30 Kasım 2017 Perşembe

Sokrates Menon Diyaloğu

Sokrates, farklı sınıflardan, farklı yaş ve meslek gruplarından Atinalıların yanına yaklaşıp, kendisini biraz garip bulacaklarını, hatta sinirlenebileceklerini düşünmeden onlara damdan düşer gibi niçin herkes tarafından doğru kabul edilen şeylere inandıklarını ve hayatın anlamının onlara göre ne olduğunu soruyor, sorusuna açık ve net yanıtlar vermelerini istiyordu. Bu davranış karşısında şaşkınlığa düşen generallerden biri şöyle diyor: “İnsan ne zaman Sokrates ile karşılaşsa, onunla sohbet etmeye başlasa, hep aynı şey oluyor. Önce siz bambaşka bir konudan söz etmeye başlıyorsunuz, sonra Sokrates sizi yönlendirerek istediği yere çekiyor, en sonunda da sizi tuzağa düşürüp şimdiki yaşam biçiminiz ve geçmiş yaşamınız ile ilgili ayrıntılı bilgiler edinmeden, yaşamınızı her açıdan didik didik incelemeden sizi bırakmıyor.”

Platon’nun “Menon” adlı yapıtında, Sokrates yine, herkes tarafından kabul gören bir fikrin doğruluğundan adı gibi emin olan biriyle sohbet etmektedir. Menon, Tesalya’da yaşayan çok varlıklı bir aristokrattır; o sırada Atina’yı ziyaret etmektedir ve paranın erdemle yakından ilgili olduğu fikrini savunmaktadır. Erdemli olabilmek için, Menon Sokrates’e, insan çok zengin olmalı diye anlatır. Menon’a göre yoksulluk bir kader değildir, bir kazadan ya da talihsizlikten kaynaklanamaz. Yoksulluk mutlaka kişinin kendi başarısızlığının bir sonucudur. Menon, kendinden emin bir tavırla, erdemli insan çok iyi şeyler satın alabilecek kadar zengin olan insandır, diye devam eder. Sokrates ona da birkaç soru yöneltir:
Sokrates: İyi şeylerden kastın sağlık ve refah mı?
Menon: İyi şeyler derken altın ve gümüş sahibi olmayı, devlet yönetiminde yüksek rütbeli, onurlu bir görevde bulunmayı kastediyorum.
Sokrates: İyi diye nitelediğin şeyler yalnızca bunlar mı?
Menon: Evet, yani bu türden bir sürü başka şey.
Sokrates: “Sahip olma” sözcüğüne “dürüst ve doğru yoldan” gibi başka sözcükler de eklemek ister misin, yoksa senin için dürüst olup olmamak farketmez mi? Bütün bu saydıkların dürüstçe edinilmemiş olsa, sen bunları edinen kişiye yine de erdemli der miydin?
Menon: Tabii ki hayır.
Sokrates: Demek dürüstlük, sükûnet ya da hürmet, hangi erdem olursa olsun mutlaka altın ya da gümüş sahibi olmakla ilgili, öyle mi? ... Aslında, eğer doğru yoldan, dürüstçe edinilmesi mümkün değilse,... altın ve gümüş edinmeyi başaramamak erdemin ta kendisidir.
Menon: Öyle görünüyor.
Sokrates: Demek ki bu tür şeylere sahip olmak, onlara sahip olmamaktan daha erdemli bir şey değil.
Menon: Vardığın sonuç galiba kaçınılmaz.
Bir kaç dakika içinde, Menon, erdemli olmak için ille de zengin ve nüfuzlu olmak gerekmediğini, hatta bunların erdemli olmak için yeterli olmadığını anlamıştı. Zengin insanlara hayranlık duyulabilirdi, ama bu onların, sahip oldukları şeyleri nasıl edinmiş olduklarına bağlıydı. Öyleyse yoksulluk da kişinin ahlaki değerini yansıtamazdı. Varlıklı olmak erdemli olmanın bir şartı değildi; bu nedenle zengin bir adam, pek çok şeye sahip olduğu için erdemli olduğu sonucu çıkartamazdı. Benzer biçimde, yoksul birinin de yoksulluğunu, ahlaki açıdan eksikli oluşuna bağlaması için bir neden yoktu.
Menon’un sahip olduğu fikirler sağlam bir temele dayanmıyordu, çünkü onlar herkesçe kabul görmüş normları, mantıklı olup olmadıklarını sorgulamadan benimsemişlerdi. Sokrates, sistemli biçimde düşünmeksizin teknik ayrıntıları dikkate almadan bir yaşam sürdürmenin doğru olmadığını düşünüyordu.
Sokrates, önemli konumlara gelmiş kişiler bile olsalar; büyük çoğunluk tarafından yüzyıllardır kabul görmüş inançları dile getiriyor bile olsalar. İnsanlar, inandıkları şeylerin mantıklı olup olmadığını geçirmelidir diyordu.
Nizamettin BİBER

Özlü Sözlerim-25

“Düşünce dışında kalan her şey, kör, sağır, dilsiz ve cansızdır.”

“Tümüyle kitap bilgisi sıkıcı bir süs gibidir.”
“Felsefe, sağlam inanç, sağlam irade, dürüstlük gerektirir.”
“Doğa, insanın doğal anasıdır.”
“Kendi hayatımızı olumluya çevirebilmek için büyük fırsatlara gerek yoktur.”
“Horoza haddini bildiren ibiğidir.”
“Uyku, ruhun kötü güçlerini sarıp yok eder.”
“Felsefe, bilimin önünde giden kılavuzdur.”
“Felsefenin birinci muhatabı entelektüel kitledir.”
“Bilim adamları bilim, felsefede bilim adamı üretir .”
“İnsanlığın huzuru için kapitalizmin selasının verilmiş olması şarttır.”
“Absürt durumlara tanık olanların sayısı artınca tepki azalır.”
“Erdem kendi kendisi ile yetinir.”
“İnsanın doğumu değil ama ölümü ilgi çeker.”
“En keskin zekâ, insanı kötülemekte kullanılır.”
“Dostluğu birleştiren dikişler hızla kaybolur.”
“Sevginin kolları dünyayı saracak kadar uzundur.”
“Eğitim insanı iyiden yana değiştirmektir.”
“İnsan, her şeyi herkesi kaybedeceğine kendisini hazırlamalıdır.”
“Devleti en çok yenilik rahatsız eder.”
“Toplumun tamamını kapsayarak biçimleyen bir kalıp yoktur.”
“Ulaştığımız zevk ve değerlerin hepsi sorun ve üzüntülerle karışıktır.”
“Haz; son kertesinde en acı sözlerle anlatılır, bitmek, yanmak, bayılmak, ölmek.”
“Mutluluğun ezici bir gücü vardır.”
“İnsan kendini hüzne; bile bile, isteye isteye, seve seve bırakır.”
“Derin anlayış, daha fazla incelik, daha fazla merak oluşturur.”
“Gevşek ve sıradan zekalar dünya işlerinde daha elverişlidir.”
“En iyi işçiler bile nasıl iş yaptıklarını söylemezler.”
“Ölümlü varlıklara özgü tüm zevklerde ölümlüdür.”
“Boş kalan ruhlar, hayal dünyasında, başıboş, ötede beride dolaşıp durur.”
Nizamettin Biber

Tramvayda Yaşanan Hüzün

Ülkemizin temel sorunları üzerine son yıllarda oldukça nitel araştırmalar yapılıyor. Uluslararası Antalya Üniversitesi tarafından TNS Piyasa Araştırma ortaklığıyla gerçekleştirilen, gençlerin ve Türk halkının öncelikli sorun ve beklentilerini ortaya koyan araştırma sonuçlarına göre; Türk halkının en büyük sorununun yüzde 48.2 ile terör olduğu, gençlerin % 55.1’inin işsizlik ve % 21.6’sının eğitim konularını en önemli sorun olarak belirtildi.

Türkiye nüfusunun % 16.5’ini oluşturan gençler, en önemli sorunları olan işsizliğin nedenini yeterli iş alanı olmamasına bağlıyor. TÜİK haziran ayına ilişkin işsizlik verilerine göre, işsizlik oranı % 10.2 oldu. Oran geçen yılın haziran ayında da aynı düzeyde olmasına rağmen İşsiz sayısı, geçen yılın haziran ayına göre bu yıl 124 bin kişi arttı. Bu artışla birlikte de işsiz sayısı toplam 3 milyon 500 bin kişiye ulaştı.
15-24 yaş arası gençlerin işsizlik oranı geçen yıl % 18.6 idi. Bu yıl % 23.3’e ulaştı. Gençlerin en çok istihdam edildiği sektörlerin başında gelen turizmin sekteye uğraması genç işsiz oranını artırıyor. Türkiye’de genç işsizliği uzun yıllardan beri yetişkin işsizliğinin en az iki katı. Ve Türkiye’de yeni mezun olan, lise ve üzeri eğitim almış yüksek sayıdaki genç işgücünün istihdam olanakları oldukça düşük. 20-24 yaş grubundaki genç işsizlerin yüzde 18,5’i ise üniversite mezunu. Türkiye, OECD’ye üye 34 ülke içinde, 15-29 yaş arasında % 28.4’lük oranla işsiz ve eğitimsiz genç sayısında lider, her 5 gencimizden biri işsiz.
Geçenlerde Tophane Tramvay durağında eve gitmek için beklerken biri yanıma yaklaşarak nasılsınız? dedi. Sakal bırakmış olduğundan bir anda beni selamlayan kişiyi tanıyamadım ama daha dikkatli bakınca Kuruluşumuzun eski Hukuk Baş müşaviri olduğunu anladım. Emekli olmuş avukatlık yapıyordu. Beraber aynı yöne gidecektik, Tramvaya binerek oturduk kısa bir hal hatırdan sonra memleket meselelerine girdik. Oğlunun işten ayrıldığını ve işsizliğin sorun olduğunu özellikle ebeveynlerin zor koşullarda çocuklarını Üniversitede okutarak hatta master yaptırarak iş bulma konusunda avantaj elde etmeye çalıştığına dem vurduk. Daha sonra ise üniversite eğitiminin işsizliği ortalama 5 yıl ötelediği ve hem aile için hem de genç için sorunların katmerleşerek, artarak devam ettiği, evlerde ciddi travmaların yaşandığı sonucuna vardık.
Dikkat etmemişiz ki karşımızda oturan elinde pet şişede limonlu suyu olan 60 yıllarında bir vatandaş bana dönerek maalesef beyefendi size katılıyorum, diye sohbete daldı. Arkasından kendi oğlunun da Hacettepe’de okuduğunu, master yaptığını uzun zamandır işsiz olduğunu ve onu sırtında yüksek katlara tüp taşıyarak okuttuğunu, hasta olduğunu tiz bir sesle söyledi. Kendi aramızda sohbete devam ederken, Fındıkzade’de sohbete katılan abi Çapada gözleri yaşları içerisinde sessizce ağlamaya başladı.
Emekli Hukuk Müşavirimiz ve ben çok üzüldük, ne yapacağımızı şaşırdık. Kendisine üzülmemesi gerektiğini bu sorunu sadece kendisinin değil herkesin yaşadığını vurgulamaya çalıştık. Ağlayan abi kendi sorununa odaklanmış bir şekilde Topkapı durağında iyi akşamlar dileyerek Tramvaydan indi.
Övündüğümüz genç nüfus, işsiz ve ebeveynlerle çatışma halinde, ebeveynlerin mali sorumluluğu devam ediyor, belli ki evlerde dramlar yaşanıyor.
Ben ise halen daha Tramvayda karşımızda duygu seline kapılarak ağlayan abinin gözyaşlarını ve yüzündeki, kederi üzüntüyü unutamıyorum.
Genç işsizlik konusunda ise ahkâm kesecek değilim, çok ama çok üzgün olduğumu söyleyerek yaşadığım bu anekdotu sizinle paylaşmak istiyorum.
Nizamettin BİBER

