26 Mayıs 2018 Cumartesi

Tavuk Döner Yeme Çılgınlığı

Cepte kalan bozuk bir kaç lira ile ne yenilebilir ki, tabii ki Tavuk döner, mutluluk verici yanı ise bu bedele ayranın da dahil olması. Ucuzluğu ve çeşitli soslarla tadı leziz hale getirilen tavuk üretimdeki sağlıksız koşullara dikkat çekildiğinde insan sağlığına zararlı olabileceği çok açık. Özellikle fabrikasyon üretimde kullanılan yöntemler, yemler, antibiyotik kullanımı konusu insan sağlığı açısından dikkate değer.

“Tavuk döner yazın da kışın da tehlikeli ama yazın tüketmek daha tehlikeli, çünkü tavuk çok çabuk bakteri üretip bozulabilen bir et. Tavuk etindeki bakteriler kırmızı etin aksine ölümcül sonuçlar doğurabilir. Dışarıda tavuk döner yerken insanların birkaç kez düşünmesi gerekir. 35 derece sıcağın altında şişe dizilip bütün gün pişirilen tavuk dönerin son derece sağlıksız olduğu bilinmektedir. Çünkü, tavuk döner soğuk ortamda üretilmeli, şoklandıktan sonra -18 derecede depolanıp soğuk zincir kırılmadan satış noktasına sevk edilmelidir. Bu şekilde kullanılan tavuk dönerin dışı pişerken iç kısımları hala donuk kaldığı için bakteri üreme riski taşımaz, ancak taze takılıp pişirilenlerde birkaç saat içinde kokuşma ve bozulma gerçekleşir. Tavuk dönerde diğer bir önemli kural kullanıldığı gün mutlaka tüketilmiş olmasıdır, kalan kısım varsa asla başka şekilde değerlendirmeye çalışmamalı ve imha edilmelidir.
Bugün, tavuğun göğsünün kilosu 13 lira. 100 gram tavuk döner ve üzerine de ayran verildiği zaman toplam maliyet 1,80 TL eder. 50 kuruş da ekmek, maliyet 2.30 TL. Peki tavuk döner ayran kaça satılıyor? 2 TL’ye satılıyor. 30 kuruşu nerede o zaman? Maliyete tüp, kullanılan diğer malzemeler, sosta eklenirse 2,5 TL olan 100 gramlık döneri, 2 TL’ye veriyorlar. Ne var bunun içinde? Araştırılıp, analiz edildiğinde but ve göğüsten yapılması gereken tavuk dönerin; deri, inek memesi, bir önceki günden kalan döner….gibi sağlıksız bileşenlerden imal edildiği görülmektedir. Vatandaşın alım gücü düşük, ama insan sağlığı o kadar ucuz değil. Bu nedenle tavuk dönerlerin denetlenmesi gerekiyor. Tavuk döner bir şişin ortasında akşama kadar beklediği zaman rengi değişir ve bakteri ürettiğinden, zehirlemesi insanı ölüme götürür.
Diğer yandan, “Test edilen tavukların % 50’sinin karaciğerinde inorganik arsenik bulunmakta ve bu madde kanserojen kimyasallar arasındaki en zehirli olanı.” Arsenik içeren ürünleri çok miktarda tüketenlerde kanser gelişimine neden olan hücre değişikliğine neden olmaktadır. Arseniğe maruz kalmak, “Cilt kanserlerine ve son raporlara göre akciğer, böbrek, mesane ve karaciğer gibi iç organlarda da görülebilen kanser çeşitlerine yol açabilmektedir. Arseniğin tıpkı civa ve kurşun gibi, ceninde ve çocuklarda son derece zehirli etkileri söz konusu.”
Tamam, bizler ucuz diye tavuk döner yiyoruz da geçenlerde gece saat 12:00’de Fatih’teki kitap mezadından çıkıp eve doğru yöneldiğimizde gazeteci Muhammed arkadaş bana Nizamettin abi sen Suriyelilerin çılgınca tavuk yediklerini gördün mü diye bir soru yöneltti.
Hayır dediğimde ise Aksaray’daki Yusufpaşa otobüs durağındaki çoğu Suriyelilere ait bir tavuk dönercinin önüne beni götürdü. Tavuk yiyenleri izlememi söyledi.
Camekanın dışından izlerken durumu  sosyolojik olarak şöyle açıklamaya çalışıyordum; çeşitli nedenlerle evlerini geride bırakan halklar kimi zaman futbol kulübüyle kimi zamansa memleketlerinin mutfağını yansıtan lokantalarla birbirlerine tutunmaya çalışırlar. Suriye’deki iç savaş ile beraber Ülkemize göçen mülteciler de kurdukları lokantalarla kendilerini evde hissetmeye çalışıyor, bunu da çılgınca topluca tavuk döner yiyerek gerçekleştiriyorlardı.
Nizamettin BİBER

