30 Ocak 2018 Salı

Çağdaş Yaşam Evliyasına Muhalefet ve Mutluluk

Mutluluk, tüm insanların yaşamak istediği durum olsa gerek. Çoğumuz mutluluğu arayıp duruyoruz, onu elde etme düşüncesini adeta bir takıntı haline getirdik; fakat mutluluğun tanımına yönelik kesin bir fikrimiz de yok. Mutluluğumuzun çevremize bağlı olduğu çok yaygın bir düşünce olarak öğretilmiş bize. Günümüzde, mutluluğa ulaşmak adına hayatımızı nasıl yaşamamız, nasıl davranmamız ve neye sahip olmamız gerektiğine dair formüllerle satılmaktadır. İletişim araçları, medya, kamu ve politika, mutluluk isteğimizden yoğun olarak faydalanmaktadır. Ne kadar çok şeye sahip olursak, o kadar mutlu olacağımız mesajı verilmektedir bize. Mutluluk için ünlü yaşam koçu H. Jackson Brown tarafından, “çağdaş yaşam evliyası” edasıyla verilmiş öğütler var. Bu öğütler anlamlı, mutlu ve doyumlu yaşamak için kullanılabilecek bir bilgelik demeti diye ifade edilmektedir. Ancak biz bu demete tümüyle muhalefet ediyor gibiyiz, H. Jackson Brown’un öğütlediği her şeyin tersini yapıyoruz;

Her gün üç kişiye iltifat etmek yerine hakaret ediyoruz.
Yılda en az bir kez güneşin doğuşunu seyretmiyoruz.
İnsanların doğum günlerini hatırlamıyoruz.
İnsanların gözlerinin içine bakmıyoruz.
Sık sık “lütfen” demiyoruz.
Bir müzik aleti çalmayı öğrenmiyoruz.
Duşta şarkı söylemiyoruz.
Değerli takılarımızı saklıyor, kullanmıyoruz.
Her baharda çimen ekmiyoruz.
İlk önce biz “merhaba” demiyoruz.
Ucuz otomobil kullanmıyor, sahip olabileceğimiz en iyi evi almıyor/alamıyoruz.
Hiçbir zaman okumasak ta iyi kitaplarımız olmuyor.
Kendimize ve başkalarına karşı bağışlayıcı olmuyoruz.
Ayakkabılarımızı boyamıyoruz.
Hak ettiğimizi düşündüğümüzde bile maaşımıza zam istemiyoruz/isteyemiyoruz.
Ne satarlarsa satsınlar, çocuk satıcılardan asla bir şeyler almıyoruz.
Her yıl iki şişe kan bağışı yapmıyoruz.
Evde yapılmış tatlıları ret ediyoruz.
Sevinçleri erteliyoruz.
Teşekkür mektuplarını geciktiriyoruz.
Umudumuzu hep yitiriyor, her gün olabilecek mucizelere inanmıyoruz.
Öğretmenlere, itfaiyecilere ve gece bekçilerine saygı duymuyoruz.
Ülkeyi koruyanlara saygı göstermiyoruz.
Mesleğimizin dümenlerini öğrenmekle zaman yitiriyor, mesleğimizi öğrenmiyoruz.
Oyumuzu kullanmıyoruz.
Zekâmızı eğlendirmek için değil, başkalarıyla eğlenmek için kullanıyoruz.
Islık çalmıyoruz.
Çocuklarımızı eğitmeye çalışıyor ama sevgimizi göstermeyi ihmal ediyoruz.
Sürekli başkasının avukatı olmaya teşvik ediyoruz.
Sarhoşken ortalığa çıkıyor herkesin bizi görmesini istiyoruz.
Tüm bunları yaptıktan sonra da neden mutlu olmuyoruz diye dövünüyoruz.
Mutluluğun % 48 oranında genlerimizden kaynaklandığı ortaya çıksa da Harvard Üniversitesi’nde bireylerin çocukluktan yetişkinliğe ve yaşlılığa doğru uzanan hayatının incelendiği ve mutlu insanın tanımının arandığı yetmiş beş yıldır devam eden bir bilimsel çalışmada çocukluk döneminden seçilen 724 kişinin yaşamları yakından takip edilmiş ve onları sağlıklı ve mutlu yapan durumlar tespit edilmeye çalışılmış. İşte sonuçlar;
İnsanın mutluluğu çevresiyle kurduğu olumlu ilişki ağının niteliği ile doğru orantılıdır.
Para, şöhret gibi nicelikler insana uzun vadede mutluluk getirmiyor.
İnsan mutlu oldukça daha sağlıklı oluyor.
Sosyal ilişkilerinde güçlü, hayatta yalnız kalmamayı tercih eden insanlar daha iyi bir yaşlılık dönemi geçiriyor.
Yalnız insan hem mutsuz, hem de ruhen ve bedenen hastalanmaya daha müsait oluyor.
Bir bireyin insan ilişkilerine bakarak ileride mutlu bir yaşam sürüp süremeyeceğini tahmin etmekte mümkün. Bu yazı aracılığı ile de mutluluk dileklerimi iletiyorum.
Nizamettin BİBER

Cicero'nun Devleti ve Çokluğun Tiranlığı

Geniş edebiyat bilgisi, sağlam felsefe temeli, hukuk uzmanlığı, tarih kültürü, rakibini köşeye sıkıştırma ve jüriyi kahkahalarla güldürme yeteneği, tekil durumlara uygulanabilen genel ilkeler ortaya atma yeteneği, hiddet ve acıma duygularını kışkırtma gücü, zekâsını her an can alıcı noktaya yöneltme ustalığı… ile Roma siyasal düşüncesinin en önemli temsilcilerinden biri, Cicero. Roma stoacılığının doğal hukuk öğretisini formülleştirerek kendisinden sonraki Roma düşüncesini önemli ölçüde etkilemiş, Marcos Tullius Cicero M.Ö. 106 yılında Orta İtalya’daki Arpium kentinde doğmuş, Roma’da hukuk, Atina, Rodos ve Magnesia’da (bugünkü Manisa) felsefe öğrenmiştir. Cicero zamanın en önemli hukukçusu haline gelmiş ve hızlı bir şekilde devletin en üst makamlarında görev almayı başarmış. Bir kez Roma konsülü bile seçilen Cicero, hareketli ve çalkantılı bir siyasal yaşam sürmüştür. Daha sonra kendisini felsefeye verdiği M.Ö. 44’de, Sezar öldürülünce, Sezar’ın yönetiminin tiranlığa kaydığını söyleyerek bu girişimi destekler, Sezar’ın öldürülmesi ile çıkan iç savaşta, Sezarcılar baskın olunca 30 senatör ile Cicero’nunda öldürülmesine karar verilir.