İlkellikte 3 Kavram (Tedavi, Hırsızlık, Öldürmek)

Tarihte, ruhsal hastalıkları tedavi etmenin yöntemi olarak, hastalar ıslak bir battaniyeye sarılıyor ve başlarına da buz gibi bir bez konularak zihnin temizlenmesi amaçlanıyordu. Omur kaymalarının yerine getirilmesi için hastayı bir merdivene baş aşağı yerleştirip, ayaklarından yukarı asıp sarsarak iyileştirmeye çalışılıyordu. Vücudun herhangi bir bölgesinde oluşan hasta bölümlere ya da akan kanı ortadan kaldırmak için o bölümler kızdırılmış metalle yakıp dağlanıyordu. Hastalara cıva içiriliyor ya da vücutlarına merhem gibi sürülüyordu. Canlılığı arttırdığı ve uzun ömür sağlayacağı inancıyla aynı zamanda frengi gibi cinsel yolla bulaşan hastalıkları tedavi etmek için cıva kullanılıyordu.

Herpes, genital uçuk gibi virüsler için, hastaların ağızlarını ya da burunlarına yakın bölgeleri arılara sokturuyordu. Doktorlar ya rahip ya da büyücü idi. Hastalıkların ruhlarla ilgili olduğuna inanılıyordu. Bu nedenle de tedavi yöntemi olarak, hastalığa neden olan ruhlara boyun eğdirmek ve kovmak için, hasta bir hafta boyunca bir kafatası ile birlikte uyutuluyordu. Hastalar, zaman zaman uyandırılarak kuru kafaları öpmesi sağlanıyordu.
Hastanın beyninin bir kısmını kesip çıkarmayı içeren Lobotomi yöntemi, yıllarca şizofreni, hiperaktivite, halusinasyonlar, saldırganlık, klinik depresyon gibi birçok sinir hastalığını tedavi etmekte kullanılıyordu.
Vücudun “hümor” adlı bir şeyle dolu olduğu düşünülüyor, İnsanların “kötü huylu hümorlar” nedeni ile hasta olduğu, bunların vücuttan atılması gerektiği, bunun için de insan kanı bolca akıtılıyordu. Kafayı delme işlemi (Trepanasyon); Beyinde delikler açarak burada oluşan hastalıklardan kurtulmayı hedefleyen bu yöntem, sara, migren ve ruh hastalıklarını iyileştirilmesinde kullanılıyordu. Frengi hastalığını tedavi etmek için kişinin ateşi olması gerektiği düşünülüyor, frengi hastalarının ateşi çıksın diye onlara sıtma enjekte ediliyordu.
DDT adlı çok güçlü böcek ilacı, bir dönem bitleri öldürmek için kullanılıyordu. Pek çok eski medeniyet, idrar içmenin cilde iyi geldiğini ve alerjileri iyileştirdiğini düşünülüyor, dişlerini beyazlatmak için bile kullanılıyordu. Bugün popüler olan bazı alkollü içecekler, eskiden hastalıkların tedavisi için kullanılıyordu.
Bağımlılık yaptığı ve vücudu gün be gün tükettiği bilinen kokain, ameliyatlarda anestetik olarak kullanılmaktaydı. Aynı zamanda dişi ağrıyan çocuklara da damlalar halinde kokain verilmekteydi.
Ruh hastalığı, insanın içindeki kötü ruh olarak düşünülüyor, tütsü buhurdanlık ya da kokulu ot yaprak yakarak dört elementten yararlanılarak büyücü tarafından tedavi ediliyordu. Veba hastalığın koklama yolu ile yayıldığını düşünülüyor, kendilerini korumak için içi çiçeklerle dolu bir gagaya sahip tüyler ürpertici maskeler giyiliyordu. Ayrıca veba hastaları tedavi olarak kırbaçlanıyor ya da azarlanıyordu çünkü veba “Tanrı’nın cezalandırması” olarak görülüyordu.
Bayanların daha ince bir vücuda sahip olmak için kullandıkları korseler kaburgaları sıkıştırıyordu. Baş ağrısına çare bulmak için testere ile hastanın kafatasına delik açma yöntemini kullanıyorlardı. Öldürücü zehirler bulunmasın diye kalın bir kitabın içi itinayla oyularak, mini bir dolap haline getiriliyor öyle saklanıyordu. Antik çağlarda, hastalar pagan inancına sahip insanlara götürülüyor ve bir kayanın üstüne yatırılarak vücudunda yaşayan hastalık bu büyücü tarafından yok ediliyordu.
Hasta ve fakir insanlar toplu insan kıyımlarının olduğu yerlerde toplanıyor ve iyileşmek için henüz birkaç dakika önce ölmüş insanların etlerini yiyor, kanları içiliyordu.
Hemeroid hastalığından kurtulmak için, rektumlarından içeri ısıtılmış demir ya da keskin taş, kaya parçaları sokuluyordu. Kadınlar düzenli olarak hamile kalmadığı zaman, rahminin vücudunun içinde dolaştığına dair inanç gereği, yerinde durmayan rahim hareket etmesin diye kadının bacaklarının arasına, vajinal bölgesine sülfür gibi pis kokular sürülüyordu.
Hırsızlık, birçok ilkel kabilede, ahlaksızlık veya suç olarak kabul edilmiyor hatta erdemin, şerefin, cesaretin en büyük kanıtı kabul ediliyordu. Comenche’lerde bir delikanlı savaşçı ve yiğitler listesine girebilmek için, mutlaka çapulculuk yapması gerekiyordu.
En büyük hırsız, aynı zamanda toplumun en saygın değer gören üyesi sayılırdı. Pathan’larda anneler çocuklarının iyi bir hırsız olabilmesi için dua ediyordu. Moğolistanda bir hırsız toplumun en saygın, nüfuzlu üyesi sayılıyordu. İsparta terbiyesinde hırsızlığa şerefli bir makam ayrılmış ve o, terbiye kadrosuna sokulmuş sayılıyordu. Şark masallarında “Kırk Haramiler” her zaman zenginin malını soyan, fakire yardım eden sempatik kişiler olarak tanımlanıyordu. Türkler, halk geleneklerinde adil insanı, zengini soyarak fakire dağıtan olarak kabul ediyordu. Eski Cermen kabilelerinde ise hırsızlık ve korsanlık açıkça yapılıyordu. Sezar, Cermen ve Goluvalıların kendi çevreleri dışında yaptıkları hırsızlığı doğal görüyordu. Halk, hırsızları bir kahraman gibi sürekli alkışlara boğar, hırsız şefi takip etmek istemeyenler topluluk tarafından hain ve alçak sayılıyordu.
İlkel dönemden kalma kalıntılardan birisi öldürme duygusu idi. En ilkel düzeyde kendini kanıtlama ve doğrulama yolu olarak öldürmenin ilkel toplumlarda ahlaksızlık bir yana, ahlaki ve erdemli bir davranış olduğu düşünülüyordu. Bazı toplumlarda; din uğruna dövüşenler ve ölenler kutsal kabul ediliyor. Savaşta üstün yararlılık gösteren, yani düşmanı öldürüp yenen kişileri her toplum kahraman saymaktadır. Kahramanlar ise her zaman ahlakın önünde yer almış en erdemli kişilerdi. İlkel toplumlara doğru gidildikçe, insan öldürmenin çok doğal bir olduğu görülüyor. Avustralya’daki Dieyerie kabilesinde nedensiz en yakın arkadaşın öldürülmesi doğal karşılanıyordu. Fiji adalarında ise, insan hayatının hiçbir önemi yoktu. Oranonlarda en küçük bir şiddet, karşısındakini öldürmeye yeter nedendi. Yerliler rahatça insan öldürebiliyordu. Meşru insan öldürme yetkisi ise şefe ve krala aitti.
İnsanlar tarihten bu yana birbirini rengi farklı diye dini farklı diye milliyeti farklı diye mezhebi farklı diye öldürdü, öldürüyor.
İnsanlar birbirini cinsi farklı diye de öldürmeye devam ediyor.
Franz Kafka’nın “Beyinlerimiz savaşsın isterdim; ama görüyorum ki silahsızsınız bayım.” sözünü “Beyinlerimiz savaşsın isterdim; ama görüyorum ki  ilkelsiniz bayım!” şeklinde söylemek istiyorum.
Nizamettin Biber

26 Kasım 2017 Pazar

Kadın ve Kadına Şiddet!


