26 Haziran 2017 Pazartesi

Onlarla Göz Göze Geldim, Bırakamazdım!

Japon düşünür Masumi Toyotome der ki ”Dünyada sevilmek istemeyen canlı yok gibidir” ve sevgi 3 türlü düşünce şekliyle oluşur. 1-Çıkara dayalı eğer türü sevgi (Bencil sevgi), 2-Egoya dayalı çünkü türü sevgi, 3-Rağmen, karşılıksız sevgi: Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında hiçbir şey beklenmeyen sevgi. Bu sevgide insan bir şey olduğu için değil her şeye rağmen sever, sevilir.

Anne çocuk, hayvan sevgisi rağmen, karşılıksız sevgi örnekleridir. Hayvan sevgisi dediğimiz şey birçoğumuzun içinde var. Kimimiz onlara sadece üzülüyor, sokaktan aldığımız bir hayvanı evde besleyerek psikolojik olarak tatmin oluyoruz. Kimimiz derneklere, birilerine hayvanlar için yardımlar gönderiyoruz. Ve bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azımız ise çaresiz hayvanlara hayatını adıyor. Geçenlerde twitterda rast geldiğim bir paylaşımla kendisinden haberdar oldum İnternette yaptığım sörfle videolarını izledim. Çaresiz hayvanlara öylesine saf ve öylesine güçlü bir sevgiyle adamış ki kendisini. Bende inanılmaz bir hayranlık ve şaşkınlık hissi uyandırdı. Çünkü tüm bu çabaları dönem dönem yapmayan, her gününü buna adayan gencecik bir çocuk. Söylemlerinden heyecanından anlaşılıyor ki ömrünün sonuna kadar mücadelesine devam edecek. Ne garip değil mi milyonlarımızın hiç acımadan kesip yediği hayvanlara o ömrünü adıyor. yanından geçerken dönüp bakmadığımız sokak hayvanları için uykusuz kalıyor, amansız bir mücadele veriyor.
Çoğumuza göre hayvanlar aptal varlıklar. onlar bizim gibi düşünemezler, hissedemezler, O durumun böyle olmadığını fark eden çok az insandan birisi. Onların da üzüldüğünü, kırıldığını hatta küstüğünü, ağladığını, yalnız hissettiklerini, delicesine sevebildiklerini, bağlanabildiklerini, mutluluktan uçabildiklerini çok iyi biliyor. Hayvanların dilinin ancak yürekle, sevgi ile anlaşılabildiğini fark etmiş. Bir hayvanın gözlerine bakarsanız orada her şeyi görürsünüz, sokakta yürürken yanınızdan geçen hayvanı belki de son görüşünüz olabilir, o hayvan bu kış soğuktan donarak veya günlerce aç, susuz kalarak ölebilir. Çöplerden yediği sağlıksız maddelerden dolayı hastalanıp büyük acılar çekerek can verebilir. Tüm bunları keşke hepimiz görebilsek, biraz olsun anlasak onları. Bazen, masum hayvanların acı çekerek ölüşünü, istismar edilen çocukların varlığını, kadınların doğanın yaşadığı şiddetin yok olması adına durmalı bu dünya diye düşünüyorum. Yeryüzünde onun gibi melekler çok az sayıda var.
Kırklareli’de yaşayan hayatını sokak hayvanlarına adamış, gencecik, yakışıklı bir genç. okul hayatını Antalya’da Turizm okurken okulu 3. Sınıfta bırakmış, kötü şartlarda yaşamaya çalışan sosyal medyada topladığı yardımları karşılıksız ihtiyaç sahipleri hayvanlara ulaştırırken yüreğini hayatını ortaya koyan bir insan oğlu örneği. Normal bir hayat yaşamayı seçse, parasını kazanabilecek, çok kadını da elde edebilecek nitelikte. Hiç şüphem yok ki kendisi gerçek bir melek.
O, çocuklarımızı merhametli yetiştirelim diyor. dünya hepimizi için var, beraber mutlulukla yaşayabiliriz diyor, hem de sesi titreyerek merhametten gözleri dolarak söylüyor bunu.
Yüreğinin güzelliği yüzüne yansımış gerçekten, hasret kaldığımız insanlardan biri o. Bu hayata nasıl başladığını anlattığı videosunu, videoyla birlikte o genç adamın içindeki saf iyiliği, saf hayvan sevgisini çok net görebilirsiniz. Tüm bunları anlatırken ki heyecanı, o heyecanla cümleleri toparlamaya çalışması. Dünyada ki herkes tüm canlara bu kadar değer verse, dünya cennet olurdu. Bu adam sevgi ve merhametten oluşmuş sanki böyle birinin varlığına bile inanmak zor.
İngiltere ormanlarının derinliklerinde arkadaşlarıyla birlikte zenginlerden alıp fakirlere veren Robin Hood karakteri sadece bir masaldan ibaret olsa da bu masalın o naif ruhu Kırklareli’de hala yaşıyor. Ancak bu sefer olur olmadık yerlere saplanan oklar da yok. Sevgisini, varlığını, kendisini hayvanlara adamış Modern Zamanın Robin Hood’u,  Victor Hugo’nun  “Vicdan, insanın içindeki Tanrı’dır.” Sözünü doğrulayan bir insan oğlu Gökçer Korkmaz. İnternette Ozan Kıyafet isimli bir genç ona şöyle dua ediyordu; “Allah benim ömrümden alsın sana versin.” Videolarını izlediğimde ondaki doğal, saf, temiz, arı erdemli, sevgi dolu insanı gördüm.
TRT’nin çekim yaptığı programda Gökçer Korkmaz’ın içeriği ansiklopediler dolduracak nitelikteki “onlarla göz göze geldim, onları bir daha bırakamazdım” sözünden sonra duygu seline kapılarak ağladım. Bir röportajında ise en hüzünlü anım, çöplükten motorumla ayrılırken peşimden koştukları zaman oluyor. Acaba “Bir daha gelmeyecek mi?” diye düşünüyorlar. Giderken aynı hüzünle, geldiğimde aynı sevinçle karşılıyorlar, diyordu.
Gökçer Korkmaz, gerçek bir hayvan sever… Onun hayatı, merhameti ve sevgiyi anlatan dev bir baş yapıt aslında. Yüzlerce köpek, bir göz oda, uçsuz bucaksız bir kalp…
Aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!
Nizamettin Biber


Finansta en karmaşık olmak

Ekonomi konusu ile ilgili yetersiz bilgisi olan biri olarak yazı için affınıza sığınıyorum. Kelime kökeni olarak Kaos, Yunanca'da bir şeyi doğurmak için esneyip açılmak, yarılmak demektir. Anlam açısından ise, evrenin düzene girmeden önce içinde bulunduğu, biçimden ve düzenden yoksun, uyumsuz ve karmakarışık olan durumuna kaos, kargaşa, karışıklık diyoruz.

