14 Kasım 2019 Perşembe

John Dewey ve Eğitimimiz


Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşım gelecek haftanın ilköğretim okullarında bir hafta ara tatil olduğunu söyledi, o da ilköğretim öğrencisi oğlundan öğrenmiş, ben seninle dalga geçmiştir dedim ki bu haberin doğruluğunu sonradan teyit ettim.
Klasik ifade ile Osmanlının küllerinden bir Ulus devlet inşa edildikten sonra Cumhuriyetçi atalarımız öncelikle işimiz eğitim sonra ekonomi dediler. Ulusal önderimiz Atatürk eğitim politikalarında millileşme ve modernleşmeyi esas almıştır. Laik anlayışa ve pozitif bilime önem vermiştir.
1859-1952 Yılları arasında yaşamış, yaparak-yaşayarak öğrenmeye ve tecrübeye önem veren pragmatizmi, mantıksal ve ahlaki bir analiz teorisi olarak geliştirmiş, deneycilik, işlevsellik ve aletçilik olarak da bilinen felsefe akımının kurucusu ünlü filozof ve eğitim teorisyeni olan John Dewey Türkiye’ye davet edilmiştir. Daveti, zamanın Eğitim Bakanı İsmail Safa yapmış, Cumhuriyet sonrası var olan demokrasi sisteminde uygulanacak yeni eğitim anlayışını temellendirmek ve demokratik topluma uygun yeni öğretmen kadrosunu yetiştirme konularında fikirlerinden yararlanmak amaç edinilmiş, Dewey iki ay kadar süren incelemesinde iki ayrı rapor hazırlamıştır.
John Dewey’in, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim sorunlarının çözümüne yönelik gözlem ve incelemelerde bulunarak rapor hazırlaması önemli bir çalışma olarak değerlendirilir.  Dewey, Amerika’ya döndükten sonra kaleme aldığı asıl rapor 30 sayfalık “Türkiye Maarifi Hakkında Rapor” dur. Bu raporda, kurulacak yeni eğitim sistemi hakkındaki önerileri yer almaktadır. Rapor Giriş bölümünden hemen sonra sekiz ana başlıktan oluşmaktadır. Bu başlıklar;
1-Program, 2-Eğitim Bakanlığı Teşkilatı, 3-Öğretmenlerin Yetiştirilmesi ve Refahı,4-Öğretmenlerin Yetiştirilmesi, 5-Okul Sistemi, 6-Sağlık ve Sağlık Bilgisi, 7- Okul Düzeni, 8-Muhtelif malzemeler şeklindedir.
Raporda eğitime destekleyici öneri olarak Kütüphane ve Kütüphanecilik programları yurt geneline yaygınlaştırılması, Halkevleri Çalışmaların da bu kategoride yapılması ile birlikte Okur-Yazar oranının yükseltilmesine yönelik etkin uygulamalarda bölgesel farklılıklar olsa da bu oranın %5-10 düzeyinden, daha yukarılara taşınmıştır. 1940’lı yıllarda yayın alanında dünya klasiklerinin Türkçeye çevrilmesi, Köy Enstitülerinde okuyan öğrencilerin her öğretim yılı bunlardan 21 tanesini okuması, tanıtması ve eleştirisini yazması zorunluluğu yeni bir okur-yazar kitlesinin oluşmasına neden olmuştur. Bu okullardan mezun olanlar okuma yazma alışkanlıklarını gittikleri yerlerde de sürdürmüşlerdir. Okuma ve Üretme Köy Enstitülerinin ve Köy Enstitülerinde okuyanların yaşam biçimi olmuştur.
John Dewey izlenimleri sonucu ele aldığı raporda özellikle tarım-ziraat, okuma-yazma, okuma alışkanlığı, kütüphanecilik ve ilköğretim programları gibi konular üzerinde durmuştur.
Ancak, Tarım-Ziraat alanında da, ülke genelinde istenilen gelişmeler tam sağlanamamıştır. Ülkenin verimli toprakları olmasına rağmen, Cumhuriyet sonrası Hükümetlerin uyguladığı değişken, yetersiz, çarpık tarım politikaları ile tarım, belirlenen, istenen hedeflere ulaşmanın çok gerisinde kalmıştır.
Köy enstitülerinde devletin az bir yardımıyla öğretmen adayları, iş içinde çalışarak hem kendi barınaklarını, dersliklerini ve diğer gereksinimlerini, çalışma yerlerini yapmışlar; hem de gereken genel kültür ile mesleki bilgileri ve tarım çalışmaları yaparak köy için gerekli olan beceriyi kazanmışlardır.
John Dewey’in hazırladığı Rapor’da yer alan Tarım-Ziraat, İlköğretim Programları, Okur-Yazarlık ve dolayısıyla Okuma alışkanlığı vb. konular, Cumhuriyet Döneminde kendi süreci içerisinde değerlendirildiğinde, çok büyük değişmeler ve dalgalanmalara neden olmuştur.
Alanın uzmanı olmadığı halde, Güç ve yetki verilen bireylerlerin bireysel birikimlerinin ve anlayışlarının kesin doğrular olarak kabul edilip uygulamaya konulması, eğitimin genel hedeflerine ulaşmada engeller oluşturmuştur.
Dewey’in Raporunda ele alınan ve öncelikleri belirtilen konulardan bazılarının halen çözüm bekleyen sorunlar olarak devam etmesi ise son derece düşündürücüdür. Çözülemeyen sorunlardan bazıları ise ;
  • Eğitime ayrılan bütçenin yetersizliği,
  • Öğretmenlerin hizmet öncesi ve hizmet içi eğitimleriyle, mevcut uygulanan program arasında istenen birlikteliğin, ilişkinin yeterlilik düzeyinde kurulamaması.,
  • 1924 Yılından günümüze onlarca kez (1924, 1936, 1948, 1968, 2005, 2012, 2019) İlköğretim Programının ve Program yaklaşımının değişmesi,
Şeklinde olup, uygulama düzeyinde ciddi sorunlar olarak halen devam etmektedir.
Nizamettin Biber