Fahişe Orangutanlar



Başlık için özür diliyorum. Bazı gerçekleri bilmek ve ona ait yazılar yazmak oldukça zordur. İçeriği ve gerçekliği açısından korkunçluk içeren düzeydeki yazı konusu ilk okuduğumda beni müthiş etkilemişti. Hayvanların şiddet zincirinde en alt sıradaki doğanın bir üst sırasında olduğunu biliyorum ama bu kadarını da tahmin edemiyordum doğrusu. Ancak insanların hayvanlara neler yaptığını bilmemiz beraberinde bu suçlara tepki gösterebilmemiz çok önemli. Zira bilmediğimiz bir şeye tepki gösteremeyiz!
Duymuş, okumuş olabilirsiniz ama ben yine de okuduğumda benliğime şimşek gibi çarpan bu gerçekliği sizinle paylaşmak istiyorum. Kesin olarak yeryüzündeki en vahşi canlı insandır, ayrıca insanoğlunun vahşetinin sınırı da yoktur. Yer Endonezya, orangutanlar fahişe olarak kullanılıyor ve her gün tecavüze uğruyor. Evet, yanlış duymadınız. Endonezya’da orangutanlar insanların seks sapkınlıkları için tecavüz edilmek üzere satılıyor. Dişi orangutanlar, doğal ortamlarından çalınarak getirildikleri genelevlerde tüm vücutları tıraş edildikten ve hatta bir insana benzemesi için makyaj bile yapıldıktan sonra iplerle bağlanıyor ve defalarca para karşılığında satılıyor. Bazı Güneydoğu Asya ülkelerinde ise maymunlar henüz yavruyken annelerinden ayrılıp, pazarlanmaya başlanıyor ve anneleri öldürülüp, eti ve kemikleri ise iktidar ilacı olarak Çin’e satılıyor. Orangutanlar aynı zamanda barlarda dansçı olarak da sahneye çıkarılıyor. Son 20 yılda yaklaşık 50 bin orangutanın hayatını bu yolla kaybettiği tahmin ediliyor.
İnsanın sadece kendi rahatı için katlettiği yaşam alanları yetmezmiş gibi, türümüz daha da ileri gitmekten çekinmeyerek cinsel dürtülerini bastıramayıp, farklı türlere vahşice tecavüz etmekte ve hatta bu süreçten para bile kazanmaktadır. “Hayvan fahişeliği” gibi alçak bir terimin ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar.
İnsanoğlu daha ne kadar iğrençleşebilir ki! Bu korkunç iğrençliklerin, sapıklığın açıklaması olabilir mi? Bu cinsel açlığın nedeni nedir? Nedir bu her şeyi, herkesi seks objesi olarak görme isteği?
Erkeklerin mutlu olmak, bir anlık zevkini tatmin için o çok önemli, değerli cinsel organını bulduğu her deliğe sokmaya çalışmasının, karşı taraf razı değilse bunu zorlamasının, tecavüz etmesinin rasyonel bir psikolojik, sosyolojik, antropolojik bir tanımı olabilir mi?
En acı olan ise olayın geçtiği Ülkeye bakıldığında ise 250 milyon nüfusu ile dünyanın en kalabalık dördüncü ve ayrıca en kalabalık Müslüman ülkesi olmasıdır.
İşin ilginç yani yapılan bu alçak “Hayvan Fahişeliği” uygulaması son derece resmi, önlenmesine yönelik herhangi bir çaba yok, Endonezya’da bu konu ile ilgili sadece insanlar hastalık kapmasın diye korunma zorunluluğu getirilmiş. Endonezya ve Malezya’ya özgü türler olan orangutanlar, günümüzde halen tecavüze uğramakta ve parayla satılmaktadırlar.
“Erkeklerin cinsel zevklerine para karşılığı hizmet eden ve bu işi meslek edinen kadına” fahişe denildiğini biliyoruz, ancak bu yazının içeriğindeki gerçek fahişelerin kim olduğu sorusunun yanıtı açık seçik ortadadır.
Nizamettin BİBER