Konu ile ilgili bir anekdotu paylaşmak istiyorum; Avukat baba, çok yaşlanmış. Avukatlık bürosunu kendi gibi avukat olan oğluna devretmiş. Aradan birkaç ay geçmiş. Oğlu bir gün suratında gülücükler babasına uğramış. “Baba, sana bir müjdem var!” demiş.
Babası sevinmiş, sormuş; “Ne oldu oğlum, büyük bir dava mı aldın?” Oğlan gülmüş; “Yok be baba, hani senin şu 35 yıldır sonlanmayan arazi davan vardı ya, ben bir ayda hallettim, dava sonuçlandı, bitti!”demiş. Babası oğlunun suratına hayretle bakmış; “Ne yaptın be oğlum? Senin mama parandan eğitimine, yediğin içtiğinden harçlığına, bunca yıldır bunların hepsini neyle karşıladım sanıyorsun ki?” demiş.
AİHM’de en fazla mahkum edilen, Dünya’da en fazla tutuklu gazetecisi olan, Ülkelere göre seçim barajında en yüksek baraja sahip, Dünyanın en pahalı benzinini kullanan, İnsan hakları ihlallerinde en çok tazminat ödeyen, Dünyanın en pahalı etini yiyen, çevreye en duyarsız, iş ve trafik kazalarında, yeşil olmayan ülkeler sıralamasında, antibiyotik kullanımında, Sezaryen doğumunda, MR çekiminde de dünya birincisi olan Ülkeyiz, eğitim konusu ile kadın, çocuk hakları dahil bir çok konuda olumsuz olarak yine oldukça ön sıralardayız.
Hem yerli hem yabancı yatırımcıların en önemli sorunlarından biri, Vergilendirmedeki ve finansal alandaki karmaşıklıktır. Gerçekleştirilen düzenlemelerin reform adı altında torba kanunlarla hayata geçirilmesi, bir yasanın diğerleriyle ilişiksiz, bağlantısız şekilde yapılması Türkiye’yi bir konuda daha da dünya lideri yapıyor.
Finansal Karmaşıklık Endeksi Raporu ve analizleri hazırlayan dünyaca ünlü araştırma şirketi TMF Group Hollanda merkezli şirketinin hazırladığı “Financial Complexity Index-2017” raporunda muhasebe ve vergi uyumluluğu açısından dünyanın farklı coğrafyalarından 94 ülke sıralanmış. Uyumun en iyi olduğu, karmaşıklığın en düşük olduğu,  94’üncü sıradaki hani paranın cenneti olan ülkelerden Cayman Adaları, 93’üncü sırada ise British Virgin Adaları var. Sıralamaya sondan başlanılmasının nedeni bu ülkelerdeki uyumsuzluğun oldukça düşük kalması ve küresel paranın kasaları olmaları.
Finansal alanda karmaşanın ve uyumsuzluğun en yüksek olduğu ülke ise Türkiye. İkinci sıradaki Brezilya’yı İtalya, Yunanistan, Vietnam, Kamboçya, Çin, Belçika ve Arjantin izliyor. Hindistan’ın 10’uncu sırada. Angola’nın 31’inci, Mısır’ın 39’uncu sırada yer aldığı listede Türkiye’yi birinci yapan ise Avrupa Birliği ile uyum çerçevesindeki uyumsuzluğu.
Araştırmayı yapan Hollandalı şirket Türkiye’nin zirvedeki yerini özetle şu sözlerle anlatıyor: “Türkiye’deki muhasebe şirketleri yapılan her işlemin hard copy’sini yani çıktısını elinde tutmak zorunda ki başına daha sonra bir şey gelmesin. Vergi kodu sürekli değişiyor; güncelleniyor. Bu değişim çoğu zaman takip edilemez duruma geliyor. Türk şirketler Katma Değer Vergisi (KDV), Özel Tüketim Vergisi (ÖTV), deprem vergisi gibi yerel uygulamalara oldukça aşina. Ancak uluslararası şirketler bu tür ifadelere çoğu zaman yabancı kalıyor. Bu da akıllara soru işaretleri doğuruyor.”
Geçtiğimiz günlerde vergilendirme konusunda hükümetten yeni bir açıklama gelmiş, Maliye Bakanı Naci Ağbal KDV konusunda İngiltere modelinin Türkiye’ye uyarlanabileceğini işaret etmişti. İşte model alınan İngiltere, bu araştırmada en karmaşık ülkeler arasında 78'inci sırada. Bir başka deyişle İngiltere vergi sistemi en sade 19’uncu ülke.
Yukarıdaki öyküdeki avukat baba gibi, siyasetçinin kaosdan, kargaşadan, karışıklıktan beslenmesinin aksine; finansal karmaşa, Ülkelerin uluslararası alanda besleneceği bir şey değildir.
Nizamettin Biber

Zaman değer ilişkisi

Amerikalı psikolog Abraham Maslow’un hiyerarşi teorisine (Fizyolojik, güvenlik, sosyal, saygınlık, kendini gerçekleştirme) göre, insanlar temel ihtiyaçlardan başlayıp, belirli kategorilerdeki ihtiyaçlarını karşılayıp, daha ileri safhaya ve piramit şeklinde o kategorideki ihtiyaçlarını gidermeye çalışıp yine bir üst kategoriye geçmektedir. Bu hiyerarşi modeli genellikle piramit şeklinde gösterilir. En alt seviye, insanların en temel ihtiyaçları bulunurken, üst katmanlara çıkıldıkça ihtiyaçlar daha kompleks hale gelir. Piramidin en alt seviyesinde bulunan ihtiyaçlar, yiyecek, su, uyku ve ısınma gibi insanların yaşamını idame ettirebilmesi için gerekli olan temel şartlardır. Bu seviyedeki ihtiyaçlarını karşılayabilen kişiler, bir üst seviye olan emniyet ve güvenlik kategorisine geçerler. Maslow, teoride geçen tüm ihtiyaçların bir içgüdü gibi olduğunu ve davranış motivasyonunda çok önemli rol oynadığına inanmıştır. Psikolojik, güvenlik, sosyal ve saygınlık ihtiyaçları ‘yoksunluk ihtiyaçları’ olarak bilinir. Maslow piramidin en üst seviyesini gelişme ihtiyaçları olarak ifade etmiştir.