“Cicero’nun hukuk anlayışının temelinde Stoacı felsefe (doğaya uygun yaşamayı öğütleyen, duyguların denetlenmesinin öğrenmesi gerektiğini, aklı egemen kılmayı ve dünya yurttaşlığını ülkü edinen öğreti) yatar. Ona göre hukuk insan iradesinin eseri değildir, yasaların kaynağını doğada ve insanın doğasında aramak gerekir. Bu kaynak insan ile Tanrı’nın ortak öğesi olan akılda belirir. “Yasa yapılacak ve yapılmayacak olanı buyuran, bizim doğamıza işlenmiş yüce akıldır.” diyen Cicero, akıl ile özdeşleştirdiği yasayı doğadan türetip doğal hukuk anlayışını ortaya koyar. “Doğaya uygun olarak bütün insanlar için geçerli olan, aynı kalan ve değişmeden sonsuza dek süren gerçek bir yasa vardır, bu doğru akıldır” der.
Devleti her şeyden üstün tutan Cicero, “Kişinin kendini kamu hizmetine adaması” şeklindeki eski Roma geleneğini canlandırmak amacıyla politikanın devlet adamlığının en üstün uğraş olduğunu savunur. Yurttaşın kişisel çıkar ile kamusal çıkarın bir olduğu bilincine varması ve gerektiğinde kendini devlet için feda edebilmesini savunur. Ona göre devlet; “Halktan başka bir şey değildir. Halk deyince herhangi bir biçimde bir araya toplanmış olan yığın değil, ortak bir yarar, amaç ile uyum halinde bulunan, hukuksal bağlarla birleşmiş insanlar topluluğunu anlatmış oluruz” der.
Onun “İnsanların bir araya gelişinin temel nedeni, zayıflık olmaktan çok, insan için doğal olan bir çeşit toplumsallık içgüdüsüdür. Çünkü insan türünün üyeleri tek başlarına yalnız bir hayat sürmek için yaratılmamışlardır.” sözleri vardır.
Devletin amacının toplumsal düzeni koruyup yurttaşların mutlu ve iyi bir yaşam sürmesini sağlamak olduğunu belirten Cicero, yine Platon-Aristo çizgisini izleyerek siyasal rejimleri yönetimde bulunanlara göre sınıflandırmaya gider; Yönetimin tek kişinin elinde olması Krallık (Monarşi); seçkin bir azınlığın yönetmesi Aristokrasi, kamusal işlerin halkın elinde bulunması ise halk yönetimi ya da “Demokrasi” adını alır. Bu yönetim biçimleri arasında Cicero’nun en az beğendiği Demokrasi’dir. Çünkü ona göre yönetimi elinde bulunduran halk, özgürlüğü gerçekleştirmesine rağmen, bilgisizliğinden dolayı bunun sınırlarını bilemeyip adaletli ve disiplinli davranamaz. Dahası bu rejimde, eşitlik adına yukarı olana da aşağı olana da aynı önemin verilmesiyle eşitsizlik yaratır. Cicero, yönetimlerin sınıflandırılması ve dolaşımı ile ilgili gelenekselleşmiş görüşlerini yineledikten sonra, yönetim biçimlerinin özürlerini sayarken, demokrasinin özrünün, sıradan her vatandaşa siyasal haklar tanındığı için, bu yönetimin eşitlik anlayışının, siyasal hakların herkesin yeteneğine göre dağıtılmasını gerektiren doğru eşitlik anlayışına uymayışı olduğunu ekler.
Demokrasilerde bireyin yaşamının ve servetinin halkın elinde olduğunu belirtir. Sonra “en engin denizin, en güçlü alevin bile küstah halk yığınından daha kolay zapt edilebileceğini” söyler. Giderek, tüm iktidar kitlede olursa, o topluma devlet bile denemeyeceğini, yığının tiranlığı olacağını öne sürerek, kendisinden sonra birçok düşünürün demokrasiye karşı düşüncelerini sunarken yararlanacakları “çoğunluğun tiranlığı” görüşü ortaya atar. Cicero, eşitsizliğin, özgürlüğün aşırı boyutlar kazanması ile “Demokrasinin yozlaşacağını ve yığınların tiranlığına dönüşeceğini” iddia eder.
Yazıyı Cicero’nun “Memleketler parasızlıktan değil, ahlaksızlıktan çökerler.” sözü ile bitirirken, “Özgürlük için hepimiz hukukun kölesiyiz.” sözünün sonuna “olmalıyız” kelimesini ekliyorum.
Nizamettin Biber 

Aristo'nun Orta Sınıfı

Aristo siyasi düşüncelerini sekiz kitaptan oluşan “Politika” adlı eserinde açıklamıştır. Politika kitabı, devlet denilen kurumun en yüksek iyilik amacına ulaşmak üzere bir araya gelen insanların oluşturduğu topluluk olduğu tanımlaması ile başlar.

Aristo’ya göre demokrasi, fakirlerin, oligarşi zenginlerin egemen olmasıdır. Demokrasi yanlılarının ilkesi eşitliktir, oligarşi yanlılarının ilkesi ise eşitsizlik ve zenginliğin üstünlüğüdür. Her ikisi de devletin gerçek amacını, yani erdemi gözden kaçırmaktadır. Devlet yönetiminde en büyük yer erdemlilere ait olmalıdır. Yönetim kimin ya da kimlerin elinde olursa olsun, yönetici ya da yöneticiler ilk planda yasaların uygulayıcıları olmalıdır. İnsanlara bırakılan yönetin inisiyatifi, sonunda kargaşaya yol açar. İdeali, doğrusu yasalara üstünlük tanımaktır. Çünkü yasa Aristo’ya göre “ihtiraslardan kurtulmuş akıl” demektir.
Aristo, IV. Kitapta yönetim şekillerini ele alarak, demokrasinin nasıl bozulduğunu irdelemiştir. Ona göre demokrasiyi yozlaştıran en önemli neden çoğunluğun iradesinin, yasalardan önce gelmesidir. Bu durumu meydana getiren de her konuyu halkın kararına bırakmayı savunan demagoglardır. Her konuda halkın söz sahibi olması gerektiğini savunup çeşitli yanıltmalarla ve yönlendirme faaliyetleri ile halkın, özellikle yeterince bilinç sahibi olmayan halkların oylarını toplayan çağımız siyasilerini görüp düşününce Aristo’nun ne kadar olduğu söylenebilir. Aristo’ya göre en iyi yönetim biçimi oligarşi ve demokrasini iyi yanlarının alınmasından oluşan “politeia” (yasalı hükümet) yönetimidir.
Burada Aristo’nun “orta sınıf” kavramına verdiği önem ön plana çıkar. Orta sınıfla ilgili şunları söyler; “Her devlet üç sınıf yurttaştan meydana gelir. Çok zenginler, çok fakirler, orta halliler… Orta halli hayat süren insanlar en çok akıl ile davranırlar. Fakat güzellikte, kudrette, soylulukta ve zenginlikte aşırı olanlar ya da çok fakir, çok zayıf, çok itibarsız, erdemsiz olanların rasyonel olması, akla uyması çok zordur… Bir devlet mümkün olduğu kadar eşit ve benzer insanlardan oluşmalıdır, bunlar ise genel olarak orta sınıf halktır. Dolayısı ile orta sınıf yurttaşlardan oluşmuş bir devlet ister istemez en iyi yönetilen devlettir. Bir devlette en güvenilir sınıf bu sınıftır, çünkü bunlar fakirler gibi komşularının malına göz diken kişiler değildir.
Orta sınıf, iki karşıt sınıf arasında teraziyi dengeler ve iki uçtan birinin hakim sınıf olmasına engel olur. Bu görüşlere bakıldığında Aristo galiba günümüzün “orta direk” kavramının önemini ilk fark edenlerden biridir.
Afşar Timuçin’in şu değerlendirmesi Aristo’nun tanınması açısından önemlidir. “Aristo’yu öğrenmeden felsefe yapmak olanaksızdır. Gerçekçi düşüncenin en büyük kaynağı, Aristo kaynağıdır.”
Nizamettin Biber 

Eğitimde Tiyatro

Karneler alındı ebeveynler ve öğrenciler mutlu. Eğitimin onca temel sorunları varken bu da nerden çıktı diye düşünenlere/düşüneceklere rağmen bu yazıyı yazmak istiyorum. Davranışlarımız ve tutumumuz içinde bulunduğumuz koşullara ve karşımızdaki kişiye göre değişir. Farklı koşullarda nasıl hareket edeceğimizi neler söyleyeceğimizi, görüşümüzü nasıl savunacağımızı çoğu kez önceden zihnimizde tasarlarız. Hatta giyimimizi, makyajımızı yani dış görünüşümüzü de bulunacağımız ortama göre belirler ve düzenleriz. Ancak, genelde toplumsal davranışlarımızın samimiyeti tartışılabilir.

