30 Eylül 2017 Cumartesi

Kullanıcı İmam

Yazıya, Cicero’nun o ünlü sözü ile başlamak istiyorum “Toplumlar parasızlıktan değil, ahlaksızlıktan çökerler.” Ülke olarak uyuşturucu ile ilgili korkunç verilere sahibiz. madde bağımlısı tedavisi görenlerin sayısı 1,5 milyona yakın. Uyuşturucu yaşının 10’a düştüğünü de söylemek gerekir.

Geçen yıl Aralık ayında Antalya’da canlı bomba ihbarı üzerine durdurulan bir araçta yapılan aramada 9 kilo esrar ele geçirilmişti. Aracı kullanan cami imamının görev yaptığı Hisarçandır Mahallesi’ndeki iki ayrı yerde, 29 kilo daha esrar maddesi ele geçirildi. 8 Bakanlıktan daha fazla bütçesi olan bir Başkanlığın mensubu imam almış olduğu toplam 4.000 TL’ye yakın maaşı yetmiyor ki esrar işine girmiş. 38 kg esrar ile yakalanan İmam Söz konusu uyuşturucuların A.A’ya ait olduğunu iddia ederek, kendisinin “kullanıcı” olduğunu savundu. İmamın beyanı üzerine gözaltına alınan Aslanbay ise iftira atıldığını iddia etti. İmam ile aralarında husumet olduğunu ileri süren A., uyuşturucuyla ilgisi olmadığını öne sürdü. Tutuklanan iki şüpheli hakkında uyuşturucu ticareti suçundan Antalya 5’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı. Mahkemede etkin pişmanlıktan yararlanan imama 5 yıl 5 ay hapis cezası ile 10 bin lira adli para cezası verildi. A.A. ise 10 yıl 10 ay hapse mahkum edildi.
Yaptığım araştırmaya göre Türkçede ot, cigaralık, derman, tek/çift kâğıtlı, gogo, üçlü gibi adlarla ifade edilen esrarın bir cigaralık sarımında 8 gram esrar kullanılmaktadır. Kullanıcı olduğunu iddia ettiği imamın yakalandığı 38 kg esrar ile tam tamına 38.000 gr. /8 gr. =4750 cigaralık çıkmaktadır. 
Günlük kaç adet içeceğine bağlı olarak örneğin 3 adet cigaralık içen biri için 38 kg esrar miktarı 13 yıla tekabül etmektedir. Tabii İmamın dediğini yap, yaptığını yapma özdeyişini tekrarlamak gerekir. Yaptığınız iş sizi kötülüklerden ve ahlaksızlıktan korumaz ve iyi insan yapmaz. Öncelikle, ahlaklı ve iyi insan olmak şarttır.
Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Konya’da kıldırdığı namazda özellikle gençlere seslenerek; “140 karakterlik lüzumsuz sözlerden, ifade ve yazılardan uzak durun.” Şeklinde vaaz vereceğine, cuma hutbesinden, Ulusal Önderimize yönelik olarak nerede bir Atatürk hayranı varsa o kişi veledi zinadır diyen Konya’nın İçle İmamına, biri resmi nikâhlı iki eşi ve 6 çocuğu olan 60 yaşındaki Y.Y.’nin Konya Selçuklu’da uzun yıllar imamlık yaptıktan sonra emekli olduktan sonra gönüllü müezzinlik yaptığı camide yardıma muhtaç kadınlarla para karşılığında ilişkiye girdiği ve bu nedenle Camiden uzaklaştırıldığını kabul eden “Bir şey söylemek istemiyorum. Uzaklaştırıldım, 1 aydır camiye girmiyorum. Şimdi Umre’ye gideceğim, bunlarla kafamı meşkul etmek istemiyorum” şeklinde konuşan imamımsı tiplere bakmalı diye düşünüyorum.
Gelelim esrar işine bende sigara tiryakisiydim, sigarayı 2004’te bıraktım siz 10 yıllara yetecek sigara stoğu yapan birine rast geldiniz mi? Yemende Müslümanların ‘gat’ adı verilen uyuşturucu bir otu sakız gibi kullandıkları biliniyor. İlber Ortaylı katıldığı TV programında Padişahların bazılarının hem içki hem de esrar içtiğini söylemişti. Tüm bunlardan sonra Diyanet İşleri Başkanlığının esrar ottur günah değildir açıklamasını beklemiyoruz ama en azından esrar kullanımı, ticareti ve fuhuş hakkında Başkanlık çalışanlarını uyarmasını ayrıca Ulus devletimizi borçlu olduğumuz,  Ulusal önderimiz, bu ülkenin birleştirici gücü, yüzyılın dehası Atatürk’ün aziz hatırasına yönelik imamların söylemlerinin zapturapt (disiplin) altına alması gerekmektedir.
Ahlağın yerleşmesi ve toplumsal birlik için çaba göstermesi gereken İmam-Hatipler; toplumsal boşluklardan yararlanarak kendilerine ticari çıkar sağlayıp rant ve hedonist arzular peşine koşacaklarına, Ulusal birleştirici gücümüz olan Ulusal önderimize saldıracaklarına, Diyanet İşleri Başkanlığı Görev ve Çalışma Yönergesi’nin 107. Maddesinde belirlenen görevlerini yerine getirmelidir.