Kadınlar insan olarak çok önemli birey olarak ta bir toplumun vazgeçilmez ve önemli unsurudur. Kadın yücelirse toplum da yücelir. Kadın, toplumun çimentosudur. Uzun zamandır kadına yönelik yazılar okuyor ve kitaplar topluyorum, topladığım kitap sayısı 400’ü geçti. Kadın konusunda da bir kitap yazmayı planlıyorum. Çok nitelikli sayılmazsa da MB alanında kadına yönelik yazdığım birkaç blogumu sizinle paylaşmak istiyorum;

Seri İki Kadın Katili;
Arabanın Kadın Konferansı;
Seçimden Sonra Kadın Iran Örneği;
Çalışan Kadın ve Türban;
Kadınlı Erkekli;
Kadının Hiçsizliği ve Yasakları;
Rizeli Kadınlara Çağrımdır;
Ruanda mı? Türkiye mi?
Yaz Gelinliği;
Kadının Hem Adı Hem Hakkı Yok;
Kadınlarımıza Şükran Duymak;
Temiz Sicilden Sadece İkisi;
Linç Olgusu;
Stereotiplerle Kadına Bakmak;
Uyduruk Cumhuriyetlerde Kadın;
Kadına Dair;
Kadınlarımıza Dair Özet Kronoloji;
İstifçilikle suçlanabilirim ama kadına dair tüm kitaplarımı okuyamadım tabii. Seçerek okuduğum kitaplardan rast geldiğim kadına yönelik düşünen, düşünce platformu oluşturanlardan az sayıda da olsa ismini burada anmak istiyorum;
Türkan Saylan, Zeynep Oral, Şirin Tekeli, Duygu Asena, Afet İnan, Halide Edip Adıvar, Aysel Ekşi, Nermin Abadan, Necla Arat, Nazan Moroğlu, Tülay Arın, Sabiha Sertel, Türkel Minibaş, Aysel Çelikel, Sevim Belli, Behice Boran, İlmiye Çığ, …
Kadın şiddeti ve çocuk gelinlere yönelik olarak birkaç literatür paylaşmak istiyorum;
1-Türkiye’de kadına yönelik şiddet-Ayşe Gül Altınay-Yeşim Arat- www.kadinayoneliksiddet.org
2-Sıradan Şiddet-Aysel Yıldırım-Boyut Kitapları
3-Kadın ve Yoksulluk-Nazan Moroğlu-CM Basın Yayın
4-Kadınların İnsan Hakları Bildirisi ve Ek İhtiyari Protokol-Nazan Moroğlu-Beta
5-Çocuk İstismarı Nedir? Oğuz Polat-Analiz
6-Hukuki Açıdan Çocuk Gelinler-Nazan Moroğlu-Fatoş Serin-CM Basın Yayın 
Milliyet Blog alanında ise kadın duyarlılığı çok gelişmiş yazan arkadaşlarımız var diğer arkadaşlar alınmasın ama öncelikle Cemile Torun ile Yurdagül Alkan hanımların kadına yönelik duyarlılıklarına çok teşekkür ediyorum. Kadına yönelik özlü sözlerimden birkaçını paylaşıyorum;
“Toplumları biçimlendiren, şekil veren kadındır.”
“Kadın, kültür taşıyıcısıdır.”
“Kadın, yaşamın gücüdür.”
“Kadın, erkeğin kavrama sığasının dışında bir sanat eseridir.”
“Kadın, yaşamın kaynağı ve başlangıç noktasıdır.”
“Kadınını ve çocuğunu koruyamayan devlet, yok hükmündedir.”
“Kadınını ezen bir toplum içten içe çürür.”
Nizamettin Biber

Sosyal Sınıflar

Toplumlarda; gelir seviyesi, kültürü, hayat biçimi ve eğitimi kriterleri açısından büyük ölçüde birbirine benzeyen insanların oluşturduğu kategoriler sosyal sınıfları oluşturmaktadır. Klasik anlamda, genel olarak her toplumda üç toplumsal sınıf görülür; a) Üst sınıf:(Toplumdaki ekonomik kaynakların büyük bir kısmının sahibi olanlar), b) Orta sınıf: (Nitelikli işçi ve serbest meslek sahipleri), c) Alt sınıf: (Ücretli sanayi işçileri, köylüler)

Sadece Ülkemizde değil tüm dünyada; yaşamları, toplumdaki durumları, çalışma yaşamındaki yerleri, düşünceleri ve çıkarları farklı toplum kesimleri, sınıflar var, küçük bir toplum kesimi, büyük bir çoğunluğu çalıştırıyor. Genelde yöneten, sömüren küçük bir azınlık, sömürülen büyük kitlelerin bu farklılıkları kavramasını engellemek isteği vardır. Toplumun sınıflara bölünmüş olduğu gerçeğini, hele hele bu gerçeğin temelindeki asıl nedeni alt sınıftakiler tarafından hiç öğrenilmesin istenir.
Sosyal sınıfların oluşumunda insanların nasıl yaşadığı, tükettiği, kişisel beğenileri, başkalarıyla kurdukları ilişki biçimi, başka bir ifade ile başkalarını nasıl algıladıkları ve başkaları tarafından nasıl algılandıkları belirleyicidir. Sosyal sınıf kavramının daha anlaşılır hale gelmesi için sosyal sınıf sisteminin diğer sistemlerden farkları ortaya konmalıdır.
• Sosyal sınıflar herhangi bir kanunla veya dinsel bir açıklama ile belirlenmez. Sosyal bir sınıfa ait olma durumu aileden miras alınan, kanuni ve geleneksel bir temele oturmaz.
• Bir kişinin sosyal sınıfının belirlenmesinde sahip olduğu statü önemlidir ve bu statüler çoğunlukla “kazanılmış statü”lerdir. Tabakalar arası hareketlilik mümkündür ve sıkça görülen bir durumdur.
• Sosyal sınıf kişiler arasında özellikle maddi kaynakların mülkiyeti ve kontrolü gibi ekonomik temelli farklılıklara dayanır. Unvan, prestij, geleneksel ve kültürel değerler gibi ekonomik temele dayanmayan farklılıklar önemini kısmen yitirmiştir.
Sanayileşmiş ve ekonomik olarak gelişmiş toplumlarda çoğunlukla ekonomik ölçütler esas alınarak oluşturulan üç sosyal sınıftan söz etmek mümkündür:
Toplumsal sınıflar veya kültürler içindeki bireyler veya gruplar arasında hiyerarşik farklılığı (veya katmanlaşmayı) ifade eder. Sınıflı toplumlarda; Üretim araçlarına sahip olanlarla, olmayanlar, yani çalışanlarla çalıştıranlar yani, sömürenlerle sömürülenler olarak iki temel sınıf olduğu görülür.
Toplumsal sınıf, toplumda servet, eğitim ve mesleksel statü bakımından aşağı yukarı benzer durumda olan insanların diğerlerinden ayrılmasıdır. Joseph Kahl, toplumsal sınıfın özelliklerini 7 temel şıkta değerlendirmektedir; 1. Saygınlık, 2. Belirli miktarda servet ya da gelire sahip olmak, 3. Toplumsal etkileşim, 4. Meslek, 5. Sınıf bilinci, 6. Değer yönelimleri, 7. İktidar ya da başkalarının eylemlerini denetimi altına alabilme yeteneğidir.
Sosyal sınıfların geleneksel toplumlarda, başka bir ifade ile; sanayi öncesi toplumlarda da var olmasına rağmen, bu konunun bugün bu denli araştırma ve tartışma konusu olması, onu inceleyen, kapsamına alan “Sosyoloji”nin bir bilim olarak ortaya çıkmasının, Sanayi devriminden sonraya dek gelmesinden çok; Komünist manifestonun teorisyeni Karl Marx’ın sınıf olgusunu kendine en temel bir ilham kaynağı olarak almasındandır. Bu konu ile ilgi olarak Raymond Aron’un Sınıf Mücadelesi adlı kitabında; “Marksizm denen bir doktrin ortaya çıkmasa ve bugün bu doktrinin propaganda gücünü kullanan Marksist (Komünist) ülkeler bulunmasaydı, sosyal sınıf ayrımı ve tabakalaşma konusu hiçbir zaman şimdiki gibi önemsenmeyecekti. Marksizm sosyal sınıfların doğuşu ve bunlar arasındaki eşitsizlik hakkında yeni bir yorum getirmiş ve başka yerlerde aranan pek çok çözümlerin sınıf meselesinde bulunabileceği hakkında oldukça kuvvetli ve yaygın bir kanaat uyandırmıştır”der.
Beş parmağın beşi de bir olmaz, böyle gelmiş böyle gider, alın yazımız böyleymiş, Allah böyle yazmış ne yapalım?  Ve hepimiz Müslüman ve insanız, imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz… şeklinde propaganda yapılır.
Amaç ezilenlerin, sömürülenlerin durumlarının bir yazgı olduğuna inandırılması, Toplumun sınıflara bölünmüş olmasının yarattığı ağırlıkların, kişinin ilahi yazgısı, Allah vergisi olduğu aşılanmak istenmesidir. İstenir ki, sömürülenler gerçeklerin farkına varıp bu sahte yazgıyı yıkmaya, kendi yazgısını bozup sosyal sınıfının değiştirmeye kalkışmasın.
Toplumsal sınıflar kapitalist sistemde olağan görünmektedir. Ancak, sınıfsız bir toplum ütopya olarak görünse de yoksulluğu azaltarak orta sınıfı güçlendirmek sosyal devletlerin en temel amacı olmalıdır.
Nizamettin BİBER

Milliyet Blog Akademisi

Akademi sözüne karşılık çok özel bir sempatim vardır. Bu sempati sanırım, çocukluğumda İlk ve Orta öğrenim yıllarımda İstanbul’da ve diğer büyük kentlerde Akademide okuyan abilerimize duyduğum ilgiden kaynaklanıyordu.

