27 Mayıs 2017 Cumartesi

Hayırlı Ramazanlar

Micheal ile David adlı Amerikalı pilotların uçakları bozulduğu için bir Arap çölüne zorunlu iniş yaparlar. Arap çöllerinde iki üç gün aç susuz yürüdükten sonra öğlenin kızgın, kavurucu, yakıcı sıcağında uzakta bir mescit görürler. David, arkadaşı Micheale dönerek; Ben hem adımı hem Ahmet hem de Müslüman olduğumu söyleyeceğim, o zaman bize hem yiyecek hem de içecek verirler, der.

Buna karşılık, Micheal; Ben kimliğimi değiştirmeden kendimi olduğu gibi tanıtacağını söyler.
Biraz daha yürüyerek mescide yaklaşırlar, kendilerini teker teker tanıtırlar.
David;
-Ben Ahmet, Müslümanım,
Micheal’da;
-Ben Micheal, Amerikalıyım, der.
Yorgun argın kendilerine sığınan misafirleri karşılayan Arap yanındakilere dönerek;
-Misafirlerimizden Micheal’e, ne isterse getirin. Su getirin, yemek getirin, der.
Sonrada başını kendini Ahmet diye tanıtan David’e çevirerek;
-Ramazanın Mübarek olsun Ahmet kardeş, diyerek onu selamlar.
Ancak; vurgulamak gerekir ki Müslümanlığın şartlarından biri olan Oruç, sadece imsak vaktinden güneşin batımına kadar geçen süre içinde niyetlenip yeme, içme, cinsel arzulardan ve benzeri dünya zevklerinden kendini alıkoymak, uzak durmak, sadece aç kalmak anlamına gelmez.
Hatırlatmak isterim ki oruç; sabretmek, kötülüklere direnç gösterme, iyilikleri, özgürlüğü destekleme, ahlaklı olma, komşu, kul hakkını sakınma, özellikle devlet kaynaklarından uzak durarak onları rantabl (verimli) kullanma, liyakata önem verme, adaletten yana tavır alma, iradeyi güçlendirme, nefsin eğitimini de kapsamaktadır.
Hayırlı Ramazanlar.
Nizamettin Biber


23 Mayıs 2017 Salı

Sümerliler deyince

Dünyanın önde gelen Sümeroglarından Samuel Noah Kramer, Sümerlerin insanlık tarihine katkıda bulunduğu 39 alanı, yıllar süren araştırmalar ve binlerce tabletin okunması sonucunda eğitimden aileye, tarımdan adalete, ahlaktan felsefeye, edebiyattan politikaya ortaya çıkan bilgileri “Tarih Sümer’de Başlar”  kitabında toplamıştır.

Mezopotamya’da ortaya çıkan sayısız medeniyetin temelini Sümerlilerin attığı bilinmektedir. Ayrıca yazı ve astronomi de ilk kez Mezopotamya’da Sümerlilerde ortaya çıkmıştır. Mezopotamya’da yaşayan birçok farklı kavimden ilk öne çıkan ve daha sonraki medeni oluşumların temelini atan Sümerlilerdir. Gerek yazı, dil, tıp, astronomi, matematik, gerekse din, fal, büyü ve mitoloji gibi alanlarda ilk öne çıkan ve bilinen toplumdur, Sümerliler. “Yaratılış” ve “Tufan”a ilk kez Sümerlilerde rastlanır. Sümer döneminde 21’i büyük olan yaklaşık 35 büyük şehir ve kasaba vardı. Bunlar arasında Kiş, Nippur, Zabalam, Umma, Lagaş, Eridu, Uruk ve Ur sayılabilir.
Bugün Sümer medeniyetini, Almanlardan İngilizlere, Farslardan Araplara kadar birçok Ulus sahiplenmekte ve atalarının Sümerliler olduğunu ileri sürmektedirler. Bunun nedeni şüphesiz medeniyetin, tarihin, hukukun, bilimin, edebiyatın, tarım ve ekonominin Sümerlerle başlaması, daha doğrusu yazının mucidinin Sümerliler olmasından kaynaklanan “ilk medeniyetin kurucularının Sümerliler olduğu” düşüncesidir.
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” diyen Ulusal önderimiz Atatürk’te Sümerlilere ilgi duymuş, 1933’te Sümerbank’ı kurmuş, Türk Tarih Kurumu nezdinde, Türk tarih tezi ve güneş dil teorisi çalışmaları yapılarak, Sümerliler ile Türklerin ilişkisi araştırılmıştır.
Sümerler deyince Cumhuriyet Çınarımız, dünyadaki Sümer ve Hitit kültürlerinin en önemli araştırmacılarından olan, 13 kitap ve birçok bilimsel makaleye imza atan, birçok ödül alan Sümerolog ve sosyal çalışmalarına halen devam eden sevgili, Muazzez İlmiye Çığ’ı anmadan geçmek olanaksızdır.
“Sümerlerde Mabet Fahiseliği” ve “Vatandaşlık Tepkilerim” isimli kitaplarında kadınlarda başörtüsünün köklerinin Akadlara dayandığını yazmıştı. Bu kitapları 2007 yılında kamuoyunda yankı uyandırmış, 2007 yılında, “Vatandaşlık Tepkilerim” adlı kitabında, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek” suçuyla yargılanmış ve ilk celsede beraat etmişti.
Benimde daha önce okuduğum, Muazzez İlmiye Çığ’e ait, “Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni “ kitabının içeriği çok zengin ve etkileyici.
Kitabın giriş yazısı; “Bize çiviyazılı bilimlerin alanım açan Ulu Atamız, bu yazıyı kullanmış olan milletlerin, özellikle dilleri dilimize benzeyen Sümerlilerin Türklerle dil ve kültür bakımından olan ilişkilerinin araştırılmasını istiyordu. O, Sümerlilere ait bilginin henüz çocukluk çağında olduğu günlerde, dillerinin Türkçe’ye benzediğine ve Asya topraklarından gelmiş olacaklarına inanmıştı. Bugün ise bu varsayım gittikçe kesinleşmeye başlamıştır. Bizde şimdiye kadar Sümer dili ile Türk dilinin karşılaştırılması üzerinde 2 araştırma yapılmıştır. Türk mitolojisinde Sümer mitolojisinden izlere ait tarafımdan yapılan bir çalışma, 1993 yılında toplanan “Türk Kültürü Kongresi”ne sunuldu. Bilindiği gibi yüzyıllar boyunca Batı kültürünün temeli, Yunanlılara, dini de Tevrat'a dayandırılıyordu. Fakat Sümerlilerin kültürü ortaya çıkmaya başlayınca, Batı dünyasının gelişmesindeki ana kaynağın onlarda olduğu anlaşıldı. Sümerlilerin gerek kendi çağlarındaki, gerek daha sonra var olan kültürlere yaptıkları etkileri iki kaynaktan izleyebiliyoruz: 1. Arkeolojik buluntular. 2. Yazılı belgeler. …şeklindedir.
Sümerlilerin etkileri, mimaride, sanatta, teknikte, sosyo politik kurumlarda, bilimde, edebiyatta ve dinlerde görülmektedir. Kazılarda çıkarılan tapınakların, sarayların, hatta özel evlerin yapı tekniği ve stili, daha sonraki milletlerin mimarisini şu veya bu şekilde etkilemiştir. Bundan en az 5 bin yıl önce Sümerlilerin uyguladıkları kemer, kubbe sistemi, sütunlar, yuvarlak pencereler, mozaikler, duvar süsleri, kabartmalar, sunaklar, nişler Ortadoğu'da olduğu gibi, Yunan, Roma yoluyla Batı mimarisine girmiştir.
Kitapta, Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman dinleriyle Sümer dini arasındaki ortak noktalarını şöyle vurgulamıştır: Tanrının yaratıcı ve yok edici gücü; Tanrı korkusu; Tanrı yargılaması; kurbanlar, törenler, İlahiler, dualar ve tütsü Tanrıyı memnun etmek; iyi ahlaklı, dürüst ve haktanır olmak; büyük ve küçüklere saygı göstermek; sosyal adalet; temizlik.
Kitabın içeriğindeki başlıklar ise şöyle;
Sümer dini, dinlerin karşılaştırılması, baş örtme, tek dil ve Babil Kulesi, yaratılış, Adem Peygamberin Cennetten kovulması, Tufan, Eyüp Peygamber hikayesi
Eki Sümer efsaneleri yazılı tabletlerden örneklerle birlikte toplam 110 sayfalık Kaynak yayınlarından çıkan bu araştırma özelliğindeki kitabın dili çok sade.
Keyifle okuyacağınız bu kitabı öneriyorum.
Nizamettin Biber

21 Mayıs 2017 Pazar

Özlü Sözlerim -19

“Sabır, çelik zırhtır.”