Nizamettin BİBER

Toplumsal Yozlaşma

Toplumda yaygınlaşan ve yozlaşmaya katkıda bulunan önemli nedenlerden birisi, çağdaş toplumu oluşturan hukuki yasal süreç ve kuralların ciddiye alınmayışıdır. Bunun arkasında ise iki tarihsel olgu yatar. İlki geçmişte ülke olarak sık sık karşılaştığımız askeri darbelerdir. Askeri darbeler, anayasa ve hukuka rağmen, ülkedeki siyasal, dini ve askeri güçlerin dış güçler eli ile işbirliği sonucu iktidarın zorla ele geçirilmesidir. Her darbe, bir anlamda siyasi ahlaksızlığın en somut biçimini oluşturur. Darbecilerin bol bol siyasal ahlak dersi vermeleri ise Friedrich Nietzsche’nin “Kim namus ve ahlak şövalyeliği yapıyorsa, bilin ki en namussuzu o’dur.” Sözüne uygun olarak bu durumu kamufle etme çabasından başka bir şey değildir. Hukuk, yasa, siyasal süreçler ve kurumlar her darbeden sonra ağır yara alır yıkılır, tekrar onarılmaları ve yaşama geçmeleri uzun zamanı ve çabayı gerektirir.

Darbeden sonra en önemli İkinci yozlaşma nedeni ise, şiddetini gittikçe artıran bir “yeni liberalizm” eğilimidir. Oportünizm, pragmatizm tavan yapmış, liberalizm eğilimi, batıda kamu oranı %30-40 bandında iken ülkemizde “devleti küçültme” iddiası ile ortaya çıkmıştır. Fakat uygulamaları ile devleti tahrip etmeye dönüşmüştür. Hukuk, kural, düzen, bürokrasi… gibi kavramlar, bu anlayışın gözünde onların daha fazla kar etmesini engelleyen gereksiz şeylerdir. Liberalizmde hayatta tek ve en önemli şey, köşe dönmek zenginleşmek, bireysel varlığı artırmak olarak görülmektedir. Toplumsal sorumluluklar, özgecilik (başkalarının iyiliğine çalışmayı yaşam ve ahlak ilkesi yapan görüş), estetik değerler, felsefi amaçlar, bu yeni anlayışta, yersiz, gereksiz yerde ve çocukça anlamsız hedefler olarak değerlendirilir. Yeni liberalizmin bu anlayışı, toplumumuza ve toplumlara derin, ağır darbeler vurmuştur. Bu sistemin varlığında yolsuzluk başarı, dürüstlük ise aptallık olarak algılanır olmuştur.
Yeni liberalizmin toplumda bu kadar etkili oluşunun gerisinde ise, kapitalizmin gelişmesindeki dengesizlik yatmaktadır. Özelde özellikle 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, ülkemizde hemen her alanda etkinliğini artıran kapitalist sınıf karşısında denge sağlayacak hiçbir güç kalmamıştır. Devletin yönetim kademeleri kapitalist sınıfın yanında yer aldığı gibi, aydınların, özellikle ülkemizde sürüsüne bereket ahlaki zafiyet içerisindeki liberal aydınların büyük bir kısmı kapitalist sınıfın yanında yer almıştır. Toplumun en önemli dinamikleri sayılan, İşçiler ve sendikalar susturulmuştur. Siyasal partiler ve basın, kapitalist sınıfın doğrudan kullandığı aracılar haline getirilmiştir. Sosyolojik olarak büyük bir güç yoğunlaşmasının yozlaşmaya yol açmaması olası değildir. Lord Acton’un “Güç yozlaştırır, mutlak güç ise mutlak olarak yozlaştırır.” sözünün doğruluğu adeta kanıtlanır olmuştur.
Bu olgularla çakışan hızlı ekonomik değişim, kentleşme, değer yargılarının erozyonu, artan bireyselleşmenin “sorumlu yurttaşlık” olarak değil, kaba bencillik olarak ortaya çıkması… sonucunda, siyasal yozlaşmanın ve yolsuzlukların gündelik olaylara dönüşmesine neden olmuştur.
Sivil toplumun örgütlenmesi, meslek örgütlerinin, sendikaların ve kooperatiflerin aktif birer toplumsal unsur olarak yaşama girmesi, dünyadaki tüm ülkelerde siyasal yozlaşmaya karşı alınacak en sağlam önlemler olarak görünmektedir.
Bu konularda iyileştirme yapılmadan siyasal ahlakta düzelme beklemek, ham bir hayaldir. Unutmamalıdır ki siyaset, toplumdaki çeşitli çıkarların, görüş ve eğilimlerin kesiştiği noktada alınan kararlardan ve yapılan uygulamalardan oluşur. Bu kesişme noktasında etkili olan güçler ne kadar yaygınlaşırsa, katılım ve denetim o kadar artacak, “mutlak gücün” yozlaştırma olasılığı da azalacaktır. Ayrıca, sosyal adaletin tesisi de toplumun yozlaşmasının önüne kurulmuş önemli bir settir.
Tüketim toplumunun ahlaki anlamda yozlaşmaması için dini değerlerin ön plana çıkarılması ise komik bir tutum. Yozlaşmanın arka planında yatan etkenler, inanç, dini değerler değil, toplumsal sahada değişen maddi değerler bütünü ve aklın ön plana çıkarılmadığı eğitim biçimidir.