Aydın Olmak Efsane midir?

Çok kullanıldığı halde kelime anlamı olarak anlamı en belirsiz, her yöne çekilebilen bir kavram, olan “aydın” olmak kavramını irdelemeyi planlıyorum bu yazımda. (İddialıyım da demiyorum) Genellikle aydın olduğunu iddia edenler, aydın’ın ne olduğuna dair kendince bir takım tanımlamalar yapıyor, ona ait nitelikleri sıralıyor. Peki, aydın kelimesi açıkça tanımlanıp, açıklanabilir mi? Aydın, şudur denilemez mi?

Aydın kelimesi bir topluluğa, bir gruba mı işaret eder? Yoksa atf edilen topluluk ve gruptan öte bir üst grubu işaret etmek için mi kullanılır? İşaret edilen bu üst grup, meslek midir? Doktor, mühendis, avukat, aşçı, çöpçü, kasap, marangoz mudur? Acaba, aydın olmak bir tür eğitim birliği midir? Düşünsel değeri olan kitap okuyanlar, yayınları takip edenler, sanat faaliyetleri ile ilgilenenler aydın mıdır? Hangi kitap veya yayın, ne miktar, ne kadar okunduğunun hesabını kim tutacak?, kriterleri kim belirleyecek?. Bu noktaları objektif bir kritere bağlamak olanağı var mı?
Aydın olmanın okulu var mıdır? Dünyaya belli bir bakış tarzı, açısı, vizyonu ve perspektifi olan, dünyanın bütünlüğü içinde kendi toplumunu ve dolayısı ile kendini anlayan aydın mıdır? Aydın toplam düşünen bir insan mıdır?
Aydın olmak, belli türden bilme ve teorik faaliyetlerdeki ortak benzerlik midir? Aydın bir formulasyonun içine girer mi? Kendine özgü bir bilgisi olan, ona ulaşmakta özel bir araştırma ve düşünme yolunu mu anlamak mı gerekir? Aydın neyin bilgisine sahiptir, nasıl, ne şekilde düşünen insandır? Yani neyi bilen aydın sayılır? Ona ait bilgi doğa bilgisi midir?, siyaset, felsefe, sosyoloji, psikoloji, ekonomi bilgisine mi sahiptir? Yoksa hepsinden bir miktar kokteyl midir? “Aydın kokteyl” bilgisi var mıdır?
Aydın dediğimiz kişi nasıl düşünür? İndüktif mi (tümevarımsal), dedüktif mi  (tümdengelimli), anolojik mi (benzeterek) düşünür?, yoksa hepsi ile mi düşünür?
Yoksa Aydın denilenin, apayrı bir zihin yeteneği mi, ona özgü bilgiye ulaşma metodu mu var? Varsa nedir? Farklı meslek mensupları olsalar dahi, bazılarının faaliyetlerindeki özel türden bir ortaklığa mı işaret ediyor? Köşe yazarının, şiir, roman yazanın, ressamın, heykeltıraşın, müzisyenin, akdemisyenin, sanatla uğraşanların icraatında; işte şu nokta ortak ve bu ortak noktanın şu niteliği var, bu yüzden hepsine ya da bir kısmına aydın diyebiliriz, diyebilir miyiz?
