29 Ekim 2017 Pazar

Cumhuriyetimiz Zor Kazanıldı!

Osmanlı İmparatorluğundan çağdaş devlet modeli Cumhuriyete geçerken karşılaşılan güçlüklerin aşılmasında Mustafa Kemal Atatürk’ün etkin önder kişiliği, vatanseverliği, idealistliği, ileri görüşlülüğü, yöneticiliği, rehberliği, birleştirme, bütünleştirme ve onarma gücü, canlı, insan ve millet sevgisi, devrimciliği daha da çoğaltılabilecek nitelikleri etkin rol oynamıştır.

Dış ve iç düşmanın varlığı birleştirici bir unsurken, mücadele içinde var olanlar aralarındaki diğer fikir ayrılıklarını ertelemişlerdi. Ulusal Kurtuluş mücadelesi başarılı olunca, mücadeleyi yürüten önderle arasında bölünmeler ortaya çıkmıştı. Zafer görünebilir bir hale geldiği anlarda, düşmanın birleştirici gücü zayıflamaya başlamıştı.
Savaş bitince normal yaşama dönünce siyasi ve soysal olarak krizlerin doğması normal bir sonuçtur. Mücadeleye katılanların her birinin şimdi ne yapılması gerektiği hakkında düşünceleri vardır. Ne yapılması gerektiği üzerinde çoğunluk sağlayan bir grup ise yönetimi ele alır. Sık rastlanan bir olgu ise Kurtuluş mücadelelerinin ortaya bir ulusal lider çıkarması ve mücadele, savaş sonrasında devrimlerin o lider tarafından onun önderliğinde yapılmasıdır. Mustafa Kemal, mücadelenin başında önderler arasında en önemlisi iken kısa bir süre içinde tek önder durumuna geçmişti.
Türk Kurtuluş savaşından sonra ne yapılacağı, mücadelenin en şiddetli geçtiği anlarda bile tartışma konusu olmuştu. Türk Ulusal mücadelesini diğer mücadelelerden ayıran en önemli husus, mücadelenin hem dış düşmanlara karşı hem dış düşmanlarla ilişki içinde olan yerli işbirlikçilere karşı hem de İstanbul hükümetine karşı yapılmış olmasıydı.
Anadolu mücadelesi bir anlamda bir yandan halk adına diğer yandan da Saltanat ve Hilafet adına yürütülmüştü. Dolayısı ile amacın bir milli devlet kurmak mı, yoksa eski hanedan rejimini ihdas etmek mi olduğu kesinlikle açıklanmamıştı. Bu belirsizlikten doğan çatışma ta Yunanlılarla kesin savaş başlamadan ortaya çıkmıştı.
Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis üzerinde kurduğu hakimiyeti uygun bulmayan bir grup, ona karşı cephe almıştı. Ali Fuat Cebesoy, Mustafa Kemal’e çatışmanın yalnız şahsına yönelik olmadığını ve zamanla Cumhuriyetçilerle Meşrutiyetçiler mücadelesi şekline gireceğini söyleyerek onu uyarmıştı.
Atatürk bu konuda karşı düşüncelerini Nutuk’ta şöyle açıklamıştı;
“…Tarihin bu kaçınılmaz akışını ilk anda ben de gördüm ve sezinledim. Ancak sona kadar tüm evreleri kapsayan sezgilerimizi ilk anda tümüyle açığa vurmadık ve dillendirmedik. Gelecekteki olasılıklar üzerine fazla konuşmak, giriştiğimiz gerçek ve nesnel savaşıma, hayal niteliği verebilirdi; dış tehlikenin yakın etkileri karşısında, üzüntü duyanlar arasında, geleneklerine ve düşünme yeteneklerine ve ruhsal durumlarına aykırı bulunan olası değişikliklerden ürkeceklerin ilk anda direnmelerine yol açabilirdi. Başarı için pratik ve güvenilir yol her evreyi vakti geldikçe, uygulamaktı. Ulusun gelişmesi ve yükselmesi için hayırlı sonuca götürecek yol bu idi. Ben de böyle yaptım. Ancak bu pratik ve güvenilir başarı yolu, yakın çalışma arkadaşım olarak tanınmış kişilerden bazılarıyla aramızda, zaman zaman görüşlerde, davranışlarda, yaptıklarımızda asal veya ikinci derecede birtakım anlaşmazlıkların, kırgınlıkların ve hatta ayrılmaların da nedeni ve etkeni olmuştur. Ulusal savaşıma birlikte başlayan yolculardan bazıları, ulusal hayatın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet kanunlarına kadar gelen gelişmelerinde, kendi düşünce ve ruh yeteneklerinin sınırı aşılınca bana direnmeye ve karşı çıkmaya başlamışlardır. Bu noktaları, aydınlanması için, kamuoyunun aydınlanmasına yarasın diye, sırası geldikçe, birer birer belirtmeye çalışacağım. Bu son sözlerimi özetlemek gerekirse, diyebilirim ki, ben ulusun vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini, bir ulusal sır gibi vicdanımda taşıyarak yavaş yavaş, sırası geldikçe bütün toplumumuza uygulatmak zorunda idim…”
Saltanat kaldırıldıktan ve Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra TBMM’de en çok gün yüzüne çıkan konu, yeni devletin özelliği idi.
Kurtuluş Savaşı devam ettiği için ülkenin birlik ve beraberliğinin bozulmaması açısından devletin yönetim şekli belirlenmemişti ancak Mustafa Kemal Paşa, daha Erzurum Kongresi sırasında, zaferden sonra saltanatın kaldırılıp yerine hükümet şeklinin cumhuriyet olacağını söylemişti. 23 Nisan 1920’den beri Türkiye’yi idare eden Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, millî egemenlik esasına dayanıyordu. Bu, adı konulmamış bir cumhuriyet yönetimiydi. 20 Ocak 1921 tarihli anayasada “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” deniliyordu. Bu, yeni rejimin ilân edilmemiş bir cumhuriyet olduğunu gösteriyordu.
23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılmasıyla başlayan Cumhuriyet uygulaması, 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla düzen değişikliğini açıkça ortaya koydu. 11 Ağustos 1923’te 2. TBMM çalışmalarına başladı ve inkılâpların gerçekleşmesi amaçlı, fikir birliği içinde ki milletvekilleri bir araya gelmiş oldu. 13 Ekim 1923’te anayasaya konan ek bir madde ile Ankara genç devletin başkenti oldu. Böylelikle hükümet merkezinin İstanbul olacağı yolundaki tartışmalara son verildi. Cumhuriyetin duyurusu amaçlı de bir hamle atılmış oldu. Zira yepyeni başkentimiz, yepyeni idare biçimi iletisi veriyordu.
25 Ekim 1923’te hükümetin istifası, Mustafa Kemal Paşaya, cumhuriyeti ilân etmek için beklediği fırsatı verdi. 28 Ekim 1923 akşamına kadar hükümetin kurulamaması üzerine, Mustafa Kemal Paşa, Çankaya Köşkü'nde arkadaşlarına “Yarın cumhuriyeti ilân edeceğiz.” diyerek fikrini açıkladı. O gece İsmet Paşa ile birlikte 1921 Anayasası'nın bazı maddelerini değiştiren kanun tasarısını hazırladı. “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir.” hükmünün yer aldığı tasarı üzerinde TBMM'de yapılan konuşmalardan sonra cumhuriyetin ilânı 29 Ekim 1923’te kabul edildi. “Yaşasın cumhuriyet!” sesleri arasında alkışlarla cumhuriyet ilân edildi. Gazi Mustafa Kemal Paşa, yepyeni Ülkemiz Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı oldu.
Cumhuriyetin getirdiği çağdaş dünyanın hukuk sistemi bize adalet, eşitlik, özgürlük ve ahlak erdemliliği sunmuştur. Erdemli insanların, Türk milletinin yapısına en uygun yönetim şekli olan cumhuriyet rejimine sahip çıkmak ve onu yaşatmak, hepimizin başlıca vatandaşlık görevidir.
Yaşasın, Var Olsun Cumhuriyet!
Nizamettin Biber