Toplumsal yozlaşma, siyasilerin, bürokratların, çıkar gruplarının, seçmenlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde açığa çıkan bir sonuç.  Yozlaşmanın bir aşama sonrası ise çürümedir. Kuşkusuz yozlaşmayla mücadelede “halk desteği” son derece önemlidir. Her daim ezilen, yok sayılan, önemsenmeyen, iktidar ve muhalefet tarafından seçim zamanı hatırlanan insan topluluğu olan  “halk”ın tutumu yozlaşmanın hem ilacı ve zehiri durumundadır.
Bu koşullarda ise birbirimizin söylediklerine, yazdıklarına katılmasak bile bunları yazma, söyleme hakkını, özgürlüğünü sonuna kadar savunuyor olmamız, çok önemlidir.
Nizamettin Biber

25 Eylül 2017 Pazartesi

Şerif Mardin Vefat Etmiş!

Bu blog yazısı, geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden bir Şerif Mardin irdeleme yazısıdır!

Mardinizâde olarak bilinen sülaleden gelen Şerif Mardin, II. Abdülhamit’in veziri Halil Şerif Paşa’nın kızı Şerife Leyla’nın torunudur. Eğitimini ABD’de alır, 1957 yılında DP milletvekillerinin kurduğu Hürriyet Partisi'nin Eskişehir milletvekili adayı olarak seçimlere girer, kazanamaz.
1994 yılında yeniden siyasete ilgi gösterir ve YDH tecrübesinde, Cem Boyner, Asaf Savaş Akat, Kemal Derviş, Mehmet Altan, Cengiz Çandar, Hüseyin Ergun gibi isimlerle birlikte olur. Yine başarısızdır. 1958'de Stanford Üniversitesi’nde yaptığı, “Jöntürkler'in Siyasi Fikirleri” çalışmasıyla doktora kazanan Mardin ABD ile dirsek temasını Harvard ve Princeton gibi üniversitelerde asistanlık yaparak sürdürür. Türkiye’ye döndükten sonra çeşitli üniversitelerde öğretim görevlisi olarak çalışır.
1960'larda merkezde bulunan siyasi düşün yapısına sahip olan Mardin, 1970'lerde daha muhalif bir çizgiye kayar. Aslı 1989'da ABD’de yayınlanan; Türkçe tercümesinin ise 2007 Kasımında yayınlanan “Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişme: Bediüzzaman Said Nursî Olayı” adlı kitabıyla "sosyolojik" çözümleme yaptığını iddia eder, Kürt Teali cemiyeti kurucusu Said-i Nursi'yi kitabında öve öve bitiremez.
Kemalizm’e saldıran Şerif Mardin kitabında Risale-i Nur’u açıklar ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin belki de en önemli kişisi olarak Nursi’yi gösterir ve toplumun yönlendirici aydını olarak tanıtır, onu eşsiz bilim adamı kimliğine kavuşturur, ona tüm felsefi, fenni, teknik kitapları okutturur.Aynı Şerif Mardin “İdeoloji” adlı kitabında ise Said-i Nursi’nin varlığını Kemalizm'in yetersizliğinden doğduğunu ima eder.
Bir süre önce yaptığı açıklamasında, "dinin bir toplumu anlamak için en önemli öğe olduğunu, dolayısıyla tarikatların da o kadar önemli olduğunu, Nakşibendiliği ya da Nurculuğu anlamayanların Türkiye'yi anlayamayacağını düşündüğünü" dile getirir.
Şerif Mardin, Türkiye Bilimler Akademisi'ne üye olmak ister, daha önce de iki kez reddedilen Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) üyelik başvurusu üçüncü kere reddedilmiş bir isimdir! TÜBA’ya onu Erdal İnönü önerir. Prof Ayhan Çavdar başkanlığındaki akademi onu yetersiz bularak kabul etmez. Sözde bilimsel yapıtı yaratan Mardin, Bilderberg üyesidir.
Türk modernleşmesi üzerine yazdığı eserleriyle saygın bir yer edinmesine rağmen, cumhuriyet modernizmine zihinsel mesafesi olan, aynı dili konuştuğu çevreler tarafından lanetlenmiş, farklı dili konuştuğu çevreler tarafından yüceltilmiş biridir. Bir “muhafazakâr-modernist” olarak Mardin’in akademik ömrü, Osmanlı ve Cumhuriyet modernleşmesinin pozitivist jakoben karakterinin eleştirel çözümlemesi ve bunun karşısında bir “kültürel parametre” olarak değerlendirdiği dinin durumunu anlama çabasıyla geçer. İşte bu çaba, onu aynen kendisi gibi modern ve seküler olan akademik meslektaşları tarafından dışlanan; Cumhuriyet modernleşmesine kültürel bir içgüdüyle direnen gelenekçi-mutaassıp kamuoyu tarafından da içselleştirilmeye çalışılan bir figür haline getirir.
Bu çerçeveden, Mardin’in tüm çalışmalarının Türkiye’de laik Cumhuriyet karşıtı hareketliliklerin (“yobazlığın”, “gericiliğin”) meşrulaşmasına, hatta dinbazlığının konsolidasyonuna büyük katkı yaptığı ileri sürülebilir. Fakat yine çok ilginçtir ki Şerif Mardin’in onca çalışmasında kayda değer kuramsal ve kavramsal bir içerik yoktur, onu herkesçe tanınır-bilinir (popüler) hale getiren “mahalle baskısı” deyimidir. Bu deyim, söylendiği konjonktürel zamanlama  açısından anlam bulur.