“Biçmesini bilmeyenin tırpanı hep kördür.”
“Kanatlar açılmadan büyüklüğünü bilemezsiniz.”
“Seçim, akıl yürütmenin bir eylemidir.”
“Tarih, daha ileriye atılmak için kullanılabilir.”
“Kendi entropimiz, dünyanın entropisine uygun olmalıdır.”
“Para ve Bilimin açlığı doyurulamaz.”
“Okumak, öğrenmeyi sevmeyi, anlamayı sağlar.”
“Ölüm yokmuş gibi davrananlar büyük işler başarmışlardır.”
“Alınmış dersten oluşan başarı gerçek başarıdır.”
“İnsanın yüceliği çektiği acı ile doğru orantılıdır.”
“En cesur kişiler, ölümden korkmayanlardır.”
“Güce ulaşılan yol yalakalıktan arındırılmalıdır.”
“İnsanın öz dili davranışıdır.”
“Başkalarının acılarını regüle eden güç kendisi için düzensiz hal alır.”
“Düşünce yarışında da en önde olanlar başarır.”
“Eleştiriden korkanlar yapmayı unutmalıdırlar.”
“Kendini çok seveni başkaları hiç sevmez.”
“Nezaket, girdisi için çok çaba harcanmayan maksimum çıktı elde edilen davranıştır.”
“Demokrasinin kalesi meclis değil okullardır.”
“Sanat, insan ruhunun şaha kalkmış halidir.”
“Resim, yaşamın ruhla birleşen renk kontrasıdır.”
“Sanatın düşmanı da cehalettir.”
“Şiir, kelimelerin senkronize bir şekilde dans ettirilmesidir.”
“Ulusların zenginliği sahip olduğu yer altı kaynakları değil, sahip olduğu nitelikli insan sayısıdır.”
“Ölüm, felsefenin ilk dersidir.”
“Gerçek, ancak aklın ışığı ile bulunur.”
“İlk önce savaşılması gereken kişi ‘savaş istiyorum’ diyendir.”
“Kendi izimiz kendi yolumuzda olmalıdır.”
“Mülkiyet, hırsızlığın yasal versiyonudur.”
Nizamettin Biber

Felsefe Yapma

Felsefe nedir sorusunun yanıtının aranması bile felsefedir. Her şey insanoğlunun kendine “niçin” sorusunu sormasıyla başlıyor. Hasan Ali Yücel, niçin sorusunu soran ve sorunun yanıtını bulmazsa da bunu zihninde arayan kişinin ilk filozof olduğunu söylüyor. Yeryüzündeki ilk filozofun ise kim olduğu bilinmiyor. Kim bilir, ateşi ya da tekerleği bulan ilk filozoftu…

Öykü olması ile gerçek olması arasında olası bir anekdotu paylaşmak istiyorum. Profesör, bir yıllık zorlu eğitimin sonunda büyük sınavda öğrencilerine tek bir soru sormuş: neden?
Öğrenciler, bu soruya sayfalar dolusu yanıt vermelerine rağmen 100 üzerinden 100 puan alan tek öğrenci olmuş.
Tam puan alan öğrencinin yanıtı: çünkü imiş.
İnsanlık tarihinin ilk filozofu kesin olarak bilinmiyor ama bilinen o ki Anadolu topraklarında bugünkü Milet’te yaşayan Thales, ilk filozof olarak kabul ediliyor. Thales, “dünya neden yaratılmıştır.” sorusuna yanıt aramıştır. İnsanlar, o dönemde Thalesin niçin yıldızlara baktığını pek anlayamazlardı ama bir keresinde dalgınlıkla kuyuya düştüğünde Trakyalı köle bir kadının kendisine; “sen göktekileri bilmek isterken, ayaklarının altındakileri görmüyorsun.” diyerek çıkıştığını gülerek anlatılır. Mevsim kış olmasına rağmen Thales, Astronomi’deki yeteneklerini kullanarak, o yılın zeytin hasatının çok olacağını öngörmüş, Milet ve Kinos’da zeytin ezicilerini çok uzuca kiralamış. Hasat mevsimi geldiğinde birçok zeytin üreticisinin bu ezicilere ihtiyacı doğduğundan Thales, daha yüksek bir fiyata bunları geri kiralamış ve hatırı sayılır miktarda para kazanmış. Bu durum karşısında halk, felsefecilerin eğer isterlerse çok kolay zengin olabileceklerine inanmış.
Mitler, efsaneler, masallar ve hikayeleri bir yana bırakırsak, dünyanın cevherinde ne olduğunu düşünmeye başlayıp, olayları ve doğayı irdeleyince doğal olarak ortaya çeşitli, türlü türlü görüşler çıkıyor. O zaman ise ortaya, gündeme yeni bir soru çıkıyor “nereden biliyorsun” işte zurnanın zırt dediği yer tam burası, pirincin taşının da burada ayıklanması gerekiyor.
İşte, insanoğlu böylece düşünmeye, düşüncesini geliştirmeye; bulmaya, keşfetmeye, icat etmeye başlıyor.
İnsanoğlunun felsefe yapmaya başlamasından bugüne kadar 2.500 yıl geçmiş. Düşünmeyenler üretmemeye de başlıyor. “Neden Silikon vadimiz yok? Bizim de olsun!”, “Neden teknolojiyi üretemiyoruz?”, “Niye bizim ünlü bilim adamlarımız yok?”, “Bizim neyimiz eksik arkadaş?” gibi deli sorular insanın aklına geliyor.
Sahi; insanlık tarihinde  kaç Türk felsefeci ismi söyleyebiliriz?, Felsefesiz bir eğitimin bireylerde düşünme üretmesi ve gelişmesini bekleyebilir miyiz?
Yoksa siz bana içinizden çaktırmadan felsefe yapma mı diyorsunuz!
Nizamettin Biber


Selimin Topu

Bilirsiniz Karadeniz’in coğrafyası bayır yani dik denecek eğimlidir buna rağmen köyümüzün en düz Çağrankaya Mahallesinde ikamet ediyorduk. Şimdi olduğu gibi çocukluğumuzda da erkek egemen bir sosyal yapımız vardı, oyunlarımızda erkek kodları taşırdı, yani maskülendi. Her erkeğin çocukluğunda var olan, yuvarlak içi hava dolu topla oynama arzusu bizde de çok hâkimdi. Coğrafi yapımız bu oyunu oynamamızı zorlaştırsa da çocukluk isteği engel tanımazdı. Bizde akraba büyüğümüz Biberoğlu Kasım Ağanın yıkık Konak duvarları ile Necmettin amcanın ahmin duvarı arasında kalan çedak diye tanımladığımız yolda, çok çetin mücadelelere tanık olan futbol maçları yapardık. Ve bu maçları çok ciddiye alırdık. Bu mücadeleleri bazen öteki (Zafer) mahallesi çocukları ile yaptığımız zaman ise heyecan doruklara tırmanırdı. Futbol maçının üyeleri ise; Ethemin Şükran teyzenin oğulları Şadan, Hakan, Karacanın Makbbule halanın oğlu Selim, Aplanoğlu Hayrettin Amcanın oğlu Metin, Ali Osman Dayımın oğlu Savaş, Helim amcanın oğulları Hasan, Muhammed, Tufan Ağanın Muhtar Tufan Amcanın oğlu Şenol, Hasan Osmançelebioğlunun oğlu Demir Ali, Ahmet Ağanın Süleyman Amcanın oğlu Suat, Helimin Muhammet amcanın oğlu Saim, Ahmet Ağanın Sedat Amcanın oğlu Servet, Karacanın Fahrettin amcanın oğulları Hüseyin ile Ali Rıza, kardeşim Olgun olurdu.