Ferit Edgü'ye Göre Ya Size Göre!

“İnsanlar kupkuru, çünkü içlerinde hayat yok.

Artık söyleyecek birkaç sözüm var tümünüze! Eğer bir tek mektupla sesleniyorsam, bağışlayın beni. Çünkü tümünüz birbirinize benziyorsunuz. Uçurumlar, uzaklıklar, denizler, akarsular ayırıyor bizi birbirimizden.
Ben geçmiş yüzyılları sevmem, çünkü ben içinde hayat olan bir canlıyım.
Burada, gelen gelir, alan alır, vuran vurur, vurulan ölür. Kim vurdu? diye sorarsın. Kimse bilmez. Herkes bilir. Hiçbiri ağzını açıp söylemez. Bırakırsın. Çünkü vuranı bir başkası vurur. Diyeceksin ki, Peki hukuk nerde, kanun nerde? Dağın hukuku, kanunu da bu, Öğretmen.
Karanlığa gömülmüştük. Ama karanlıkta sesler daha bir duyulmaya başlar. İnsanların, böceklerin, doğanın sesi. Yeryüzünün tüm sesleri...
Gerçek ve gerçekdışı sesler.” diyor günümüzün yaşayan en önemli öykücü, şair, romancı, deneme yazarlarımızdan gerçek üstü üslubu ile kendisine hayran olduğum Ferit Edgü.
Niçin yazılır?  Sorusunu Ferit Edgü şu dizelerle yanıtlıyor!
Kimileri için yazmak bir alışkanlıktır: (Yazmadan edemiyorum,  hatta yazmadan uyuyamıyorum) 
Kimileri için yazmak bir tutkudur: (Yazmasaydım çıldırırdım)
Kimileri için yazmak yaşama bir anlam aramaktır.
Kimileri için bir anlam vermek.
Kimileri için yazmak bir kavgadır. (Benim silahım kalemimdir. Buyrun savaşa.)
Kimileri için, yaşamı, dünyayı, olup bitenleri sarakaya almaktır. (alay etmek)
Kimileri için ölümle dalga geçmektir.
Kimileri Tanrı’yi yüceltmek için yazar.
Kimileri tanrılı ya da tanrısız inançları.
Kimileri kendini çağının bir tanığı olarak görür. (Tanık, gördüğünü olduğu gibi, yani doğru olarak söylemekle yükümlüdür -tabii söz konusu tanık yalancı tanık değilse.)
Kimileri haklıyı haksızdan ayırmak için yazdığını söyler. (Burada söz konusu olan, tanıklık değil, yargıçlıktır.)
Kimileri için bazı soruların karşılığını aramak ya da bulduğu karşılıkları insanlığa sunmaktır.
Kimileri içinse yalnızca sorular sormak.
Kimi yazarlar insanlığı kurtarmak için alırlar eline kalemi.
Kimileri yurdunu kurtarmak için.
Kimileri de kendilerini kurtarmak için.
Kimileri içinde yaşadığı toplum düzenini beğenmez, bu düzeni değiştirmek için yazar.
Kimi yazarlar insanı değiştirmek ister.
Kimileri bu ikisinin birbirinden ayrılamayacağına inanarak kullanır kalemini.
Kimileri sözcüklerle oynar.
Kimileri cümlelerle.
Kimileri düşüncelerle.
Kimileri biçimlerle.
Kimileri suçluluk duygusuyla yazar.
Kimileri suçlayarak.
Kimileri için bir uyarıdır yazmak.
Kimileri için bir eğitme.
Kimileri kendisi için yazdığını söyler. (Ama gene de yayımlamaktan alıkoyamaz kendini.)
Kimileri halk için.
Özel olarak kadınlar ya da çocuklar için yazanlar da vardır.
Kimileri bugün için yazar.
Kimileri yarın için. (Farkına varmadan dün için yazanlar da vardır bunların aralarında.)
Kimileri kargımak için yazar.
Kimileri kargınmak (lanetlenmek) için.
Kimisi de kargınmış olduğu için yazar. (Yitirecek başka neyim var?)
Kiminin bir bildirisi vardır, onu bildirmek için yazar.
Kiminin bir düşüncesi vardır, onu dışa vurmak için yazar.
Kiminin bir derdi vardır, onu söylemek için yazar.
Bu arada, Niçin yazdığını bilmeyenler de vardır. Bu notların yazarı daha çok onlardandır. Bu notlarda Niçin?’den çok Nasıl? karşılığını aramasının nedenlerinden biri de budur.
Ferit Edgü niçin yazdığını açık seçik ifade etmiş, Sahi siz, niçin yazdığınızı nasıl ifade ediyorsunuz?
Nizamettin Biber

Ulusal Mücadelede Fetva Savaşları

Ulusal mücadele; hem emperyalist güçler ile hem emperyalistlerle işbirliği yapan yerli işbirlikçilerle hem de İstanbul hükümeti ile Ankara yönetimi arasında geçen ikili, çok yönlü mücadelelere sahne oluyordu.