Kaderin garip bir cilvesi! Mardin, Kemalist modernleşmenin sıkı bir eleştirmeni niteliği ile akademik ün kazandıysa da söylediği “mahalle baskısı deyimi” iktidar aracılığı ile yaşanan muhafazakârlaşmanın “yumuşak başlı” bir eleştirmeni olarak toplumun zihninde yer eder, “popüler” üne sahip olur. Evet, Mardin Kemalizm’e eleştireldir aynı zamanda Atatürk’ü içerisinde yer aldığı hâl ve şartlar bağlamında tarihsel bir kişilik olarak değerlendirir. Mardin’e göre, “Nurculuk”, Cumhuriyet’in başaramadığını iddia ettiği birey-devlet bütünleşmesini gerçekleştiren bir araçtır.
Ünlü Osmanlı tarihçisi Prof. Kemal Karpat, yeni çıkan ve hayatı boyunca tanıştığı önemli kişilerin portrelerini içeren “Bir Ömrün İnsanları” kitabında sosyolog ve siyaset bilimci Şerif Mardin için “Şerif'in entelektüel hayatı ve çalışmaları geniş çapta onun sınıfsal değerlerinden ve kişisel bunalımlarından, yani toplumun bir parçası olmak istemesinden ve bunu başaramamasından kaynaklanır" ifadesini kullanır. Karpat, “Şerif Mardin halktan uzak, halkın parçası olmayı özleyen ancak mensubu olduğu sınıfın kültüründen ve tutumundan ayrılamayarak halk ile bütünleşmemiş, bütünleşememiş biri.”
Mülkiye yıllarında, Mardin Forum dergisinde Menderesin otoritarzmini eleştirirken öğrencilerin gözünde kahraman olur, yaşanan Mayıs-68 sonrasında SBF artık eski SBF değildir ve Asistan Mardin de öğrencilerin kahramanı olmaktan çıkmıştır. Sorduğu soruların yönlendirici niteliği yüzünden bir kez sınavı dahi boykot edilir. Mülkiye’den ayrılmasının nedenlerinden biri de bu olmuştur. Mardin, Mülkiye’yi terk eder; Boğaziçi Üniversitesi’ne geçer ve akademik hayatının belki daha az şanlı, fakat kesinlikle daha ünlü safhası başlar.
Liberalizmin yükseliş yıllarıdır; Mardin bu yıllarda Cem Boyner’in YDP’sinde öncülük yapmaktan kaçınmaz. Kendi çizgisi açısından tutarlı bir davranıştır; hareket fiyaskoyla bitse bile, fikirleri uğruna riskli angajmanlara girebileceğinin bir örneğini vermiş olur.
Ülkemizde 2. Meşrutiyet ve onu izleyen 31 Mart ayaklanmasından beri din ve şeriatçılık daima gündemde olmuştur. Ahrar Fırkası’ndan itibaren, aslında İslamcı olmayan, hatta bazı durumlarda dindar bile sayılamayacak düşünce ve siyaset adamları da bu muhafazakâr akımları desteklemiştir. Bazen samimi bir özgürlük aşkıyla, daha çok da maslahat ve çıkar hesaplarıyla. 1909’da Hareket Ordusu tarafından gözaltına alınan ve İngiliz desteğiyle- kurtularak yurt dışına çıkan Prens Sabahattin’den, Adıvar’lara; Fethi Okyar’dan Menderes ve Bayar’a, oradan da Çiller, Boyner ve son yılların “yetmez, ama evet!”çilerine kadar uzanan çizgide çok sayıda simgesel isim vardır. Şerif Mardin de bu “gelenek” içinde yer almış ve akımın en etkili akademisyeni sayılır. Açıkcası, bazı yakınlarının “prens” adını taktığı Mardin de yakın dönemin Prens Sabahattin’i olmuştur.
Mardin, Sait Nursi’yi legalize etmeye çalışır, nurculuğu bir sivil toplum kuruluşu olarak ilan eder, iktidarları, gücü dolaylı olarak da olsa her vesileyle destekler.
“Muhafazakar Türkiye”nin bütün katman ve kesimlerinde, İslamcı muhitlerinde ünvanlar ve payeler bol kepçe ile dağıtılır. Bu kimselerin dokuza çıkan adı her ne olursa olsun bir daha sekize inmez. Böylece yazar, düşünür, bilim adamı olması gerekenler şeyhleşir. Bu çarpık uygulama, Şerif Mardin örneğinde de net olarak görünür.
Ayşe Arman ile yaptığı söyleşide, türban yasağının yüzde yüz antidemokratik olduğunu, kadınların geleceğini tehlikede ve çok ciddi sorunların olduğunu söyler, sonrasında ise çark ederek “Belki de bütün bu korkular yersizdir” diye ekler. Bir toplumsal olgu ya tehlikelidir ya da değildir. Bu olguyu bir sosyolog tehlikeli bulabilir, bir başkası bulmaz. Bu da doğaldır. Ama tehlikeyi saptayan bir bilim adamının “Belki de bu korkular yersizdir” demesi ne kadar çelişki de olduğunu gösterir.  Oysa tehlikenin ne olduğunu kendisi açıklar :“Devletle rekabet halinde. Kemalistlerin göremedikleri şeylerden bir tanesi, Nakşibendilerin kurdukları teşkilatın ne kadar güçlü olduğu. Bunu anlayamadılar.” der.
Şerif Mardin fena halde yanılıyordur. Cumhuriyet, tarikat, cemaat teşkilatçılığının nasıl bir sorun yaratacağını taa birinci Meclis’te görmüştür. Çıkartılan Devrim Yasaları bunun en önemli kanıtıdır.
