlara ve doğaya karşı) savunma; abartılmış gebe kadın heykelcikleri, öteki önemli konusunun üreme olduğunu yansıtmaktadır.

İlkel topluluklarının kafalarında “boyun eğme, yalvarma, yakarma, dize, ayağa kapanma” kavramları yoktu. Bu kavramlar yöneten, yönetilen farklılaşmasının ortaya çıktığı eşitsiz, sınıflı uygar toplumda oluştu. Uyrukların yazgısı nasıl kralın elinde ise, insanların ve tüm varlıkların yazgısını elinde tutan bir yaratıcının ve cenneti cehennemi ile sınıflandırılmış öte dünya kavramlarının eklenmesiyle, dinsel düşünüş tamamlanarak, tarımsal üretimin egemen olduğu uygar toplumların düşüncesi olacaktı. İlkel topluluktan uygar topluma dönüşümde, düşünüşte sihirsel düşünüşten dinsel düşünüşe bir geçiş oldu.
“Zekâyı kullanarak bilgileri bir araya getirmek ve gerçeğin anlaşılması için gösterilen zihinsel etkinlik”, düşünmek olarak bilinir. Klasik tanımıyla insanı diğer canlılardan ayıran aklın bir fonksiyonu olan düşünme,  Aristoteles’e göre ise, insanı hayvandan ayıran belirgin bir özniteliktir, kişinin bağımsız ve kendine özgü eylemidir. Düşünme, karşılaştırmalar yapma, ayırma, birleştirme, bağlantıları ve biçimleri kavrama yetisidir. İnsan için sadece “düşünmek” yetmez, aynı zamanda bir şeyi kritik düşünmek gerekir. Dolayısıyla bilinçli bir düşünme, problemi çözmek ve vereceğimiz kararları doğru bir şekilde verebilmek için önemlidir. Kritik düşünmeyi anlamak için Kritik kelimesini anlamak gerekir. İngilizce karşılığı olan “critical” , etimolojik olarak Yunanca “critic”, “kritikos” ya da “kritike” sözcüklerinden türetilmiş ve Latinceye “criticus” olarak aktarıldıktan sonra, farklı dillerde “yargılama, değerlendirme, ayırt etme” anlamında kullanılmaya başlanan bir kavramdır. Diğer bir ifade ile kritik, herhangi bir şeyi iyi veya kötü yönleri açısından değerlendirme anlamına gelmektedir. Çağdaş öğrenme kuramının önemle vurguladığı temel insan özelliklerinden biri kritik düşünmedir. Kritik düşünme kavramının ise Sokrates’e kadar dayandığı bilinir. Kritik düşünme; araştırma, sezgi, mantık ve deneyime dayanan, evrensel değerleri olan bir süreç olarak her yönlü düşünmeyi, bazen de karşıt düşünmeyi gerektirir. Temelinde; kendi düşüncelerimizi gözlemleyebilme ve bunları anlamlandırabilme yeteneği yatar, sorunları daha bilinçli olarak çözme ve etkili karar vermeyi sağlar.  Kritik düşünme, bilgi ve zekâmızı bir konu hakkında en mantıklı, rasyonel ve doğru sonuca etkin bir şekilde varmak için kullanmamızı sağlayan ve akılcı düşünmenin önündeki sayısız engeli tanımlayıp üstesinden gelmeye teşvik eden süreci, düşünmeyi analiz etme ve değerlendirme sanatıdır.  Konunun olumlu ve olumsuz taraflarını değerlendirmekten, olaya objektif bir açıdan bakabilmek için güçlü ve zayıf yanları tanımlamak gerekir. Kendi düşüncemizi ve başkalarının fikirlerini daha iyi anlayabilmek ve düşünceleri açıklayabilme becerimizi geliştirmek için gerçekleştirilen aktif, organize ve fonksiyonel olan bilişsel süreçtir, kritik düşünme.
Bizler, bağımsız ve derinlemesine akılcı ve doğru düşünebilmek demek olan kritik düşünebilmeyi becerebiliyor muyuz?
Nizamettin BİBER

Kelimelerin Anlamları

Günlük yaşamda birilerine hakaret etmek için, en sinirli halimizde kullandığımız kelimelerin gerçek anlamları oldukça farklı, sanıyorum okuduğunuzda şaşıracaksınız.