En önemli sorunumuz toprak yolun futbol için istenilen koşullara uygun olmaması bir de topa hızlı vurulduğu zaman arazı eğiminden dolayı eğimin düşük kotlarına yani çok aşağılara kaçan topun gidip alınma zamanın saatler sürmesi, maçın soğuması ile birlikte o topu kimin alması gerektiği sorunu idi. Futbol oynarken teknik ve hızdan ziyade güç önemli bir unsur olarak ortaya çıkıyordu. Duvar kenarına sıkıştırılan top sürülürken, rakip oyuncu güçle itilerek geçilmeye çalışılırdı. Futbol sahası olarak kullanılan yolun eğimi ile kaçan topun geri getirilmesinde geçen uzun sürenin yanında birde naylon futbol topunun temin sorunu vardı.
Genelde İlçemizde boyacılık yapan Selim’in hemen her zaman sigarası hem de topu olurdu. Kaçamak sigara içenlerin Selimden sigara istediğinde ise 19 tane kaldığını söylemesi ile meşhurdu. Maç esnasında başarılı olmayınca, kendisine kızılan, eleştirilen topun sahibi Selim topunu alıp gitmekle şantaj ve tehdit eder, topu alıp gitmesi ile maç tatil olurdu.
Kendisinin bu hareketi tarafımızdan zaman zaman hafif yollu şiddet ile karşılık bulurdu.
Cedaktaki top oyunumuz; arazinin eğimine, zemin olumsuzluklarına, kaçan topun geri getirilmesi için geçen uzun süreye rağmen, neşe, mutluluk ve tatlı bir rekabet içinde geçerdi. Mahallemizde top oynarken topun ahminlere kaçmasından dolayı, ahminlerdeki ürünler (patates, lahana, fasulye, mısır) zarar görme riski taşırdı. Duvar kenarında ahmini olan Necmettin amca bu durumdan pek hoşlanmazdı. Aksine Name halanın bu konu ile ilgili en ufak olumsuz tepki gösterdiğine kimse şahit olmadı.
En son köye gittiğimde sessizliğin sesinde çocukluğumuzda Cedakta futbol oynarken seslerimizi duydum, yoğun hisler yaşadım duygulandım.
Keşke zaman aleti olsa zamanı geri çevirebilsek, o günlere geri dönsekte Selim bize şantaj yapsa, tehdit etse ona muhtaç olsaydık.
ahmin:Ürün dikilmiş tarla
cedak:Yolların birleştiği yer
Nizamettin BİBER

Kullanıcı İmam

Yazıya, Cicero’nun o ünlü sözü ile başlamak istiyorum “Toplumlar parasızlıktan değil, ahlaksızlıktan çökerler.” Ülke olarak uyuşturucu ile ilgili korkunç verilere sahibiz. madde bağımlısı tedavisi görenlerin sayısı 1,5 milyona yakın. Uyuşturucu yaşının 10’a düştüğünü de söylemek gerekir.

Geçen yıl Aralık ayında Antalya’da canlı bomba ihbarı üzerine durdurulan bir araçta yapılan aramada 9 kilo esrar ele geçirilmişti. Aracı kullanan cami imamının görev yaptığı Hisarçandır Mahallesi’ndeki iki ayrı yerde, 29 kilo daha esrar maddesi ele geçirildi. 8 Bakanlıktan daha fazla bütçesi olan bir Başkanlığın mensubu imam almış olduğu toplam 4.000 TL’ye yakın maaşı yetmiyor ki esrar işine girmiş. 38 kg esrar ile yakalanan İmam Söz konusu uyuşturucuların A.A’ya ait olduğunu iddia ederek, kendisinin “kullanıcı” olduğunu savundu. İmamın beyanı üzerine gözaltına alınan Aslanbay ise iftira atıldığını iddia etti. İmam ile aralarında husumet olduğunu ileri süren A., uyuşturucuyla ilgisi olmadığını öne sürdü. Tutuklanan iki şüpheli hakkında uyuşturucu ticareti suçundan Antalya 5’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı. Mahkemede etkin pişmanlıktan yararlanan imama 5 yıl 5 ay hapis cezası ile 10 bin lira adli para cezası verildi. A.A. ise 10 yıl 10 ay hapse mahkum edildi.
Yaptığım araştırmaya göre Türkçede ot, cigaralık, derman, tek/çift kâğıtlı, gogo, üçlü gibi adlarla ifade edilen esrarın bir cigaralık sarımında 8 gram esrar kullanılmaktadır. Kullanıcı olduğunu iddia ettiği imamın yakalandığı 38 kg esrar ile tam tamına 38.000 gr. /8 gr. =4750 cigaralık çıkmaktadır. 
Günlük kaç adet içeceğine bağlı olarak örneğin 3 adet cigaralık içen biri için 38 kg esrar miktarı 13 yıla tekabül etmektedir. Tabii İmamın dediğini yap, yaptığını yapma özdeyişini tekrarlamak gerekir. Yaptığınız iş sizi kötülüklerden ve ahlaksızlıktan korumaz ve iyi insan yapmaz. Öncelikle, ahlaklı ve iyi insan olmak şarttır.
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Konya’da kıldırdığı namazda özellikle gençlere seslenerek; “140 karakterlik lüzumsuz sözlerden, ifade ve yazılardan uzak durun.” Şeklinde vaaz vereceğine, cuma hutbesinden, Ulusal Önderimize yönelik olarak nerede bir Atatürk hayranı varsa o kişi veledi zinadır diyen Konya’nın İçle İmamına, biri resmi nikâhlı iki eşi ve 6 çocuğu olan 60 yaşındaki Y.Y.’nin Konya Selçuklu’da uzun yıllar imamlık yaptıktan sonra emekli olduktan sonra gönüllü müezzinlik yaptığı camide yardıma muhtaç kadınlarla para karşılığında ilişkiye girdiği ve bu nedenle Camiden uzaklaştırıldığını kabul eden “Bir şey söylemek istemiyorum. Uzaklaştırıldım, 1 aydır camiye girmiyorum. Şimdi Umre’ye gideceğim, bunlarla kafamı meşkul etmek istemiyorum” şeklinde konuşan imamımsı tiplere bakmalı diye düşünüyorum.
Gelelim esrar işine bende sigara tiryakisiydim, sigarayı 2004’te bıraktım siz 10 yıllara yetecek sigara stoğu yapan birine rast geldiniz mi? Yemende Müslümanların ‘gat’ adı verilen uyuşturucu bir otu sakız gibi kullandıkları biliniyor. İlber Ortaylı katıldığı TV programında Padişahların bazılarının hem içki hem de esrar içtiğini söylemişti. Tüm bunlardan sonra Diyanet İşleri Başkanlığının esrar ottur günah değildir açıklamasını beklemiyoruz ama en azından esrar kullanımı, ticareti ve fuhuş hakkında Başkanlık çalışanlarını uyarmasını ayrıca Ulus devletimizi borçlu olduğumuz,  Ulusal önderimiz, bu ülkenin birleştirici gücü, yüzyılın dehası Atatürk’ün aziz hatırasına yönelik imamların söylemlerinin zapturapt (disiplin) altına alması gerekmektedir.
Ahlağın yerleşmesi ve toplumsal birlik için çaba göstermesi gereken İmam-Hatipler; toplumsal boşluklardan yararlanarak kendilerine ticari çıkar sağlayıp rant ve hedonist arzular peşine koşacaklarına, Ulusal birleştirici gücümüz olan Ulusal önderimize saldıracaklarına, Diyanet İşleri Başkanlığı Görev ve Çalışma Yönergesi’nin 107. Maddesinde belirlenen görevlerini yerine getirmelidir.
Nizamettin BİBER