Ulus devletimizin cemaat örgütlenmesinden göreceği tehlike ve zararı görmezden gelir. Mardin, son yıllarda postmodern muhafazakârlığa bürünerek uygarlığa yenilmiş kültürlerin düşünsel parametrelerine, din ve dindarlık adına bir şeyleri korumak için öyküler yazan postmodern muhafazakârlığa meyletmiş görünür; sosyolojiyi ileride değil geride arar. Söylediği ve yazdığı öyküler kendini izleyen cahil kalabalıkların düşünsel tahayyülleri değil, kendi dışlarında üretilen kavram yanılsamalarıdır. Dini din, sanatı sanat, felsefeyi felsefe, ahlâkı ahlâk olarak kavraması, işlevsel aklın egemen olacağı toplumsal bir tecrübe önermesi gerekirken, Mardin’in sosyal bilimciliği felsefe gerisine düşmüş görünür.
Günümüzde yadsınamaz bir gerçek ki İslâm dünyası bilgi kirliliği ve bilinç tutulmasının en koyu entelektüel cehaletini yaşıyor. Bunun en büyük sorumlusu entelektüellerdir. Çünkü entelektüel hem toplumda saygı uyandırır, hem doğruluk ve gerçeklik algısını başkasına yansıtma özelliğine sahiptir. Eğitim düzeyi ve olaylar arasında ilişki kurma yeteneği fazla olduğu için toplumsal tahayyülün tepesinde dururlar. Asıl tehlikeli olanı ise entelektüelin yanlış bilinç aşılama ve manipülasyon yeteneklerinin de bulunmasıdır.
Gelişmemiş kültürlerin bilinç kararması veya bilinç tutulmasına bizdeki örneklerden biridir Şerif Mardin. Jön Türk dönemine ait yarı tarih yarı sosyoloji odaklı ilk eserlerinde laik cumhuriyet modernizmine ters gelmeyen analizler yapmıştır. Son yıllarında ortaya attığı postmodern analizler ise, medrese verileri ve bilinçaltı ögeleriyle gölgelenmiştir.
Şerif Mardin, İslâm dünyasının ilk bilinçli aydınlanması olan Cumhuriyetin kurucu paradigmalarına gizliden gizliye aforizma yollar. Din-modernite ilişkisinin 200 yıllık sonucunu bilen ve geleneksel yapıları dikkate almayan kurucu ideoloji, onun için jakobenliktir. Ona göre, sekülerleşme karşısına çıkarılan tüm aforizmalar da tarikatların ve sahte dinciliğin sembolik sermayeleridir.
Max Weber, Hegel ve Freud’un psikanaliz yorumları, Doğu’nun Batı karşısında kör-topal kalışını araştırırlar: Dinler eleştirel düşünceyi yasakladığı için zekânın gelişmesini de engellemiştir. İnsanın duygusal bir kalbi ve psikolojik bir bilinçaltı olduğu için herkes rasyonel olamaz. Şerif Mardin de, insan olarak sosyal psikolojinin bu kuralından istisna değildir, ailesi ve çocukluğunun bilinçaltını yansıtır. Yazdıkları yetmez satır aralarını zihin yapısını da okumak gerekir. Sofist müridlerin 40 günlük ilk halveti gibi, o da ömrünün sonunda tarikat halvetine girmiş, ‘Saidi Nursi Olayı’ kitabında toplumbilim analizi yapayım derken, bilimsel ahlâkın verilerini, dürüstlük ve erdemini inkâr edebilmiştir.
Mardin: Kemalizmin içinde ne var, dışında ne var, nelerden meydana geliyor, belli değil. meselâ laiklik deniyor, ama laiklik ne demek? bunu nasıl uygulayacağız?  “Gelişmiş bir söylem olduğuna inanmıyorum. Felsefî derinliği yok” der ve ardından şu eleştiriyi getirir: “Kemalizm “devlet içinde devlet kurdurmamakta kararlıdır. Bu o zaman ne biçim bir laikliktir? Kemalizm’in belirleyici yönünün laiklik olması yetmez, başka şeyler de söylemeli.” Mardin, Batıda da Kemalizm’in “gerekli, fakat sığ olduğu”nun kabul edildiğini belirterek, “Herkes Kemalizm’in Türkiye’yi kurtardığı, fakat derinliği olmadığında birleşiyor” görüşünü ortaya atar. Bütün bunlar alt alta konulduğu zaman Mardin’in de net olmadığı, söylediklerinde doldurulması gereken boşluk ve açıklar bulunduğu görülür. Örneğin, Kemalizmin Türkiye’yi kurtardığını söylerken, neden, kimden ve nasıl kurtardığı sorusunun cevabını vermez. Derinliği olmayan, sığ ve kuru bir ideolojinin bunu nasıl başardığının da.
Mardin’in açıklamalarında öne çıkarılan sözlerinden biri de bazı gazetelerin sürmanşetinde “İmam öğretmeni yendi” şeklinde özetlenen ifadesidir. Camisi, imamı, imamın okuduğu kitapları, tekkesi, tarikatı, külliyeleri, esnafıyla Osmanlı toplumsal hayatının gerçek bir birimi olarak nitelediği mahalleye, cumhuriyet döneminde öğretmen, okul, öğrenci ve öğrencinin kitabı üzerine inşa edilen bir yapının rakip olarak çıkarıldığını belirten Mardin, çıkan sonucu “Öğretmen kaybetti, ama çok kaybetmedi” diye ifade eder. Bunu da “Öğretmenin getirdiği yeni inşa ve grup tipinin Anadolu’da bir etkisi oldu, ama 1950 sonrasında öğretmen geri kaldı” şeklinde açıklar.