Yavşak; Çoğu kişinin bildiği üzere yavşak bitin yavrusuna denir. Birilerini küçümseme, hakaret söylemi olarak nasıl kullanmaya başlandı bilinmiyor ve merak konusu.
Angut; Bu kelimenin anlamının bir kuş türü olduğunu bilmeyen pek fazla kişi yoktur sanırım. Bu kuşun özelliği ise eşi öldüğü zaman onun yanına gidip, kendisi de ölene kadar ondan gözlerini ayırmadan bakmasıymış. Bunu yaparken yanına yırtıcı bir hayvan dahi gelse umursamazmış.
Dallama; Osmanlı zamanında, Müslüman olmayan çocukların ve bazı gelişmeye müsait Müslüman çocuklarının mermerlere tokat atmak suretiyle büyütüldüğü ve sonraları bu çocukların savaştaki atlılara karşı yaya olarak önde koşulan askerler olan cengâverlere dönüştükleri zamanda, onlara verilen isimmiş.
Dangalak; ‘Akılsız, düşüncesiz kimse.’ Anlamında olup çok zayıf uzun boylu hayvan, ıspanağa benzer bir bitki anlamları da taşıyor.
Denyo; Gerçek anlamı ‘emanet, rehin’ olan bu kelime zamanla gündelik kullanımda ‘dengesiz, delibozuk’ gibi anlamlar kazanmış durumda.
Deyyus; TDK’nda tanımı ‘Karısının veya kendisine çok yakın bir kadının iffetsizliğine göz yuman (kimse)’ Günlük hayatta ise bu anlam bir tık ileriye taşınarak, ‘karısını, kızını pazarlayan kimse’ olarak kullanılmaktadır.
Dümbük; Gerçek anlamı, Osmanlı döneminde hadım edilerek ters ilişkiye girmek amacıyla pazarlanan erkek fahişe. TDK ise ‘pezevenk’ olarak tanımlamış.
Dürzü; Günlük kullanımdaki anlamı tam olarak ‘baldızını satan kişi’dir. Buna bile bir isim vermiş olmamız takdiri hak ediyor. TDK ise bu kelimeyi “ağır hakaret ve küfür sözü” olarak tanımlıyor. Dilimize Arapça’dan geçen bu kelime Suriye, Lübnan, İsrail ve Ürdün civarında yaşayan, inançları klasik İslam’dan farklı olduğu için kâfir sayılan, dolayısıyla isimleri bir hakaretmişçesine kullanılan bir topluluktur.
Gavat; “Karısını pazarlayan kişi” anlamında kullanılan kelimenin hikayesi ilginç. Sasani İmparatorluğu’nun hükümdarı olan 1. Kavad, Mazdek ve öğrencilerinin isyanına karşı koyamamasının üzerine, komün hayata saygı duyduğunu göstermek için karısının Mazdek ile yatmasına izin verir.
Hödük; Türkçede farklı kullanımları en yaygın olan kelime olabilir. Şaka bir yana, genellikle ‘kaba, anlayışsız kimse’ anlamında kullandığımız bu kelime: ‘korkak’, ‘uyuşuk, beceriksiz’, ‘acemi’, ‘kısa boylu ve göbekli’, ‘aceleci’, ‘kabadayı’ gibi birçok anlamda kullanılıyor.
İbne; Arapça bir sözcük. Gerçek anlamı “kız çocuğu”. Osmanlı Türkçesinde, şimdi olduğu gibi ‘eşcinsel erkek’ anlamında kullanılmış, halen daha o anlamda kullanılmaktadır.
Kahpe; Türkçeye Arapçadan geçmiş bir kelime ve ‘öksüren’ anlamına geliyor. Gece karanlığında, yerlerini öksürerek belli eden kadınlardan böyle bir kelime türetilmiş.
Pezevenk; Bizim ‘kadın pazarlayan kişi’ anlamında kullandığımız kelime aslen Farsçadır ve ‘kapı tokmağı’ veya ‘sürgü’ anlamına gelir. Türkçeye ‘kapıda bekleyen adam’ olarak geçmiş ve sonunda bu anlamı kazanmıştır.
Kaltak; Asıl anlamı ‘Üzeri meşin, halı vb. şeylerle kaplanmamış olan eyerin tahta bölümü’ (TDK) Bununla beraber ‘kuskunsuz eyer’ anlamına da geliyor. Bunlarla beraber, iffetsiz, ‘namussuz kadın’ anlamında da kullanılıyor.
Orospu; Para karşılığı cinsel ilişki yaşayan kadın’ anlamında kullandığımız kelime, Farsça bir kelime olan ‘ruspî’den gelmektedir. Farsça ru: yüz, sepid: ak, beyaz anlamına gelmektedir. Yani gerçek anlamı, “yüzü ak, temiz kadın.”
Puşt; Farsçada ‘arka, kıç’ anlamına gelen bu kelimeyi günlük hayatta eşcinsel erkeklerin cinsel zevklerine hizmet eden erkek çocuk.’ anlamında kullanıyoruz.
Zibidi; Yerli yersiz kullandığımız bu kelimenin anlamı, TDK’na göre: 1) Gülünç derecede dar ve kısa giyinmiş olan, 2)Yersiz ve zamansız davranışları olan kimse.
Yosma; Osmanlı döneminde, ‘şen, güzel, şuh’ kadınlar için kullanılan bir kelime. Günlük kullanımda ‘ahlaksız kadın’ şeklini almış.
Lavuk; Genel evlerde çıkışta kolonya tutan, iki film birden sinemacılarında konuklara peçete ikram eden kişiye verilen isim.
Birkaç söz; “Kelimeler, fikirleri asmaya yarayan çengellerdir.” H. W. Beecher, “Kelimeler cama benzer, göstermeğe yardım etmedikleri zaman, görüşe engel olurlar.” Joseph Joubert, “Kelimeler, eylemlerden daha uzun bir ömre sahiptirler.” Pindarus
Son söz; “Kelimelerin gücünü anlamadan, insanların gücünü anlayamazsınız.” Konfüçyüs
Nizamettin BİBER