9 Mayıs 2017 Salı

Hayret, şüphe, sarsılma=Felsefe

Var olanların varlığı, kaynağı, anlamı ve nedeni üzerine düşünme ve bilginin bilimsel olarak araştırılması olarak tanımlanan felsefeye ülkemizde olumsuz yaklaşılır. Felsefeciye üşütük, komünist, dinsiz gözü ile bakılır. Çok değersiz bulunur, tehlikeli görülür. Sadece bizde değil felsefeye iyi gözle bakmayan seçkin, elit kişilerde olmuştur. Örneğin J.J. Rousseau “…Yalnız şunu soracağım felsefe nedir? En tanınmış filozofların kitaplarında bulduğumuz nedir? Onları dinlerken insan kendini, bir Pazar yerinde avaz avaz çağıran bir sürü madrabaz arasında sanır; her biri bana gelin, bana gelen aldanmaz diye bağırır durur” der

Felsefeyi olumlayan görüşler az değildir. Descartes “Felsefesiz yaşamak gözü kapalı yaşamaktır.”, Claude Bernard “Jimnastik sayesinde bedenimiz güçlendiği gibi, bir zihin jimnastiği sayılan felsefe sayesinde de aklımız güçlenmektedir.”
Pascal “Felsefe ile alay etmek felsefe yapmaktır.” der.
Felsefeden kurtuluş yoktur, felsefe yamak, insanın doğası gereğidir. Adeta buna zorunlu kılınmıştır.
Aristo “Felsefe yapma gereklidir diyorsunuz, o halde felsefe yapak gereklidir. Felsefe yapmamak mı gereklidir diyorsunuz, bunun için de felsefe yapmak gereklidir.”
Fransız Filozof Jules Lachelier, felsefe öğrenimini tamamlayıp Toulous’a tayın ediliyor. İlk derste felsefe nedir? diye soran; öğrencilerine onların hayretleri arasında “bilmiyorum” diyor. Olay, şehre yayılıyor, kahve evlerde alay konusu oluyor, diyorlar ki, Paris’ten bir öğretmen tayın edilmiş daha öğreteceği disiplinin ne olduğunu bilmiyormuş. Sokrates’in “Bir şey biliyorum, o da hiç hiçbir şey bilmediğimdir.” Ne kadar anlamlı ve düşünmeye değerse Lachelier’nin felsefe nedir? sorusuna verdiği ‘bilmiyorum’ yanıtı da o kadar anlamlı ve düşünmeye değerdir.
Lachelier’nin felsefenin ne olduğunu bilmiyorum demesi, onun herkesin üzerinde anlaşabileceği genel geçerli olan, kesin bir tanımının yapılamaz olduğunu belirtmek için olsa gerektir. Lehinde ve aleyhinde o kadar çok söz söylenen, dersi, hocası olan bir alanın mutlaka tanımı olmalıydı. Felsefe anlayışları zamandan zamana, hatta filozoftan filozofa değiştiği için genel geçer bir tanım yapılamıyor. Ancak felsefenin ortak noktaları yakalanarak ilgilendiği alanlar açıklanabilir.
Jaspers, felsefenin doğuşunu 3 nedene bağlayarak, onları şöyle açıklıyor.
1-Hayret; Platon ve Aristo felsefenin doğuş sebebi olarak hayret duygusunu gösterir. Yıldızları, güneşi izleme, insana evrenin incelenmesini telkin ediyor. İnsan yabancı gördüğü şey karşısında hayret ederek onun ne olduğunu bilmek ister. İnsan doğası gereği bilme arzu ve gücüne sahiptir.
2-Şüphe; İnsan gerçeğin bilgisi karşısında şüpheye düşer. Aynı konuda görüşlerin oluşu ve duyu organlarının aldanması, şüphe kamçılayıcı unsurlardır. İnsan da kesin bilgiyi elde etme eğilimi de vardır, bunun kamçısı da şüphedir.
3-İnsanın sarsılması; İnsan dış dünyanın bilgisi ile uğraşırken kendisini unutur. Dikkatini kendi üzerine çekince sarsıntı geçirir.
Böylece; Hayret, platon ve Aristo’yu varlığını aramaya sevk etti. Şüphe; Descartes’i şüphe edilemez kesin bilgiye yöneltti. İnsanın sarsılması, Stoacıları hayatın acılarından ruhun dinginliğine armaya yöneltti.
Nizamettin Biber

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Tozu sanata çevirmek

Toz, hastalıkların en önemli nedenlerinden biridir. Günlük yaşamda herkes için özellikle kadınlar için toz, bir sorundur, bazı kadınlar özellikle her gün toz alırlar, toza karşı savaş açan Obsesif Kompulsif bozukluk tanısı konmuş kişilerin oluşturduğu bir temizlik ekibi kendilerini İngiltere’yi daha temiz bir yer yapmaya adamış ve bu amaçla gerek evleri, gerek kamuya ait alanları temizliyor. Toz ile ilgili başka bir konu ise, temizlenmeyen araçların camlarının tamamen tozla kaplı olmasıdır.

Tozlu araba camlarına parmağı kimimiz ile kalp resmi veya isminin baş harfini çizer kimimiz ise sevdiğimiz kişinin baş harfini yazarız. Sanırım bu davranışı içimizde yapmamış olan yoktur. Rus Nikita Golubev ile Amerikan Scott Wade ise bunu bir sanata çevirerek kalp çizmekten öteye gitmişler,
(sanat ile ilgili bir kaç sözümü paylaşmak istiyorum; “Sanat, ruhun sonsuz zaferidir.”, “Sanat, insan ruhunun şaha kalkmış halidir.”, “Sanat, evrenin sonsuzluğuna meydan okumadır.”)  Toz ile yapılan bazı sanat eserlerini paylaşıyorum.
Nizamettin Biber


6 Mayıs 2017 Cumartesi

Özlü Sözlerim -18

“Eğitimin sırrı eğitilene saygı ile başlar.”

“İnsan bilgi ağacını gençken dikmelidir.”
“insanın övünebileceği en değerli hazinesi özgürlüğüdür.”
“Plan, sıralanmış fikirler düzenidir.”
“Bilim, bir dünya görüşüdür.”
“Bilim, konuşmaz, konuşturulur.”
“Kelimenin arkasına ‘loji’ eklenmesi onu bir bilim dalı yapmaz.”
“Son sözü söyleyen bilimdir.”
“Bilime sadece mangal gibi yürekle karşı gelinmez.”
“Bilimin itirazı kabul etmeyen bir tanımı yoktur.”
“Bilim, kendi aleyhine yazanlara da prestij kazandırır.”
“Bilim, olağanüstü özelliklere sahip maymuncuktur.”
“Bilimin değeri, övmekle yermekle değişmez.”
“Felsefe, söz etmekten söz etmektir.”
“Felsefe, bilimin sadık bir hizmetçisidir.”
“Bilimin görevi, madde ile güç arasındaki ilişkiyi açıklamaktır.”
“Bilimin temel aracı, gözlemdir.”
“Zihinsel etkinlik, bilimin başlangıcıdır.”
“Her kavram, kullanıldığı sistem içinde anlamlıdır.”
“Zihin, nesne ve ilişkiden önce boştur.”
“Bilim ölçütü hem doğrulanabilir hem de yanlışlanabilir.”
“Bilim insanı, tepegöz olmalıdır.”
“Bir varsayım doğrulanamamışsa aynı zamanda çürütülemez.”
“Yanlışlanabilir oranı arttıkça bilgi içeriği de artar.”
“ Dil, olgular dünyasının bir resmidir.”
“Düşünce, mantıksal bir tasarımdır.”
“Ahlaki yargılar, anlamsızdır.”
“Hoşgörünün azı çoğu olmaz.”
“Sadece politik zafer düşünenler hiçbir şey düşünmüyordur.”
“Bilgi iyilik, bilgisizlik kötülüktür.”
Nizamettin Biber

Kusurlu İnsanların Yönetimi

Rejim; kelime anlamı; düzenleme ve bir devletin uyguladığı yönetim biçimidir. Bir benzetme ile açıklanırsa; araba motoru iyi bir örnektir. Araba motorunu bir araya getiren tüm parçalar bir sistem oluşturur. Araba motoru hükümet sistemiyse, motorun çalışma mekanizması da rejimdir. Hükümet sistemi, devletin gücünün hangi parçalara ayrıldığıyla; rejim ise bu gücün parçalar tarafından nasıl ve hangi yoğunlukta kullanıldığıyla ilgilidir.