En geniş tanımıyla yükseköğrenim veren, günümüzde bilim, edebiyat ve sanat konularını tartışmak için bir araya gelen üyelerin oluşturduğu kurumlara da akademi deniyor. Bu tanımdan hareketle akademisyen; yüksekokul/üniversite/enstitü gibi kurumlarda öğretimi veren, bireysel veya grup olarak özgün araştırmalar yapan ve alanına katkıda bulunan genel mesleki ünvanıdır.
Akademi adı aslında, Atina yakınlarındaki Akedom adlı bir zeytinlik bahçesinden gelmekte, bu bahçede Yunanlı düşünür. Platon, felsefe, matematik, doğa bilimleri ve yönetim biçimi gibi çeşitli konularda öğrencilerine ders vermekteydi.
Atina yakınlarındaki bir yerleşimden hareketle ortaya çıkan akademi ismi sonralarda İskenderiye, bilim, edebiyat ve sanat ve Avrupa’nın iç kısımlarında ve diğer yerlerinde de benzer amaçlarla kurulan eğitim kurumları için de kullanılmıştı.
Platon’un M.Ö 4. yüzyılda ders verdiği okul, tarihteki ilk akademi olarak kabul edilmektedir. Günümüzde yükseköğrenim vermek amaçlı kurulmuş olan yüksekokul/üniversite/enstitü için akademi ismi sıklıkla kullanılmaktaydı. Bu tanımla ilintili olarak bazı bilim dallarında, güzel ya da uygulamalı sanatlarda orta ve yükseköğretim yapan kimi okullar da bu isim adı altında tanımlanmaktaydı.  
Üniversite ile Akademi arasındaki fark kurumsal büyüklükle ilgili olup; evrensel eğitim veren ve bilimsel araştırmalar yapan kurumlara üniversite, üniversiteyi oluşturan ögelerden bir tanesi de akademidir.
Ülkemizde yakın zamana kadar akademi adını taşıyan birçok yükseköğretim kurumu vardı. Bunların en ünlüsü olan ve pek çok ünlü sanatçının yetiştiği sonradan Mimar Sinan Üniversitesi’ne dönüşen Devlet Güzel Sanatlar Akademisi idi. Bir dönem akademi adında eğitim kurumları olarak Harp Akademileri, Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi, İktisadı Ticari İlimler Akademisi ile Sinema, Sanat, Spor ve Bilim Akademileri vardı. Akademi adını taşıyan özel öğretim kurumlarımızdan Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) ise 1993’te kurulmuş, faaliyetlerine devam etmektedir.
Her konuda (bilim, edebiyat ve sanat) araştırma yapan, düşünen, bilen ve en önemlisi bunları yazan, paylaşan siz bloggerların özündeki bilgelik ışığının yeniden ışıması için MB alanını bir Akademi olarak kullanabilir miyiz ya da MB alanına Akademi diyebilir miyiz?
Hazır bol Akademisyen, Akedom (MB) varken, MB AKADEMİSİ neden olmasın.
Hepinizi akademik algı ile selamlıyorum.
Nizamettin BİBER

Kadınlarımıza Dair Özet Kronoloji

1843 yılında Tıbbiye Mektebi bünyesinde kadınlar ebelik eğitimi almaya başlıyor.

1847 Kız ve erkek çocuklara eşit miras hakkı tanıyan İrade-i Seniye yayımlanıyor.
1856 Osmanlı topraklarında Köle ve cariye alınıp satılması yasaklanıyor.
1858 Arazi Kanunnamesinde mirasın kız ve erkekler arasında eşit olarak paylaştırılacağı hükmü yer alıyor, kadınlar ilk kez miras yoluyla mülkiyet hakkını kazanıyordu.
1858 Kız Rüştiyeleri açılıyor.
1869 Kadınlar için ilk sürekli yayın olarak nitelenen (haftalık) Terakki Muhadderat dergisi ile Kızların eğitimine ilk kez yasal zorunluluk getiren Maarif-i Umumiye Nizamnamesi yayımlanıyor.
1870 Kız öğretmen okulu Dar-ül Muallimat açılıyor.
1876 Kanun-i Esasi (ilk Anayasa) kabul edilerek temel haklar düzenlendi. Kız ve erkekler için ilköğretim zorunlu hale getirilir.
1894 Aliya hanım “Çağdaş Müslüman kadınlar” adlı bir roman yazıyor.
1895 “Kadınlara mahsus” bir gazete yayınlanıyor.
1896 Fatma Aliye Hanım “Muhadenet-i Nisvan” adlı ilk kadın derneğini kuruyor.
1897 Kadınlar ücretli işçi olarak çalışmaya başlıyordu.
1908 Meşrutiyeti ilanı nedeni ile kadınlar sokaklarda pankartlarla sevinç gösterisi yapıyor. Halıcılar Camii müezzini Fatih Camii’nde Kanuni Esasi ve Meşrutiyet aleyhinde konuşarak çevresini topladığı kalabalıkla meyhane ve tiyatroların kapatılmasını, kadınların sokağa çıkmasının yasaklanmasını istiyor, ertesi gün tutuklanarak bir süre sonra idam ediliyordu. Kandillideki Adile Sultan Sarayı onarılarak, kız okulu yapılmaya kalkılınca, Vahdettin ve taraftarları “Ahmet Rıza kız okulu açacak, Fransızca tedrisatla kızlarımızı gavur edecek” diyerek ayaklanıyordu.
1913 Nuriye Ulviye Meylan “Mudafaa-i Hukuk-u Nisvan” adlı bir dernek kuruyor, içinde kadın resimleri olan  “Kadınlar Dünyası” adlı bir dergi çıkarıyordu. Kadınlar ilk kez devlet memuru olarak çalışmaya başlıyor, Belkıs Şevket uçağa binen ilk kadın olma ünvanını kazanıyordu.
1914 Kadınlar tüccarlık ve esnaflığa başlıyor, İnas Darülfünunu adı altında kızlar için bir yükseköğretim kurumu açılıyordu.
1915 Savaş nedeniyle üretimde erkeklerden boşalan yerlerin doldurulması amacı ile “Kadın Amele Ordusu” kuruluyor, Ordunun bir cemiyeti olan “Kadınları çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi” Enver Paşa’nın eşi Naciye hanım Başkan olmasına rağmen kurucularının hepsi erkeklerden oluşuyordu.
1919 Erzurum merkez Kız Okulu Müdiresi Ferihan Hanım İstanbul ve diğer işgalleri İtilaf devletleri ile Amerikan senatosuna telgraf çekerek protesto ediyor.
1921 Darülfünun’da karma öğretime geçiliyordu.
1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğrenim Birliği) çıkarıldı. Böylece eğitim laikleştirilerek tüm eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Kız ve erkekler eşit haklarla eğitim görmeye başlıyor.
1925 Türk Kadın Birliği kuruluyordu.
1926 Türk Medeni Kanun kabul ediliyor.
1928 Muazzez Işıkpınar, Dünyada ilk defa kadın ceza hâkimi oluyordu.
1930 Belediye yasası çıkarılıyor, Yasa ile kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanınıyor, Kadın ve çocukların korunmasına ilişkin ilk düzenleme Umumi Hıfzısıhha Kanunu ile yapılıyor, Doğum izni düzenleniyordu.
1933 Kız çocuklarına mesleki eğitim vermek amacıyla Kız Teknik Öğretim Müdürlüğü kuruluyor, Köy Kanunu’nda değişiklik yapılarak kadınlara köylerde muhtar olma ve ihtiyar meclisine seçilme hakları veriliyordu.
1934 Anayasa değişikliği ile kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınıyor. Türkiye bu hakkı kadınlara tanıyan ilk Avrupa ülkesi oluyordu. Türk kadını bu yeni haklarını hemen kullanıyordu.
1935 Yılbaşında sinemalarda gösterime giren “Bataklı damın kızı Aysel” köyle kent arasındaki çelişkileri vurgularken, bir genç kızımız da İnegöl İdman Yurduna yönetici oluyor, Milletvekili seçimlerinde 18 kadın milletvekili seçiliyordu.
1936 İş Kanunu yürürlüğe giriyor. Kadınların çalışma hayatına düzenleme getiriliyordu.
1937 Kadınların yeraltında ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılması 1935 tarihli 45 sayılı ILO özleşmesi ile yasaklanıyordu.
1945 Analık sigortası (doğum yardımı) 4772 sayılı yasa ile düzenleniyordu.
1949 Yaşlılık sigortasının kadın ve erkekler için eşit esaslara göre düzenlenmesi 5417 sayılı yasa ile sağlanıyordu.
1952 Sağlık Bakanlığı bünyesinde ana çocuk sağlığı hizmetleri verilmeye başlanıyor.
1965 Gebeliği önleyici araçların satış ve dağıtımının serbest bırakılmasını ve tıbbi zorunluluk halinde kürtaj hakkı tanınmasını düzenleyen Nüfus Planlaması Hakkında Kanun çıkarılıyor.
1966 Eşit değerde iş için kadın ve erkek işçiler arasında ücret eşitliğini sağlayan 1951 tarihli 100 sayılı ILO sözleşmesi onaylanıyor.
1983 10 haftaya kadar olan gebeliklerin kürtajla sona erdirilmesi ve gönüllü cerrahi sterilizasyon yöntemlerine izin verilmesi Nüfus Planlaması Hakkında Kanun’da yapılan değişiklikle sağlanıyor. Kürtaj için evli kadınlara kocadan izin alma koşulu getiriliyordu.
1985 5. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda kadınlar konusu ilk kez ayrı bir başlık olarak yer aldı ve bu konuda politikalar belirleniyordu.
1985 Birleşmiş Milletlerce 1979’da kabul edilen “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” (CEDAW) 1985 yılında Türkiye tarafından imzalanıyordu.
1989 İstanbul Üniversitesi’nde ilk “Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi” kuruluyor, İçişleri Bakanlığı kaymakamlık sınavlarına kadınların da alınacağını açıklıyordu.
1990 Kadının çalışmasını kocanın iznine bağlayan Medeni Kanun’un 159. Maddesi Anayasa Mahkemesi’nce iptal ediliyor, Mağdurun hayat kadını olması halinde tecavüz cezasının indirilmesini öngören Türk Ceza Kanunu 438. maddesi Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yürürlükten kaldırılıyordu.
1990 Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü bünyesinde, şiddete uğrayan kadınlara ve çocuklara destek hizmeti vermek üzere ilk Kadın Konukevleri açılmaya başlanıyor. 2000 yılı itibariyle bu sayı yediye yükselirken kapasiteleri 170’e ulaşıyordu.
1993 İstanbul Üniversitesi’nde ilk Kadın Araştırmaları Ana Bilim Dalı açıldı ve yüksek lisans programı vermeye başlıyor, Halk Bankası’nca kadınları girişimciliğe özendirmek amacıyla kadınlara özel, düşük faizli kredi uygulaması başlatılıyordu.
1995 Kurulduğundan bu yana, açtığı kadın danışma merkezi ile şiddete uğrayan kadınlara danışmanlık hizmeti veren “Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı”, ilk kadın sığınağını açıyor.
1997 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü koordinasyonunda 13 il valiliği bünyesinde “Kadının Statüsü Birimleri” kuruluyordu.
1997 Kadının evlendikten sonra kocasının soyadını almakla birlikte, kendi soyadını da kullanabilmesi Medeni Kanun'un 153. maddesinde yapılan değişiklikle sağlanıyordu.
1998 Aile içi şiddete uğrayan kişilerin korunması için gerekli tedbirlerin alınmasını düzenleyen 4320 Sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun yürürlüğe giriyor.
2001 Yeni Türk Medeni Kanunu TBMM tarafından kabul ediliyor.
2002 Yeni Türk Medeni Kanunu yürürlüğe giriyordu.
2002 CEDAW Ek İhtiyari protokol onaylanıyor.
2008 “Aile içi şiddet dahil, Kadınlara yönelik şiddetle mücadele Kampanyası” çerçevesinde Avrupa Konseyi’nce nakdi hibe verilmesine ilişkin anlaşmanın yürürlüğe girmesine dair karar yürürlüğe giriyordu.
2013 237 kadın öldürülüyor.
2014 294 kadın öldürülüyor.
2015 303 kadın öldürülüyor.
2016 328 kadın öldürülüyor.
2017 yılının ilk beş ayında 173 kadın öldürülüyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının olduğu bir Ülkede kadınlar ölmeye artarak devam ediyordu.
Nizamettin Biber