Ulusal Kurtuluş savaşı döneminde İstanbul’un işgali sırasında Haydarizâde İbrahim Efendi, Kuva-yı Milliye aleyhindeki fetvâya imza atmamak için Damat Ferit hükümetinde yer almamıştı. Damat Ferit Paşa, kabinesine istediği kadar Nazır bulabilmesine rağmen, Şeyhülislâm bulmakta zorluk çekiyordu. Dinî hayatta yüce yeri olması gereken Şeyhülislam makamını, kendilerine teklif edilenlerden, bu yere gerçekten lâyık olanlar istisnasız görevi reddetmişlerdi.  2 Nisan 1920’de Salih Paşa’nın istifası üzerine, Anadolu harekatı ve özellikle Ulusal harekatın önderine düşman olan Damat Ferit Paşa, 5 Nisan 1920’de dördüncü defa Sadrazamlığa getirilmişti. 3 Nisan 1920’de kurulması gereken hükümet, bu yüzden iki gün gecikme ile 5 Nisan’da, Dürrizâde Abdullah Efendi’nin bu görevi kabul etmesiyle oluşmuştu. Hükümetin göreve başlamasıyla birlikte, İtilâf güçlerinin özellikle İngilizlerin baskısı ve desteğiyle Damat Ferit Paşa’nın en kanlı, en azılı tahrikleri de birbirini kovalamıştı.
Şeyhülislam Dürrizade Abdullah’a ait olan ve tarihe “Dürrizade Fetvası” olarak geçen 11 Nisan 1920 tarihli bu fetvada; Kurtuluş Savaşına katılan herkes halifeye isyan ile suçlanmış olup bağımsızlıktan yana olanlar din düşmanı olarak gösterilmişti. Fetva sorar; Asilerin katli din, yasa, töre vb. bakımdan işlenmesinde, yapılmasında sakınca olmayan, yapılıp işlenmesine izin verilen bir eylem midir? Buna yine Fetva yanıt verir; -İslam dinine göre yapılması gerekli olandır.
Mustafa Kemal ve arkadaşları ülkeyi işgalcilerden kurtarmaya çalışırken, onları “Asi” ilan ederek öldürülmesi gerektiğini söyleyen Anadolu’nun padişahçı, saltanatçı, gerici çevrelerini harekete geçiren ve işgalcilerle işbirliği yapanlar; yayınladıkları fetva belgesine sonsuz güven duymaktaydı.
Böyle bir anda başta Ankara Müftüsü Mehmet Rıfat Efendi (Börekçi) olmak üzere pek çok din bilgini göreve koşmuştu. Anadolu’da sağduyu ve vatansever ulemayı harekete geçirerek karşı fetvalar çıkarmıştı.
İstanbul Hükümetleri özellikle gözünü hırs bürümüş Damat Ferit Paşa, Anadolu’daki milli harekatın gelişmesini önlemek için çeşitli yolları denemekten kaçınmamıştı. Nitekim Damat Ferit Paşa Hükümeti, daha Sivas Kongresi’nden önce böyle bir mücadeleye girişmişti. O, Haziran 1919’da vali ve kaymakamlara gönderdiği telgrafta, milli ordu oluşturulmasının yasaklandığını bildirerek buna uymayanlara sert davranılmasını, gerekirse İstanbul Divan-ı Örfi’ye gönderilmesini emretmişti.
Diğer yandan Damat Ferit Paşa Hükümeti,  Sivas Kongresi’nin toplanmasına engel olmak istemişti. Bunun için Ali Galip adında birisi Harput Valiliği’ne atanarak Sivas Kongresi’ni basmaya ve üyelerini tutuklamaya görevlendirilmişti. Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa önderliğinde gelişen ulusal harekat nedeniyle çaresizliğe düşen İstanbul Hükümeti, bazı Şehzadeler başkanlığında taşraya o ünlü “Heyet-i Nasihalar”ı göndermişti. Hükümet Başkanı Damat Ferit’e göre bu heyetler, halka Padişah’ın selamlarını ve onun kendilerini düşünmekte olduğunu bildireceklerdi. Böylece İstanbul Hükümeti, kendi otoritesini Anadolu’da artırmak istiyordu. Başka bir ifadeyle, Anadolu’da hükümet aleyhine doğabilecek milli akımları köreltmek niyetinde idi. Halkın hükümetten ziyade Padişah otoritesine olan saygısından dolayı, nasihat heyetlerinin başına özellikle şehzadeler verilmişti
Damat Ferit, Mustafa Kemal Paşa’dan hoşlanmıyor, onu asilikle ve hayalcilikle suçluyordu. Bu kadar güçlü Avrupa devletlerine karşı ordusu terhis edilmiş bir ülkenin hiç bir şey yapamayacağını, durum böyle iken Mustafa Kemal’in İtilâf devletlerini kızdırarak “Dostluk ve yumuşaklık” politikasıyla elde edebileceklerimizden de Türkleri mahrum bırakacağına inanıyordu. Bu inancı o kadar kesindi ki, iki bin kişilik bir ordu ile Mustafa Kemal’in üzerine gitmeyi planlasa da İngilizler, iç savaş çıkar veya askerler Kuva-yı Milliye’ye katılır endişesi ile bu öneriye izin vermemişti.
Damat Ferit Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’ya karşı olan düşmanlığı had safhaya ulaşır. Öyle ki, Padişah Vahdettin’i Anadolu harekatından başka bir ifadeyle Milli Mücadele’de bulunanların başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere yaptıklarından habersiz bırakır.
Damat Ferit Paşa, elimizi İngilizlere kaldırmazsak, İngilizlerin Türklerin çoğunlukta oturduğu yerleri Türklere bırakacağına inanıyordu, bu inançla bütün faaliyetlerini Kuva-yı Milliye’yi zayıflatmaya yöneltmiş, 8 Nisan 1920’de İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri’ni ziyaret etmişti. O, bu ziyareti esnasında, Anadolu’ya karşı Padişah’ın nüfuzundan başka silah da kullanılacağını, İzmit, Bolu, Trabzon, Kayseri ve Harput bölgelerinde de bir takım ayaklanmalar meydana getirilebileceğini ifade etti. Bu arada Bandırma bölgesinde Kuva-yı Milliye’ye karşı savaşan Anzavur’un adamlarına depolardaki üniformaları dağıtmayı düşündüğünü açıklamış ve bu adamların İngilizler tarafından silahlandırılmasını istemişti. Ayrıca, tutuklanmasını istediği kişilerin isimlerini de İngilizlere vermişti.