9 Kasım 2019 Cumartesi

İntihar, Durkheim, Werther

Yakın tarihte İstanbul Fatih’te aynı evde yaşayan 4 kardeşin siyanür içerek intihar etmesinin hemen ardından Antalya Konyaaltı’nda Siteler Mahallesindeki evlerinde 36 yaşındaki baba ile 38 yaşındaki anne ve 9 ile 5 yaşındaki çocukların siyanürle intihar ettiği haberi geldi.
Bu haberler iki soruyu akıllara getirdi. Birincisi intihar bulaşıcı mı sirayet eden bir özellik mi taşıyor?, ikincisi ise intihar olayı bireysel mi toplumsal mı?
İntihar bir sosyal sorun haline dönüşmeye başladığından itibaren sosyal bilimin dikkatini çekmiştir. Konu ile ilgili sosyolojinin kurucularından Emile Durkheim; İntihar adlı incelemesi, çağdaş toplumların patolojik bir görünümünü ve bireyle topluluk arasındaki ilişkinin en çarpıcı biçimde yer aldığı bu eserde kolektif gerçekliğin bireyleri ne ölçüde belirlediğini, sosyal gruplardaki intihar oranının, bireysel mutsuzluklarla açıklanamayacağını göstermeye çalışır.
Durkheim kitabında, intihar olayını açıklamak üzere, o zamana değin bu konularda öne sürülmüş bütün belli başlı görüşlerin; (örneğin akıl hastalığı, ırk, kalıtım, iklim) dışında bir etken olarak kalan: “toplum etkisi” üzerinde durur.
İntiharın keyfe bağlı olarak değil, ancak birçok koşula bağlı olarak değiştiğini söyler. İntihar olgusunu tanımladıktan sonra psikolojik açıklamaları bir yana bıraksa da bireyin intihara psikolojik açıdan eğilimli olduğunu ve bunun psikolojik ya da psikopatololojik terimlerle açıklanabileceğini kabul eder. Son tahlilde ise intiharı belirleyengücün psikolojik değil, toplumsal olduğunu söyler.
Bilindiği gibi Sosyolog Gabriel Tarde taklidi toplumsal düzenin anahtar olgusu olarak değerlendirir. Ancak Durkheim intiharın taklit olgusundan çıktığı yolundaki yorumu da bir yana bırakır. Buna karşılık olarak Durkheim, taklit adı altında üç olgunun birbirine karıştırıldığını söyler.
Bu olgulardan birincisi bilinçlerin birleşmesi diye adlandırılabilecek, aynı duyguların çok sayıda insan tarafından hissedilmesidir, der, bu konuda devrimci kalabalığı örnek olarak verir. Devrimci kalabalıkta bireyler bilinçlerinin kimliğini yitirme eğilimi gösterir. Her biri ötekinin hissettiklerini duyar; bireyleri harekete getiren duygular ortak duygulardır. Hareketler, inançlar, tutkular her birine aittir. Çünkü bunlar herkesle ortaktır. İkinci olgu bilinçlerin birleşmesi olmadan, bireyin topluluğa uyması ve diğerleri gibi davranmasıdır.
Çeşitli toplumsal etkenlere bağlı olarak üç tip intihar belirler. Toplumsal etkenler, dinsel bağlılık (mensubiyet), evlilik, aile yaşamı, siyasal ve ulusal bağlar ile intihar olayları arasındaki bağları inceleyen Durkheim; bencil intiharlar (egoistic suicide), elcil intiharlar (diğerkam intihar-altruistic suicide) ve kuralsızlık intiharları (anomic suicide) tanımlarını yapar.