Dinlememek Üzerine, Neden Dinlemiyoruz?

Son zamanlarda özellikle toplumda ve kendimde gözlemlediğim bir davranışı irdelemek istiyorum, dinlememek! Çoğumuz karşımızdakini dinlerken başka şeylerle ilgileniyor, onu önemsemiyor ya da dinlediğimizi hissettirmiyor, dinlermiş gibi yapıyoruz.  Hatta birimiz konuşurken bile diğerimiz başka şeylerle (cep telefonu) ilgileniyor. İletişim kurmanın en önemli araçlarından biri olan dinleme davranışını ıskalıyoruz. Uyumadığımız zamanın % 80’ini iletişim kurarak, bunun %45’ini de başkalarını dinleyerek geçiriyoruz. Bu sonuç, “insanların okumaktan, yazmaktan veya konuşmaktan” ziyade daha çok dinlediklerini göstermektedir.

İnsanlarla sağlıklı iletişim kurmak iyi bir dinleyici olmaktan geçiyor. Peki dinleme nedir neyi kapsar? TDK sözlüğünde dinlemek; 1. İşitmek için kulak vermek, 2. Birinin sözünü, öğüdünü kabul edip gereğince davranmak, 3. Uymak, baş eğmek, itaat etmek, anlamlarına gelmektedir.
İyi dinleme eylemi ise karşıdakinin ne söylemek istediğini dolayısı ile ne düşündüğünü ne hissettiğini ve ihtiyacını anlamaya çalışmayı kapsar. İnsan yaratılışı gereği sosyal bir varlık olarak çevresiyle iletişim kurmak zorundadır. İnsanın çevresi ile iletişim ve etkileşim kurma olgusunu şekillendiren duygu, düşünce ve hayalleridir. İletişim, hayatın her alanında ve anında sözlü, sözsüz biçimde gerçekleşen bir alma, aktarma ve tepkide bulunma eylemidir. İletişimin içeriğini oluşturan sözcük, işaret, sembol, hareket gibi somut unsurlar ve soyut bilgi, duygu, düşünceler bir ileti olarak dil yetenekleri ve beden dili yardımıyla çevreden alınır, anlamlandırılır ve karşı tarafa aktarılır. İletişim anlama, anlaşma/anlaşılma ve anlatma gibi ihtiyaçlardan doğar. Topluluk içinde yaşayan her birey çevresine kendini anlatmak ve onları anlamak zorundadır. İnsan bahsedilen ihtiyaçlarını, duygu, düşünce, dilek ve tasarımları aktarma ve ortaya koyma aracı olan dil becerilerini (okuma, dinleme, konuşma, yazma) kullanarak karşılar.
Dünyaya gözlerini açtıktan sonra da ilk dönemlerde dinleme, insanın öncelikli davranışıdır. İnsanlar yaşamlarını sürdürmek için beslenmek, aile, eş ve arkadaşlık gibi yakın ilişkiler kurmak, çalışmak, çocuk yetiştirmek, iletişime geçmek, tepki göstermek vb. zorundadır. Bu eylemleri gerçekleştirmek ve bu faaliyetlerde başarılı olabilmesi, yaşam kalitesini artırması için çevresini dinlemesi gereklidir.
Dinleme; oluşum, sergilenme ve etki açısından çok boyutlu bir davranış örüntüsüdür. Karşımızdaki kişiyi dinleme, okunan bir metni dinleme, tartışmaları dinleme, karşılıklı konuşmaları dinleme, mesleki ve akademik konuşmaları (konferans, panel vb.) dinleme, elektronik kaynakları dinleme vb. Birey içinde bulunduğu toplumun kültürel kimliğini kazanırken, ana dili becerilerini (dinleme, konuşma, okuma ve yazma) kullanmakta,  bireysel olarak da gelişmektedir.
Eğer karşımızdakini dinleme bu kadar önemliyse neden daha iyi dinleyiciler olamıyoruz?
Dinleme zorluğu çekmenin altında yatan nedenlerden biri fizyolojik. Dakikada 400-600 kelime dinleme kapasitesine sahipken konuşma kapasitemiz yaklaşık 125 kelime olması karşımızdaki kişi konuşurken bize başka şeyler düşünme fırsatı veriyor. İyi bir dinleyici olmamamızın diğer nedeni de yetersiz eğitim. Okullarda çocuklara okuma, yazma ve konuşma öğretiyoruz. Yetişkinler hızlı okuma, topluluk önünde konuşma gibi kurslara katılıyorlar. İletişimi artırmak için yaptığımız bunca çabanın yanında, iletişimin en önemli unsurlarından biri olan dinlemeyi nedense unutuyoruz.
Farkında değiliz, kendi iç iletilerimize odaklanıyoruz, dinlemenin ne demek olduğunu bilmiyoruz, İletişimin etkili kısmının konuşmak olduğunu zannediyor, her şeyin en iyisini biz biliyoruz, dinliyormuş gibi görünme alışkanlığımız var, dinlemenin, bizden kaynaklanacağı kısmını gerçekleştiremeyecek kadar benliklerimizden uzağız.
Diğer nedenler ise; sabırsızlık, hemen sonuca gitme isteği, araya girme, dinlenilen konuyla ilgili akılda bir şeylerin olması, soru sormayı bilmeme, soru sormaktan kaçınmak, algıda seçicilik(işimize geleni dinleme), karşıdaki kişiyle olan ilişkinin kalitesi (sevmeme, hoşlanmama), ağır iş yükü veya veri yükü, çözemediğimiz, altında kaldığımız sorunları sürekli düşünüyor olmamız…
Son söz; “Konuşmak bir ihtiyaç ise, dinlemek bir sanattır.” Goethe
Nizamettin BİBER

20 Kasım 2017 Pazartesi

Bloggerların da Telif Hakkı

Sadece MB alanında değil tüm blog alanlarındaki yazılar gerçekten özgün, samimi, kişilerin doğal düşünceslerini yansıtıyor. (Sürekli güce ve iktidara methiye düzen yalakaları ise tasnif dışı brakıyorum) MB alanında siyasi, sosyal, bölgesel ve dünyaya dair öyle analiz yapan arkadaşlarımız var ki ana akım medyadaki yazarlara taş çıkartıyor. Şiir, deneme, düz yazı, öykü dalında ve her kategori grubunda harika yazılar okuyor ve öğreniyorum. Yazanların her birine teşekkür ederim. Üniversite yıllarımda düzenli bir şekilde arkadaşlarla ortak Cumhuriyet gazetesi alarak okurdum. Cumhuriyet gazetesi bir akademi eğitiminin niteliği taşırdı bir/o zamanlar. Kısmen de olsa bu alanı bir Akademi olarak görüyorum. İnternette hızlı bir tarama ile yazmış olduğunuz blogların akibeti hakkında oldukça geniş fikir elde edebilirsiniz, kendimle ilgili yapmış olduğum taramanın sonuçlarını paylaşmak istiyorum;