Edinilen şeyle (Şey=Bir meta veya insan) yazı grafiğindeki sonucu irdelersek eğer; 
İhtiyaç duyduğumuz bir şeyi elde etmeden, edinmeden, almadan, bizimle birlikte olmasını sağlamadan önce şiddetli bir istek duyar ve bunun için onu edininceye kadar maksimum çaba sarf eder, heyecan duyarız. Bunun için eğer o şey bir madde ise edinme ücretini kendimiz ödeyeceksek mali bütçemizi denk getirmek adına türlü hesaplar yapar, ya çok çalışır ya da tasarrufa gideriz. Eğer ebeveynlerimiz ya da herhangi bir arkadaşımız isteğimizi yerine getirecekse onlarla ilişkimizi sürekli sıcak ve sıkı tutar, talep ettiğimiz ya da bize alacağına dair söz verenlere talebimizi hatırlatarak unutulmamasını sağlamaya çalışırız. Eğer insansa onu hoş tutmak mutlu kılmak adına elimizden gelen her şeyi yaparız. Şirin görünmeye, olumlu, uyumlu olmaya çalışırız.
İstediğimiz kişi ile birlikte olduktan hemen sonra onu tanımaya, onunla ilgili her şeyi öğrenmeye çalışırız. İstediğimiz insanı elde ettikten, metayı aldıktan hemen sonra isteğimiz gerçekleşmiş, istek arzumuz, istek şiddetimizi tatmin etmiş oluruz, edinmek için gösterdiğimiz çabalar bizi yorgunluğa sevk etmiş edinildikten hemen sonra kısmen rehavet yaşamış oluruz.
Birlikte olduğumuz, ele geçirdiğimiz insanı ise artık daha da tanıyoruzdur, heyecanımız halen tazedir. Birlikte mutlu ve huzurluyuzdur. İstediğimiz şeyi aldıktan, temin ettikten bir ay sonra ise edinilen şeyin kullanım fonksiyonu hakkında deneyimlerimizi test ederiz, edindiğimiz şey hakkındaki düşüncelerimizi olgunlaştırmaya çalışırız. Birlikte olduğumuz insan dahil artık bu dönem içerisinde edilen şey bizim deneme sürecimizin sorularına yanıt verecek, performansı ile değerlendirilecek duruma gelmiştir. Ayrıca, edindiğimiz şey artık bizim için sıradanlaşmıştır.
Birlikte olduğumuz insan ile artık yavaş yavaş çatışmalar yaşıyoruz, zaman ise sorunların ortaya çıkmasına neden oluyordur. Konuşmaktan çok kavga eder durumuna evriliriz. Hatta sürekli çatıştığımız ve tartıştığımız için birbirimizi terk etmeyi düşünürüz. Mutluluk ve huzur çok uzaklardadır bizim için. İstediğimiz şeyin edindikten bir yıl sonra ise o şey hem istek açısından hem de fonksiyonel olarak bizim için bir şey ifade etmiyordur artık  kaybetsek te eskise de bozulsa da bizi etkilemeyeceğini düşünür, öyle hissederiz.
Ancak elde ettiğimiz şeyi kaybettikten sonra mutsuzluk girdabına girer keşke kaybetmemek için daha fazla çaba sarf etseydik, ona gerekenden fazla önem versek, daha çok sevseydik korusaydık diye vahlanırız. Yaşadığımız diyalektik çelişki ruhumuzu kapsayarak, acı çekmeye başlar daha da mutsuz oluruz.
Yazının resmindeki tablodan da anlaşacağı üzere, insanın zaman süreci içindeki değeri azalmakta ancak o şey kaybedildikten sonra ise maksimum değerine ulaşmaktadır.
Son söz; “İnsan; ulaşamadığı her şeyin delisi, ulaştığı her şeyin nankörüdür.” Pablo Neruda
Nizamettin Biber


17 Haziran 2017 Cumartesi

Suyu Bu Kadar Kim Isıtıyor?

O ünlü kurbağa öyküsünü bilirsiniz, kurbağayı kaynar suya atmaya kalktığınızda sıçrayıp kendisini dışarı atar ve böylece hayatını kurtarır. Ancak kurbağayı normal ısıda bir suya atıp suyu yavaş yavaş ısıtırsanız o da suya yavaş yavaş uyum sağladığı için kasları gevşermiş ve farkına bile varmadan haşlanarak ölürmüş.

Birçok şeyi bilmediğimiz gibi tarihimizi de bilmiyoruz. Kanuni’nin öz oğlunu öldürdüğünü 500 yıl sonra diziden öğrenen bir milletiz, Ülkede neler döndüğünü acaba kaç yüzyıl sonra öğreniriz? Tarih çok önemli çünkü tarihi bilmeden bugünü anlamlandırmamız olanaklı görünmüyor. Balık hafızalı olduğumuz gerçeği ve bellek zayıflığımız ortada. Belleğimizin zayıflaması için sosyal psikolojinin aracı olan medya son surat çalışıyor. Ülkemizde değil altmış yetmiş yıl öncesi, birkaç yıl, ay, gün öncesinde yaşananlar çabucak unutuluyor, olaylar sisler içinde kalıyor, kısa bir süre sonra kayboluyor. İletişim araçlarının toplumun önüne her gün yeni bir gündem koyması, insanların da sadece önüne konan gündem konuları ile yetinmesi yalnızca o günü yaşamasına neden olmaktadır.  Bu durum, Ülkemizde yakın tarihte yaşanan önemli ve kritik olayların,  tamamen unutarak göz ardı edilmesi ve yok sayılması sonucunu doğurmaktadır. Konu ile ilgili birkaç sözümü yazıya eklemek istiyorum; “Tarih, insanlık eyleminin belleğidir.”, “Tarih, öğrenmeye istekliler için nitelikli bir öğretmendir.”, “En iyi proaktif yöntem, tarih bilgisidir.”, “Tarih, toplumun hafızasıdır.”, “Tarih geleceği kurgulamaktır.”, “Tarih, zamanlar arasında olayları aktarma sanatıdır.”
Ard arda gelen yeni kuşaklar ise, bırakın M.Ö. döneme tekabül eden Türk tarihini ne Selçuklu ne Osmanlı ne de yakın Türkiye Cumhuriyet tarihinden bihaberler. Okuma ve araştırma özürlü, Stereotiplerle (kalıp yargı) donanmış, sürekli anakronizme (zamandışılık) düşen, boş böbürlenmeci, sloganist, kulaktan duyma, hap bilgilerle donanmışlar. Türkiye tarihini birkaç resmi rakam olarak algılayan genç kuşağa sahibiz. Ulusal önderlerine ve yaşanılanlara karşı duyarsız bir yapının varlığı, büyük zorluklarla, emperyalist egemen devlet ve güçlere kaşı verilen mücadelelerle kurulan bir ülke için olumsuz nüveler taşıyor. Çünkü tarihten yani geçmişten alınması gereken dersle alınmadığı için aynı hatalara tekrar tekrar düşülüyor.
Sadece gençleri eleştirmek suçlamak haksızlık olur çevremizde yaşadığımız hayatın içindeki insanları, toplumu topyekun gözlemlediğimizde yoğun yılgın panoramik bir atalet manzarası görünüyor. Toplum olarak çok hırpalandığımızı, çok yorulduğumuzu, üzgün olduğumuzu ve acılarımızı yaşayamadığımız düşünüyorum. Bu durum içimizi, canımızı daha da acıtıyor. Bireysel anlamda itiraf eder, özeleştiri yapmam gerekirse; yorgun ve yılgınlık limitinde hissediyorum kendimi. Ayrıca uyuşukluk ta var.
Sizde kendinizde bir uyuşukluk hissediyor musunuz? Ben kendimde tatlı bir uyuşukluk hissediyorum. Parmaklarımı bile oynatmakta zorlanıyorum.
Düşünüyorum da;
Suyu bu kadar kim ısıtıyor?
Nizamettin Biber