Öte yandan Mart 1920 sonları ile Nisan 1920 başlarında, yeni bir yönetim merkezi olarak beliren Ankara’ya büyük bir göç başlamıştı. Öyle ki, Malta’ya sürgün edilmemiş mebusların yanı sıra, pek çok asker ve bürokrat İstanbul’dan kaçarak Ankara’ya geliyordu. Böylece milli harekat her geçen gün daha da güçlenerek gelişiyordu.
Milli Mücadele lehindeki bu gelişme, işgal kuvvetleri yetkililerini rahatsız ediyor, alınan önlemlerden de beklenilen sonucu alamıyordu. Ancak geçen süre içinde Anadolu’nun Müslüman halkının dinlerine son derece bağlı oldukları ve her meselenin dine göre açıklanmadıkça kabul etmeyecek bir duygusallık içinde bulundukları anlaşıldı. Bu nedenle Anadolu’nun saf halkını kandırmak için dini akideleri bir silah olarak kullanılmak istenildi. Sonuçta, Kuva-yı Milliye’nin devlete ve Padişah’a asi olduğuna dair Şeyhülislâm Dürrizade Abdullah Efendi tarafından verilen Fetva, “Fetva-yı Şerife” adıyla 11 Nisan 1920 tarihinde Devlet’in resmi organı olan Takvim-i Vekayi ile o tarihlerde İstanbul’da çıkan Peyam-ı Sabah gazetelerinde yayınlandı.
İstanbul’da basılan gazetelerde de yayınlanan bu fetvalardan, çok miktarda Anadolu’nun her tarafına çeşitli araçlarla (postayla, Anadolu’ya geçen kişiler aracılığıyla vs.) hatta İngiliz ve Yunan uçaklarıyla dağıtıldı. İngiliz konsolosları, İngiliz torpidoları, Rum ve Ermeni teşkilatları ile Yunan kuvvetleri de Fetvâ’nın dağıtımında görev almışlardı.
Fetvânın Anadolu’da yayılması ve zararlarını önlemek için sıkı önlemler alınmış ise de bunda pek başarılı olunamadı. Zira TBMM’nin açılışı arifesinde, ülkenin işgalden kurtulabilmiş köşeleri, ayrı görüşlerin kavga sahnesi haline gelmiş, bu yıkıcı fetvalar ve Bab-ı Ali’nin açıklamaları ile aldatılan halk, yer yer vatan kurtarıcılarının önüne dikildi. Anadolu’nun muhtelif yerlerinde ayaklanmalar baş göstermiş, isyancılar, Ayaş belinden Ankara’yı seyreder hale gelmişti. Türk Milli Mücadelesi için zor günler yaşanıyordu. İç ve dış ihanet odakları el ele vererek, Anadolu’da bir kardeş kavgası çıkartmak yolu ile halkı birbirine kırdırmak istemişlerdi. Durum her geçen gün daha tehlikeli bir hal almış. Ulusal harekâtın başarısı tehlikeye düşmüştü.
İstanbul fetvasının hareket noktası; Anadolu harekatının, “Huruc Alessultan” yani Sultan ve Padişaha karşı yapılan bir ayaklanma hareketi olarak görülmesi idi. Bu arada Kuva-yı Milliye kötüleniyor ve Padişahın sadık tebaasına zulüm edenlerin katledilmeleri gerektiği ileri sürülüyor, fetvada Kuva-yı Milliye’ye karşı savaşırken ölenlerin şehit olacakları da belirtiliyordu.
Ankara Fetvası, “Padişah ve Halife dahi esirdir. Makam-ı hilafet ve Saltanatın kurtarılması gereklidir” noktasından hareketle hazırlanmıştı. Fetvada düşman elinde esir olan halifenin zor ve baskı kullanılarak bir fetva yayınlattırıldığı, haliyle de bu fetvadaki hükümlerin geçersiz olduğu hususları üzerinde durulmuştu.
Her iki fetva, karşılaştırıldığında İstanbul fetvası delil olarak sadece bir ayete dayandırılıyor, verilen bu ayetle, Anadolu’daki asilerin saldırıda bulundukları söyleniyordu. Oysa Ankara’dan böyle bir saldırının söz konusu olmadığı gibi aksine padişah ve halifenin esaretten kurtarılması için; gerekli çalışma yapılmalı, hakiki düşman olan işgal devletlerine karşı birlik ve beraberlik sağlanmalı, onlara karşı mücadele edilmeli düşüncesi işleniyordu. Bu nedenle de; Ankara fetvâsında gösterilen nedenler, verilen icazetler, hükümler daha gerçekçi ve dini yönü daha güçlü idi. Ankara fetvasında delil olarak İslâm fıkıh ve fetvâ kitaplarından örnekler veriliyordu.
Anlaşılacağı üzere İstanbul fetvâsında taraflı, kasıtlı, eksik hatta yanlış bilgiler isnat edilerek hükümler verilmiş, daha önemlisi, ciddi dini delil gösterilememişti. Bu yüzden inandırıcılık yönü zayıf kalmış, fakat Halifelik makamının nüfuzu iyi kullanılmış, Ankara Fetvası ise, gerçekleri daha iyi yansıtan ve “Hareket ve esirliğe maruz kalan İslâm Halifesi’nin kurtarılması” esasından hareket edilerek Şer’i Şerife uygun ve ikna edici delillere dayandırılmıştı.
Pek çok Müftü ve din adamının, ulusal harekatı destekledikleri veya bizzat milli faaliyetlerin içinde bulundukları Anadolu halkı tarafından bilinmekteydi. Onun için, ulema tarafından hazırlanan ve onaylanan Ankara Fetvâsı ile Ankara Fetvâsı’nı hazırlayan Müftü Mehmet Rifat Efendi’nin, ulusal harekat önderi Mustafa Kemal Paşa ile birlikte çalışmasının, ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın yerinde ve zamanında verdiği talimatla fetvânın değişik bölgelere ulaştırılmasının ve yöneticilerin özellikle komutanların aldıkları emirlere uygun hareket etmelerinin rolü de etkili olmuştu.
Sonuç olarak; İstanbul Fetvâsı’nın milli harekat için oluşturduğu büyük tehlike önemli ölçüde bertaraf edilmiş ve isyanlar bastırılmıştır. Ankara Müftüsü ve Ulemanın “Fetvâ-yı Şerife, Şer’i Şerife muvafıktır” sözleri, Şeyhülislâm’ın fetvasını hükümsüz kılmış ve Anadolu’daki birliği pekiştirmiştir.
Ulusal Mücadele’de fetvalar savaşında; Ankara Fetvası, Dürrizâde Abdullah’ın imzasını taşıyan İstanbul Fetvası’na üstün gelmiştir.
Nizamettin BİBER