Otoriter rejim daha çok statüko odaklıdır ve kontrollüdür. Korku ve sadakat empoze ederek kanunlar koyarlar. Kendileri ile işbirliği yapanları ödüllendirerek sadakat kazanırlar. Otoriter hükümetlerde güç merkezidir ve güç bir kişide toplanmıştır. Halkın ve muhaliflerin düşüncelerini ifade etme özgürlüğü baskı altındadır. Amaçlarına ulaşabilmek için siyasi partileri ve toplu kalabalıkları kullanır ve insanlara yaptırmak istediği şeyleri yaptırır. Otoriter Sistem ilahidir, tanrısaldır, insanüstü, kutsaldır. Bu tür rejimlerde liderler yanlış yapmazlar. Onun için eleştiriye yer yoktur. Eleştiri yapılmamalıdır çünkü eleştiri kargaşa ve bölünme yaratabilir. Özgür basın gereksizdir. Adalet evrensel değil, liderin ön gördüğü ve insafından verdiği kadardır. Özgürlük külliyen zararlıdır. Zira kurtuluş formülleri bellidir. Liderin formülleri uygulanır. Lider, mutlak hakim, mutlak yeterlidir. Onların her sözünde bir hikmet, her hareketlerinde bir keramet gizlidir. Otoriter rejimde gücü elde tutan tek bir kişi veya grup (cunta) vardır. Bu tür hükümette güç tek bir siyasi güçte toplanır. Bu tür yönetimde tüm ulusu yöneten sadece bir kişi veya bir grup vardır. Kısacası Otorite veya yetke, herhangi bir konuda bir şeyin yeterliliğine herkesi inandırarak bir kişinin kendine sağladığı itaat ve güven; hâkimiyet ve emretme kudreti; yaptırım koyma ve kullanma gücüdür. Max Weber otorite tiplerini 3’e ayırır: geleneksel otorite, karizmatik otorite ve hukuksal (demokratik) otorite.
Demokrasi ise bir Ulus halkının seçme özgürlüğü anlamına gelir. Ülke kaynaklarında sadece çoğunluğun değil azınlığında pay alması ve haklarının korunması rejimidir. İnsanların tüm ulus üzerinde bir gücü vardır. Bir ülkenin kaderini o ülkede yaşayan çoğunluk belirler. Yöneticiler, çoğunluk yanlış yapar, bu yanlışlar kamuoyunda tartışılır, daha iyi daha geçerli olduğu düşünülen politikalar önerilir ve daha az kötü olduğu kabul edilen politikalar uygulamaya konulur. ‘Mükemmel’ lider yoktur, her lider kusurludur ve eleştirilebilir. Yanlışsız, hatalı politikalar yoktur her politikanın aksayan bir yanı vardır ve bu gösterilir. Sonunda, nihayetinde kurtuluşlar, kurtarıcılar, Mesihler yoktur. Her çözüm ise yeni bir sorun üretebilir. Demokrasilerde; sihirli formüller, mucizevi çözümler, cennet vaatleri görülmez.
Otoriter rejimlerde lider karizması yüksek, demokraside lider karizmasına gerek yoktur. Otoritede güç lider de demokraside güç halkta toplanır.  Otoritede sınırlı çoğulculuk varken demokraside çoğulculuk esastır. Otorite yönetimde kapalılık, gizlilik hakimken, demokraside şeffaflık, kamuoyu esastır. Otoriter sistemde meşruluk sorunken demokraside meşruiyet sorunu sürekli yaşanır. Yeri gelmişken özlü sözlerimden birini söylemek istiyorum; "Otorite, niteliksiz çoğunluğa dayanır."
Demokrasi; sıradan, kusurlu insanların, liderlerin var olduğu, her şeyin herkesin özgürce eleştirildiği ve tartıştığı açık bir rejimdir.
Nizamettin Biber

5 Mayıs 2017 Cuma

Resmi Ahlak, Gayri Resmi Ahlak

Sosyologlar, ahlak kurallarının yavaş değiştiğini söylerler. Gerçekte ise toplumlar ne kadar hızla değişiyorsa ahlak kurallarının önemli bir kısmı da aynı hızla değişmektedir. Ne var ki, hızla yenilenen ahlak kuralları, toplumda genel kabul gören normlar düzeyine ulaşamayabiliyor veya ulaşması zaman alıyor.

Hızlı değişim süreci içindeki toplumda yaşanan bu olgu yani ahlak kuralları iki kategoride sınıflandırılabilir: Toplumun resmi olarak kabul ettiği, yasalarla zorunlu kılıp, eğitim ve toplumsallaşma yoluyla benimsetmeye çalıştığı ahlak düzeni (normlar bütünü) resmi ahlakı oluşturur. Öte yandan, hızla değişen ekonomik, toplumsal koşullara aynı hızda ayak uyduran bir ahlak türü vardır ki, buna resmi olmayan, gayri resmi ahlak türü diyebiliriz.
Birinci ahlak türü, toplumda sürekliliği, kurumlaşmayı, beklenirliği, meşruluğu oluşturur ve geliştirir. Yasalar bu ahlak yapılarına göre yazılır, mahkemeler bu ahlaka göre yargılarını verir, politikacılar bu ahlaka göre törensel konuşmalar yapar ve pazartesi okul müdürünün okuldaki öğrencilere verdiği haftalık nasihat nutkunun ana öğelerini oluşturur.
İkinci ahlak türü ise, hızla değişen koşullara uyum sağlamaya yarayan yeni davranış kalıplarıdır. Yüksek enflasyon hızı ile ilk defa karşılaşan bir toplumda önce ticari ahlak etkilenecektir. Verilen sözlerin değeri değişecek satış tekniklerine yenileri eklenecek, borçlanma anlayışı yeniden gözden geçirilecektir. Ticaret ahlakında gözlenen değişmeler zamanla cinsel ahlaka ve siyasal ahlaka yansıyacaktır. Bu arada resmi olmayan ahlakta bu tür değişimler olurken resmi ahlak eski kurallarını sürdürmek için direnecektir.
Resmi olmayan ahlaktaki bu değişme, yeni koşulların ortaya çıkması ile birlikte yeni davranış kalıplar oluşturması ile başlar. İnsanlar, çok büyük bir uyum ve değişme yeteneği taşırlar. Yeni ahlak normlarını benimsemeyip eski normlara bağlı kalanlar değişimi “beceremedikleri” için değil “istemedikleri” için bu yolu tutarlar.
Amerikalı sosyolog Daniel Lerner 1958’de yayınlanan “The Passing of Traditional Society” (Geleneksel Toplumun Geçişi) adlı kitabında Türkiye’den söz eder. Türk köylüleri ile Ankara-Balgat’ta yaptığı konuşmalarda “Ülkenizi bırakıp başka bir yerde yaşamak zorunda kalırsanız, ne yapardınız? Sorusuna köylülerin genellikle verdiği yanıt, “Allah göstermesin” olur, “Ölürüm de Ülkemi bırakmam. Ama bildiğimiz gibi, bu çalışmadan birkaç yıl sonra Türk köylüleri ekonomik sıkıntının etkisi ile Almanya’ya göç etmek için kuyruğa girerler.
İnsanların isterlerse, koşullar el verirse, değer yargılarını kolaylıkla değiştirme potansiyeline sahiptirler. Bu konuda ise ahlak en hızlı değişebilecek kavram ve uygulamalardan biridir.
Toplumumuzda bu iki tür ahlakın, ikili bir yapı şeklinde yaşamın her kesitinde yan yana varlığını sürdürüp gittiğini görüyoruz.
Resmi ahlaka göre, vergi vermek namus borcudur. Gayri resmi ahlaka göre, herkes kaçırabileceği kadar vergi vermelidir.
Resmi ahlaka göre, devlet malı yiyeni tüyü bitmemiş yetimlerin hakkını yemektedir. Gayri resmi ahlaka göre, devlet malı deniz, yemeyen domuzdur.
Resmi ahlaka göre, tayın ve terfiler yetenek, liyakat esasına göre yapılmalıdır. Gayri resmi ahlaka göre, adamını, akrabanı kayırma, bu işlerde politik ölçüler ve torpiller geçerli olmalıdır.
Resmi ahlaka göre, tehlikeli araç kullanmak yasak ve doğru değildir. Gayri resmi ahlaka göre tehlikeli araç kullanmak erkekliğimizin, üstünlüğümüzün, gücümüzün bir göstergesidir, takdirle karşılanmalıdır. Bu örnekler uzatılabilir.
Resmi ahlakla resmi olmayan ahlak arasındaki mesafe (çoğu kez, bu bir çelişkiye dönüşecektir.) “ahlak yozlaşması” denilen olgunun ölçütü olacaktır.
Bu ölçüt, aynı zamanda, toplumsal dayanışmanın, sistemin, politik güç ve etkinliğinin de bir göstergesi olarak görülmektedir. Resmi ahlakla, gayri remi ahlak arasındaki mesafenin artması, toplumda bulunan gerginliklerin, kargaşanın, anlaşmazlıkların da artmasına, hukukun işlerliğinin azalmasına neden olacaktır.
Toplumsal değişim hızının ve dindarlığın hızla artması yanında yolsuzlukların (Dünya Şeffaflık Örgütüne göre), uyuşturucu kullanımının, suç oranlarının, kadın cinayetlerinin artması, fuhuşun inanılmaz boyutlara yükselmesi, resmi ahlak ile gayri resmi arasındaki derinleşen toplumsal çelişkilerimizdir.
Nizamettin Biber