Mardin, “Kemalizm hakkında uzun çalışınca ne kadar kuru bir ideoloji olduğunu rahatlıkla anlayabiliyorsunuz. Bu ideoloji topluma iyi, güzel ve doğru hakkında hiçbir şey verememiştir. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” sözü çok derin bir ifade değildir” ifadelerini kullanır.
Avrupa’da yüzyıllarca insanların, özellikle laik grubun “iyi“doğru” ve “güzel” kavramları konusunda tartıştığını ve bu konularda birikim oluşturduğunu kaydeden Mardin, şöyle konuşur: “Türkiye’yi hazır görüşlerle inceliyoruz. Orada da bir görme problemi yaşıyoruz. Yeniyi öğrenmek yerine takip ediyoruz. Türkiye'de “iyi, doğru ve güzel” hakkında Kemalizm'in bir sorunu var. Kemalizm’in bunların tanımını yapmakta bir zaaf yaşadı. Sormak lazım neden?” Türkiye’de tartışılmamasının sorumluğunu, Osmanlının küllerinden bir Ulus devlet yaratan Kemalizm’e yıkan ve Türkiye’deki mahalle baskısını toplumun “birbirini gözleyerek” oluşmasına bağlayan Sosyolog Mardin’e göre bu durumdan fikir üretmeyen herkes sorumludur.
Can Dündar'ın "Mustafa" filminin anlaşılması için,  Küresel sermayenin usta psikolojik savaş operatörleri, filmin görünmez yapımcıları olan Şerif Mardin ve Vamık Volkan ile Batının Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti nefretini anlamak gerekir. Film, Atatürk’e karşı batının asırlık nefretinin belgesi niteliği taşır. 
Mardin’in arkasından yazı yazanlar ise, ne kadar büyük bir bilim adamı olduğunu, ülke bilimine ne kadar kavram hediye ettiğini, nasıl anlaşılmamış olduğunu yineleyip durur, duracak. Oysa ortada da “mahalle baskısı” kavramından başka bir şey göze çarpmaz. “Mardin’in ‘mahalle’ birimi çerçevesinde yaptığı analizler, kısmi olmakla beraber, ilginçtir. Kendisinden önce Şevket Süreyya Aydemir de, her türlü teorik iddianın dışında, bu olguyu gözlerimiz önüne sermiştir. Aydemir, Selanik’le ilgili olarak şu satırları yazarken, Mardin’in ilerde savunacağı fikirleri önceden çok iyi özetler. “Mahalle; kadınları, erkekleri, hastaları, sağları, dostlukları veya kıskançlıklarıyla, bütün hücreleri birbirine bağlı ve bütün bir varlıktı. Mahallenin, mahalle halkı üstünde tam ve kesin bir kontrolü vardı. Bu kontrolü kim kurar, kim kullanırdı? Bir bakışta bu belli olmazdı. Ama mahallenin toplumsal kontrolü, evlerin iç ve dış hayatına kadar sokulurdu. Mahallede herkes, görünmez bir hiyerarşinin, tarifi kabil olmayan bir kademesinde yer alırdı. Mahallenin yazılmamış kanunlarına ister istemez bağlı kalınırdı.”
Şerif Mardin’in 90 yaşında öldüğünü gazeteler yazdı. Bir insanın ortalama ömrünün üzerinde bir yaşam sürer. Ne var ki yazılanlara bakılırsa Mardin’in cenaze töreni bekleneceği şekilde görkemli olmaz ve prense son yolculuğunda ancak yüz kişilik bir cemaat refakat eder! Bu sonuç şaşırtıcı değil midir?
Sosyal Bilimlere ilgisi olan mühendis bir sosyolog öğrencisi olarak, Ulus devletimiz karşısındaki, ona zarar verecek her düşünceye, ideolojiye ve o ideolojiye sahip kişiye sempatiyle bakmıyorum. M.S.Ü.’de düzenlenen sempozyumun konusu 3 bilim insanını tanıtan ve biri de Şerif Mardin olan, Bağlam Yayınlarından çıkmış kitap dahil kendisi ile ilgili onlarca makale ve kitap okudum. Sosyolojiyi din sosyolojisine indirgemiş, emperyalist güçlere sırtını dayamış, kavramları iğdişleyerek, zihinlerin arka planına yerleşmeye çalışan bir sosyal bilimci olarak beni çok etkilediğini söyleyemem. Nihat Genç onun için “Şerif Mardin, bu topluma, yemiş yutmuş bir bilim adamı olarak pompalandı. Bana sorarsanız Şerif Mardin son nefesini vermeden çok önce, bilimi ve kendini harcamış ve ölüm hakkını kullanıp ‘intihar’ etmiştir. Hiçbir zaman ‘muteber’ bir bilim adamı olmamıştır, onu ‘muteber’ yapan ekranlar ve çevreler malumunuzdur.” diyor. Tanrı peygamberleri kullanmış, Read More Bilge kişileri kullanmış, Atatürk ve benzeri devrimcileri kullanmış,  Giordano Bruno söylediği “Kötüler Tanrı’yı, Tanrı ise iyileri kullanır!” sözüne karşılık; “Ya Tanrı’yı kimler kullanmış?”