Gerçek yaşamın ihtiyaçları bizi içinde bulunduğumuz koşullara göre hazırlanmaya davranmaya zorluyorsa böyle bir yaşama bizi hazırlayacak olan eğitim sistemi içerisinde hangi faaliyet olmalıdır. Tabii ki insanın yaşadığı güzel, komik, ders alınacak tarihsel ve acı veren olayları yine insanların sergilediği gösterilerle anlatma sanatı olan, Tiyatro. Peki, eğitim sisteminin bir parçası olarak tiyatro öğrenciye ne kazandıracaktır? Bu sorunun yanıtı çok yönlüdür ama başlıca amacı öğrencinin aktörlük aracılığı ile sosyal kişiliğini geliştirmek olacaktır. Tiyatro öğrencinin;
1-Sosyal kişiliğini geliştirir.
2-Sıkılganlığını, utangaçlığını yener, özgür hareket etmeyi öğrenir.
3-Yaratıcı kişilik kazanmasını sağlar.
4-Denemeyi öğretir.
5-Farklı kişilikleri içeren rolleri oynayarak çeşitli kişilik ve davranışları araştırma, inceleme olanağı bulur.
6-Çok yönlü düşünmesini öğretir.
7-Söz söyleme, düzgün konuşma, anlaşılır olma yeteneği kazandırır.
8-Bir şeyler başarma duygusunu edinerek yıkıcı değil yapıcı bir birey olmasını sağlar.
9- Hayal gücünü geliştirir.
10-Toplu çalışmayı, takım, grup çalışmasını, işbirliğini öğretir.
11-Kalabalıklar önüne çıkmayı, kalabalıkta konuşma korkusunu yendirir.
12-El, kol, hareketlerini yapmaya başlatır, böylece iletişim yeteneğini geliştirmesinin yanında;
Öğrenciye eleştirel bakış açısı kazandırır, ezbercilikten kurtarır, empati yeteneğini geliştirir, pratik çözümler ürettirir, yeni dünyalar keşfetmesini sağlar, diğer sanat dalları ile ilişki kurdurur, kültür birikimini artırır, insan sevgisi aşılar.
Okul tiyatrosuna sadece bir gösteri olarak bakmamak gerekir. Tiyatroda görev alan herkes için önemli olan, seyircinin karşısına çıkana kadarki süreçtir. İşte bu süreçte, dekorların hazırlanması, elektrik işleri, giysilerin araştırılması bulunması ya da dikilmesi, makyaj, oyunu seçimi, sahneye konulması yönetilmesi gibi değişik türdeki işlerde öğrenciler katılımla birlikte paylaşmayı, dayanışmayı, birlikte olmanın hazzını, yeni olanı bulmayı, üretmeyi öğrenirler. Sadece oyunculuk yapanlar için değil, tiyatrodaki her alanda görev alan öğrenciler için bu geçerlidir.
Eğitimin amacı, kişiliği gelişmiş, davranışları olumlamış, yaratıcı, araştırmacı, özgürce düşünen, çağın teknolojik gelişmelerini kavramış, barış ve sevgi dolu, ülkesini yüceltmek için çalışacak ve üretecek gençler yetiştirmek olmalıdır. Tüm bu nedenlerle öğrenci üzerindeki yararlılığı kanıtlanmış tiyatro, çağdaş eğitimde okulların vazgeçilmez ve çok yararlı etkinliği olarak görülmeli, uygulanmalıdır diye düşünüyorum.
Nizamettin BİBER


Bir Cesur Yürek

Kadınların mı yoksa erkeklerin mi daha çok cesur olduğu tartışmasına girmeden yanıtımı çok net ve sert bir şekilde vermek istiyorum. Bu söylemin antropolojik, sosyolojik ve psikolojik arka planını bilmediğim halde yarım yüzyılı geçkin yaşam deneyimle ben diyorum ki “Kesinlikle kadınlar daha çok cesurdur.”

Bildiğiniz üzere Türkiye gündeminin odağına yine bir skandal daha oturdu. 115 hamile çocuk ile ilgili kayıtların polise bildirilmemiş. İstanbul, Küçükçekmece’deki Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ndeki korkunç olayın ortaya çıkmasını sağlayan hastane personelinin anlattıkları, skandalın boyutlarını ortaya seren cinsten... Bu olayda 115 sadece bir sayı değil, aynı zamanda bir utanç kaynağı. Kadın dernekleri ayakta, Bakanlıklar dahil pek çok kesimden gelen tepkiler sürmesine rağmen MB alanında tek bir blog yazısı görmedim. Çalmadığı kapı kalmamış, dışlanmış, görev yeri iki kez değiştirilmiş ancak o işin peşini bırakmamış. Soruşturma, onun yaptığı suç duyurusu sayesinde başladı. Türkiye bu olayı onun sayesinde öğrendi. O bir sosyal hizmet uzmanı Astsubay bir baba ve ev kadını bir annenin çocuğu, o kocaman cesur bir yürek, onun adı İclal N.
İclal N., cinsel istismar mağduru çok sayıda çocuk ile birebir görüşerek, çocuklarla ilgili kayıtların polise bildirilmediğini ortaya çıkarıyor,“16 yaşındaki hamile bir kız doğum için çalıştığı hastaneye geldiğini, O sırada doğumhaneye kendisinin de indiğini, O gün korkudan çığlık çığlığa ağlayan o kızın sesini hâlâ kulaklarında hissettiğini, O çocukları düşündükçe bu işin peşini bırakmamaya karar verdiğini söylüyor.” İclal N. Hastanenin Sosyal Hizmetler Biriminde çalıştığı 5 ay 9 günlük süreçte hastaneye gelen 18 yaşın altındaki hamile çocuk sayısının 250 civarında olduğunu, bunun yılda yaklaşık 450-500 hamile çocuk demek olduğunu, üstelik büyük bir çoğunluğun 15 yaşın altında, tespit ettiği 115 hamile kızın 39’nun Suriyeli olduğunu söylüyor.
Bu utancı nasıl taşıyacağız, o çocukların vebali ne olacak? gibi soruların yanında, yasaya göre, çocuğu cinsel yönden istismar eden kişi 3 yıldan 8 yıla kadar, 15 yaşın altındaki çocuklara yönelik cinsel istismar suçu ise 8 yıldan 15 yıla hapis cezası ile cezalandırılması gerekiyor.
Hitler’in ölüm kampı Auschwitz’den kurtulup bir hayat boyu barış, adalet ve insanlık için kötülüğe ve ırkçılığa karşı mücadele eden, 1986’da Nobel Barış Ödülü’nü alan Elie Wiesel’in şu iki sözü çok anlamlı ve önemlidir; “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır, Adaletsizliği engelleyecek gücünüzün olmadığı zamanlar olabilir. Fakat itiraz etmeyi beceremediğiniz bir zaman asla olmamalıdır.”
“Kötülük, kazanabilir; fakat üstün gelemez.”Joseph Roux, “Haksızlığa başkaldırmayanlar onlardan gelecek her kötülüğe katlanmalıdır.” La Edri
Son yıllarda çocukların cinsel istismarının çok önemli bir halk sağlığı sorunu olduğu kabul edilmeli, çözümler aranmalıdır. Pedofili bir hastalık, korumasız güvensiz bir kız çocuğun bedeninden cinsel ihtiyaç olarak yararlanmak ise ayrı bir psikolojik sapkınlık, vicdansızlık. Toplumda milyonlar gibi susmayan, kötülüğün gelişmesini beslemeyen, vicdanını susturmayan,  kötülüğe gözünü kapatmayan, ahlaki kokuşmuşluğu ortaya çıkaran, üç maymunu oynamayan cesur yürek,  bir insan, kadın İclal N.’yi kutluyorum. Diliyorum dua ediyorum ki ayağına taş değmez, tüm dilekleri gerçekleşir. Onun için yaptığım dualarımdan bir tanesi; “birçoğumuzun sorgulanmayan, anlamsız yaşam süresinden alınıp onun yaşam süresine katılmasıdır.”
Güçlü cesur kadınlar yetiştirdikleri çocuklarla toplumu yüceltir. Bütün kadınların içinde var olan cesaretin bulaşıcı özelliği kullanılarak iyiliğin kazanması sağlanabilir.
Nizamettin Biber