Enez ile ilgili yazmış olduğum “Egenin en Kuzeyi Enez” blog yazısını enezsahil.wordpress.com adlı site isim vererek paylaşmış;
Dünya.com gazetesinde Alaattin Aktaş isim vererek “Bu millete plan değil pilav lazım” blogumdan isim vererek yararlanmış;
Yeniçağ Gazetesi Yazarı Arslan Bulut Mustafa Sabri Efendi Basını yazısında “Mütareke Basının Sürekliliği” blog yazımdan isim vererek yararlanmış,
Kıbrıs Postası Gazetesinde Ertanç Hidayettin, eğitimli ve aydın olma yazısında “Aydın nedir ne değildir” yazımdan atıfta bulunarak yararlanmış;
Avukat Hayrı Balta kendi sitesinde “Güneş Dünyayı Aydınlatmıyor” blog yazımı aynen paylaşmış;
“Dışlanma Korkusu Güçlüden Tavır Alma” yazımı circassiancenter.com sitesi aynen paylaşmış;
Ahmet Anapalı Haber7.com gazetesinde, unutulan bir insanlık harikası; diş kirası2 yazısında “Diş kirası Geleneğini Hayata Geçirmek” blog yazımı kaynak göstererek yararlanmış;
tramem.org doğa ve hayvan sitesi ile alkislarlayasiyorum.com sitesi “Pardinin Sesi” blogumu sitelerinde paylaşmış;
gemipersoneli.com sitesi de “Deniz İtfaiyesinin Gerekliliği” blog yazımı sitesinde paylaşmış;
neokur.com sitesi “Durkheim İntihar İncelemesi ve Hayrı Kozakçıoğlu” blog yazımı sitesinde paylaşmış;
“Madenciler mi, Kontrollük mi, insanlık mı öldü” blog yazımı, isgfrm.comsitesi kullanmış;
kirmizilar.com sitesinde “Zeytinyağlı Yiyemem Amman” blog yazım paylaşılmış;
Bu sonuçlar kopyalanarak kullanılan blog yazılarının tespitini kapsamıyor tabii ki. Geçenlerde bir blog yazısında blog yazarının sıralı öykülerini birinin intihal ederek, aşırarak bir takım değişiklikler yapıp kitap bastığını okudum. Bu konu bana ülkemizde henüz çok yeni olan telif haklarının (5846 sayılı fikir ve sanat eserleri kanunu) blog yazarları içinde önemli ve gerekli olduğunu hatırlattı, size de hatırlatmak istedim.
Nizamettin Biber

Cep Herkülüne Veda


Naim Süleymanoğlu; İlk dünya rekorunu kırdığında sadece 15 yaşındaydı, 1984, 1985 ve 1986 yıllarında dünyada “yılın haltercisi” seçildi, 1988 Seul, 1992 Barcelona ve 1996 Atlanta Olimpiyatları olmak üzere üç kez olimpiyat şampiyonu oldu, 8 Kez dünya şampiyonu oldu, 46 dünya rekoru kırdı, Kendi kilosunun üç katından fazla kaldırarak, “efsane”oldu.

Spor otoritelerine göre “tüm zamanların en iyi haltercisi” idi, 1988 yılında Time dergisine kapak oldu. 60 kg’da koparmada 200 kg kaldırarak dünya rekoru kırdı. 1988 yılında Seul olimpiyatlarında 9 dünya 6 Olimpiyat rekoru kırarak büyük bir zafer kazandı.
Türkiye’ye Olimpiyatlarda güreş dışında ilk altın madalyasını kazandıran sporcu idi, 1992 yılında Uluslararası Halter Basın Komisyonu tarafından “Dünyanın En İyi Sporcusu” seçildi.
Ayrıca, Ülkemizin Spordaki başarısızlığını, dünya spor podyumundaki ezilmişliğimizi, asimile edilmek istenen Türk kimliğinin direniş yükünü de onun omuzlarına yükledik. Bana mısın demedi, kâkülüne üfleyip, yüklenip kaldırdı.
Cenaze törenine özel davetle en büyük rakibi Yunan Leonidis’de geldi. Onu sonsuzluğa uğurluyoruz.
Işıklar içinde uyu, güle güle cep Herkül’ü!
Nizamettin Biber

18 Kasım 2017 Cumartesi

Mekanik İnsan

İnsanın evrendeki var olma öyküsü uzun ve ayrıntılarla dolu. Bilinen ise insanın yaşadığı sürenin dünya yaşının çok az zaman dilimine tekabül ettiği, hatta insanın bugünküne benzeyen şekliyle ancak 11.000 yıldan beri var olduğudur.

16. yüzyıl ile birlikte insan düşüncesi Batılı anlamında önemli bir aşama kaydetmiştir. Bu aşama sonucunda insanların kendi aralarındaki ilişkilerinin yanı sıra insan doğa ilişkisinde de önemli gelişmeler yaşanmış, organik bir doğa anlayışından mekanik doğa anlayışına geçilmiştir.
ABD kökenli psikolog Skinner insanın bir makine olduğunu savunmuş, insanın sürekli olarak rutin davranışlar ve hareketleri tekrarlayan bir makine gibi olduğunu söylemiştir.
İnsan, Hayatın capcanlı ve renkli olduğunu görmezden gelerek sadece nefes-alıp vermekle mi yetiniyor? Karmaşık fizyolojik yapısına rağmen insan belli olaylara geliştirmiş olduğu kalıp yanıtlarla karşılık veren mekanik bir makine midir?
Adı, soyadı, doğum tarihi, ebeveynler, akrabalar, mesleği, ait olduğu muhtarlık, numara, kimlik belgesi, kimlik no, plaka no, dernek kayıt no, sicil, no, semt, resmi daire, il, pasaport kontrolü, tarih, giriş tarihi, ev sahibi, kira, ev numarası, banka numarası, banka hesabı, gelir, görev sorumluluğu, yetkisi, beş çalışma günü, zorunluluklar, erginlik, kefalet, havale, tatil hakkı kazanma, alkol oranı, metre kare fiyatı, sözleşme, posta çeki, havale, iş yeri, geçiş hakkı, güvenlik, mahkeme, mesafe, kırmızı ışık, kontrol, oy pusulası, saç rengi, boy, adres…
Tüm bu tanımlanmış kayıt ve normlara bağlı insan, gerçekte toplumda kodlanmış haliyle mekanik bir alete benzemektedir.
İnisiyatif almak, rasyonel ve analitik düşünmek, üzülmek, inanmak, şaşırmak, hata yapmak, eğlenmek, ağlamak, mutlu ve neşeli olmak, takdir edilmek, kızmak, rahatlamak, güven duymak, gururlanmak, erdemli, ahlaklı olmak, coşku ve heyecan taşımak, insani ilişkiler kurup sosyalleşmek insani davranışlardandır. Günümüzde insan, hem sosyal medyanın esiri durumunda, hem de önceden belirlenmiş bir amaca veya amaçsızlığa hizmet eden düzenekvari mekanik davranış biçimine zorlanmaktadır.
Korku, kaygı, hayal kırıklığı, üzüntü, depresyon, yalnızlık, acılara, sevinç gibi insana özgü duygulardan insan nasıl izole edilebilir ki? Öyle ya, acılara alışamazsak bir uçurum kenarında, sevinçlere alışmazsak bir dağın doruğunda kalmış olmaz mıyız sürekli? Böylece hep başımız dönmez mi? Sosyal yaşamımızı nasıl sürdürürüz?
Alışkanlıklara sığınarak, tanımlanmış norm ve kriterlere bağlı yaşamak, hayatın ve doğanın bütün sihrini, güzelliğini yok etmekte, içimizi ve dışımızı çölleştirmekte, bizi irrasyonel koşullara itmekte giderek mekanik varlıklar haline getirmektedir. Yakınımızda ve uzağımızda bulunan hiç bir şeyi, (insan, hayvan, doğa) yeterince hayatımıza sokmuyor, kayıtsızlık, aldırmazlık giysilerine bürünüyor aksine metalara (arazi, ev, araba) bağlanıyoruz. Post modernizmin nevrotik ve obsesif bireyi olarak, bir de ruhu alınmış mekanik bir alet olma tehlikesi ile karşı karşıyayız. Mekanik olmak makine düzeninde mekanik düşünmekle doğrudan ilişkili, risk yok, heyecan yok, üzülmek, sevinmek, şaşırmak yok …
Asl olan; yeni Dünya düzeni/düzensizliğinde, mekanik insan olmamak, insan olmak ya da kalmaktır.
Nizamettin Biber

Şiddetin İrdelenmesi

Günümüz toplumlarının en temel sorunlarından biri şiddettir. Şiddet, “toplum sağlığı sorunu” ve “hak ve özgürlükler ihlali” olarak ele alınmalıdır. Son zamanlarda sosyal medyada ve TV kanallarında hayvanlara yönelik şiddetin varlığını hep beraber üzülerek izliyoruz. Şiddet sarmalı doğa, hayvan, çocuk, kadın, erkek diye tanımlanmakta, sarmalın en altındaki doğa ve hayvanlar en savunmasız halde bulunmaktadır.