Mutlu Toplum

İşinizi kaybetmediniz, birikim yapıyorsunuz, borçlanmadınız, ikinci bir işte çalışma ihtiyacı duymuyorsunuz, ailenizden destek almaya başlamadınız, harcamalarınızı maksimum derecede kısmadınız, alım gücünüz azalmadı, aile bireylerinizden işsiz kalanlar olduğu için destek olmuyorsunuz, zorunluluk nedeni ile arabanızı satmadınız, var olan birikimlerinizi harcamadınız, Salt günü kurtarmak için kredi almadınız, kredi kartınızı son limitine kadar kullanmadınız, daha da yoksullaşmadınız, sosyal faaliyetleriniz azalmadı, tatile gidiyorsunuz, ailenizle yeteri kadar ilgileniyorsunuz, aile bireylerine karşı saldırgan ve öfkeli bir tutum içinde değilsiniz, aile bireyleriyle iletişiminiz bozulmadı, boşanmayı düşünmüyorsunuz, can ve mal güvenliğinizden endişe duymuyorsunuz, yaşadığınız şehri ve ülkeyi terk etmeyi düşünmüyorsunuz, bir ebeveyn olarak görevinizi ve sorumluluklarınızı yeteri kadar yaptığınızı düşünüyorsunuz,

Dikkat sorunu yaşamıyorsunuz, çabuk sinirlenmiyorsunuz, kendinizi kontrol edebiliyorsunuz, psikolojinizde ani değişiklikler olmuyordur, İnsanlara ve kendinize olan güveniniz azalmamıştır, İntihar etmeyi düşünmüyorsunuzdur, Uykusuzluk çekmiyor, sigara ve alkol tüketiminiz artmadı, işten atılma stresi ve korkusu yaşamıyorsunuz, sürekli ve şiddetli baş ağrısı çekmiyorsunuz, gelecekten umutlusunuz, kendinizi sürekli yorgun hissetmiyorsunuz, mide rahatsızlığınız ve kalp sorunlarınız ile psikolojik sorunlarım artmamıştır, Mutlu ve sağlıklı afiyettesinizdir umarım.
Mutluluk, iyilik durumudur. Uygarlığın amacı bireysel mutluluğu sağlamaktır. Tarih boyunca bireyler mutlu olmak için çaba harcamış, toplumlar bunu sağlamak amacıyla düzenlenmiş, örgütlenmiş, toplumsal, ekonomik yönetim biçimleri geliştirmiş, kültür ve sanatı içeren çağdaş uygarlık düzeyini oluşturmuşlardır.
Demokratik yönetimde politikacılar devlet işlerini çağdaş, dengeli, düzenli, uyumlu, çatışmasız, sürtüşmesiz bir şekilde yürütmek sorumluluğunu taşırlar. Uyguladıkları politikada toplumun huzuru, mutluluğu, değişmesi, dönüşmesi, gelişmesi, kalkınması ilk ve temel amaçtır. Bunu gerçekleştirmek için başkalarının değişik dünya görüşü olan toplumsal kesimlerin duygularını, düşüncelerini, tutumlarını, eylemlerini kendi dünya görüşleri dışında anlamaya çalışırlar Başka bir deyişle duyu sezgisi, empati yaparlar. Toplumun mutlu olmasını sağlamak, toplumu geliştirmek amacıyla çeşitlilikten yararlanır, bunları birleştirip bütünleştirir hizmete yönelik politika uygularlar.
Öz denetimi sağlayan, güven duygusu kazanan, değişime, gelişime açık, dengeli, düzenli, uyumlu amacı beklentisi olan vicdanlı bir benliğin, erdemli bir kişiliğin amacı mutlu olmak, mutlu yaşamaktır.
Mutluluk duygusu insanın acı, endişe, kaygı, korku, kızgınlık, öfke, kin, nefret gibi elem doğrultusundaki duygulardan kurtarır. Toplumsal amaç yaratır. İnsanın başkalarıyla ilişkisinden, iletişiminden kaynaklanan çatışmaları, sürtüşmeleri, sorunları çözmek, engelleri aşmak becerisini kazandırır.
Biraz daha büyük laflar ederek blog yazıma devam etmek istiyorum;
Küreselleşmeye bağlı olarak ülkelerin ekonomik olarak yakınlaşmaları sonucunda yaşanan ekonomik sorunlar, domino etkisi ile bütün ekonomileri ve tüm sosyal hayatları etkilemektedir. Sonuç olarak; bu durum insanların hayatı boyunca sürekli ve düzenli bir şekilde dengede tutmaya çalıştığı fiziksel ve ruhsal dünyasını bozabilmektedir.
İnsanların fiziksel ve ruhsal davranışları üzerinde sosyal ve ekonomik koşullardaki değişmelerin her zaman etkili olduğu bilindiği gerçeği ile yaşanan ekonomik sorunlar yoksulluğu artırmakta sosyal sınıflar arasında var olan gelir eşitsizliğine neden olmakta, aradaki makas açılmaktadır. Artan eşitsizlik sonucu, kendilerine ve çevresine zarar verebilecek duruma gelebilen, temel ihtiyaçlarını karşılamada sorun yaşayan insanlar daha saldırgan bir davranış gösterebilmektedir.
Ekonomik sorunların, işsizliğin; şiddeti, göçleri, intihar ve boşanmaları arttırdığı, bunun sonucu olarak aile ve toplum yapısını bozduğu bilinen sosyal gerçeklerdir.
Her ülkenin bireysel ve toplumsal mutluluğunu engelleyen ekonomik sorunları, çatışmaları, sürtüşmeleri olabilir. Bu sorunları anlayan, bilen, gören, doğru ve gerçekçi, sağlıklı bir biçimde çözebilen politik güç ve bu güce güvenen, inanan bireyler toplumsal mutluluğu oluşturur.  Mutlu bireyden mutlu toplum oluşur.
Toplumsal mutluluk oranı aynı zamanda politikanın, politikacının da en önemli başarı göstergesi sayılır.
Nizamettin Biber

Özlü Sözlerim - 23

“Bıkmış halk, coşmuş okyanus gibidir.”

“Acılı insanı akıl da terk eder.”
“Acınacak insan arsız, acıkan insan hırsız olur.”
“Aç insan yemeği, tok insan konuşmayı düşünür.”
“Ağaçtan maşa yapılmaz.”
“Akıl bir insanın en büyük öz sermayesidir.”
“Erdem, erdemliden öğrenilir.”
“Çıkarcı, eşini bile ödünç kaşır.”
“Zincirin gücü en zayıf halkası kadardır.”
“Dost, kusuruna bakmadan edinilir.”
“Halklar kardeş olabilir, ama devletler dost olamaz.”
“Dünya sürekli sallanan bir salıncaktır.”
“Her insan, insanlığın tüm hallerini taşır.”
“İyi okuyucu, okuduğunda yazarın yazdığından fazla güzellik bulandır.”
“Her insan önce kendisini okumalıdır.”
“İnsanlar sarhoş olacak diye içki yasaklanmaz.”
“İyilikle sahtekârlık uyum içinde olmaz.”
“Dağınık düzensiz düşünceler, bilim sayesinde düzenli ve kendi içinde tutarlı hale getirilir.”
“Bilim, aynı zamanda belli kurallar, standartlar ve ölçüler yumağıdır.”
“Bilimde; basitlik, kesinlik, kapsayıcılık ve verimlilik olmalıdır.”
“Karşılaştığı sorundan dolayı metodunu suçlayan bilim adamı, kullandığı aleti suçlayan usta gibidir.”
“Bilim, paylaşılan ortak değerler kümesidir.”
“Bilgi, zekâ ve duyular yolu ile elde edilir, kanıtlar yolu ile ispat edilir.”
“İspatlanmayacak bir şeyi ortaya sürmek bilimsel ahlaksızlıktır.”
“Emek, üretim araçları ile hammaddenin ürüne dönüştürülmesine pratik denir.”
“Sorunlar, teorilerin içinde gömülüdür.”
“Her neden bir sonuç, her sonuç bir nedendir.”
“Bilgi, bilen özne ile bilinen nesne arasındaki bir ilişkidir.”
“Gerçek, ona karşı üretilen kavram kümesinden daha zengindir.”
“Soruna tatmin edici bir yanıt bulmadan, yok sayılarak çözülemez.”
Nizamettin Biber

21 Ekim 2017 Cumartesi

Bilgisizlik Ne Üretir?