Benim Hüzünlü Orospularım

“Büyülü gerçekçilik” akımının en önemli isimlerinden biri olan Yüzyıllık Yalnızlık, Kırmızı Pazartesi ve Kolera Günlerinde Aşk’ın unutulmaz yazarı Kolombiyalı Gabriel Garcia Marquez öldüğünde devasa büyüklükteki binlerce kitabı içeren kütüphanesini gösteren bir video izlemiş, çok etkilenmiştim. Gabriel Garcia Marquez’in 1982 yılında Nobel edebiyat Ödülü’nü aldığını, dünyanın en büyük yazarlarından biri olduğunu bildiğim halde maalesef hiçbir romanını okumamış/okuyamamıştım.

Yazdığı son romanı “Benim Hüzünlü Orospularım” ile de yine dünya kitap dünyasının doruğuna oturmuştu. Eski kitap müzayedesinde bir kaç müzayid arkadaş ile profesör bir arkadaşın önerisi ile söz konusu kitabı aldım, son yılların en güzel aşk romanlarından biri olan bu romanı dün çok kısa sürede okudum. Sonuç olarak Gabriel Garcia Marquez’in bu kadar çok ünlenmesi ve okumayı hak etmesinin sanal olmadığını yakinen tanık olduğumdan dolayı çok mutlu oldum. Kolombiyalı yazar, bu kitapta doksanını bulmuş çok yaşlı bir gazete köşe yazarının ağzından müthiş bir aşk serüvenini, düzeyi düşürmeden aşırılığa kaçmadan dile getiriyordu. Romanda adı geçen yaşlı adama 90.yaş günü için hediye edilen yaşlı Ankara kedisi bile benim açımdan ilgi çekiciydi. İnci Kut'un harika çevirisi ile büyük ustanın kaleminden çıkan etkileyici, büyüleyici bu aşk romanını okursanız keyifle zaman geçirir pişman olmazsınız.
Bu romanda ölümün soluğunu ensesinde hisseden bir adamın hayata bakışında gördüğü tek şeyin “aşk” olduğunu okuyacaksınız.
Nizamettin BİBER

Homo Ekonomik miyiz? Homo Psikolojik miyiz? Homo Taktik miyiz?

Homo, modern insanı ve yakın atalarını içeren hominid cinsine verilen ad olup latince “insan” demektir. Homo sapiens sapiens, modern insana verilen addır. Klasik ve neo-klasik iktisadın temel varsayımı olan “homo ekonomik”, iktisadi yaşamda rasyonel davranan varlık anlamına gelir. Ancak, insan her zaman rasyonel varlık değildir. Bazen davranışı belirleyen ağırlıklı faktör, akıldan ziyade, alışkanlık, taklit ve veya sosyal normlar olabilir. İnsan çıkardan ziyade, iş birliği eğilimi içerisinde toplum yanlısı davranabilir mi? Tek başına “homo ekonomik” insan davranışını tanımlamakta yeterli midir?

Klasik ve neo-klasik iktisadın temel varsayımını oluştan “Homo ekonomik”, başka bir ifade ile bütçe olanakları içerisinde refahını maksimize eden birey anlamında kullanılır. “Homo ekonomik”, fayda maksimizasyonu peşinde koşan birey varsayımına dayandığında, ahlak felsefesindeki karşılığı, sadece kendi çıkarını düşünen egoist ve hedonist birey anlamına mı gelir? Buna karşın, birey, başkalarının refahını (aile, dost, arkadaş) dikkate alır mı? İnsan, sosyal bir varlık olarak ele alındığında alturist; tüm toplumun faydasını esas alan varlık olarak tanımlanabilir mi?
Homo ekonomik”, ontolojik ve metodolojik bireyci yaklaşımla, temelini “laissez faire, laissez passer” (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) ve “minimal devlet” anlayışının oluşturduğu, liberal demokrasi ve liberal devlet modeline yol açmaktadır.
Siyasi ve iktisadi doktrinler temelde davranış teorileridir. Liberalizme insan davranışını inceleyen bir disiplin diyebilir miyiz? Davranış, sosyo-psikolojik varlık olan insanın ürünüdür. Liberal iktisatçıların büyük bir kısmı, insanı rasyonel davranan varlık (homo ekonomik) olarak ele almaktadır. Peki, gerçekten insan “homo ekonomik” midir?
Bu sorunun yanıtı, insanın kişilik oluşumuna bakılarak verilebilir. Kişilik, bireysel tutum ve davranışların üretildiği bilinç ve bilinçdışı süreçleri içeren kendine özgü dinamik bir yapıdır. Bu yapının genetik, kimyasal, duygusal ve travmatik boyutları vardır. Tutum ve davranışlar bu faktörlerin etkisi altında gelişir. Tutumun, bilişsel, duygu ve davranıştan oluşan üç bileşeni vardır. Bunlardan ilk ikisi karşılıklı olarak birbiriyle etkileşim içerisindedir. Davranış ise duygu ve kanıya uygun hareket etme eğilimidir.
Yapılan çalışmalar, bireysel davranışı belirleyen baskın faktörün bazen akıl, bazen alışkanlık, bazen taklit, bazen de sosyal normlar olduğunu göstermektedir. Bu faktörlerin ağırlığı kişi ve olaylara göre de sürekli değişir Bu durum gerçek hayatta davranışın çok boyutlu bir optimizasyonu içerdiğini ve psikolojik süreçlerin fomülasyonunun mümkün olmadığını ortaya koymaktadır. Buradan da insanın “homo ekonomik” değil, aksine ağırlıklı ölçüde “homo psikolojik” olarak tanımlanabileceğini ortaya çıkmaktadır.
İnsanın “homo ekonomik” mi? yoksa “homo politik” mi? olduğu sorusuna ilişkin olarak, bireyin tüketici olarak kendi çıkarı peşinde koştuğunu; ancak toplumsal açıdan meseleleri değerlendirirken kendisini ahlakın koruyucusu olarak gördüğünü; bu nedenle, bireylerin özel tercihleriyle toplumsal tercihlerinin gerektiği gibi örtüşmediğidir. Bu durum, bireysel ve toplumsal değerlerin elma ve armutların toplanması kadar anlamsızdır.
“Homo ekonomik” insan davranışının pek çok özelliğinin anlaşılmasında yarar sağlasa da, moral davranışların tanımında yetersiz kalmaktadır. “Bireylerin zevk almaları ya da gelecekte fayda beklentisiyle başkalarının yararına davrandıkları” yolundaki kuramlarla zenginleştirilerek, moral davranışlarının tanımında işlevsel hale getirilmeye çalışılan bu kavram, ne yazık ki, halen yetersizlik sorununu aşamamaktadır
“Homo ekonomik”, alturizm veya toplumsal fayda kapsamında ele alındığında anlamsal gücünü kaybetmekte, bir yandan da “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ve “minimal devlet” anlayışını temel alan klasik liberal teorilere, diğer yandan da refah devleti modelinden radikal totaliter teorilere kaynaklık etmektedir.
Birey, tek tip davranışa indirgenebilecek bir varlık değildir. Aksine, insan, davranışı üreten bilinç ve bilinçdışı süreçleriyle, kendine özgü kişiliğe sahip bir varlıktır. Bireylerin kendi davranış doğrultusunu belirleyen hayat tarzları ve önyargıları vardır. Hatta tutumlarının neredeyse tamamı büyük ölçüde önyargıdır.
Bireyler, “duyum”, “sezgi”, “düşünce” ve “duygu” işlevlerinin değişik kombinasyonlarını içeren farklı kişiliklerdir. Bu nedenle aynı olguya farklı tepkiler verebilirler. Bireysel davranışı belirleyen ağırlıklı faktör, bazen akıl, bazen alışkanlık bazen taklit ve bazen de sosyal normlardır. Bu nedenle, gerçek hayatta davranışın formüle etmek oldukça zordur.
“Homo ekonomik” ne de alternatif olarak sunulan rasyonel davranış modelleri insan davranışını tanımlamakta zorlanmaktadır. Ekonomik varlıktan ziyade psikolojik varlık olan insanın davranışını belirli bir formülasyon içinde ifade etmek mümkün müdür?
Son tahlilde sizce insan, homo ekonomik mi, homo psikolojik mi, yoksa homo politik midir?
Nizamettin BİBER