Peki şiddet nedir? Şiddet kavramı, en geniş tanımıyla gücün, kuvvetin, otoritenin ve üstünlüğün kötüye kullanımı ile ortaya çıkan sınır ihlalini ifade etmektedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) tanımına göre şiddet, “sahip olunan gücün ve iktidarın, fiziksel ya da ruhsal bir yaralanmaya ve kayba neden olacak biçimde bir başka insana, kendine, bir gruba ya da bir topluma doğrudan ya da dolaylı yolla uygulanmasıdır.” Şiddetin tanımındaki en önemli boyutlardan biri, içinde bir kasıt, yani bir zarar verme amacı taşımasıdır. Şiddet; amaçlı, kasıtlı olarak, gücün bedensel veya ruhsal zarar verecek ya da verme riski yaratacak biçimde kullanılmasıdır.
Kızgınlık, öfke ve nefret göstermek; aşağılamak ve cezalandırmak; tahakküm etmek ve kontrolde tutmak, şiddetin hizmet ettiği en temel amaçlardır. Şiddet, bir kontrol kaybı ya da medyanın o çok sevdiği ifade ile bir “cinnet” hali değildir. Şiddet; fiziksel şiddet, duygusal şiddet, sözel şiddet, cinsel şiddet, ekonomik şiddet şeklinde kendini göstermektedir.
Toplumlarda demokrasi ruhunun ve insan özgürlüğünün gelişmesi şiddete de yeni anlam kazandırmıştır. Ve şiddet özgürlüklerle doğrudan ilişkili bir olguya dönüşmüştür. Kültürler evrimleşse de şiddet insanı sürekli izlemektedir. Şiddetin toplumsal gerçeklerini bir yana bırakırsak, Freud’un mirasını kaçınılmaz sayan psikologlar şiddetin insanlık koşulunun temel bir verisi olduğunu kabul etmektedir.
Freud’a göre insan ilişkilerinin temeli başlangıçta kimsenin sorumlu olmadığı yaşam ve ölüm dürtülerindedir. Şiddet, ölüm dürtüsünden gelir ve insanın en ilkel durumunu belirler.
Konrad Lorenz’e göre“…aynı türdeki omurgalılarda birbirlerini öldürme eğilimi yoktur. İki geyik dövüşebilir ve birbirlerini yaralayabilir ancak yenik olan hep yaşar halde bırakılır. Bundan ise; omurgalılarda yalnızca insan türü isteyerek bir benzerinin yaşamına son verdiği, sonucu ortaya çıkmaktadır.”
Sosyal psikologlar, şiddette model olarak öğrenmenin altını çiziyor. Mead, savaşın, biyolojik ya da kalıtsal bir gereklilik olmadığı kültürel bir sonuç olduğunu söylüyor.
Lorenz’in hatası ise hayvanlarda yaptığı gözlemi, tamamen insan toplumuna uyarlamasıdır. Bu iddia ise Fromm tarafından alaya alınır.
Freud, Einstein’e yazdığı mektupta; medeniyetin insanı şiddet eğilimlerinden arındırmayacağında ısrarlıdır. İnsanı yok etmektense var etmeye yönelebileceğini de kabul etmektedir.
Melame Klein şiddet temasını psikoanalitik bakışla çocuklar üzerindeki incelemelerinde işler. Fromm, şiddet konusunu yetişkinler üzerinde araştırır. Ona göre iki tip şiddet vardır; Biri iyici, diğeri kötücüdür. Birincisi her canlıda vardır ve tehdit sona erdi mi etkisi geçer, ikincisi ise insan türüne hastır, diğer memelilerde bulunmaz.
Bu incelemelerin birleştiği tek bir nokta vardır ki; insan almış olduğu eğitimi ile nasıl yaşayacağını nasıl davranacağını öğrenebilirse potansiyel şiddetini de olumlu, iyi yönlendirebilir.
Nizamettin BİBER

Polarize ve Paralize Toplum

Bilindiği üzere Sosyoloji; toplumsal grupları, örgütlenmeleri, kurumları, kurumlar arası ilişkileri, toplumsal yapıdaki olayları, olguları, ilişkileri, toplumsal yapıda etkili olan değişim ve gelişim süreçlerini neden sonuç ilişkisi içerisinde bilimsel yöntem ve teknikleri kullanarak inceleyen ve bilimsel sonuçlara ulaşan bir sosyal bilimdir. Sosyoloji toplumun genel yasalarını, toplumsal davranış kalıplarını belirlemeye çalışır.

Toplum ise belli bir coğrafyada, belli bir otoriteye bağlı olarak ortak ve temel çıkarlarını korumak için bir araya gelmiş, bu amaçla toplumsal ilişkiler kuran ve ortak bir kültürü paylaşan insanların oluşturduğu bütünlüğe denir. Toplumların içinde bulunduğu iklim koşulları, toplumu oluşturan insanların nüfusu, sahip oldukları değerleri, normları, ekonomik güçleri, vb. aynı olmadığından, her toplum kendine özgü kültürünü oluşturmuştur.
Toplum birçok toplumsal grup, kurum, kuruluş ve değerleri içine alan geniş ve sürekli bir insan topluluğundan oluşur. Toplumu oluşturan başlıca unsurlar birey, toplumsal gruplar, kurumlar, kuruluşlar ve ilişkilerdir. Toplumlar kaba olarak; tarım, sanayi ve bilgi toplumu şeklinde çeşitlere ayrılır. Ayrıca modern, geleneksel ile açık kapalı toplum nitelemeleri de söz konusu. Toplumu ayrıca iki şekilde ayırabiliriz diye düşünüyorum,
1-Polarize Toplum; “Toplumsal birlikteliğin varlığı. Beraber hareket eden, aynı amaca yönelebilen, hızlı toplanan, İnisiyatif kullanabilen toplum. Sistemli bir şekilde toplumda yaşayan bağımsız, özgür bireylerin kendi öz iradelerini kullanarak sorunlarını çözmeleri, sevgi, hoşgörü, mutluluğun egemen olduğu ortak aklın kullanılması, şiddetin esamesinin okunmadığı, güvenin ve refahın olduğu, aynı amaca yönelmek için hızla toplanarak bir araya gelmesi hali.
2-Paralize Toplum; “Toplumsal felç. İnisiyatif kullanamayacak ve kıpırdayamayacak durumuna düşen, dumura uğrayan, abandone ve ambale olan, bireylerin kendi öz iradelerini kullanamayacak tarzda kilitlenip kalan toplum. Sistematik, düşmanca telkin, baskı ve tehditler ile birbirini izleyen ihanet, hainlik veya ani travma olayları karşısında toplumun kriz, güvensiz, dağınık, bunalım ve buhran yaşaması hali”
Geleneksel miyiz? Modern miyiz? sorusunu daha önceki bir blog yazımda sorarak irdelemiştim. Şimdinin sorusu ise şu; Toplumsal olarak Polarize miyiz?, paralize miyiz?
Nizamettin Biber

14 Kasım 2017 Salı

Sözde Korkusuz Tarih

Tarih, geçmişte yaşanılanların, neden, sonuç ilişkisi çerçevesinde, mekan ve zaman bildirerek, belgelere dayanarak ve tarafsız incelendiği bilim kabul edilir.“Tarihin amacı, geçmişi görerek bugünü anlaşılır kılmak ve geleceği görmeye yardımcı olmaktır.” Tarih yazmak, tozlanmış verileri toplama hantal bilgiçliği midir? Tarih bilimi günümüzde, eskiden gördüğü saygıyı artık görmüyor. Günümüzde insanların çoğu tarih denildiğinde, toplum için hiçbir yararı bulunmayan, sık sık zararlı ve korkunç ölü kitaplar bilimi olduğunu düşünüyor. Bu tutum nedensiz değildir, ancak bu durumdan tarih bilimini değil aksine, akademik çevrelerde halen egemen olan belli bir tarih anlayışını (taraflı, nesnel olmayan) sorumlu tutmak gerekir.

Başka bir konu da “Toplum bilimlerinin tacı” sayılan tarihten insanların pek bir şey öğrenmediği yakınılmasıdır. Hegel’in ünlü deyişi ile “tarihten öğrendiğimiz tek şey, insanların ondan bir şey öğrenmediğidir.” Oysa tarih bir bilim olabilmek için, genel olarak insanın, başka bir deyişle en büyük çoğunluğun yaşamını düzenlilikleriyle anlayıp açıklamak durumundadır. Çünkü “tarihi yapan” ana etken bireysel ve biricik (benzersiz) olgular değil, tersine yinelenen, düzenlilikler gösteren olaylardır.
İnsanların tarihten pek bir şey öğrenmedikleri yakınması, bir de “nesnellikten sapma”, “yan tutma” anlamında olmak üzere “tarih”e çok ağır eleştiriler biçimini almıştır. Örneğin Paul Valery tarihin “insan beyninin kimyasınca oluşturulan en tehlikeli madde” olduğunu söyler ve gerekçe olarak şunları gösterir: “Tarih, düş gördürür, ulusları sarhoş eder, onları yanlış anılarla yükler, tepilerini (refleks) abartır, eski acılarını deşer, rahat duruyorken azdırır ve onlarda büyüklük hastalığı, haksızlığa uğramışlık duygusu uyandırır. Tarih, ulusları kırgın, dar görüşlü, çekilmez kılar, boş böbürlenmelerle doldurur.” Bunlara, bir toplumun içinde uzlaşmaları ve uyumu engelleyici olmaya, ikincil önemdeki ayrılıkları sürekli olarak ön planda tutmaya, kinler yaratıp eski acıları deşmeye ve böylece ulusların birliğini ve yurt bütünlüklerini bozmaya yönelik sözde “tarih”çiliğide eklememiz gerekir.
1763 yılında Dr. Samuel Johnson aşağılayıcı bir biçimde şunlar söylüyordu: “Tarihçi olmak için herhangi bir büyük yeteneğe gerek yoktur, çünkü tarih kitabında, dehanın elde edebileceği tüm büyük özellikler hareketsizdir. Olgular apaçık ortadadır, bu nedenle zekâyı kullanmaya gerek kalmaz. Tasarım gücüne büyük ölçüde yer yoktur, yalnızca düşük düzeyde bir şiir yazmak için gereken kadarı yeterlidir. Gereken özenle kullanması koşulu ile biraz kavrayış, dikkat ve anlayış, bu iş için herkese yeter.”
Manuel Moreno’nun dediği gibi, “Gerçeklerden hepten uzak, yalnızca geçmiş üzerinde çalışan, ölü belgeler toplayan, arşiv ve kitaplıkların duvarlarıyla maddi nesnelerin üretiminden kopmuş bulunan günümüz tarihçisi, kentsoylu sınıfın büyük zaferi, en bağlı, en ucuz ve en verimli memurudur, toz, nem ve güve ortamının sabırlı işçisidir. Ve bütün bunları en büyük saygıyla söylemeliyiz.”
Kim tarafından ve ne adına yapılıyor olursa olsun, olguları çarpıtarak her türlü “sözde tarih”in, günümüzdeki kötülüklerin en geneli ve en korkuncu olan önyargılılığı ve özellikle dar görüşlülüğü özendirdiğini” bu yüzden “ilk yapılması gereken işin” bu yolda öğretilmiş olanları unutmak” olduğunu bilmeliyiz.
Tarih yazılımında geçerlilik, ancak bilimsel yöntemin ölçütlerine uyularak sağlanabilir. Bu ölçütler ise nesnellik, olgunun somutluğu, ölçülü kuşkuculuk, kavramları açıklıkla tanımlamak, birim ve bütünlük düzeylerindeki çözümlemeleri bütünleştirmek, zaman boyutundaki karşılaştırmalarla eş zamanlı karşılaştırmaları bütünleştirmek olarak sıralanabilir. Aslında Tarih yazmak, geleceği yazmak demektir.
Ülkemizde bir dönem sözde liberallerin veya 2. Cumhuriyet’çi olarak nitelenen bir kısım gazetecilerin; nasıl ve kimin aracılığı ile kurulduğu bilinen “Taraf Gazetesi” ile kamuoyunda nasıl yoğun bilinç saptırdıkları, nasıl bilgi kirliliği yarattıkları, nasıl gerçekleri sakladıkları ve sahte gündem oluşturduklarına tanık olduk.
Taraf Gazetesi, manşetleriyle, TSK-Yüksek Yargı, ülkenin dik duruşlu omurgalı aydınlarına, siyasetçilerine haksız eleştirilerde bulunmuştu. Bu eleştirilerin dayanağı ise kendilerine servis edilen bir kısım gizli bilgi ve belgelerdi. İşte tam bu dönemde Alkım Kitabevinden çıkan Neşe Düzel’in, Taraf Gazetesindeki liberal tarihçilerle yaptığı söyleşileri, konuşmaları içeren sözde “Korkusuz Tarih”  kitabını geçen ay okudum.
Tarih konuları hakkında okuma yapmamış bir okuyucuya çarpıcı gelme ihtimali bulunmakla beraber, genel olarak tarihi kişilere indirgemekle suçlanan “resmi tarih”in bakış açısından kitaptaki tarihçelerde kurtulamamış. Kitapta, Cumhuriyetin kurucularına yöneltilen suçlayıcı üslup, konu kendi savundukları liberal görüşlerin yanında görülen tarihi kişiliklere gelince mahçup bir korumacılığa evrilmiş. Siz de sözde“Korkusuz Tarih” kitabını okuyun ki Tarihin bir söyleşide nasıl tahrif edildiğine tanık olun!
Nizamettin Biber