“Zehirli sonuçlar” yaratacak bazı kapalı toplantılara katılan “ilim ve bilim” insanlarından ana vatanlarına karşı çok ama çok az da olsa sorumluluk duyarak bildiklerini açıklamadan dünyadan ayrılıp gidiyorlar. Biliyorum, sırf koca koca kitaplar yazdılar diye her önümüze geleni yüceltme huyumuz değişmeyecek. Ölen Şerif Mardin’in arkasından konuşalım ki nabza göre şerbet verme telaşıyla ölene methiye, övgü düzenler sahada tek başına kendilerini yalnız hissetmesinler.
Nizamettin Biber
Kaynaklar:
1-Tayfun Atay- Cumhuriyet Gazetesi-8.09.2017-Şerif Mardin
2-Kemal Karpat-T24 Bağımsız İnternet Gazetesi-12.12.2015-Beni aşağıladı; halktan uzak, hınç dolu, bunalımlı!
3-Taner Timür-Birgün Gazetesi-14.07.2017-Şerif Mardin’in ardından
4-Özdemir İnce-Özdemirince.com-6.09.2017-Şerif Mardin Vefat Etmiş
5-Osman Selim Kocahanoğlu-Aydınlık.com.tr-14.09.2017-Şerif Mardin Ölmüş Diyeler
6-Adem Çaylak-adaletedavet.com-2904.2016-Kemalist Bedeni Tahkim eden Muhafazakar İslamcılık Ruhu
7-Çağlar Ezikoğlu-abcgazetesi.com-07.09.2017-Yeni Türkiye’nin Taşlarını Döşerken: Şerif Mardin’in ardından
8-www.saidnursi.de-Prof. Dr. Şerif Mardin: Kemalizm kuru ve sığ
9-güncelmeydan.com-Nurcu Şerif Mardin Kemalizm’e saldırdı
10-Mustafa Yıldırım-akdenizgercek.com.tr-11.09.2017-Şerif Mardin-CIA-Marine Club
11-Vamık Volkanın Mustafa’sı - Banu Avar
12-Şevket Süreyya Aydemir-Tek Adam, c. I., s. 24, İstanbul, 1963
13-Türk Sosyolojisinde üç Bilim İnsanı-Kovanlıkaya, Çağlayan-Çav, Erkan-Bağlam-2010-1.Basım-İstanbul
14-Emre Kongar-Cumhuriyet Gazetesi- 22.09.2017- Şerif Mardin ve Said Nursi
15-Nihat Genç-Oda Tv-07.09.2017-Öldü mü,İntihar mı etti?
16-Ahmet Taner Kışlalı-17.101999-Cumhuriyet-Tanrıyı Kim Kullanır?

Osmanlıya Şiirle Eleştiri

Şiir, sadece duyguları, düşünceleri, yoğunlaşmış ve sıradanlıktan uzak dile getiren kelimelerin dans ettirildiği bir sanat değildir. Şimdilerde sık sık idealize edildiğine tanık olduğumuz Osmanlı dönemine de kendi şair ve yazarları tarafından acı eleştirilere uğramıştır. “Yeyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yeyin!” diyen şairlerden, “selam verdim, rüşvet değildir diye alamadılar.” diye bürokrasiyi eleştirenlere kimler gelip geçmedi ki! Osmanlı döneminde şairlerin dizelerinde yansıttıkları tepkiler bir nevi başkaldırı olarak nitelendirilirse de, bu başkaldırı isyan boyutuna varmayan; genel olarak çekinmeden gözler önüne serilen; dozu kimi zaman yüksek tutulmuş eleştiriler niteliğindedir. Haksızlığın had safhaya çıkması, düzenin bozulması, yoksulluğun kasıp kavurması üzerine Sivaslı Feryadî düzeni eleştirir: “İdris terzilik icat etmeden/ Geçti endazeden boyumuz bizim / Anka yaratmayız Kaf’a gitmeden / Binbir çile çeker soyumuz bizim./”

17.yüzyıl şairlerinden Katibi, “Aceb ahir zaman oldu gaziler/ Büyük küçük birbirini beğenmez/ Her mümin münafık cennet arzular/Tanrı nasib ettiğini beğenmez/ Kediler köpekler ile savaşır/ Micik deyü çarşı çarşı dolaşır/Nekbeti'si ehl-i ırza ulaşır/ Orospular kendi erin beğenmez”/ diye sürüp giden şiirinde, zamanındaki ahlak yozlaşmasından yakınır.
18. yüzyılın ahvalini de Kabasakal Mehmet’in şiirinden okuyabiliriz; “Mektebin önünde ahır yapıldı/ Hep okuyan sıbyan geri çevrildi/ Etme diyenlerin evi yıkıldı/ Bunun ilacını görün efendim / Yiyiciler akçe ister cereme/ Verilen malımız gelmez kaleme/ Perişanlık şayi oldu aleme/ Kullarına imdad kılın efendim/ Akşam olur yiyiciler derilir/ Fukara kulların kusurun bulur/ Haftada hem üç yüz kuruşun alur/ Keyfiyet halimiz bilin efendim/ Silahdar yazmağa tertip olundu / Gitmeyenler için defter verildi/ Üçyüzden ziyade kulun soyuldu /Reaya ahvalin bilin efendim/ Yetmiş kadar adam mahbus bulundu/ Nice bigünahlar zahimdar oldu/ Mütevelli imam sebebi oldu/Kulların ahvalin bilin efendim /Yetmiş adem ile ihzar olundu/ Reaya kulların hali bilindi/ Üç kimse üstüne hüccet olundu/ Halimize merhamet kılın efendim”…  ve şiir böylece uzayıp gidiyor.