14 Ocak 2018 Pazar

Yazmanın Yaratıcılığı

Klasik tanımı ile yaratıcılık, yeni ve bir şekilde değerli bir şey oluşturma olgusudur. Kişinin kendini anlatmasının değişik yollarından biridir. Sanat, bilim, yemek pişirme, dikiş dikme, bahçenin düzenlenmesi, çocuk yetiştirme, resim, yapı yapma gibi yazmada bir yaratıcılık alanımıdır? Yaratma eylemi sınırlar, normlar, moda, teamül, görenek, âdet, gelenek, örf ve törelerin ötesine geçebilmek cesaretine sahip olanların harcı mıdır?

Yaratıcılık, yeni daha iyi eserler ortaya koymayı arkasından sürükler. Peki, klasik anlamının dışında nedir Yaratıcılık? Bu kavram nasıl tanımlanabilir? Yaratıcılık için kesin bir tanımlama yapılabilir mi? Yoksa sadece ortaya konulan ürün özellikleri belirtilerek mi yaratıcılığın ne olduğu anlatılabilir. Yaratıcılık, insanın özündekini en iyi biçimde sunması mı, birikimlerini özüyle birleştirip bir senteze varması mı, yoksa eski veya yeni bir şeye anlam kazandırması mıdır?
Platon, yaratıcılık için yeni bir gerçekliğe yaşam kazandırmaktır, der. Rollo May ise, Yaratıcılığı bilinci yoğunlaşmış kişinin kendi benliği ile karşılaştırması olarak tanımlar. Charles Haanel, yaratıcılık için bizim adımıza çalışan, Akio Morita da, merakın yaratıcılığın anahtar olduğunu söyler.
Yaratıcılığın bir veya birkaç yönünü anlatabilir, ona hayran olabiliriz, ondan biraz da ürker, korkarız. İtici ve yönlendirici gücüne şaşar ama tam da ne olduğunu bilemeyiz. Herkesin dostu olan bu kavramı büyütüp nasıl geliştirebiliriz?
Kimi zaman içimizden geçenler parmaklarımızın ucunda kağıda ya da bilgisayara döküldüğünde, tüm esin perilerinin yüreğimize ve beynimize doluşup yaratıcılığımızı uyandırdığını, onu bileylediğini sanır, bu sanıya kapılıp tatlı bir coşku ile kendimizden geçeriz. Zira uydurularak yazılmış her şey bir yaratıcılık eseri değildir.
Her türlü yazının iyi olması için kapsamlı bir bilgi birikimine, geniş evrensel bir dünya görüşünün yanı sıra yaratıcılığa ihtiyaç vardır. Makale, şiir, deneme, öykü, roman, piyes, tiyatro, senaryo… Yazının hangi türü olursa olsun, yazarın etki alanının büyüklüğü, kuşakları yönlendirmesi yanında yazar, her türlü koşulda gerçeği gözlemleme ve söyleme, ifade etme sorumluluğu taşır. Yazarken alışkanlıklarımız, ön yargılarımız, kör inançlarımız, yanlış bilgilerimiz, stereotiplerimiz bizi sınırlandırır. Bu sınırları aşmak ise yaratıcılığımızı kamçılar. Başlangıçta umutsuz nüvelerin taşıdığı bir eylem olarak yazmaktan vazgeçmemeliyiz. Yazmak için yeterince cesareti, söyleyecek söz bulmalı, aydınlatacak karanlıkları görmeli, zalime karşı durmanın gücünü erdemini taşımalı,  yaratıcılığın mecrasından uzaklaşmamalıyız.
Dogmaları olan, güce tapınan, uşaklık ideolojisine sahip, özgürlüğün tadını bilmeyen, ahlakla ilişkisiz, adalet kantarının doğruluğuna inanmayan, düşüncelerine, ayaklarına, kollarına prangalar, zincirler takanlar bırakın yaratmayı yaşamayı bile beceremez. Hele özgürlüğün tadını almamış özgürlük ile yoğrulmamış kişiler ise atalet içindedir. Böyle edilgen biri, ölünün eylemsizliğinde yaşama sanısı içinde sadece biyolojik varlık, mutlu bir köledir ancak.
Bir çocuk gibi konuşabilmeli, bir deha gibi düşünebilmeli, tanrısal yanımızı geliştirip gün ışığına çıkarmak seçkin bir yazar gibi yazabilmeliyiz. “Hepimizin aynı fikirde olması iyi bir şey değildir. Yaratıcılığı ortaya çıkaran fikir ayrılıklarıdır.” diyor Aldous Huxley
Yaratıcı Yazma, bir anlamda hiçbir çıpaya bağlı olmadan özgürce yazabilmek demektir. En genel anlamıyla duyguları, düşünceleri, izlenimleri, hayalleri ifade etmektir.  Amaç, okuru bilgilendirmek değil, etkilemektir. Yaratıcı Yazma, içinde yüzdüğümüz sıradanlık kültürünün, konsolide olmuş toplulukların ya da kitlesel aidiyetin dışına adım atmamıza olanak sağlar.
Son sözü Osho’ya bırakalım; “Yaratıcılık, her ne yapıyorsan onu sevmektir, ondan keyif almak ve kutlamaktır; sanki varoluşun bir hediyesiymiş gibidir.”
Nizamettin BİBER

11 Ocak 2018 Perşembe

Yazmanın İki Amacı

Bahçelerin, apartmanların duvarlarına, yollara, bazen bir ağacın gövdesine, bazen de otobüslerin, kamyonların arkalarına sevdamızı, düşüncelerimizi, yaşam felsefemizi aşkımızı, sevgimizi ifade eden yazılar, notlar yazarız.