Kolsuz Agop

1939 yılında İstanbul’da doğan, İlk, orta ve lise öğrenimlerini yine İstanbul’da tamamlayan, 1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’ne giren Agop Kotoğyan, 1963 yılında aynı fakülteden mezun oldu. Kadro bulunmaması nedeniyle 1963-1964 yıllarında İstanbul Tıp Fakültesi Deri Hastalıkları ve Frengi Kliniğinde volonter olarak çalıştı. 1964 yılında ise, İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde, Deri Hastalıkları ve Frengi Kürsüsünün ilk asistanı olarak kadroya geçti. Prof. Dr. Agop Kotoğyan 500’ün üzerinde uluslararası ve ulusal tıbbi yayınlarda bilimsel makalesi bulunmaktaydı; yayınları daha çok deri ve zührevi hastalıkları, deri kanseri, malign melanom, immünoloji, kriyoterapi gibi konuları içeriyordu. Meslektaşlarıyla birlikte 6 tıbbi kitap yayınladı. Almanca ve İngilizce bilen Prof. Dr. Agop Kotoğyan evli ve iki çocuk sahibi idi. 21 Ekim 2004’te İ. Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı başkanı iken emekli oldu. O tarihten geçtiğimiz aylara kadar özel muayenehanesinde hasta bakıyordu.