Kaç insan bir kedi ediyor?

Efendim oğlumun üniversitedeki kız arkadaşının boğulmaktayken kurtardığı yavru tekir kedimizin eve gelişinden tam 1,5 yıl geçti, ismini prenses verdiğimiz kedimizle çok mutluyuz.

Ancak bu tarihten sonra kedilerle olan ilişkilerimizde gözle görülür bir gelişme oldu. Eşim, kızım, oğlum ve ben kedi dostluğunu geliştiriyor ve bir anlamda da kedilere hamilik yapıyoruz. Çok sert geçen bu kışın bahçemizde tam tamına 6 kedi baktık, iş yerinde ben iki yavru kediye bakarken şimdi 3 yavru daha ortaya çıktı ve anneleri de bonus geldi. Mama kokusunu duyup gelenlerin ise sayısını tespit edemedim. Günlük ofis çalışmalarımı, mesaimi sürekli pencere denizliğimde oturan kedilerle paylaşıyorum.
İş yerimde düzenli olarak baktığım annesinin terk ettiği kardeşi ölen dişi bebek kedim ise büyüdü 8 aylık oldu. Her gün yangın merdiveninden ve sur duvarının üstünden tırmanan kediler sabah penceremin önüne zıplayarak, işe gelişimi, onlara mama vermemi bekliyorlar. Kediler, günlük yaşamımın bir parçası haline geldiler. Hele apartmanımızın bodrumunda doğum yapan tekir kedimiz akşam rutin bir şekilde 3 yavrusu ile birlikte 1.kattaki dairemize çıkıp kapıda bağırıp yemek istiyor, sabah giderken de kapının önünde beni bekliyor. Yemek isterken konuştuğunu sanırsınız. Ayrıca çantamda bulundurduğum kuru mama ile yol güzergahımdaki market önünde yolda rast geldiğim kedileri de besliyorum. Hasta kediler için göz damlası alıp gözlerine damla döküyorum. Geçenlerde ise mahalleden sürekli bir yavru kedi sesi duyunca eşimle müdahale ettik. Önce bir aracın motoruna giren kediyi çıkardık, sonraki gün korkudan ağaca çıkan bu yavru kediyi zor bela indirebildik. Şimdi ise sokakta pek de kullanmadığım park halindeki arabamızın altında yaşıyor, ancak çok zayıf ve hasta sürekli bağırıyor. Hızlı ve yoğun bir trafiğe sahip sokağımızda uzun süre yaşama tutunması zor görünüyor.
Şimdi hesaplarsak evdeki prensesimiz, bahçede 3 yavru anne ve baba, ayrıca bahçede düzenli baktığımız 3 kedi, iş yerinde kendi baktığım kedim ve 3 yavru ile birlikte 2 tane yetişkin kediye bakıyorum, arabamızın altında yaşayan kedi yavrusu ile toplamda 15 kediye bakmaya çalışıyorum. Kedi dostlarımızın durumu beni ziyadesi ile üzüyor.
Mahalledeki başıboş dolaşan kedilere, köpeklere evini açanlara, kartondan ev yapan, onları kucaklayan, onları seven, onlara su, yemek veren yüreğinde tüm sevgilerin yanında hayvan sevgisi besleyen erdemli dostlarıma içtenlikle teşekkür etmek istiyorum.
Benim anlamadığım ise oruç tutan ve aç kalmanın ne demek olduğunu anlamaya çalışan insanların apartmandan girip daire giriş kapısına kadar gelerek miyavlayıp yemek isteyen hayvanlara gösterilen duyarsızlıktır. Kapınıza gelen ve seslenen bu sese kulak tıkamak nasıl bir vicdanın ürünüdür? Şu bilinmekidir ki özellikle belki kediler su içmeden  iki veya üç gün süre yaşayabiliyorlar.  6 saat yemek yemeyen bir kedinin ise bağırsak sistemi bozulmaktadır. Ortalama 12 yıl ömrü olan kediler İstanbuldaki yaşam süreleri 2 yıldır. Kedilerin kör olmasına neden olan göz çapağının giderilmesi için ise eczaneden alınan 3,50 Tl'lik göz damlasından (suprogut göz damlası) 3 defa 1’er damla damlatmak yeterli gelmektedir. İnanç perspektifi açısında bakıldığında ise, kedinin pis olmadığı söylenir, kedinin su ve gıda ihtiyacını karşılamayı önerir.
Hayvan barınaklarının durumu ortada, belki de sosyal anlamda insan adına refah bir toplum üretilemeyen Ülkemizde hayvan ilgisi de ne oluyor şeklinde sorgulanabilir? (Demokrasi talep rejimidir, göbek kaşınarak hiç bir şey olmuyor.) Ancak, hayvan sevgisi, sevgilerin en güzelidir. Hayvanlarla hiç bir beklenti içerisinde olmadan, çıkara dayalı olmayan gerçek bir dostluk kurabilirsiniz, bu dostunuz sizin tehlikede olduğunuz bir anda hiç düşünmeden, hesaplar yapmadan canını tehlikeye atabilecek şekilde karşılık görür. Hayvanın sevgisini anlamanız için gözlerine bakmanız yeterlidir. Okşanmak ve sevgi görmek için ayaklarınıza sürtünen, kafasını size doğru uzatan kedi dostlarımız sevgiyi fazlası ile hak ediyor. Yapılan araştırmalarda; kediler biyolojik dahil toplam 29 hastalığa iyi gelmektedir. Evimizdeki Tekir kedimiz Prensesimiz ile her akşam 10-15 dakika boğuşarak oynamamız hepimizi karşılıklı mutlu kılıyor.
Hayvanlarla ilgili çok beğendiğim birkaç sözü paylaşmak istiyorum;
Mahatma Gandhi“Bir milletin büyüklüğü ve ahlaki gelişimi, hayvanlara olan davranış biçimi ile değerlendirilir.”, Anatole France ” İnsan ruhunun bir parçası hayvan sevgisini tadana kadar uyanmaz” demiştir.
Kızılderili Reisi Seattle ise “Her şey aynı nefesten alır: Hayvanlar, insanlar, ağaçlar… Hayvanlar olmazsa insanlar ne yapar? Tüm hayvanlar gitse insanların ruhu büyük bir yalnızlığa boğulur; insanlar yalnızlıktan ölür.” Şeklinde sözler sarf etmiştir.
Aziz Nesin“İnsanın insanlardan kaçışıdır, hayvan sevgisi.”,  Buddy Greyhound ise“Hayatımı tamamen hayvanlara yardım etmeye adamamın sebebi; hali hazırda onlara zarar vermeye kendini adamış bu kadar çok insanın olması.”demiştir. Charlie Chaplin“Her kim aç bir hayvanı beslerse, aynı zamanda ruhunu besler” demiştir.
Ünlü İrlanda sözü ise “Kedilerden hoşlanmayan insanlardan uzak durun.” Şeklindedir.
“Kediler duyguları konusunda dürüsttürler. İnsanlar ise duygularını gizlerler.” Der ünlü yazar Ernest HemingwaySigmund Freud ise “Bir kediyle geçirilmiş zaman asla vakit kaybı değildir.”
Basit bir hesapla sahi kaç insan bir kedi ediyor?
Nizamettin Biber