Böylesine bir davranışın arkasında yatan gerçeklik nedir? Bu davranışın isteği ve yanıtı; kişinin yazma işini gerçekleştirdiği, kendince önemli olan durumun zamanını durdurmak, olguyu sabitleştirmek, onun akıp gitmesine ve yokluğa karışmasına, zihinlerden silinmesine engel olmaktır. Kendini o andaki durumunu ifade etmek, başka insanlara da bunu duyurmak, şansı varsa geleceğe aktarmak, dolayısı ile kendinden bir parçanın kalıcı olmasını sağlamaktır. Belki de dünyaya kazık çakmak istemenin yalın isteğidir, yazmak. Her birimiz değişik yollarla bizden dünyaya ve geleceğe bir şey bırakmak isteriz, yani geleceğe bir şeyler bırakarak insanın en çok korktuğu ölüme meydan okuruz, bir anlamda ölümsüzlüğe yelken açarız.
Çocuk sahibi olma isteği, canlıların üreme içgüdüsü geleceğe uzanma, gelecekte yaşama, sonsuzluğa karşı direnme çabaları olsa gerek.
Bu çabalar, yapılan müzikte, çizilen resimde, üretilen yapıda, yetiştirilen kuşaklarda, dikilen fidanlarda, yazılan yazıda, eserde… kendini gösterir.
Bunların dışında bir de insanın yaşadığı ortamı ve dünyasını değiştirme çabasından söz edilebilir. Müzisyen yaptığı müzikle, mühendis inşa ettiği yapı ile politikacı güttüğü politika ile çoğu zamanda mücadele içerisinde sık sık savaşarak gerçekleştirir.
Yazmak, bir anlamda ölüme meydan okumak, gelecekte de yaşamaya devam etmek, dünyaya ve geleceğe kazık çakmaktır. O kazığın kopmadan sıkı sıkı çakılması için, düşünceler yazılır, insanlara aktarılır, dünyayı değiştirmek için çaba gösterilir. Ayrıca, yazmak; insanı mutlu eden, insana içsel zenginlik katan bir çabadır. Yalnızca bu özelliği nedeni ile de yazmaktan vazgeçilmemeye değer.
Yazmanın amaçları için belki abartılı bir değerlendirme yapmış oldum ama olsun.
Ölüme meydan okumak, dünyayı değiştirmek amaçlarınız adına esin pırıltılarını yakalayarak, yeteneklerinizi, birikimlerinizle harmanlayıp MB alanın da okuyuculara sunduğunuz yazım çabalarınızda sizlere sonsuz başarı diliyorum.
Nizamettin BİBER

Ahmet Haşimin Mektubundaki Anadolu

Tarih bilgilerine başvurulduğunda görülecektir ki 1900’lu yıllar her yönü ile zor, sıkıntılı bir dönemdir. 1. Dünya Savaşı devam etmektedir. Rusya’da Bolşevik devrimi olmuştur. Osmanlı Devleti bütün cephelerde ağır kayıplar vermiş, yoksulluk, çaresizlik alıp yürümüştür. Anadolu halkı ıssızlığın ortasında yaşama mücadelesi vermektedir. Salgın hastalıklar, bitmeyen savaşlar, cepheye gidip de dönmeyen yiğitler ve sönen ocaklar, yetimler… Kaderine terk edilmiş Anadolu’da trajik, hazin haller yaşanmaktadır.

Bir toplumun ilerlemesi, gelişmesi kolay olmuyor. Los Angeles’teki Kaliforniya Eyalet Üniversitesi’nde (UCLA) psikoloji ve kültür antropoljisi alanında ders veren, Prof. Robert B.Edgerton’a göre bazı toplumlar gelişme basamaklarında geridir, bazıları ise ileridir. “Bunu kabul etmemek, geri toplumları geride kalmaya mahkûm etmek demektir.” “Hasta Toplumlar” kitabında ise “Hasta toplumlar, kendi bireylerine o kadar acı verirler ki, birey o toplumdan kaçmak ister.”
Ulusal önderimiz Atatürk kendi yaşadığı toplumun çağdaş toplumlardan daha geri hatta hasta olduğunu kabul ediyordu. 1884’te Bağdat’ta doğan ve çocukluğu Bağdat’ta geçen, öğretmenlik yapmış, maliyede çalışmış, Avrupa’yı tanıyan1933’te İstanbul’da yaşamını yitiren şair Ahmet Haşim’in, 3 Eylül 1919 da Anadolu’nun içler acısı halini anlatan mektubu Cumhuriyet’in ve Türk Kurtuluş Savaşı’nın hangi koşullar altında başlatıldığını ve sürdürüldüğünü anlamak adına önemli tarihi bir vesikadır. Ahmet Haşim’in, Demokrat Partinin kurucularından ve ilk savunma Bakanı Manisa milletvekili Refik Şevket beye yazıp gönderdiği mektuptan…
“Sevgili Refik,..
Yirmi gün süren ve nice bağ ve bahçe safalarına rağmen ruhumda hiçbir hakikî lezzetin hatırasını bırakmayan bu devrenin sonunda bu ikinci mektubu gene Niğde’den yazıyorum…
en zenginlerinin evinde geçirilen bir gecenin sabahında, nefis bir yemek diye sofraya getirilen suyla pişmiş uğursuz bir fasulyanın barsaklarda sebep olduğu gazlar ve ıstıraplar ile uyanılıp da anlaşıldığı zaman, bu akılsız kardeşlerin maksatsız hayatına, boşa giden üstün gayretle çalışmalarına karşı derin bir elem duymamak mümkün değildir. Refik; Ankara’da, Almanya imparatorunun Anadolu hastalıklarını tetkik etmek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli ileri gelenleriyle görüştüm. Bunlar, bir seneden beri her gelen hastayı ücretsiz muayene etmek ve mümkün olduğu kadar incelemelerini sıhhatli kişiler üzerinde (mektep talebesi gibi) yapmak suretiyle şunu anlamışlardır ki, Anadolu Türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. cinsi, yakın bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi neymiş bilir misin? Beslenme eksikliği. Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı. İstisnasız nakil araçları kağnıdır. Ellerinde esir olan öküzler ve bu türden hayvanlar için en zalim düşüncelerin bile icâdından aciz kalabileceği -bununla beraber ağır, dar ve maksada gayr-ı salih bu âlet- hiç şüphe yok ki, taş devri keşfi ve aletlerindendir. Kağnı bir araba değil, fakat, hayvana yapışıp onun hayat unsurlarına hortumunu sokan ve bu suretle kanını ve canını çeken bir canavardır. Uzaktan görüldüğü zaman heyet-i umumiyesiyle bir arabadan ziyade büyük ve korkunç bir karafatma hissini veren tarihe âşina bir göz için üzerindeki uzun değneği ve ayakta duran arabacısıyla dara ve keyhüsrev devirlerine ait taşlar üstünde çizilmiş ilkel arabaları hatırlatan bu kağnıların boyunduruğu altında masum hayvanların çektiği azabı gördükçe, onu sevk eden sakin köylünün insanlar gibi bir ruhu olup olmadığından şüphe ettim.
Anadoluluların becerikliliği ancak öküz tezeğini kullanmakta ve onu kullanılmaya uygun bir hâle sokmak için buldukları çarelerin çeşitliliğinde görülür. Tezeğin bu adamlar nezdindeki kıymeti hayret vericidir. sürüler meraya çıkarken veyahut akşam şehre girerken kadın ve çocuk, gözleri nurlu bir noktaya cezp edilmiş gibi, öküz kıçlarından bir saniye dikkatlerini ayırmayarak ve yüzlerce rakipten geri kalmak korkusuyla seri adamlarla koşarak, öküz götünden düşen en ufak bok parçasını toplamak üzere dirseklerine kadar bulaşık elleri ve hırstan gözbebekleri fırlamış gözleriyle yere kapanırlar. Bu boklar toplanır, sepetlere doldurulur, evlere cem ettirilir ve nihayet bir altın mayası yoğurur gibi, altın gerdanlıklı genç kadınlar beyaz kollarıyla onu yoğururlar ve muntazam yuvarlaklar hâline koyup kurumak üzere duvara yapıştırırlar. Anadolu’nun duvarları bu öküz pislikleriyle sıvalıdır. bütün havalarında o hoş koku solunur. Yemekleri, sütleri, ekmekleri hep tezek dumanının kokusuyla ele alınmaz bir hâldedir…
Evlerine gelince, onlar da öyle: Duvarlar yontulmamış alelâde taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi, gelişigüzel dizilmesinden hasıl olmuştur. Baca nedir, bilir misin? Dibi kırık bir testi. …
Anadolu, külliyen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celâl’in dediği gibi en nefis bir icatları olan yoğurt bile pislik mahsulünden başka bir şey değildir…
Anadolu, hemen bir uçtan bir uca firengilidir. Anadoluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, şehrin kalabalığında o kadar topal, topalların o kadar çeşitlisi, o kadar cüce, kambur, kör ve çolak görülür ki, insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum zanneder... Refik. Anadolular hakkında sana daha çok yazacak şeyler varsa da mektuba gülünç bir makale süsü vermemek için bu konuyu burada kesiyorum...”
Bu gözlemlerin ortaya koyduğu Anadolu’nun, taş devrinden kalmış, orta çağ koşullarına indirgenmiş, geri kalmış o düzeye itilmiş bir toplum olduğudur. Osmanlının son iki yüz yılı için buna benzer nice gözlemler vardır. Hatta bizzat III.Mustafa ve III. Selim ve II.Mahmud gibi padişahlar bunları dile getirmiştir. Haşim’in mektubunda ifade edilen Anadolu gerçeklerini inkar edenler ya tarih cahilidir ya da art niyetlidir.
Nizamettin BİBER