Toplum olarak yoğun şekilde yaşadığımız Anomik intiharlar sadece ekonomik bunalımlar sırasında artmaz. Durkheim; intiharın aynı zamanda boşanma sayısı ile ilişkili olarak da arttığını söyler.
Çağdaş toplumlarda, toplumsal varoluş gelenekle, dinle düzenlenmez, bireyler birbirleriyle sürekli yarış içindedirler. Yaşamdan çok şey bekler ve isterler. Özlemleriyle bunların doyumu arasındaki oransızlıktan doğan acı ve tedirginlik havası “intihar dürtüsü”nun gelişmesine elverişlidir.
İntihar kuramına göre, intiharlar, nedenleri her şeyden önce toplumsal olan kişisel olgulardır. Topluma nüfuz eden intihar dürtüleri vardır. Bunların kaynağı birey değil toplumdur ve bunlar intiharın gerçek nedeni ya da belirleyicisidir. Ancak, kimi kişiler intihar ediyorsa bunun nedeni belki de psikolojik yapıları, sinirsel zayıflıkları ve nevrotik bozuklukları ile intihara eğilimli olmaları olabilir. Aslında intihar dürtüsünü yaratan aynı toplumsal koşullar bu psikolojik eğilimliliği de yaratır. Çünkü çağdaş toplum koşullarında yaşayan bireyler ince ve dolayısıyla zayıf duyarlılığa sahiptir. İntiharın gerçek nedenleri, toplumdan topluma, gruptan gruba, dinden dine değişen toplumsal güçlerdir. Bunlar tek tek bireylerden değil, gruptan doğmaktadır.
Bireysel olguları yöneten çok özel toplumsal olgular vardır. Bunun en ilginç ya da en anlamlı örneği bireyleri ölüme götüren toplumsal akımlardır. Bunların her biri kendi kendine itaat ettiğini sanırken aslında toplumsal güçlerin oyuncağı olduğu gerçeğidir.
Çağdaş toplumlar her şeyden önce bireyin toplulukla yetersiz bütünleşmesi gibi, patolojik belirtiler gösterir. Bu açıdan en çok dikkat çekici olan hem ekonomik kriz hem de ekonomik refah dönemlerinde, yani etkinliklerde aşırılığın ortaya çıktığı ve karşılıklı ilişki ve rekabette artışın görüldüğü bütün durumlarda intihar oranındaki yükselmedir.
İntiharın psikolojik nedenleri arasında; kronik çöküntü halleri, aşırı melankolik tutumlar, umutsuz olma, karamsarlık, öfke vb. durumlar söz konusu olsa da Durkheim İntihara sürüklenen bireylerin psikolojisinin de toplumsal faktörlerden oluştuğunu iddia eder.
Durkheim “intihar dürtüsü”nden söz ederek, “grubun tümünden gelen toplumsal ya da toplu bir gücün bireyleri kendilerini öldürmeye” ittiğini düşünür.
Yaşanan intiharlar Durkheime karşıt olarak Sosyolog David Phillips‘in intiharın yarattığı taklit edilme etkisi olan Alman yazar Goethe tarafından yazılan “Genç Werther'in Acıları” adlı romandan ismini alan Werther etkisini akla getirdi. Romanda, başkahraman en sonunda aşkı uğruna intihar etmesi ile kitabın yayınlanmasından ardından 40 gencin daha yaşamına kitaptaki Werther gibi son vermiş olması, olarak bilinir. Ürkütücü olan ise İstanbul ve Antalya’da yaşanan benzer ölüm vakalarının yüzyıllar boyu çeşitli şekillerde örneğine rastladığımız intihar ya da toplu ölümlerin diğer insanları etkilemesi olan  “Werther etkisini” ülkemizde yaşanma olasılığıdır.  
Nizamettin Biber