11 Haziran 2017 Pazar

Örnek Rejimin Sürekliliği

İnsanın akıl varlığı kadar en önemli özelliği bulunduğu koşullara adaptasyon, uyum gösterebilme yeteneğinin olmasıdır. Hukuk devletinde normal olan her insanın, içinde yaşadığı ahlaki, hukuki ve politik rejimin kurallarına uymasıdır. Bu kurallar canlı oldukça, erdem değeri taşıyan her canlı gibi, saygı çeker. Türü ve cinsi ne olursa olsu, bu canlı kurallara bir türlü uymasını bilmeyenler, tüm göreceli, akli ve kurgusal iddialarına rağmen ya delidirler, ya hastadırlar ya da densizdirler. Belli ve doğal bir toplum içinde yaşayan bir insanın sosyolojik kurallara uyması zorunluluktur. Sosyoloji, filozof Kant’ın sezgisine göre, buyurgan (baskı düzeni kurmuş kişi) varlıkların, koşulsuz emirlerin kaynağıdır. İstesek de istemesek de insanlar otoriteye boyun eğmeye zorlanırlar.

Ancak, sosyolojiye boyun eğmekten eğmeye fark vardır; insan zorda kalınca, istemediği şeye de boyun eğebilir. Nazik nokta ise şudur; bu boyun eğme insanın içinden gelen bir uygunluk halinde midir, yoksa zorla mıdır? Hukuka uygun, özgürlük ve haz oluşturan uyumsal davranış, hiçbir iğrenme, tiksinti, yozlaşma içermez.
Şimdi sormak istiyorum, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bizler, hukukun kurallarına bir zorunluluk eseri mi yoksa içten gelen bir istekle mi uyuyoruz? Yanıtımız, uyma nedeniniz içten ve isteyerek ise, bu uygunluk özgürlüğün eseridir. Aynı zamanda bu uyumda, sosyal hukuk devletinin ilkeleri ile ahlakı kişilik arasında tam bir uygunluğun varlığından söz edilebilir.
Sosyal hukuk devletinde hayran olunması gereken en önemli nitelikli ilkelerden biri, herkesin yasalar önünde eşitlik ve denkliğinin olması, adaletin işlemesidir.
Sosyolojiyi biçimlendiren coğrafya, meslek, ırk ve servet grupları arasında hiçbir fark gözetmeksizin, herkesi herkes gibi, aynı insan ve onuruna sahip olarak anlamak ve almak, eşitliktir. Eşitlik, denklik ahlakımızın en sağlam ve en derin temellerinden biri de Atatürk devrimleriyle birlikte kadınlarımıza verilen onur, kişilik haklarıdır.
Türk devriminin en önemli özelliklerinden biri özünü, yaratıcı ve ani gelişme atılım ve ivmesinden almasıdır. Emperyalistlerin ülkemizden kovulması ile Osmanlı İmparatorluğunun külleri üzerine yeni Türk devletinin kurulması, saltanatın, halifeliğin kaldırılması, Latin harflerinin alınması, demir ağlarının örülmesi… ani olması, yaratıcı özellikler taşıması, sürekli hamlelerin yapılması, her hamleyle zamanların ve zorunlulukların aşılması, Atatürk’ün devrimcilik anlayışına uygundur.
Hangi yüzüne bakılırsa bakılsın Türkiye Cumhuriyeti bulunduğu coğrafyada en ahlaki ve en hümanist değerler taşıyan bir rejim olarak ortada duruyor. Hangi işini ve başarısını yoklarsak yoklayalım devrimlerin insan özgürlüklerinde bir kat daha sembolleştiğini, cisimlendiğini görürüz.
Atatürk devrimleri ile ortaya çıkan diğer İslam ve sömürge ülkelerine örnek, bize özgü müslüman laik, sosyal hukuk nitelikli yapımız sadece hukuki metinlerde kalmamalı, düşünce, akıl yürütme, felsefe şeklinde gazetelere, radyolara, televizyonlara, okul kitaplarına kadar bütün gündelik yaşama açık ve akıcı bir şekilde yayılmasına olanak sağlanmalıdır.
Bu rejim yapımız bilinçli ve bilgili olarak yaşadığı zaman, gücü tümüyle çalışacak, yaşamımıza olumlu etki yapacaktır. O ünlü Alman Atasözünü “bir memleket adaletle yaşar, adaletsizlikle yıkılır” hatırlatmak istiyorum.
Demokratik, cumhuriyetçi bir rejim olarak yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrıldığı, egemenliğin halkta olduğu Ülkemizde, tüm Ulus vatandaşımızın aklını başına almasını, bütün dinlerin ve ideolojilerin birleştiği hukukun üstünlüğünde, adalet kavramında birleşmesini diliyorum. Zira Adalet duygusu yaşamayan insan ve adaletin zayıfladığı toplumların, çözülme tehlikesi ile karşı karşıya kaldığını, rejimin sürekliliğinin adalete bağlı olduğu bilinmelidir.
Nizamettin Biber




Özlü Sözlerim - 20

“Bilgelik, akla boyun eğmektir.”