7 Ocak 2018 Pazar

Bilim Bilim Olalı...

Bilim, evrenin ya da olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, türlü duygusal yaşamların mantıkça bir örnek düşünce dizgesine uydurulması için gösterilen çabalara verilen addır.

Bertrand Russell’e göre bilim: “Gözlem ve gözleme dayalı akıl yürütme yoluyla önce dünyaya ilişkin olguları, sonra bu olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabasıdır.” Albert Einstein’e göre ise bilim: “Her türlü düzenden yoksun duyu verileri (algılar) ile mantıksal olarak düzenli düşünce arasında uygunluk sağlama çabasıdır.”
İ.Ü. Deniz Bilimleri Fakültesinden Öğretim Üyesi Dr. Yavuz Örnek, TRT 1’de yayınlanan Pelin Çift’in sunduğu Öteki Gündem programına İbn Haldun Üniversitesinden Dinler Tarihi konusunda uzman olan Prof. Dr. Ömer Faruk Harman ile birlikte katıldı. Pelin Çift’in sunduğu Öteki Gündem programında Konu “Nuh Tufanı” idi. Programa Öğretim Üyesi Dr. Yavuz Örnek'in iddiaları damgasını vurdu.
Dr. Yavuz Örnek, konuşmasında Nuh Tufanı esnasında Hz. Nuh’un kendisine inanmayarak gemiye binmeyen oğlunu ikna etmek için cep telefonu ile görüştüğünü savundu. Örnek, ayrıca 10 bin yıl önce o dönemde Hz. Nuh’un 400 metrelik dalgalara dayanan çelik levhalardan yapılmış bir gemi inşa ettiğini ve bu geminin nükleer enerji kullandığını söyledi. İddialarının hep bilimsel kanıtlara dayandığını belirten Örnek soru üzerine bunları açıklamakta zorluk çekti.
Dr. Yavuz Örnek ayrıca Nuh’un oğlunun uçan bir cisim kullandığını, Hz. İsa’nın 2000 yıl önce değil 2 bin 300 yıl önce doğduğunu, Nuh Tufanının bölgesel değil tüm dünyada gerçekleştiğini, gemiye canlı hayvan alınmadığı, Hz. Nuh’un döllenmiş bir dişi bir erkek yumurta sipariş ettiğini ve siparişlerin o dönemde Amerika’dan, Fransa’dan Hz. Nuh’a yollandığını belirtti.
Aynı programda Arapça ile ilgili ‘C’ ve ‘G’ sorunu da yaşadı. Yavuz Örnek’in çok iddialı konuşması üzerine Pelin Çift ve Prof. Dr. Ömer Faruk Harman oldukça şaşırdı. Pelin Çift’in düzeltme çalışmalarını da “ben bilim adamıyım bilim adına konuşuyorum” diye engellemesi ise ilginçti.
Bilim; hiç bir ırkın, etnisitenin, milliyetin, cinsiyetin, sınıfın, statünün, inancın, inançsızlığın,  bilinmezciliğin, ideolojinin malı değildir. Kişinin kendi iddiasını desteklemek için bükebileceği bir şey hiç değildir. Asla değişmeyeceği ve degiştirilemiyecegi düşünülen görüş veya görüşler bütünü değildir. Belli bir konuda ileri sürülen bir görüşün, sorgulanamaz, tartışılamaz gerçek olarak kabul edilmesi değildir. İtiraz edilemeyen önerme de değildir. Bilim sorgulanamaz yanlışlanamaz da değildir. Hurafe değildir. Hamaset alanı değildir. Siyaset malzemesi değildir. Tarihin ve inancın doğrulanma aracı değildir. Böbürlenme alanı değildir.
Bilim, bir sanat türü veya teknoloji değildir. Bilim, mutlak doğru, gerçeğin ta kendisi veya kesinlik değildir. Bilim insanları “gerçeği” aramakta ve test etmekte olduklarını kabul etseler de, gerçekleri “üretmez” veya bilmezler. Bilim, daha çok bağırılarak veya şiddet uygulanarak savunulacak bir dava değildir. Bilim adamları tezler, teoriler önerir ve bunların doğruluğu veya yanlışlığını sınarlar. Sınanmış veya doğrulanmış teorilerin yanlış veya eksik yönlerini bulmaya çalışır. Bilim insanı, Newton gibi yerçekimi, Einstein gibi görelilik, Darwin gibi doğal seçim ve evrim teorisi gibi teoriler öne sürer.
Bilim bir din veya inanış değildir. Bilim, masal, efsane ve hamaset öyküsü değildir. Bilim yapma hiçbir zümrenin tekelinde değildir. Bilim kavga etme aracı değil gerçeklerin, doğruların aranıp bulunduğu insanlığın diğer canlılardan farklılaşıp uygarlaştığı tek yoldur.
400 metre dalgalar, buna dayanan çelik kafesli gemiler şeklindeki fantastik kurguları anlamakta ufkum yetmiyor, hafsalam almıyor ama yine de merak ettim; Nuh Tufanı esnasında Hz. Nuh’un oğlu ile yaptığı görüşmede hangi cep telefonu hattı kullanılmış, hat kontörlü mü yoksa faturalı mı imiş, görüşmede kaç kontör harcanmış? Şaka bir yana Bilimsel düşüncenin kanıtı, deney veya gözlemlerle elde edilen gerçeklerdir.
İnsanlık, bugünkü gelişmiş refahını bilime borçludur. Tarih boyunca birçok bilim insanı bilim adına canından olmuş ve nice acılar yaşamıştır. Ancak; bilim bilim olalı TRT1’de yayınlanan Pelin Çift’in sunduğu Öteki Gündem programında gördüğü zulüm kadar zülüm görmemiştir.
Nizamettin Biber