Aydın kavramı kişel bir motivasyon aracı ve politik bir tavır mıdır? Aydın kavramı, kendini değerli kılmak, kabul görmek, saygınlık elde etmek, bu talepleri meşrulaştırma aracı mıdır? Kendini aydın görenin öz-imgesi değerleniyor mu?, aydın olduğunu iddia edenin veya sanan insanın kaygıları azalıyor mu? Saygın bir grubun üyesi olarak, ona ait olup onunla bütünleşerek yalnızlık, hiçlik kaygısından kurtularak daha güçlü bir bütünlük parçası olarak rahatlık mı hissediyor? Yazar, çizer, ilerici, solcu, entelektüel, bütünün bir parçası olmak, kabul görmüş bu cephenin üyesi olarak karşıtlara sunulan tepkinin meşrulaştırma aracı mıdır?
Bu oluşumun ekonomik gücü yok, siyasal ağırlığı yok, toplumsal bir karşılığı yok amma velakin bizim de düşüncelerimiz var bizde önemliyiz diyerek avunulan bir şey midir aydın olmak?
Siyası iktidarla mücadele ederken, “siyasi dokunulmazlık” gerekçesi olarak ileri sürülen, empoze edilen siyasi bir imtiyaz alanı mıdır?
Aydın olmak, çağdaşlık, ilericilik, laiklik pankartçılığının üst kümesi, toplanıldığı alan mıdır? Yaptığı iş ne olursa olsun, hangi düşünce yöntemi ile düşünüyorsa düşünsün, bilgisi az olsun çok olsun, ilk ilkelerin ve nedenlerin, gerçeklerin bilgisine sahip olanlar ile ileriyi gösteren, çevresini aydınlatanlar, sevgi ile yoğrulmuşlar ile ahlaklı davrananlar aydındır kanımca.
Aydın olmak, halkın ağzında şekillenerek, ağızdan ağıza dolaşan ve çok defa olağanüstü nitelikler taşıyan gerçeğe dayanmayan, gerçekdışı efsanevi bir kavram değil, hava su, toprak kadar gerçek hatta gerçeğin ta kendisidir.
Bahse konu aydın insanın coğrafyamızda varlığı ise türü tükenen canlılar gibi yok denecek kadar azdır.
Nizamettin BİBER

Bir Maniniz Yoksa?

Salt imsak zamanından güneş batımına kadar geçen süre içerisinde niyetlenerek, yeme içme, cinsel arzulardan uzak durmak anlamını taşımayan, birey olarak sabır, direniş, ahlaklı olma, iman ve irade güçlendirme, sosyal olarak ta dayanışma ve paylaşma ayı olması gereken Ramazan günlerindeyiz. Klişe olacak ama bizim çocukluğumuzdaki Ramazanlar da çok özel ve farklıydı, cümlesini de derkenar edeyim efendim.