“Kirli dünya görüşü ile dünya temizlenemez.”
“İyiliğe yer açarsan kötülük uzaklaşır.”
“Babanın ne bilgisi ne de parası ile adam olunmaz.”
“Demokrasinin kendi kendini iyileştirme özelliği vardır.”
“Öğrenmek, düşünce ile başlar.”
“Soylu düşünceler, azınlıktadır.”
“Gece de ölüm gibi herkesi eşit kılar.”
“Kalemin gerçek mürekkebi düşüncedir.”
“Savaş ve evliliğe öğüt işlemez.”
“Ayakları ile düşünene korkak denir.”
“Doğru düşünceyi aptalca savunmak, o düşünceye saldırılmaktan daha çok zarar verir.”
“Çürük insan da yanındakini çürütür.”
“İstekler azalmaz, olanaklar çoğalmazsa mutluluk olmaz.”
“Politika, birçok kişi ile yatağını paylaşmaya zorlar.”
“Çenenin fotosel merkezi kafadır.”
“İnsan, konuştuğundan çok daha fazlasını bilmelidir.”
“Zaman, sahip olacağımız bir şey değildir.”
“Acı çekmek, acı çekenleri anlamak demektir.”
“Başarılar, düşman çoğaltır.”
“Dil, sürekli kullanılarak keskinleşir.”
“Cahiller, zaman ve mutluluk çalan hırsızlardır.”
“Başkalarının hataları öfke ile değil tecrübe edinmek için karşılanmalıdır.”
“Toplumsal çıkar oluşturmak için bireysel çıkardan tasarruf edilmelidir.”
“Taklitlerin ödül ve çelenk aldığı Ülkede gerçekler ütopyadır.”
“Güler yüzlü olmayan esnafın ticareti kısa sürer.”
“Adalete yol gösterenler ahlak ve sanattır.”
“Yaşam, ileriye doğru yaşanan geriye doğru anlaşılan şeydir.”
“Mucizeler korku yaratmak için istenir.”
“Kim çevresine korku salmaya çalışıyorsa en çok o korkuyordur.”
Nizamettin Biber


Din ne değildir?

Bertrand Russel dinin çıkışını korku olarak tanımlar, korkuları ise 1-Doğa’nın  yapabilecekleri, 2-Başka insanların kendine yapabilecekleri, 3-insanın önüne geçilemeyen kendi azgın tutkuları olarak 3'e ayırır. İnsanlığın inanç tarihi hakkında bildiklerimizi yeniden düşünmemizi sağlayacak, inşası M.Ö. 10.000 yılına uzanan tarihteki en eski ve en büyük ibadet merkezinin olduğu (Urfa, Göbeklitepe) coğrafyada yaşıyoruz. Dinsel inançlar ve örgütlerdeki çeşitlilik öylesine geniş ki, bilim adamları dinin genel kabul görmüş bir tanımına ulaşmakta zorluk çekmektedir. İnsanların yaşamlarında binlerce yıldır güçlü bir yer edinen Din, kısaca, Tanrı düşüncesine dayalı toplumsal bir kurum olarak tanımlanır. Başka bir ifade ile din bir topluma ait, inanç, ibadet ve ahlaki ilkeler bütünüdür.