Bir TV programında Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatında (CIA) çalışan sorumlu bir toplum nasıl çökertilir? sorusuna şöyle yanıt veriyor;

1- Eğer bir toplumu çökertmek istiyorsanız, önce onun “parasına olan güvenini” sarsacak, ekonomisini çökerteceksin.
2- O toplumun kendine ait tüm kültürel değerlerine saldıracak ve yıkacaksın.
3- Toplumu üretimden, tasarruftan uzaklaştırıp tüketim toplumu haline getireceksin.
4- Toplumu bilgi ile ilişkisini kesecek, bilgisizleştirecek, bilgi toplumu olmaktan uzaklaştıracaksın.
Bir toplum topyekûn bilinçli olduğu sürece kalkınabilir, başka toplumların esaretine girmez, diğer toplumların emperyal emellerine açık alan olmaz.
Bilinç düzeyi gelişmiş bir toplum ise bilinçli bireylerden oluşur. Bireyin bilinçli olması için, bilgi sahibi olması, öğrenmesi ve öğrendikleri üzerinde düşünmesi, analiz yapması, yorumlaması ve yaşamında uygulaması gerekir. Bilgiye ulaşmanın en güvenilir ve kestirme yolu ise kitap okumaktır. Kitaplar bize sağlıklı düşünmenin metotlarını, yorumlama kurallarını, sentez yapma gücünü,  öğrendiklerimizi pratiğe dökmenin yollarını öğretir. Dünyada, üretim yapmadan sadece bilgiyi kullanarak, evirerek çok başarılı toplum örnekleri var günümüzde. Zira bilgi çağı dediğimizde şeyde salt bilgi anlaşılmamalı, bilginin ihtiyaçlarımıza uygun bir şekilde çok hızlı kullanılması olarak algılanmalıdır.
Bilgi olmadan; İyi taktik sergileyebilir miyiz?, dünyanın en iyi organizasyonu olan devleti daha iyi organize edip yönetebilir miyiz?, gerektiğinde atraksiyon yapabilir miyiz?, sorunların somut nedenlerini bulup somut çözümler üretebilir miyiz?, olanakların farkında olabilir miyiz?, olanaklara göre çözümler üretebilir miyiz?, insanları ikna edebilir miyiz?, insanların beğenisini kazanıp taraftarımızı artırabilir miyiz?, güven vererek dost sayısını artırıp, düşman sayısını azaltabilir miyiz?, çevresindeki güçlerden maksimum faydalanabilir miyiz?, dünyadaki rüzgarları ve güçleri iyi hesaplayıp ve buna göre hareket planları geliştirebilir miyiz?
İnsanlık tarihinin en iyi organizasyonu olan devletin Bürokrasisi, kurumları, güvenlik aygıtı, ekonomisi, eğitim sistemi, dış politikasının gücü de yine ülkedeki nitelikli eğitimli, bilgili insan potansiyeline bağlıdır.
Dünya bilgiyi nasıl kullanacağını öğretirken biz halen bilgiyi ölçüyoruz. Bireydeki ufuk açıcılık, ön görü elde etmek, bilgi nirengesinden oluşan bir sonuca dikkat çekmek adına. Auguste Comte’un “Bilmek, ileriyi görmek; ileriyi görmek, güçlü olmaktır.” Sözü çok önemlidir. Aristoteles’in “Bilgi ve erdem, öğrenilebilen ve öğretilebilen bir şeydir.” Sözündeki temel araç ise kitaptır.
Sön söz, Felsefenin bilge annesi Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi’den; “Acı çekmemizin nedeni bilgisizliktir.” Bilgisizlikle nedeni ile kötülüğün organizasyonu desteklenir, kötülük egemen olursa herkes de mutsuz olmaz mı?
Bilgisizlik iki temel sonuç doğuruyor dersek yanlış mı söylemiş oluruz; Acı ve mutsuzluk!
Nizamettin Biber

Cemaatler Çıkar Grupları mıdır?


Toplum, alışkanlıkları, düşünceleri ve tutumları ile ortak bir uygarlığa sahip; belli bir toprakta yaşayan, birçok temel çıkarları gerçekleştirmek için iş birliği yapan en geniş insan kümesi olarak tanımlanmaktadır. Topluluk, gruplar ise, üyeleri birbirlerine duygusal bağlarla bağlı, toplumsal ilişkilerin yüz yüze olduğu herhangi bir toplumsal küme biçiminde ifade edilmektedir.