4 Mayıs 2017 Perşembe

Eloğlu Bloggerları ve Biz

Hürriyet Gazetesinin haberine göre, Muğla Büyükşehir Belediyesi, en çok turist ağırlayan Marmaris, Bodrum ve Fethiye’nin tarihi, doğal, kültürel değerlerinin tanıtılması için çalışma başlattı. Fethiye Otelciler Birliği ve Londra Kültür ve Tanıtma Müşavirliği işbirliğiyle, İngiltere’nin önde genel blogger ve sosyal medya yazarları Muğla’ya getirildi. Yaşları 18 ila 30 arasındaki dünyaca ünlü İngiliz 20 blogger ve sosyal medya yazarı, ilk olarak Muğla’nın Dalyan, Ortaca ve Dalaman ilçelerinde ziyaretlerde bulundu. Üç ilçenin tarihi, doğal ve kültürel değerlerini fotoğraflayıp, görüntü çeken bloggerlar, otobüsle Marmaris İlçesi’ne geldi.

Marmaris İlçesi’ndeki 5 yıldızlı Green Diomand Otel’de konaklayan bloggerler, kent merkezindeki Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapılan ve bugün müze olarak kullanılan kaleyi gezdi. Ardından Yat Limanı ve Kordon Caddesi’ni gezen grup, buralarda 4 bine yakın fotoğraf ve 350 GB görüntü çekti.
Yapılan çalışmayla ilgili bilgi veren Muğla Büyükşehir Belediyesi CHP’li Meclis Üyesi turizmci Mehmet Oktay şöyle dedi: “Muğla Büyükşehir Belediyesi olarak tüm turistik ilçelerimizin turizm potansiyelini göstermek amacıyla projemizi hayata geçirdik. İngiltere’nin başkenti Londra’dan önde gelen blogger ve sosyal medya yazarlarını ağırlıyoruz. Muğla’nın tarihi, kültürel değerlerini gösteriyoruz. Bu kişilerin blog ve sosyal medyalarında yayınladığı bir fotoğraf veya görüntüye bir milyonun üzerinde kişi beğeni yapıyor. Kendileriyle yaptığımız görüşmede çok etkilendiklerini ve ülkelerine döndüklerinde cennetin güzelliklerini tüm dünyaya tanıtmak için sefer olacaklarını söylediler.”
Büyükşehir Belediyesi yetkilileri, misafir ettiği bloggerlara içinde nane, kekik, bal, turistik ilçelerin tanıtıldığı İngilizce kitaplar bulunan çanta hediye etti. Yazarlar, sabah önceden planlanmış kültür turları ve Marmaris’in olmazsa olmazları arasında yer alan günübirlik teknelerle koyları gezeceği bildirildi.
İngiliz Bloggerlerden biri, “Amacımız, Muğla’nın turistik ilçelerini gezip görmek ve güzelliklerini keşfederek dünyaya duyurmak. Çektiğimiz fotoğraf ve videoları sosyal medya ile bloglarımızda paylaşıyoruz. Dalyan’da çektiğimiz bir kare fotoğrafı bloklarımızda paylaştığımızda üç saat içinde 1 milyon 230 bin beğeni aldı”dedi.
Milliyet Blog yazarları olarak bizim neyimiz eksik diyerek, aynı koşullarda bir gezi talebimizi, Milliyet Gazetesinin MB editoryasına, Milliyet Gazetesine, Muğla Büyükşehir Belediyesi ve Londra Belediyesi Başkanlığına ilanen duyuruyorum.
(Not: Üst yaş tahdidi konulmaması önemle rica olunur.)
Nizamettin Biber


Kadın Komisyonuna Araplar

Basından belki duymuşsunuzdur, Kadınların doğumlarından ölümlerine kadar “erkek refakati” ile yaşamak zorunda olduğu, araba kullanmalarının dahi yasak olduğu ülke Suudi Arabistan, Birleşmiş Milletler tarafından Kadının Statüsü Komisyonu’na seçildi. İnsan Hakları izleme grubu Birleşmiş Milletler İzleme Organizasyonu, “dünyanın en kadın düşmanı rejimine sahip” Suudi Arabistan’ın komisyona seçilmesini kınadı.

Gazete Karınca’dan Ezgi Gül’ün haberine göre; Birleşmiş Milletler (BM) geçtiğimiz hafta yapılan seçimle, Suudi Arabistan’ı 2018-2022 dönemi için ‘kadınların sosyal, siyasi ve ekonomik haklarını güvence altına almak’ amacıyla kurulan Kadının Statüsü Komisyonu’na seçti.

İnsan hakları örgütleri tarafından “dünyanın en kadın düşmanı rejimi” olarak tanımlanan Suudi Arabistan yönetiminin kadın hakları komisyonuna seçilmesi eleştirildi. (Alttaki Resim Suudi Arabistanda Kadınsız Kadın Konseyi Afişi)

İlgili resimGenelde dini grupların önderliğinde, kapalı kapılar ardında basmakalıp bir şekilde gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi’ne (ECOSOC) atamaları, bu sefer seçimle yapıldı ve üye 54 ülkenin gizli oy kullanması ile Suudi Arabistan konseye seçildi. Suudi Arabistan’ın seçimi kazanması için en az 15 üye ülke oy verdi.
(Alttaki Resimde kadın insan mıdır tartışmasına maruz kalan Arabistan Kadını)

kadın komisyon arabistan ile ilgili görsel sonucuBirleşmiş Milletler’in faaliyetlerini etüt etmek için kurulan Cenevre merkezli insan hakları izleme organizasyonu olan Birleşmiş Milletler İzleme Organizasyonu (UN Watch), yaptığı yazılı açıklamayla Suudi Arabistan’ın seçilmesini kınadı.
UN Watch’ın genel müdürü Hillel Neuer’e göre “Suudi Arabistan’ı kadın haklarını korumak için seçmek, bir kundakçıyı şehrin itfaiye şefi yapmaya benziyor, her Suudi kadın, kendi hayatı hakkında karar verirken dahi erkek bir refakatçiye sahip olmak zorunda. Erkekler Suudi Arabistan’da doğumundan ölümüne kadar her kadının hayatını kontrol eder. Ülke kanunları kadınların araba kullanmasını dahi yasaklıyor. Bu seçim abesle iştigal” açıklamasında bulundu.
Avusturya’da uluslararası insan hakları üzerine doktora yapan bir kadın ise “Keşke nasıl hissettiğimi anlatabilecek kelimeleri bulabilseydim. Ben bir Suudi’yim ve bu bana ihanet gibi geliyor” dedi.
Birleşmiş Milletler ise aşırı tutucu monarşik Suudi Arabistan yönetiminin bu seçimleri kazanmasının “kadın haklarının sağlanmasına, kadınların hayattaki gerçekliğinin dünyanın gözleri önüne serilmesine ve cinsiyet eşitliği ve kadınların güçlendirilmesi konusunda evrensel standartlara ulaşmasına yardımcı olacağı” görüşünde.