İnsan yaşlandıkça genellikle zamanın ruhuna da ayak uyduramıyor ruhunu tatmin etmek için bir yerlere sığınmak istiyor. Bu sığınak ise genelde teorik olarak en kolay ulaşılan “geçmiş” olarak tezahür ediyor. Bu duyguda Fransızca nostalgie kelimesinin karşılığı olan, moda deyimle “geçmişe bir zamana duyulan aşırı özlemle” anlam buluyor.
Toplumsal olarak seçim sürecine girmiş olsak ta inanç gereği dingin bir dönemi yaşıyoruz. Bu dönemde işlerimden arta kalan zamanda bireysel olarak daha çok okumaya zaman ayırıyorum. Kütüphanemi karıştırırken kategorik olarak benzer kitaplar ilgimi çekiyor. Özellikle iki kitabın nostaljik kodlar taşıyan benzer özelliklerine değinmek istiyorum.
80’li yılların sonuna doğru başlayarak kırlardan çılgınca göç ederek kentlerin yaşam alanlarını beton yığınlarına döndürdüğümüz apartmanlaşma furyası ile yok olan, unutulan mahalle kültürü, komşuluk ilişkilerimiz söz konusu idi. Apartmanımızda kapı dibindeki komşularımızı tanımadığımız günümüzden onlarca yıl önce mahallenin en ucuna taşınana bile hediye alınarak “hoş geldine”  gidilirdi.
Bizim çocukluğumuzda, çok duyduğumuz bir söz vardı. Annelerimiz tarafından en az onlarca kez görevlendirilmişizdir. Haber vermek için gönderildiğimiz komşu kapısına gelene kadar yaşadığımız heyecanı halen içinde hisseden varsa kesin bizim kuşaktır, bizdendir.  “Bir maniniz yoksa annemler size gelecek”
Efendim 1.kitap Ayfer Tunç’un yazdığı, Yapı Kredi ve Can Yayınlarından çıkmış; “Bir maniniz yoksa Annemler size gelecek.”
Arşiv niyetine saklanabilecek ve bizi eskilere götürecek, 70’lerde çocuk olmanın nasıl olduğunu,  yazar tarafından Türkiye’nin bir dönemini anlattığı, her hangi bir araştırmaya dayanmayan, yazarın kendi gözlemlerinden yola çıkarak yazıldığı bir kitap.
2.kitap, Muharrem Kaşıtoğlu tarafından hazırlanan; Birharf yayınlarından çıkmış “60'lar hikaye 70'ler terane 80'ler şahane” kitabı ise;
80'li yıllarda çocuk olmak konusunu 2000’lerin çocuklarına anlatan, bir tür sözlük formatında, yazarın aklında kalan o dönemin önemli olgularını mini başlıklar altında ve büyük puntolarla anlatan, başlıklar ve alt metinleri kısa, konular birbirinden oldukça bağımsız. Bir bütünlük kesinlikle yok, ama 80’lerde de bir konu bütünlüğü yoktu ki zaten, kotun içine sokulmuş kazakla yürümekte bile zorlanırken break dance yapmaya kalkan bir kuşakta ne gibi bir konu bütünlüğü olabilir ki?
Eleştirel yaklaşıldığında oldukça hata bulabileceğiniz bu iki kitabı elinize aldığınızda tek amacınız o günleri hatırlamak ve eğlenmekse, birer tane edinmelisiniz, iyi okumalar
Nizamettin BİBER

Atın Ağzında Kaç Diş Var?

Uygarlık tarihi incelendiğinde büyük kültürel değişmelerin kaynağı önemli buluşlardır. Ateşin keşfi, madenin eritilip alet yapılması, tekerleğin bulunması ve kullanılması, tarıma geçiş uygarlık tarihinin önemli milatlarıdır. Fakat tüm bunların nasıl bulunup geliştirildiği hakkındaki bilgimiz masaldan öteye geçmez. Tekerleğin dışında çivi, pusula, ampul, İçten yanmalı motor, matbaa, telefon, penisilin, internet buluşları bilimin gelişmesiyle meydana gelmiş, bilim de deney ve gözlemlerle gelişmiştir.