“İnsanlar arası ilişkilerin türü”nü temel alarak, toplumla cemaat ayrımının tanımını yapanlardan toplum bilimcilerden biri Ferdinand Tönnies’tir. Tönnies’in ayırımına göre; Cemaat; 1. Ortak irade, 2. Zümrenin çıkarı başta gelir, 3. İnanç, 4. Din, 5. Töre, adet, 6. Doğal dayanışma, 7. Ortak mülkiyet, Toplum; 1. Bireysel irade, 2. Bireylerin çıkarı başta gelir, 3. İdeoloji, 4. Kamuoyu, 5. Moda, 6. Sözleşmeli dayanışma, ticaret, değişim, 7. Kişisel mülkiyet özelliklerini taşımaktadır.
Kelime olarak topluluk, kalabalık anlamına gelen Cemaat, ibadet etmek (namaz kılmak, vaaz veya mevlid dinlemek) için bir araya gelmiş, gruba içten bağlı kişilerden oluşan, ilkel ve erken çağlarda bulunan bir topluluktur. Akrabalık, hemşehrilik, komşuluk ilişkileri ile birbirine bağlı cemaat üyeleri arasında ruhsal, kültürel bir dayanışma vardır. Çıkar birliklerinde ise açıkça tanımlanan belirli bir amaç söz konusudur. Bir ihracatçılar birliği, bir gıda maddeleri perakendeciler birliği kadar bir cami yapanlar derneği, bir anıt yaptıranlar derneği de bu türlü birlikler arasında yer alabilir. Yalnız bu faaliyetler esnasında ön yüzeyde ekonomik bir çıkar olmadığı görünse de, spor, kültür, hayır ve yardım faaliyetlerinin hepsinin sonucu ekonomik çıkara dayanır.
Çıkar birliklerini, cemaatten ayıran birinci fark, çıkar birlik üyelerinin arasında ekonomik veya benzeri bir amacın bulunmasıdır.
İkinci fark cemaatte üyeler her yönden birbirlerine bağlandıkları halde çıkar birliğinde yalnızca tek bir ilişkide birlik vardır ve birey tek amaç dışında tamamen serbesttir. Kader birliği, kültür birliği ve ruhsal bir birlik kuran insanlar bütün varlıklarıyla birleşen Çıkar Birliğinin Cemaattan ikinci farkı sınırlı bir birleşme olmasıdır.
Cemaatle, Çıkar Birliği arasındaki üçüncü fark ise: çıkar birliklerinde bir kişi birçok birliklere aynı zamanda üye olabilirken, cemaatte birden fazla grubun üyeliğinin olmamasıdır. Çıkar birliklerinde aynı ihtiyaç, aynı amaç ve aynı çıkar sahipleri birleşirken, birliğin genel çıkarını sağlamak adına üye kendi isteği ile hakkından vazgeçer. Sınırlı çıkarlar dışında birbirlerine bağlılık ve sorumlulukları yoktur.
Cemaatla, Çıkar Birliklerini birbirinden ayıran dördüncü bir fark:Çıkar Birliklerini kurmak arzu ve isteğe bağlıdır; buraya girip çıkmak bir istek işidir. Buna karşılık Cemaati kurmak, onu değiştirmek ve ondan çıkmaya olanak yoktur.
Cemaatla Çıkar Birliği arasındaki beşinci fark Cemaatin tarihte, çıkar birliklerinin son zamanlara özgü bir örgütlenmiş olmasıdır.
Normal sosyal gelişme Cemaatten Çıkar Birliğine doğru olmakla beraber ters bir gelişme sonucu, Çıkar Birliklerinin cemaate dönüştüğü de görülmüştür. Çıkar Birliklerine örnek gösterilebilecek bir lonca, bir sendika, bir girişimciler birliği, gelişme sürecinden geçerek cemaate dönüşebilir. Lonca kuruluşuna girecek ustaların çıkarlarını korumak, çıraklık ve ustalıkları bir düzene koymak için kurulmuş bir çıkar birliği olduğu halde zamanla bu lonca üyeleri arasındaki dini, kültürel, sosyal, sosyal psikolojik ve psikolojik yakınlıklar daha ileri bir kaynaşma oluşturur. Loncadaki çıraklar ustalarının kızlarıyla evlenir veya dini ilgiler, üyeleri daha sıkıca birbirine kenetleyerek bunları bir bütünün kopmaz parçaları haline yani cemaate dönüştürebilir. Sendikalar da daha sıkı iç ilişkiler, eğitim ve kültürel yakınlıklar daha ileri bir kaynaşmanın yolunu açarak, cemaate dönüşebilir. Büyük bir fabrikanın işçileri için tesisler yapılır; çocukları okutulur, kurulan sinema ve tiyatrolarla eğlenilir; üyeler arasında kooperatifler kurularak onların kültürel yakınlığı sağlanır ve bütün bunlar fabrikada bir cemaat bilinci yaratılabilir.
Ferdinand Tönnies bu konuda geniş anlamdaki cemiyeti ana çizgileriyle menfaat birliği modeline uyan bir kuruluş olarak tanımlar. Cemaatler; egemen tanımayan topluluklar olarak devlet organizasyonunun eksikliğinden ortaya çıkmış tarihsel kurumlardır. Bireyin kişiliğinin içinde kaybolduğu, modern kölelik emarelerinin göründüğü, liderinin her üye için her bir şeyi düşündüğü ve yaptığı biz bilincini körükleyen sosyolojik yapılar olarak cemaatler, sosyal hukuk devlet yapısının şimdilerde neresindedir?
Çıkar grupları arasında çeşitli farklılıklar görünüyor olsa da, gerçekte cemaatler de ekonomik bir çıkar grubu değil midir?
Nizamettin BİBER


14 Ekim 2017 Cumartesi

Mizahla Dikkat Çekmek!

Mizah, hayatın güldürücü yönünü ortaya çıkaran sanat türüdür. İnsanı gülmeye sevk eden resim, karikatür, konuşma, heykel ve yazı sanatıdır. Mizah, hayal ve hislerden daha çok zekâ ürünüdür. Bir mizahçı, hayal gücünden, olup bitenlerden tarihten ve çeşitli bilgilerden faydalanabilir. Mizah, bireysel öfke ve sıkıntıların dağıtılmasında ve giderilmesinde emniyet supabı olduğu gibi aynı zamanda sosyal ihtiyaçtır.

“Eskişehir Büyükşehir Belediyesi, Porsuk Çayı ve çevresinin temizliğine dikkat çekmek amacıyla ‘Kovadan balık tutmak zorunda kalan dilenci’ heykelinden sonra yeni bir heykeli daha Porsuk kenarına yerleştirdi. Kabuklu yemişler yiyerek Porsuk ve çevresini kirletenler artık sahil kısmında ’Çekirdek Çitleyen Eşek’ heykeli ile karşılaşacaklar. Yaz aylarında duyarlı Eskişehir halkından gelen şikayetler üzerine çevre temizliğine dikkat çekmek isteyen Büyükşehir Belediyesi, Eskişehir’in en önemli simgelerinden biri olan Porsuk’un temiz tutulması için Adalar mevkiine ’Çekirdek Çitleyen Eşek’ heykeli yerleştirdi. Porsuk kenarında çekirdek çitleyerek kabuklarını yere atarken resmedilmiş karikatürize edilmiş heykel, vatandaşlar tarafından büyük beğeni topladı.”
Eskişehir’de Porsuk Çayı kıyısına Büyükşehir Belediyesi tarafından, bank üzerinde oturup “çekirdek çitleyen eşek” heykeli konulması ile ilgili Büyükşehir Belediye Başkanı CHP’li Yılmaz Büyükerşen; “çevreyi kirletenlere esprili bir şekilde tepki göstermek amacıyla koydurduklarını söyledi.”
Hemen hemen tüm iyi mizah uygulamaları çelişki ve absürdlük üzerine kurulur,  yasal engeli olmayan, şiddet içermeyen eylemlerden sayılan mizah dünyanın olduğu şekliyle olmasını istediğimiz şekli arasındaki çelişkiyi gösterir. Mizah güçlüdür çünkü bildiğimiz dünyayı baş aşağı eder, söylenilen ile yapılan arasındaki çelişkinin gerçekliğine ne kadar sadık olursa o kadar iyi sonuç alır.
Mizahı ustaca yamak için; aşırıya kaçmamak, ölçülü olmak gerekir. Mizah için en ideal yöntem, bir sanat dalına ait bir objeyi kullanmaktır.
Eylemlerimizde mizahı kullanmak pek çok açıdan işe yarar. İlk olarak eyleme katılanlar için eğlenceli olur. Sihirli bir çözüm olmazsa bile dikkat çekici bir yöntemdir, mesajı gülümseticidir. Mizah, potansiyel etki alanındakilere hem ciddi işler yapıldığını hem de hayatın tadını çıkarılması gerektiğini gösterir.
“Açmazda/ikilemde bir eylem” yaratmak için mükemmel bir fırsat sunan mizahın gücünü küçümseyemeyiz .
Anadolu’nun orta yerinde marka yerel yönetimi ile çağdaş bir kent oluşturan Yılmaz Büyükerşen hocamıza teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.
Abuk subuk vatandaşın parası kullanılarak yaptırılan pahalı heykellerle kentleri sirke çeviren güya marka yerel yöneticilere de Yılmaz hocamızın yaptığı gibi kentlerinde bir duygunun, tasarımın, güzelliğin dışa vurumunda, anlatımında kullanılan yöntemlerin tümü olan sanatı ve özellikle sanat ile mizahı ortak kullanmalarını şiddetle öneririm.