Merkel Arabistana en son ne zaman gitti ile ilgili görsel sonucu
Geçtiğimiz günlerde Almanya Başbakanı Angela Merkel resmi temaslarda bulunmak üzere gitti. Suudi Arabistan'ın Cidde kentinde Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdulaziz tarafından Kraliyet Divanı'nda resmi törenle karşılandı. Ziyarete ilişkin yayınlanan ilk fotoğraflarda, Merkel'in başörtüsü kullanmadığı görüldü. Ancak, Arap TV Kral ile beraber olan görüntüsünde Merkelin saçını buzluyor.
Bu durum; BM örgütünün kof yapısını ortaya koyduğu, Kadının Statüsü Komisyonu Üyeliğine yakışmadığı gibi bizim ünlü sözümüze de uygun düşüyor; “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu”
Nizamettin Biber

Uyduruk Cumhuriyetlerde kadın

Afganistan, Pakistan, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Irak, Nepal, Sudan, Somali, Guatemala, Mali, Suudi Arabistan kadın olmanın en zor olduğu ülkeler, Kadınların mutlu ve daha kolay yaşadığı ülkeler ise İzlanda, Finlandiya, Norveç, İsveç, Hollanda, İrlanda, Avustralya, Danimarka, İsviçre, Yeni Zelanda.

Bu ülkelerden özelde Pakistan ve Afganistan’a ir bakış ile;
Sözde Pakistan, parlamenter demokratik sistemle yönetilmekte, dört eyaletten oluşan federal bir yapıya sahip.
Dünya Sağlık Örgütünün verilerine göre kadınların en az dörtte biri yaşamlarının bir dönemlerinde cinsel ya da fiziksel şiddete maruz kalıyor, her gün 4 kadına tecavüz ediliyor. Katı din kuralları, ailevi, aşiret ve kabileci kurallara bağlı yönetim, ülkedeki kadınların kötü koşullarda yaşamasına neden oluyor. Toplum genel olarak erkek egemenliğini norm kabul etmiş, kadınlar erkeklerin malı olarak kabul ediliyor, uzak erkek akrabalar dahi ailenin kadın bireylerin cinselliğini kontrol edebiliyor. Pakistan’da her yaştan yüzlerce kadın namus kavramı ile ilgili olarak dinen cevaz verilerek öldürülüyor, meta gibi el değiştiriyor. Ülkede yaygınlaşan kadına yönelik suç kategorilerinde cinayet, kaçırma tecavüz ve toplu tecavüz var, namus için işlenen cinayetler ve intihar girişimleri ise sıradan. Pakistan’da yaygınlaşan daha başka şiddet türleri, berdel, başlık parası, intikam alma karşılığında evlilik, zina yapıldığı gerekçesiyle namus adı altında işlenen cinayetler, yüze kezzap atma, asitle yakılma, çeyiz ile ilgili şiddet bulunuyor. Namus cinayetleri geleneği ve ‘baad’ (bir anlaşmazlığın halli için kadınların karşı tarafa bedel olarak verilmesi) adaleti aynı hızla devam ediyor.
Yasal çerçeve ne yazık ki kadınlar için yeterli ve destekleyici değil kadınlara nefes bile alacak bir alan olmadığından dolayı kadınlar için yaşam daha da zor hale geliyor. Pakistan Ulusal Meclis sosyal, siyası ve dini alanlarda kadınlara reva görülen olumsuzluklara son vermek amacıyla Ceza Kanunu Değişikliğini kabul etmesine rağmen hukukta kadınlara açıkça uygulanan ayrımcılığı ortadan kaldırmamıştır. Kadınlar, yaşamın hemen her alanında şiddet ve ayrımcılığın çeşitli formlarıyla karşı karşılayalar. Cinsiyete dayalı şiddet, kadınları hem duygusal, hem ruhsal bakımdan hem de fiziksel açıdan olumsuz etkiliyor. Dünya Ekonomik Forumu tarafından yayımlanan indekste; ekonomi, siyaset, eğitim ve sağlık alanlarında ulusal cinsiyet ayrımlarını değerlendirirken, Pakistan’da cinsiyet temelli ayrımın ve şiddetin çok ciddi bir sorun olduğu belirtiliyor.
Ülkede ayrımcılık ve şiddet yasal olmasından çok toplumsal bir sorun. Toplum ayrımcılık üretiyor, bu da genelde cinsiyet temelli şiddet olarak ortaya çıkıyor. Yasal çerçeve kadınlar için destekleyici değil, dolayısıyla kadınlara nefes alacak alan bırakmayarak durumu onlar için daha da zorlaştırıyor. Ayrıca, kurbanların çoğu şiddetin azılı tuzağından kurtulmanın zor olduğunu düşünüyor. Ülkede şiddetin temelinde köklü toplumsal inanç ve değerler yatıyor. Ne yazık ki, ayrımcılıkla ve şiddetle karşılaşan kadınlar toplumdan ve hükümetten yeterli desteği görmüyor. Kadına yönelik suçların en aza indirgenmesi için sivil toplumla işbirliği sağlayarak cinsiyet hassasiyetli yasalar formüle etmek hükümetin sorumluluğunda. Bu yasaların, uzun vadede insanların tavrını değiştirmeye yardımcı olabilmesi ümit ediliyor.
Yine sözde Cumhuriyetle yönetilen Afganistan’da ise 1992’de köktendinci Taliban’ın iktidara gelmesiyle darbe yiyen kadınlar, tarihinin sahip olduğu sosyal, ekonomik ve kültürel haklar bakımından en kötü günlerini yaşadı.
Ülkeyi şeriatla yönettikleri dönemde, Afganistan özellikle kadınlara uygulanan akıl almaz baskılara sahne oldu. Kız öğrencilerin okula gitmesi ve kadınların çalışması yasaklandı. Hiçbir kadın yanında erkek olmadan evden çıkamıyor, erkek doktora muayene olamıyor, hatta erkek bir doktorun olduğu bir ekip tarafından ameliyat edilemiyordu. Tüm kadınlar, başlarından ayak uçlarına kadar bedenlerini bütünüyle örten burka giymek ve gözlerini de kapamak zorundaydı.
Mesleği doktorluk ya da öğretmenlik olan kadınlar, artık mesleklerini yapamaz hale geldiklerinden, dilencilikle ya da bedenlerini satarak hayatlarını sürdürmek durumunda kaldı. Evlerin camlarından kadınların görünmemesi için camların karartılması ya da siyaha boyanması şart koşulmuştu.
Sokakta güya uygunsuz davranan kadınları cezalandırmak için din polisleri görevlendirildi. Sokakta herkesin önünde kadınlar, coplanıp dövüldü. Taliban yönetiminin 2001’in sonlarında Amerikan ve NATO güçleri tarafından iktidardan indirilmesinden sonra, Afgan kadınları için bir umut doğdu.
2004’te kabul edilen Afgan anayasası, “Afgan vatandaşlarının -kadın ya da erkek- yasalar önünde eşit hakları ve yükümlülükleri vardır” maddesine yer vermesine rağmen, devletin dininin İslam olduğunu ve hiçbir yasanın İslam inanç ve pratiklerine karşı olamayacağını da hükme bağladı. Doğrudan şeriat hukuku anılmasa da, yasaların yetersiz kaldığı durumlarda mahkemelerin Hanefi fıkhından faydalanmasına izin veriliyor.
Sonuç olarak, anayasada sözü edilen “eşitliğin” gerçek anlamda uygulanmayarak bütün yasaların şeriata uygunluğu aranıyor. Taliban’ın iktidardan indirilmesinden sonra, ülkenin bazı bölgelerinde kadınların bir nebze de olsa nefes aldığı söylense bile, büyük kesiminde hala eski koşullar geçerliliğini koruyor.
Afganistan’da kadınlar için ürkütücü veriler var; Afgan kadınlarının yaklaşık yüzde 90’ı okuma yazma bilmiyor, Kız çocuklarının yalnızca yüzde 30’u eğitim alabiliyor. Bir Afgan kadını başına 6.6 çocuk doğumu düşüyor, Kadınların sadece yüzde 2’si doğum kontrolü uygulayabiliyor, Her 3 Afgan kadınından birisi, fiziksel, psikolojik ve cinsel şiddete maruz kalıyor,  Afgan kadınlarının ortalama yaşam ömrü 44 yıl, Evliliklerin yüzde 70-80’i baskı altında gerçekleştiriliyor. Birçok erkeğin, ergenlik öncesi yaşta birden fazla eşi var, Kız çocuklarının yüzde 57’si 16 yaşından önce evlendiriliyor. Bir kız çocuğunun 16 yaşından önce evlendirilmesinin yasak olmasına karşın, bu tür evlilikler resmi kayıtlarda yer almadığından herhangi bir yaptırım uygulanmıyor, Dul kalan kadınlar, ölen kocalarının akrabalarıyla evlendiriliyor, Kadınların yüzde 80’i gündelik hayatlarında şiddet görüyor; sağlık, eğitim ve hukuk hizmetlerinden tümüyle yoksunlar, Tecavüz, yasalarda açık bir şekilde suç olarak tarif edilmiyor, Kadınların mülkiyet ve miras hakkı anayasal koruma altında değil, Kâbil dışında aşiretler tarafından kontrol edilen, dini liderlerin ve yerel kültürün geleneklerinin geçerli olduğu bölgelerde, recm (taşlanarak idam edilme) uygulanıyor.
İki Ülke ve ikisi de sözde Cumhuriyet ile yönetiliyor, ancak Anayasalarında belirgin bir şekilde laiklik ilkesi olmadığından, teokratik özellikler taşıdığından ve gerekli sosyal düzenlemeler yapılmadığından O ülkelerde kadın, acı ve zulüm altında yaşıyor, işkence görüyor, dövülüyor, tecavüz ediliyor, yüzlerine kezzap atılıyor, mal gibi satılıyor, recm ediliyor…
Pakistan, 145 ülke içinde cinsiyet ayrımı listesinde 144. Sırada. Afganistan’da bir yılda öldürülen kadın sayısı binlere ulaşmakta ama tam olarak sayısı bilinmemektedir.
Ülkemizde ise durum çok parlak değil; cinsiyet ayrımcılığı ekseninde 2015 yılında öldürülen kadın sayısı 303 iken 2016 yılında bu sayı 328’e yükselmiştir. Ayrıca, Türkiye, Dünya Ekonomik Forumu’nun (DEF) yayımladığı cinsiyet ayrımcılığı raporuna göre, 2014 yılında 125. Sırada İken 2015 yılında 130. Sıraya gerilemiştir.
Görünen o ki kadınlar adına durumu ümitvar hale getirmenin tek çıkar yolu Cumhuriyetle yönetilen bizde de var olan kâfir Batının uyguladığı laik hukuk sistemi olarak görünmektedir.
Nizamettin Biber