Söz konusu bu buluşlardan çok sonra üç önemli kültür olayına değinmek gerekir. Birincisi, insan kişiliğinin kutsallığının doğuşu ve o tarihe kadar sosyal statüsü ile ilgili olarak saygı gören insanın yerine, ahlak kurallarına uygun olarak her bireyin eşit uygulamaya layık olduğunun ortaya atılması, ikincisi ise eleştirel düşüncenin doğuşu ve geliştirilmesi, üçüncüsü, uygulamalı bilimlerin geliştirilmesidir.
Eleştirel düşüncenin doğuşundan sonra, uygulamalı bilimlerin doğuşuna kadar binlerce yıl geçti ve bireyler, fikir ve görüşlerini bir otoritenin ışığında, örneğin Aristo otoritesine, Kilise otoritesine veya örf ve adetler otoritesine göre düzenlemek yolu ile düşünmek ve yeni fikirleri bunların ışığında eleştirerek kabul veya ret etmek zorundaydı.
Bilimsel metodun gelişmesinde büyük rolü olan ve gözlemin babası sayılan Francis Bacon’dan alınan anekdot abartılı olsa da bilimsel gelişmeyi oldukça iyi anlatır; “M.S. 1432 yılında din mensupları arasında, devrin ileri gelen papazları önemli bir konuyu tartışmak amacıyla bir kilisede toplanırlar. Rahatsız edilmemek için kilisenin kapılarını sıkı sıkıya kapattırıp nöbetçiler dikerler Tartışma 13 gün durmadan devam eder. Bütün eski kitaplar, kayıtlar karıştırılır. Kapılar açılmaz, çünkü hararetli tartıştıkları o önemli konuda bir türlü anlaşmaya varamamışlardır.
Bu kadar öneme sahip tartışma konuları acaba nedir? Tartışma konusu: Acaba bir atın ağzında kaç tane diş vardır? 14. günün başında günlerce süren tartışmadan bıkan genç bir papaz nihayet dayanamayıp isyan eder: “Arkadaşlar, bu tartışmalarla bir sonuca varamayacağımız artık belli olmuştur. Konunun çok kolay bir çözümü olduğunu tartışanlara sıradan ve hiç duyulmadık bir çareyi uygulayarak tartışmayı sona erdirmelerini rica eder. Gelin, dışarıya çıkalım, bir at bulalım, ağzını açalım ve kaç tane dişi olduğunu sayalım!” der.
Papazlar; kendilerini rencide olmuş hissederek ; “Vay, bunları diyen sen misin? Dinsiz, imansiz, kafir!”deyip genç papazın üzerine yürürler, öfkelenirler, ortalığı velveleye verip, gürültü patırtı yaparak papaza saldırırlar, ona ağır darbeler indirerek, kendisini derhal kiliseden kovarlar. “Zira kiliseye daha yeni katılan bu küstah, şeytana uyarak, yol gösterici din adamlarının bütün öğrettiklerine aykırı, duyulmadık ve kutsal olmayan bir yoldan gerçeğin bulunacağını iddia ediyor” derler.
Deney ve gözlem bilimsel gerçeklerin bulunmasında tek güvenilir yol olarak kabulü ile bireyin düşünce hayatı yeniden şekillenir. Yeni şeylerin nasıl bulunacağı ve insanlığın hizmetine verileceği, bir takım fikirlerin otoritesine göre değil araştırmanın verilerine bakarak gerçeğin bulunması fikri dünyaya yayılır.
Kültür değişimlerinin birincisinin yarattığı ahlaki, ikincisinin yarattığı fikri olanaklar, üçüncüsünün pratiklik ve evrensellik değeri, insanlığın geleceği için ümit verici olması gerekmez mi? İnsanın bu üç önemli kültür olayına daha başka ilaveler yapılmayacağı kimsenin iddiası olamaz
Eğitimimiz, hayatı herkes için daha iyi hale getirici çalışmalara yönelmiş kuşaklar yetiştirme amacı güdüyor mu?, kişilik geliştirme ve davranış olumlamayı sağlayabiliyor mu?
Bilimsel araştırmalar insanlığın daha çok ve hızlı ölmesini yarayan savaş silahları keşfetmek yerine insanlığın barışına neden hizmet etmiyor?
Sahi farkında değilim, atın ağzında kaç diş tartışması devam mı ediyor?
Nizamettin BİBER