3 Kasım 2019 Pazar

Kedi Kitap İlişkisi


Kedilerin insanın birçok hastalığına iyi geldiği bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Başka hiçbir hayvanı bir sahaf dükkânında eski bir kitabın üzerine kıvrılmış uyurken kadar mutlu göremezsiniz. Kediler kütüphaneye tırmanırlar, yatağın, koltuğun üzerinde bıraktığımız kitabın yanına kıvrılırlar, siz kitap okurken gelip kucağınıza yatarlar. Kütüphanemi karıştırırken prenses tekir kedimiz beni saatlerce sıkılmadan izler. Benzer şekilde Sahaflarda kitapçıların beslediği kedileri kitapların üzerinde huzurlu bir şekilde uyuduğunu görürsünüz. Deyim yerindeyse, Kediler, doğası gereği pek bilge bir görüntüye sahip olduğundan sahaflara pek yakışırlar. Sahaftaki kediler insanda saygı uyandırır, sanki kitabın üstünde yalanan, kendini temizleyen kedi bütün o kitapları okumuş gibi hissi verir insana.
Tarihsel olarak bakıldığından kitaplar, kütüphaneler ile kedi ilişkisi zorunlu olarak var, çünkü kitapları kemiren tahrip eden fareler söz konusu imiş. Bugün böyle bir sorun yok ama yine de kedi ile sahaf ilişkisine romantizmden kaynaklı bir anlam yükleniyor. Sakin, sessiz, hareket etmeyen insana kedi uyum sağlamaktadır. Yani kedi kitap sevdiği için değil aslında, kitapla ilişki kuran, okuyanın yanına huzur bulmak için gelir dolayısı ile de romantik bir ilişki şeklinde ifade edilen kedi ve kitap birlikteliği başlamış olur.
Kitap seçip, bakınırken manidar bir şekilde bizi gözleyen, yanımıza geldiğinde tam sevecekken kaçma eğilimi olan; kitapların üstünden atlayıp, gezinen kitapların üzerinde uyuyan kitapçı kedileri mutlaka gözünüze çarpmıştır.
Bilinen o ki Sahaflar Çarşısı’ndan Akmar Pasajına, Olgunlar Sokak’tan Sevgi Yolu’na kadar, kitapçıların bulunduğu her yerde kitaplardan sonra olmazsa olmaz ilk şey kedilerdir.
Peki nedir bu kitapsever kedilerin konusu? Kedilerin kitapçıları bu kadar çok sevmesinin 12 evrensel nedeni tanımlanmıştır;
1. Kitapçıların ve kitapseverlerin sıcak ilgilerinin hoşlarına gitmesi,
2. Kahve ve kitap kokusuna alışık olmaları,  
3. Bilge bakışlarını kitaplarla pekiştirmeyi sevmeleri,
4. Kitaplar arasında girebilecekleri fazla yer bulmaları,
5. Kedilerin ruh yapıları ile kitapçıların ruhlarının örtüşmesi, bağımsızlığı,  özgürlüğü sevmeleri,
6. Kedilerin kişilikli olmaları, bakışlarıyla kitapçıda bile insanları küçümsemekten hoşlanmaları,
7. Kitapçılarda gözetleme kulesi gibi kullanabilecekleri rafların varlığı,
8. Mısır’ın eski krallık dönemine olan özlemlerini tarihi kitaplarla giderme istekleri,
9. Bazen sakinliği bazen de hareketi sevdikleri için kitapçılarda bu nesnel koşulları bulmaları,
10. Bilmeden olsa gerek okumayı seven yazarlara ilham kaynağı olabilme umuduyla gelen geçeni izleme istekleri,
11. Kitap yüzeylerinin yarı set olmaları nedeni ile üzerinde uyumayı çok sevmeleri,
12. Hareket etmeyen objelere neden uzun uzun baktığımızı çözme istekleri.
Bir yerde okumuştum, “Bir kitap okumak kesinlikle hayatınızı değiştirir ama bir kedi almak daha da fazla değiştirir.”
Kediler için birkaç söz;
“Kedilerde her şey vardır: hayranlık, sonsuz uyku ve canları istediklerinde eşlik etmek.” Rod McKuen
“Birçok filozof ve kedi üzerinde çalıştım. Kedilerin bilgeliği sonsuz derecede üstün.” Hippolyte Taine
“Kedisiz ev ne kadar güzel olsa da ev sayılmaz.” Mark Twain
Bağımsızlığını seven, birkaç kuralın dışında canları ne isterse onu yapan, zira özgürlüğüne düşkün ve kendine yeten bu hayvanlar, Leonardo da Vinci’nin dediği gibi, doğanın başyapıtıdırlar.
Benim en çok sevdiğim söz ise bu İrlanda Atasözüdür; “Kedileri sevmeyen insanlardan uzak durun.”
Nizamettin Biber