Kadına dair



İnsanlık tarihinde oluşmuş birbirinden farklı uygarlıklarda kadın, toplum yaşamında erkekle eşit olarak paylaşabileceği bir sosyal statüye çok az zamanda sahip olmuştur. Kadına, genelde bir köle, bir ırgat, ikinci planda bir insan bazen insan olarak bile bakılmamıştır. Toplumun yerleşik işbölümünde evde oturması, ev işlerini görmesi, çocuk doğurması ve çocuk büyütmesi gereken bir kişi, erkeklerin yoğun ve yorgun çalışmalarını kolaylaştıran, çekilir hale getiren bir varlık, bir zevk aracı ya da bir süs eşyası gibi görülmüştür. Bu anlayışlar, toplumun örf ve adetleri ile kurallaştırılmış, inançları ile sağlamlaştırılmasına rağmen çoğu kez, edebiyat ve sanatla yüceltilmiştir. Kadın, hemen her dönemde rastlanan istisnalar bir yana bırakılırsa, sosyal ve ekonomik hayattan itilmiş, eğitim olanaklarından çoğu kez yararlandırılmamış, hukuk sisteminde hakları kısıtlanmış, toplum yaşamında ise güvencesiz bir ortam içinde bırakılmıştır. Onun bırakıldığı bu olumsuz koşullar içinde iyi bir eş, iyi bir anne olamayacağı bile göz ardı edilmiştir.
Bugün dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, ülkemizde de kadının yeri ile ilgili geleneksel anlayışların toplumun genel yapısında varlığını sürdürdüğü, birçok ailenin ve bireylerin yaşam biçimi ile davranışlarına yön verdiği bilinmektedir.
Oysa insana değer veren, herkese gelişme ve kişiliğini ifade etme olanağı tanımayı amaçlayan, eşitlikçi çağdaş toplum düzeninde kadın, yalnız ev kadını ve anne olarak değil, aynı zamanda, ailenin eşit haklara sahip bir üyesi, eşinin hayat arkadaşı, toplumun her alanda kendisinden katkı beklediği faal bir üyesi olarak görülmektedir. O, ekonomik hayatta iş ve meslek sahibi bir birey, siyasal hayatta seçmen ve isterse sorumlu siyasetçi, kültürel zenginliklerin mirasçısı ya da yaratıcısı olabilir. Kısaca, çağdaş toplumda kadın, bir ülkenin sosyal, ekonomik ve kültürel hayatının ayrılmaz bir parçası olarak sayılmaktadır.
Bu anlamda ifade etmek gerekirse bir Ülkenin ulaştığı çağdaşlık ve gelişmişlik düzeyini gösteren en önemli ölçülerden biri, toplumun kadınına verdiği değerdir. Bu durum sadece çağdaşlığın bir simgesi olmaktan öte ülkenin sosyal, ekonomik ve kültürel yaşamının ayrılmaz bir bütünü sayılmaktadır.
Cumhuriyetimizin önemli bir şansı, Atatürk gibi çağdaş düşünce ile eylemi kişilinde birleştirmiş bir önder tarafından kurulmuş ve yönlendirilmiş olmasıdır. Çağdaş bir toplumun ne olması gerektiği hakkında son derece açık düşüncelere varmış olan Atatürk, kadının kurulacak olan yeni Türk Toplum düzenindeki yerini daha 1923 yılı başlarında şöyle belirlemiştir;
“… Milletimiz güçlü bir millet olmaya karar vermiştir. Bugünün gereklerinden biri de kadının her alanda yükselmelerini sağlamaktır. Bundan dolayı kadınlarımız da fen ve bilim insanı olacaklar ve erkeklerin geçtiği bütün eğitim basamaklarından geçeceklerdir. Sonra kadınlar toplumsal yaşamda erkeklerle beraber yürüyerek birbirlerine yardım edeceklerdir.”
Atatürk, birçok başka nedenle ifade ettiği bu temel inançla kadınlara erkeklerle eşit medeni ve siyasal hakların verilmesi için gereken hukuki düzenlemelerin yapılmasını sağlamıştır.  Kadınların eğitim olanaklarından daha çok yararlanmaları, çalışma hayatına atılmaları, toplum yaşamında daha aktif roller almaları için önderlik etmiştir. Böylece Atatürk’le birlikte Anadolu’da evine hapsolmuş, yaşamında dışında, yok hükmünde insan olarak sayılan kadının çağdaş anlamda toplumda yerini alabilmesi için çığır açılmıştır.
Ancak; Günümüzde kimi toplumlarda halen kadın insanmıdır irrasyonel tartışmaları yapılmakta, insan olarak yok hükmünde sayılmaktadır. 
Laik, çağdaş, evrensel hukuka dayalı bir toplum olarak; acilen, kadın adına yapılan tüm çağ dışı anlayışları bir yana bırakıp, hatta tepki göstererek, kadının eşit haklara sahip bir insan olarak kabul edilmesi, kadın hakkındaki çağdaş anlayışın toplumun tüm kesimlerine yayılmasının, bir yaşam biçimi olarak yerleşmesinin, günlük işlerde ve ilişkilerde normal olarak işler hale gelmesinin sağlanması gerekmektedir.
Nizamettin Biber