Ülkemizin PUK Kodu; Atatürk




Ulusal önderimizin ölümsüz ölümü üzerine Dünya basınında, Dünya Liderlerinin Atatürk İçin söylediği o özel sözleri hepimiz biliriz. Ancak; İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in sözü çok anlamlıdır. “Savaşta Türkiye’yi kurtaran, savaştan sonra da Türk Ulusu’nu yeniden dirilten Atatürk’ün ölümü, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de en büyük kayıptır. Her sınıf halkın O’nun ardından döktükleri içten gözyaşları bu büyük kahramana ve modern Türkiye’nin Ata’sına layık bir tezahürden başka bir şey değildir.”
Bilindiği üzere PIN ve PUK kodları telefon hatlarının kilitlendiği zamanlarda hattın açılması için kullanılan iki aşamalı şifre sistemidir.
Emperyalizmi karşı mücadele verip onları yenerek Ulus devletimizin kuruluşundan gelen PUK kodu, ülkemizin kilitlendiği durumlarda kullanılabilir. Ülkemizin PIN kodu yanlış girilirse, ülke kilitlenirse, ülkeyi yeniden işler duruma getirebilmek için devreye Ülkenin PUK kodunun girilmesi gerekmektedir. PUK koduna, ise Atatürk’ün düşünce sisteminden, oluşturduğu Ulus devletin içinden ve devrimlerinden ulaşılabilir.
21.yüzyılda halen, İskoçya’da 90 yaşındaki kadın, Küba'da sokak çalgıcısı Atatürk’ü biliyor, Atatürk Çin’de ilkokul kitabı, Japonya'da müfredatsa, heykelleri onlarca Ülkede boy gösteriyor, düşünceleri dip diri duruyorsa;
80 milyon insanın kalbi aynı insan için atıyorsa, O Ülkenin, yani Türkiye’nin “PUK” kodu Atatürk’tür. Ne kadar yanlış şifre denenirse denensin Ülke kitlendiğinde yine sistem Atatürk’le kurtarılabilir.
Ulu önder yüce Atatürk’ü özlem, sevgi ve saygı ile anıyoruz. Ruhu şad olsun!
Nizamettin BİBER

Depresyonda mıyız?

İnsanoğlunun kolay kabul etmediği (edemediği) şeylerden birisi de yaşlandığı gerçeğidir. Yarım yüz yılı geçkin bir yaşam beni de yaşlandırdı tabii ama ben de diğer heminsandaşlarım gibi yaşlılığı kabul etmiyorum, edemiyorum bir türlü.

Epeydir kafamın şiddetli ağrıması nedeni ile Bakırköy Prof. Dr. Mahzar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir hastalıkları Hastanesinin başağrısı bölümünden randevu alarak doktora gittim. Serdeki ukalalıkla, doktor hanıma internetten okuduğum bilgilerle kafamda tümör olabileceğini ifade ettiğimde fırçamı yiyerek (Doktor hanım eksik gedik bilgilerle sağlık konusu değerlendirilemez dedi.) muayenemi oldum. Ardın kafa MR’ı çekilerek doktor hanımın tekrar yanına gittim sonuç olumluydu.
Süreç içinde ağrılarım yine devam etti ve etmekte, bu kez Kuruluşumuzun doktoru olan ve daha önce de İSG Kurulunda beraber çalıştığımız doktor hanıma uğradım, sorunumu anlattım işlerimin yoğunluğunun da ağrı yapabileceğini ancak periyodik bir tansiyon ölçümünden sonra daha sağlık karar verebileceğini belirtti, tansiyon ölçümlerinden sonra bana tansiyon ilacı verdi.
Muayene görüşmesi esnasında ise size antidepresan yazayım mı diye bir öneride bulundu hayret ettim. Cevaben; -Hayır doktor hanım ihtiyaç duymuyorum dedim. Çok ciddi bir inceleme yapmadan vb. sorunları irdelemeden anti doktorun antidepresan önermesi beni ziyadesi ile keyfimi kaçırmış, mutsuz etmişti.
Basından okuduğum CHP Sosyal Politikalardan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Lale Karabıyık’ın hazırladığı “Türkiye’de Sosyal Bozulma” raporuna göre Ülkemizde; “madde bağımlılığı, 2011 yılından beri, 6 yılda 17 kat artmış, AIDS hastalığına neden olan HIV virüsü taşıyanların sayısı 13 bine ulaşmış, TÜİK tarafından yayımlanan intihar istatistiklerine göre; 2015 yılında ölümle sonuçlanan intihar sayısı bir önceki yıla göre yüzde 1,3 artarak 3 bin 211 kişiye yükselmiş, 2015 yılında ceza infaz kurumlarına giren hükümlü sayısı, bir önceki yıla kıyasla yüzde 11,7 artarak 177 bin 262’ye ulaşmış, aile gelirinin borca oranı Aralık 2002’de yüzde 4,7 iken, Aralık 2016’ya gelindiğinde yüzde 57’ye ulaşmış, 2011-2016 yılları arasında, 232 bin 313 çocuk gelin olmuş, Emniyet Genel Müdürlüğünün verilerine göre, son 10 yılda 250 bin çocuk istismar mağduru olmuştur.” devamında; “toplumun ortak değer sisteminin zayıflaması, çözülmesi ya da bu değerlerin bozulmasının toplumu tahrip ettiği ve milli bütünlüğü zedelenmesi nedeni ile kullanılmış.”
Hazırlana Rapora ve Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre de Ülkemizde, 2012 yılında 37 milyon 351 bin 187 kutu, 2013 yılında 37 milyon 355 bin 35 kutu, 2014 yılında 39 milyon 246 bin 223 kutu, 2015 yılında 43 milyon 563 bin 596 kutu antidepresan kullanılmış. 2016’nın ilk 9 ayında 33 milyon 638 bin 916 kutu antidepresan kullanıldığı belirtilmiş.”
[CHP’nin hazırladığı raporun sonuçlarının dilini kullanırken dikkat ederseniz mişli geçmiş zamanı (iş, oluş, hareket, konuşan tarafından görülmemiş, sonradan duyulmuş veya öğrenilmiş) kullandım. Çünkü nitel içerik şeklinde bir araştırma olsa dahi muhalif algısı ile rakamlar manipüle (yönlendirme) edilmiş olabilir. ]
Sağlık Bakanlığının verileri ile Kuruluşumuz doktorunun da çaktırmadan önerdiği antidepresan kullanımı arasında olağan bir korelasyon (ilinti) olduğunu gördüm. Doğrusal bir korelasyon hesabı ile de 2016 ilk 9 ayında kullanılan 33 milyon küsur antidperesan kutusunu 2016 yılının tamamı için yani 12 ayda 44 milyon 851 bin 888 kutu olarak buldum.
Yıllar arasında oluşturulan(2014-2015 arası artış oranı;1,11, 2015-2016 artış oranı;1,03, 2 artış oranının katsayı ortalaması; (1,11+1,03)/2= 1,07) 2017 yılı kullanımı olan 44milyon 851 bin 888 antidepresan kutusu artış katsayısı 1,07 ile çarpıldığında 2017 yılı için; 47 milyon 991 bin 520 olarak ortaya çıktı. Ülkemizde her 10 kişiden birinin kullandığı antidepresan sayısını nüfusa (80 milyon) dağıttığımızda ise kişi başına 1,7 kutu antidepresan düşmektedir. Bu sonuç, iç açıcı bir durumdan öte sosyolojik bir faciadır kanımca.
Uzman psikologlara göre ise de; Depresyona neden olan durum, olay, hastalık, problem, kişi ve öykülerin konuşulması ve hissettirdiği keder, üzüntü, değersizlik, yetersizlik, acı, mutsuzluk gibi duyguların değişmesi veya ortadan kalkması için terapi almak gerektiğidir. İlaç sadece semptomları tedavi etmekte, sorunları ise çözmemektedir.
Şarkıcı Göksel’in “depresyondayım” şarkısını toplumumuza yönelik “depresyondayız” şeklinde uyarlasak yanlış mı yapmış sayılırız?
Nizamettin Biber