Din şu ya da bu biçimde bilinen tüm toplumlarda görülmüştür. Arkeolojik kalıntı ve buluntularına bakıldığında bilgi sahibi olduğumuz ilk toplumlara ait kayıtlar, bize, açıkça dinsel sembol ve ayin izlerini sunmaktadır. Çoğu dinler, bir veya birkaç tanrısı, düzenli bir rahip sınıfı, ölümden sonraya olan inancı ve düzenli gelenekleri olan sistemlerdir.
Peki, Din ne değildir? Din konusunda kültür temelinde düşünmenin doğuracağı zorlukları yenmenin belki de en iyi yolu, dinin ne olmadığını genel olarak ortaya koymak olabilir.
Birinci olarak,din, tektanrıcılıkla (tek tanrıya inanma) özdeşleştirilmemelidir. Dinlerin çoğunda birçok ilah vardır. Kimi dinlerde ise hiç Tanrı yoktur.
İkincisi, din, inananların davranışlarını kontrol eden ahlaki emirlerle Peygamberlerin Tanrıdan aldığı söylenen emirler gibi özdeşleştirilmemelidir. Tanrıların bizim bu dünyada nasıl davrandığımızla ilgilenmeleri, pek çok dine yabancı gelen bir düşüncedir. Örneğin, Eski Yunan dini, insanların ne yaptıklarıyla pek az ilgilidir.
Üçüncüsü,din, zorunlu olarak, dünyanın bugünkü haline nasıl geldiğini açıklamak durumunda değildir. Hıristiyanlıkta Adem ile Havva söylemi, insanın kökenini açıklayan hükümlere bir çok dinde rastlanmaz.
Dördüncüsü, din, doğaüstü ile “duyular dünyasının ötesinde” bir dünyaya inanış özdeşleştirilemez. Örnek, Konfüçyüs’ün getirdiği din, yeryüzündeki doğal uyumu kabul eder, ama onun “ardında yatan gerçekleri” bulmakla ilgilenmez.
Gerçekte; Din toplumun afyonu mudur?, Yozlaşmak her dinin kaderi midir?, Dinin olmadığı bir hayat düşünülebilir mi?, Dindar birisi olmak mı, yoksa iyi ahlaklı bir insan olmak mı daha önemlidir?, “Din Tabu”mudur?, Din bir ihtiyaç mıdır?, Dinde zorlama var mıdır?, Din ile bilim çatışma halinde midir?, Din mi daha önemlidir, yoksa milliyet mi?, Dinler arası bir diyalog sağlanabilir mi ve zorunluluk mudur? Dinler günümüze uyarlanmalı mıdır? Ahlak, vicdan ve inanç özgürlük ilişkisi nedir? Din toplumu nasıl etkilemektedir?
Din, insanlığın varoluşuyla yaşıttır. Bugün dünyada tek tanrı inancına, peygamber vahyine dayanan semavi dinler ile bunların dışında kalan dinler dahil yaklaşık 4000 civarında din, 6000 mezhep ve 12000 tarikat vardır. Herhangi bir dine inansın ya da inanmasın her insanın belli bir din algısı hatta din konusunda kendisini bağlayan bir yaklaşımı söz konusudur.
Dinin toplumsal yapının tasarım, düzenleme ve içeriklendirilmesinden başlayarak işleyiş, sembol ve göstergelerine kadar uzanabilen etkiler, yaşanılan acı deneyimler günümüzde özellikle modernleşme sürecinde dinin derinlemesine sorgulanmasına neden olmaktadır. Laiklik ve sekülerlik tartışmalarında öne çıkan problemlerin giderilmesi ancak dinin geleneksel statü ve rollerinin gözden geçirilmesi, çağa uygun hale getirilmesi, reform edilmesi ile olanaklıdır. Dinin reel pratiği anokranizm hastalığından kurtarılmalıdır. Yaşadığımız, sibernatik iletişim çağında özgürlük var, bireysel yorumlar vardır. Belki, Din, bir vicdan hareketi olarak, insanın bireysel bir itaat, bireysel bir teşekkür, bireysel bir eğitim mekanizması olarak işe yarayabilir. Dini alıp toplumsallaştırdığınızda, bırak iyi bir şey olmayı, toplumsal çürütücü bir işleve dönüştüğü tarihte görülmüştür.
Hacda, kurban keserken,  trafikte ya da hiç bir önlem almadan, aklı ve vicdanı kullanılmadan yaşanan iş kazaları ve felaketlerde meydana gelen ölümlerin yüceltme aracı din değildir.
Siyasetteki başarısızlık, mimaride, sanatta, bilimde, teknolojide ve hayata tat ve yenilik katan birçok alandaki gerilik, yaşanabilir hayatlar kurmadaki yetersizlik dinle örtülür. Bilinmelidir ki din insan ve toplum başarısızlıklarını örten bir örtü değildir. Din, refah toplumlarını dinsiz ve kafir olarak nitelenerek, öfke duyulan bir araç değildir. Din kesinlikle akıl hastalarının ruhsal durumunu yansıtan,  insanların çatışmalarına neden olan bir araç, insanların sadece doğaüstü güçlere, kutsal saydıkları türlü varlıklara, tanrılara ya da Tanrı’ya inanma, tapınma biçiminde katıldıkları gizemsel bir olgu değildir.
Nizamettin Biber


8 Haziran 2017 Perşembe

Tiri Viri, Aşko Pira'nın Metaforu!

İçten, yürekli, misafirperver, hayatla ve kendisiyle bile dalga geçen neşeli, aynı zamanda sinirli ve biraz da inatçı olmamızla meşhur insanlarız. Uçlarda yaşayan, çelişki yumağıyız, hemşerilerimin ortası yoktur hiç beklemediğiniz anda bir tanemiz sizi şaşkınlıktan şaşkınlığa sürükleyebilir.


Dilinin kemiği olmayan, düşüncesini sakınmayan, iki yüzlülükten uzak, samimiyetinden, öfkesinden veya sevgisinden hiç bir zaman şüphe duymamanız gereken insanlarız. Her zaman hissettiklerimizi, düşündüklerimizi çekinmeden ve beklemeden söyleriz.

Bu tanımların aksini söyleyenlerde yok değil; bizi cahil, hadsiz, kavgacı, hak hukuk tanımayan, tutucu, mikro milliyetçi, çıkarcı … olarak ifade ederler. Elimde herhangi bir nitel alan araştırma yok ancak ben yine de ilk iki paragrafın daha baskın olması gerektiğini istiyor ve diliyorum.

Karadeniz’de özellikle ikili samimi ilişkilerin dili genellikle argodur, mutlaka herkesin bir lakabı vardır hatta bazen iki kişinin samimi argo diyalogu kimi bölgelerde galiz küfür olarak algılanabilir, kavga nedeni bile sayılabilir. Ancak şu kadar ki Karadenizliler bunu kendi özel tolerans ve regülasyon sınırlarında yaparlar.

Gerçekte; Paraşüt ya da katil tor adıyla da bilinen, 70 cmx150 cm. boyutunda ve çeşitli göz aralıklarında örülmüş ince misina ağından yapılmış, ağın ucuna takılmış kurşun ağırlıktan oluşan av malzemesi olan, doğal dengeye, flora ve faunaya zarar verdiğinden üretimi, ithali, kullanımı yasaklanan, trolün elle yapılanı olarak bilinen, su tabanını tarayarak balık yakalama esasına dayanan av malzemesine tiri viri denmektedir. Ancak Karadenizlilerin kullandığı argo anlamı ile Tiri viri, bir kişi tarafından yapılan fasa fiso anlamına da gelen, bir nesnenin ya da bir olgunun, yapılan bir işin işe yaramaz, boş, hatta dandik olduğunu anlatmak için kullanılır.

Bal üretimi ile bilinen ancak bal yapmayan arının hangi dilden geldiğini bilmediğim (muhtemelen Lazca) sürekli olarak vızır vızır ses çıkararak dolaşan bir arı var ki buna biz çocukluğumuzda Rize/İkizdere’de Aşko Pira derdik.

Şimdi sorun şu ki bu yazı ile ilgili Blog arkadaşımız Erkan Sezgin’in “Yazıyorsun da metaforun güçlü mü?” yazısındaki metafor ilişkisini nasıl kuracağım? Sorunu ile karşı karşıyayım

Biraz düşündükten sonra beğenir misiniz, bana katılır mısınız bilmem ama özeleştiri yapmak adına da ifade etmeliyim ki,

Biz bloggerlar, editöryamız dahil işlerimizi (okuma ve yazma) tiri viri cinsinden yapıyor, aşko pira cinsi arı gibi vızıldayarak bal yapmadan ortalıkta (MB alanında) dolaşıyoruz!

Not:Tiri viri noktasızdır ancak yine bizde üzerine nokta konularak kibar hale getirilmiştir.