Ülkemizde cilt sorunu olup ta Kolsuz Agopu tanımayan veya duymayan yoktur. Eşim de cilt sorunları nedeni ile kendisine muayene olmuştu. Oğlum ise onun yetiştirdiği Yedikule Surp Pırgiç Ermeni hastanesinde cilt doktoru Serkis Barış’a muayene olmuştu.
Duayen gazeteci Uğur Dündar 1 Eylül 2017 tarihli köşesinde usta doktor Kolsuz Agop’u şu cümlelerle anlatmıştı; Hastalarının “Kolsuz Agop” olarak tanıdıkları Prof. Dr. Agop Kotoğyan, 1938 yılında İstanbul’a göç ederek Samatya’ya yerleşen yoksul bir ailenin ilk çocuğuydu. Bu nedenle daha ilkokulda okurken, Samatyalı büyüklerine ait bir gümüş atölyesinde çalışmaya başlamıştı. Sıcak, çok sıcak bir yaz günü, gümüş kalıpları plaka haline getirmek için kullanılan presin silindiri önce iş önlüğünü, ardından da kolunu kapmış, el ve kolu, ta omzuna kadar presin altında ezilerek un ufak olmuştu. Hastaneye götürüldüğünde doktorlar, “Bu çocuk yaşamaz” derler. Ameliyat olur, günlerce komada kalır ve bir gün gözlerini açıp hayata yeniden merhaba der. Kaderin cilvesi, hayata yeniden tutunduğu yer yine Cerrahpaşa Hastanesi’dir.
Doğduğu Samatya semtini diğer adı Kocamustafapaşa’yla seven, “Doğma büyüme Paşalıyım” diye övünen Cildiyeci Prof. Doktor Agop Kotoğyan; aslında azmin, direncin, ölümlerin eşiğinden dönüp hayata sıkı sıkı sarılmanın simgesi, yaşayan bir efsane. O, Türkiye’de cinsel yolla bulaşan hastalıklar kürsüsünü ilk kuran, çeşitli bilim dallarında bölüm başkanlığı yapan, yeni buluşlarla çığır açmış, ibret alınacak yaşam öyküsüne sahip.
Ulus devletimizin aslı unsurlarından uzun uzadıya bahsetmeyeceğim ama farklı etnik yapıdan vatandaşlarımız zenginliğimizdir sözü ile Ülkemizin yetiştirdiği en önemli dermatologlardan biri olan Prof. Dr. Agop Kotoğyan’ı nam-ı diğer “Kolsuz Agop’u” kaybetmenin üzüntüsü içinde olduğumu belirtmek istiyorum.
Asdvads hokin lusavore.
Toprağı bol olsun
Nizamettin BİBER

İnsanlık Yemeği

Bu aralar televizyonlarda oldukça çok yemek programı var ve hemen hepsi revaçta. Fen Bilimleri açısından bakıldığında ise ev mutfakları en önemli laboratuarlardan biri gibi duruyor. En basitinden bir kek yapmak bile karışımları doğru yapmayı gerektiriyor. Bu nedenle televizyonlardaki yemek programlarının içeriklerine göre ilgi çekmesi çok normal, pişirme usulleri, yemek çeşitleri de izleyicinin ilgisini çekebiliyor.

Farklı tarifler ve farklı lezzetler, merakı, şüpheyi, üretmeyi tetiklediği için heyecan verici ve ilgi uyandırıcı olabiliyor. Bu programlarda herkes tarafından bilinen tüm yemek tarifleri tekrarlandığı gibi bizde gelin insanlık yemeğini tekrarlayarak birlikte bir yemek yapalım.
MALZEMELER;
Bir ölçek Günaydın,
İki ölçek İyi Günler,
Birazcık İlgi,
Bir tutam Anlayış,
Bir tutam Tebessüm,
Normal ölçüde Nezaket,
Bir tatlı kaşığı Tolerans
Malzeme tedarik yeri ise iç dünyanız.
YAPIMI:
Malzemeleri yıkamanıza gerek yok, malzemeler doğal ve temizdir.
Gönül teknenizde yavaşça karıştırınız;
Kokusu her yanınıza sinince üzerine duygu şerbeti ekleyiniz.
Karışımı hayal tabağının üzerine yavaşça boşaltınız;
Üzerini sevgi marmeladı ile süsleyiniz; samimiyet sosu ekiniz.
Birkaç parça gökkuşağının renginden de renk serpiştiriniz.
Gün boyunca afiyetle yiyiniz.
Sadece kendiniz yemeyiniz, herkese veriniz.
Çünkü bu yemek paylaşıldıkça çoğalıyor....
Not: İnsanlık yemeğinin insanlık evrimini tamamlamışlardan yapılabildiğini belirtmeliyim.
Nizamettin BİBER