Okumak ve Teknikleri

Yazılı hale getirilmiş bir metni, harfleri tanıyarak ve sessizce, gözle çözümleyerek anlamak ya da aynı zamanda seslere çevirmek, okumak olarak biliniyor. Kelimeleri tanıdığımızda, yeni kelimelerin anlamlarını çözdüğümüzde, kelimelerin anlamlarını anladığımızda, kelimelerin birbirleriyle ilişkilerini kavradığımızda, okuma konusunda ustalaştığımızı ve artık öğrenecek bir şeyimizin kalmadığını sanabiliriz. Tamam, bu durum bir bakıma doğrudur. Okuduğumuz metinlerin çoğunu, bazı teknik metinleri ise sözlük kullanarak pekâlâ anlayabiliriz.

Ama okuma eylemi yine de daha kapsamlı ve karmaşık bir eylemdir. İstenilen sonucu elde edebilmek için göz ve beyin arasında dikkatli, özenli bir işbirliği gerekir. Yani basılı olan harflerin anlattığı düşüncelerin tamamen kavranması şarttır. Ayrıca okuma amaçlarımız da farklılık gösterir. Bir şiir okuyorsak, edebi anlamın yanı sıra, seslerle, kafiyelerle ve kelimelerin çağrışımları ile de ilgileniriz. Eğer gazetede bir futbol maçı hakkında bir yazı okuyorsak, öncelikle maçın kaç kaç bittiğini ve gollerin kimin attığı bilgilerini almak isteriz. Eğer okuduğumuz işle ilgili bir raporsa raporun içerdiği bilgileri, ileri sürülen düşünceleri ve yapılması gereken işleri bilmek isteriz. Okuduğumuz, anı, öykü veya romansa sonucunu merak eder, okumaya heyecanla devam ederiz.
Bu örneklerin her birinde okuma yaklaşımı farklıdır. Ancak, değişik okuma tekniklerine alışık olmak son derece önemlidir. İlgili yazının uzunluğu, zorluğu ve konusuna göre doğru tekniğin seçilmesi gerekmektedir. Bu önemli iletişim becerisinde ustalaşamazsak, yazarın aktarmaya çalıştığı şeyi tam anlamıyla anlamamız zorlaşacak, ayrıca okumak işi gereğinden fazla uzun zaman alacaktır.
İşimizin çok fazla okumayı gerektirmeyeceğini zannedebiliriz. Ancak yazıda iletişim, gönderen kişinin yazmak için derleyeceği bilgileri okuma yeteneğine, alıcının da metni okuyup ta anlama yeteneğine bağlıdır. Bu anlamda sağlıklı bir iletişim olması için yazılı kelimelerin doğru seçilmesi gerekmektedir.
Okuma Çeşitleri;
1-Tarama: Belli bir detayı bulmak için metnin hızla okunması “tarama” olarak bilinir. Bir metni taramak için metne baştan sona hızla göz gezdirmek, bulmak istediğimiz bilgiyle ilgili anahtar kelimeleri yakalamaya çalışırız. Bu işlem kalabalık bir park yerinde kendi arabamızı ya da bir grup insan içinde yakın akrabamıza bakınmaya benzer. Tarama işlemi genelde adres defterinde ya telefon rehberinde belli bir ismi ararken ya da sözlükte kelime ararken kullanılır. İş hayatında ise karşımıza çıkacak pek çok basılı materyal, örneğin uzun raporların ana fikri taranarak okunup zaman kazanılır.  
2-Gözden geçirme: anlatılanlar hakkında genel bir bilgi edinmek için metnin hızlı bir biçimde okunmasıdır. Bir kitap ya da yazının detaylı olarak okunması gerekip gerekmediğini karar verirken veya bir toplantıya katılmadan önce bir rapor ya da mektubu okurken bu yöntemi uygulayabiliriz. Parmağımızı sayfanın ortasına koyup satır satır aşağı kaydırarak ya da gözler sağa sola hareket ettirmek birinci yöntem, ikinci yöntem ise satırların sırayla kâğıt veya zarfa kapatılarak perdeleme tekniğidir. Bu okuma yönteminde geriye dönülmez ve yazıya konsantrasyon yüksek olur.
3-Detaylı okuma: Bir raporu incelerken ya da ders kitabını okurken, gözden geçirme metodundan daha yavaş okumalıyız. Ancak yazının bütün fikrini anlayabilmek için tek tek kelimeler yerine cümleler üzerinde yoğunlaşmalıyız. Okurken kendimize sorular sorarız. Bu cümle son paragrafta sözü geçen görüşü ne şekilde geliştiriyor? Bu bölümün ana fikri nedir? Bunu yapmak hem motivasyonumuzu artırır hem de yazanın söylemek istedikleri hakkında net fikir geliştirmemizi sağlar. İş hayatında çok önemli evraklar bu şekilde okunur. Diğer yandan, araştırma geliştirme, uzman kurum, rakip şirketlerin raporları, ekonomi ile yazıları, bankaların yayınladığı görüşleri, mali projeleri, devlet sözcülerinin yazılı açıklamalarını detayları okuruz.
Okurken, gerçek ile kişisel görüş arasındaki farkı anlamalı ve buna özen göstermeliyiz. Özellikle bir yazıda düşünceye ait bir kanıtın varlığını aramalıyız. Kanıt referanslarının, kaynakların güvenirliğine dikkat etmeliyiz. Metinde anlatılan olaylar genelde gerçek olarak kabul edilebilir; nedenler, yorumlar ve sonuçlar kişisel görüşe girer.
Tarama, gözden geçirme, detaylı okuma bilgi sahibi olmamızı kolaylaştıran yöntemlerdir. Hangi yöntemi kullanacağımız, metnin uzunluğuna, zorluğuna ve konusuna bağlıdır.
Farklı amaçlar için üç yöntemin ve diğer tekniklerin bir arada kullanımı en uygun olanıdır. Bütün bilgileri elde etmek için metni baştan sonuna kadar okuma yöntemi ise “çözümsel okuma” olarak adlandırılır.
İş hayatımızdaki bir konuda araştırma yapmak için, ihtiyaç duyduğumuz, okuduğunuzda mutlu olacağımız kitapları, çeşitli raporları ve diğer belgeleri anlamak için, bilimsel yazı yazmak için kaynak araştırması yapmak için, “çözümsel okuma” yöntemi kullanılabilir. Blogların okunmasında da bu yöntem kullanılmalıdır.
Yazıyorsak bilmeliyiz!, inanıyorsak anlamalıyız!, okuyorsak düşünmeliyiz!
“Okumadan geçen üç günden sonra, konuşma tadını kaybeder.” William Shakespeare
Nizamettin Biber