Nizamettin Biber




1 Haziran 2017 Perşembe

Rönesans'la birlikte biz ve onlar

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u almakla Ortaçağı kapattığı ve Yeniçağı açtığı söylenir. Fatih İstanbul’u almakla aynı zamanda Avrupa’nın ipek ve baharat yolunu kapatmış oluyordu. İşte bu yüzden Avrupa, Uzakdoğu’ya yeni bir yol bulmak için coğrafi keşifler sürecini başlatıyordu. Karanlığın egemenliğindeki Ortaçağı kapatan Rönesans ve reform hareketlerine başlanıyordu. Yeniden doğuş demek olan Rönesans, İtalya da başlayarak ve güzel sanatların her dalında filiz veren çalışmaların köklerini antik çağın uygarlığında arıyordu. O uygarlıkların ilk yeşerdiği topraklar ise Anadolu idi ve ne yazık ki Avrupa’daki Rönesans ve kiliseye yönelik reform sürecinde Anadolu’daki insanların üzerine ölü toprağı serpilmiş, Şeyh Bedrettin gibiler ise öldürülüyordu.

Leonardo da Vinci, Mikelanj, Rafaeli, Botticelli, Machievealli salladıkları kalemlerle Avrupa’da Rönesans’ı yaratırken Çaldıran, Mercidabık, Ridaniye’de sallanan kılıçlar Osmanlıya yeni askeri zaferler getiriyordu.
Kopernik, Gök cisimlerinin devri üzerine eserini yayınladığı zaman Sultan Süleyman da kendisine kanuni sanı kazandıracak fermanlar yayınlıyordu. Ancak bu fermanlar saraya henüz matbaa gelmediği için elle yazılıyordu.
Akdeniz’in Barbaros Hayrettin Paşadan sorulduğu günlerde Macellan kendi adıyla anılan boğazı bulup Atlas Okyanusundan büyük Okyanusa geçiyordu.
İstanbul’da Mimar Sinan’ın yaptığı muhteşem eserlerden Süleymaniye Camisinin ibadete açıldığı günlerde Portekizliler, Brezilya’da şeker tarımını başlatarak ekonomilerini daha da güçlendiriyordu.
Sedefkar Mehmet Ağa’nın, Sultanahmet Camisinin inşaatına başlaması, Galileo’nun dünyanın güneş çevresinde döndüğü kurmanı artması hemen hemen aynı yıllara rastlıyordu.
IV. Murat, I.Mustafa’nın yerine 11 yaşında tahta çıktığı zaman, Avrupa’da ilk gazete yayınlanıyordu.
Küçük Kadızade olarak tanınan ve Ayasofya Camisi vaizliğine getirilen Balıkesirli Mehmet Efendi, vaazlarında devlet işlerindeki kötü gidişi şeriata aykırı davranışlara bağlıyordu. O sırada Hollanda’da Rembrant, kendisine resim dünyasında büyük ün kazandıracak Doktor Tulp’un Anatomi deri tablosunu yapıyordu.
Sultan IV. Murat 24 yaşına geldiğinde, Amerika’da ilk Üniversite Harvard kuruluyordu. Ölen Kadızadenin yerine geçen vaizler onun düşüncelerini devam ettiriyor, güzel sesli erkeklerin Kuran okumaları yasaklanıyordu. Tef çalmanın, zurna ile birlikte şarkı söylemenin ve özellikle raks etmenin, hatta sema ayını yapmanın külliyen haram olduğu anlatılıyordu. Osmanlı Bağdat’ı alırken Fransız düşünür Rene Descartes, cebir kurallarını geometriye uygulayarak analitik geometrinin temeli kuruyordu. İngiltere’de Abraham Darby, kök kömürünü kullanarak pik demir elde ederken, Baltacı Mehmet Paşa, Prut seferinden Katerina’nın anıları ile dönüyordu. Osmanlı Lale Devrini yaşarken İstanbul’da ilk Matbaa açılıyor ancak 14 yıl sonra kapanıyor, matbaanın yeniden açılması için ise 42 yıl bekleniyordu.
İstanbul’da Tanzimat Fermanına giden günlerde Amerika’da ilk mekanik biçer-döver makine, İngiltere’de ilk telgraf kullanılmaya başlanıyordu. Osmanlının ilk dış borçlanma gitmesinden iki yıl sonra borç parayla inşa edilen Dolmabahçe Sarayının açılışı yapılırken Darwin, Türlerin kökeni üzerinde çalışıyordu. Pasteur’un mikrop kuramını geliştirdiği sırada Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye kuruluyordu. Bir gayri müslimin ilk Türkçe romanının yazıldığı yılda New York’ta elektrikli tramvay seferleri yapılıyordu., Londrada sokak aydınlatması yapılıyordu. Haydarpaşa’dan başlayan demiryolu inşaatı Konya’ya ulaştığında Rontgen x ışınlarını keşfediyor, Marconi, telsiz telgrafı icat ediyor ve yenidünyadan gelen sinema Pariste halka gösteriliyordu.
Wright kardeşlerin motorlu uçakla havalanmalarından dört, Picasso’nun kübik resimlerini sergilemesinden bir yıl sonra II. Meşrutiyet ilan ediliyor ve II. Abdülhamit seçimlerin yapılması yolunda ferman veriyordu. Bab-i Ali baskını ile İttihat ve Terakkinin iktidar olduğu yıl, Henry Ford otomobil üretimine büyük yenilik yaratan taşıyıcı kayış sistemine geçiyordu. Einstein’in izafiyet teorisini ortaya attığı sırada Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’de İngilizlerle işbirliği yaparak Arap isyanın bayrağını açıyordu.
Zaman su gibi akıp gidiyordu…
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’dan Samsun’a gitmek için pusulası olmayan Bandırma ile Karadeniz’e açılırken Atlas Okyanusu ilk kez uçakla geçiliyordu.
Anadolu’daki Rönesans ve Reform hareketleri ancak 20.yüzyılın başında Kemal Atatürk’ün önderliğinde Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ile başlamış oluyor, uygar dünyanın bir parçası olmaya çalışılıyordu. Atatürk sonrasında Türkiye’yi Ortaçağa doğru sürükleme çabaları, dini siyasete alet edenlerin temel politiğini oluşturuyordu. Bilim insan geninin sırlarını çözerken, Türkiye’de Türban en büyük sorun olarak tartışılıyordu.
Amerikalılar SpaceX’in “Falcon 9” roketini okyanus üzerinde kurulan küçük bir platforma dikey indirmeyi başarırken Türkiye’de devlet yöneticilerinin eşliğinde gül suyu dökülerek türbe açılışı yapılıyordu.
Nizamettin Biber