Nizamettin Biber

Ülkemizde Liberal Yavşaklık

Kurucusu John Locke olarak kabul edilen liberalizm, bireyin özgürlüğünü, özerkliğini, temel haklarını garanti altına almayı amaçlayan ve bu nedenle siyasal iktidarın sınırlandırılması üzerinde duran bir düşüncedir. Liberal bir ülkede, Devlet verici değil korumacıdır, yasalar herkese eşit uygulanır. Hiç bir bireye veya zümreye yönelik yasa çıkarılmaz, geçmişe dönük yasa uygulanmaz ve en önemlisi yasalar, hükümeti dahil herkesi bağlar. Devlet bireyin özgürlüklerini korumak için pozitif hukuka başvurur ama bunu ancak birey isterse devreye sokar. Liberalizm önemli olan tabii hukuktur yani bireyler kendi işlerini kendi aralarında halletmeleri önemlidir. Liberalizmde kendiliğinden doğan düzen ve piyasa ekonomisi söz konusudur.
Ayrıca Liberallik, “Ülkelerde liberal sisteminin uygulanması yolsuzlukları büyük oranda çözecektir. Devletin küçülmesiyle elinde hiçbir KİT kalmayacaktır, bürokrasi büyük oranda azalacaktır, böylece yolsuzluk ve rüşvet zorunlu olarak azalacaktır. Devlet vergilerle artık KİT’lerin açığını kapamayacak ve daha dengeli biçimde kullanacaktır. Özel sektörün önündeki en büyük engel olan devlet küçülünce özel sektör hızlı bir şekilde büyüyecektir. Bankalar artık ayakta kalmak için zorunlu olarak Dünya standartlarında bir bankacılık yapacaktır. İnsanlar artık her şeyi devletten beklemeyi kesecek bu sayede insanlarda yatırımcı ruhu canlanacaktır.” Martavalı, palavrası üzerine kurulur.
Liberaller, hiç biri iktidara, orada oturan güce karşı baş kaldırmak, onun hatalarını söylemek, yanlışlarını göstermek, doğrulardan bahsetmek, kim olursa olsun tepedeki gücü eleştirmek gibi insana özgü erdemli davranış sergilemez. İktidara karşı her türlü yalakalığı yaparlarken, iktidar muhaliflerini, hatta Ulusal önderimiz Atatürk'ü şiddetle eleştirirler. Ülkemizde dikkate alınacak sayıda olmasalar da, iktidarlar, bunları emellerine ulaşmak amacıyla, güya var olan demokraside çoğunluğu elde etmek ya da var olan çoğunluğu kaybetmemek için onları başköşede beslenirler.  
Türk liberallerin fikirleri tornadan çıkmış gibi aynıdır. Kilişeleşmiş lafları vardır. Temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp halkın önüne aynı şeyleri, fikirleri koyarlar. Örneğin; Nedir bunlar?, Kürtlere ana dilde eğitim, cem evleri ibadethane olsun, türbanlılar üniversitelere alınsın. Örneğin onlara göre yapılan her referandumdan  sonrası Türkiye daha da özgürleşmiş olacaktır.
Türkiye’de gerçek anlamda liberal bir hareket yoktur, ahlakları sadece yararcı pragmatikliktir.
Liberalizm de gündelik yaşantımızda bizi bilgisiz bırakır, Hem de bunu sadece ve sadece kendi işimize yarayacak çer çöp bilgi illüzyonlarını kafamıza doldurarak yapar. Ülkemizin düşünce tarihinde muhafazakarlık, sosyal demokratlık, sosyalistlik ideolojilerine sahip çıkan insanlar kendilerini sorgulamaya hiç ihtiyaç duymadan gönül rahatlığıyla, entelektüel roller yapar, bu rolü sürdürmeleri ise tuhaf ve anlaşılması güç bir deformasyondur. Şimdi aynı durum liberal düşüncenin de başına geliyor, Kendilerine liberalim diyen insanların çoğu dünyadaki gerçek liberallerin gördüklerinde utanacağı ve hayretle izleyeceği söylemler içindeler. 
Klasik liberalizm, kuvvetler ayrılığına düşüncesinde merkezi önem vermesine rağmen, Türk malı liberallerin en ayırt edici özelliği, liberal düşünceyi evrensel düzeyde bir düşünce sistemine dönüştüren temel ilkeleri tamamen ayaklar altına almaları ve konjonktürden doğan geçici güç olanaklarına tapınmalarıdır.
Klasik liberal fikirlerinden ve prensiplerinden taviz vermez; bizimkiler ise kopyala ve yapıştır karakterlerine uygun biçimde esner, bu esnekliği özgürlüklerin sınırlarını genişletmek için değil kendi ilkesizliklerini sağlamlaştırmak için kullanırlar.
Klasik liberal düşüncenin özgür bireye yaşam ortamı sağlanması için gerekli gördüğü güçler ayrılığı, çoğulcu demokrasilerde dengelerin sağlanması için gereken karşılıklı fren mekanizmalarını, demokrasiye ancak müzakerelerle ulaşılacağını bizdeki liberaller unuturlar.
“Bit yavrusu, sirke” ve “Geveze, yılışık” gibi anlamlara gelen "yavşak" kelimesi, başka bir ifade ile bir şeye yavşama yani onun olmasını ısrarla isteme ya da o durumu ısrarla dahil olabilme, aşık gibi tutunma illa da benim olması için durduk yere övgü sıralamaktır. Toplum’da genellikle bu kelimeye uygun davrananlara hatta liberallere yönelik kullanmak yumuşak bir ifade olabilir. 
Son tahlilde liberalizm pozitif değil negatif bir sistemdir. Birey devleti sürekli olarak kendi özgürlüklerine karşı bir tehdit olarak algılar bu yüzden devletin minimal bir şekilde kalmasını ister ve devleti sürekli denetler. Liberallik hakkında yapılan anlatım ve tanımlamaların hiç biri Ülkemizdeki liberalleri anlatmamaktadır.
 Bizdekilerin amacı geniş katılımlı toplumsal mutabakat adı altında amaç baskın olanın diktasını kurmaktır. Türkiyede, Milliyetçiğin ve muhafazakarlığın kaplamasını kazıyın altından liberallik çıkar.
Bireyin Önceliği, Evrensel İnsan Hakları, İlerlemecilik, Gelişme, Modernizm, Hukukun Üstünlüğü, Hukuk Devleti, Seküler Ahlak, Doğal Durum ve Uyum, Teşebbüs Hürriyeti, Serbest Piyasa, Serbest Ticaret, Sınırlı Devlet Müdahalesi, Akılcılık gibi süslü kavramlara sahip Liberalizm tek Tanrılı dinlere benzer, Tanrısı ise paradır.
Geriside özgürlük, fakirler ve yoksullar için umut, mutluluk, fayda, tatmin, iyilik, teselli, öykü ve masal kısmıdır.

Nizamettin Biber