19. yüzyılda yakınmaların dozu daha da artar, tonu sertleşir. “Nesini söyleyim canım efendim/ Gayri düzen tutmaz telimiz bizim.” Der Serdari, “Nesini söyleyim canım efendim/ Gayri düzen tutmaz telimiz bizim/ Arzuhal eylesem deftere sığmaz/ Omuzdan kesilmiş kolumuz bizim/ Sefil ireçberin yüzü soğuktur/ Yıl perhizi tutmuş içi koğuktur/ İneği davarı iki tavuktur/ Bundan gayrı yoktur malımız bizim/ Reçberin sanatı bir arpa tahıl/ Havasın bulmazsa bitmiyor pahıl/ Tecelli olmazsa neylesin akıl/ Dördü bir okkalık dolumuz bizim/ Benim bu gidişe aklım ermiyor/ Fukara halini kimse sormuyor/ Padişah sikkesi selam vermiyor/ Kefensiz kalacak ölümüz bizim/ Evlat da babanın sözün tutmuyor/ Açım diye çift sürmeye gitmiyor/ Uşaklar çoğaldı ekmek yetmiyor/Başımıza bela dölümüz bizim/ Zenginin sözüne beli diyorlar/Fukara söylese deli diyorlar/ Zemane şeyhine veli diyorlar/ Gittikçe çoğalır delimiz bizim/ Sekiz ay kışımız dört ay yazımız/ Çalığından telef oldu bazımız/Kasım demeden buz tutuyor özümüz/ Mayısta çözülür gönlümüz bizim/ Tahsildar da çıkmış köyleri gezer/Elinde kamçısı fakiri ezer/ Yorganı döşeği mezatta satar/ Hasırdan serilir çulumuz bizim/ Zenginin yediği baklava börek/ Kahvaltıya ister keteli çörek/ Fukaraya sordum size ne gerek/ Düğülcek çorbası balımız bizim/ Serdari halimiz böyle n'olacak/ Kısa çöp uzundan hakkın alacak/ Mamurlar yakılıp viran olacak/ Akıbet dağılır ilimiz bizim./”
Serdarinin çağdaşı Seyrani çok daha yaman şeyler söyler, dönemin ahlak anlayışını yerden yere vurur; “Mahkeme meclisi icat olduğu/ Çeşme-i rüşvetin akmaklığından/ Kaza bela ile alem dolduğu/ Kazların kadıya uçmaklığından/ Selefin rüşvetle hüccet yazması/ Halefin anlayıp hükmün bozması/ Yıkılan binanın birden tozması/ Asıl sermayenin topraklığından/ Asıl sermaye-i niyabetleri/ Emval-i eytamdır ticaretleri/ Davet-i rüşvete icabetleri/ Sıdk ile gönlünün alçaklığından/ Bülbülün aşkıdır dalda öttüğü/ Çobanın südedir koyun güttüğü/ Toprağın Habil'i kabul ettiği/ Şüphesiz yüzünün yumşaklığından/ Dünyadan ahrete gidip gelmemek/ Olmasa iktiza eder ölmemek/Balık baştan kokar bunu bilmemek/Seyrani gafilin ahmaklığından.”
Seyrani, şiirinde enflasyonu (paranın değer kaybetmesini) eleştirmeyi de ihmal etmez; “Eyvah fukaranın beli büküldü/Medet ticaretin gücüne kaldık/Eyiler alemden göçtü çekildi/Bizler zamanenin piçine kaldık/Rüşvet ile yarar hakim hücceti/Hüccet ile alır kadı rüşveti/Halk bilmiyor dini şer'i sünneti/Bozuldu sikkenin tuncuna kaldık.”
Seyraniden birkaç fırça darbesi daha; “Asırda acaip işler çoğaldı/ Bilmem bu işleri kimler ediyor/ Dünyayı hep rezil köpekler aldı/ Gelen ümeraya karşı gidiyor/Biraz bahsedeyim ehl-i zamandan/ Yahşiler aşağı düştü yamandan/ Aralık itleri olmuş kumandan/Uyuz it kurtlara kumand-ediyor/ Buğday unu beğenmiyor enikler/ İplikten aşağı düştü ipekler/ Hep sedire geçti itler köpekler/  Hanedan ayakta hizmet ediyor/ Koltuk kılı farkolmuyor sakaldan/ Tüccarlar aşağı indi bakkaldan/ Aslanlara çoban düşmüş çakaldan/Şimdi aslanları çakal güdüyor/ Mekteple medrese ortadan kalktı/ Meyhane kerhane meydana çıktı/ Ar namus denen şey ortadan kalktı/ Şimdi kişi bildiğine gidiyor/ Sarhoşlar çoğaldı kalmadı ayık/ Bu asra böylece haller de layık/ Müzevvirin adı muhbir-i sadık/ Şimdi kişi bildiğine gidiyor/ İsimlerin tebdil etsem satılmaz/ Cisimlerin tahvil etsem zat olmaz/ Altın eğer vursan eşek at olmaz/Şimdi kişi bildiğine gidiyor/ Şahinler yurdunu tuttu yarasa/ Baklava yerine geçti pırasa/ Şimdi rağbet deyyus ile terese/ Zamane bunlara rağbet ediyor/ Boy kürkünü beğenmiyor köçekler/ Babasına akl öğretir çocuklar/ Yumurtadan burnu çıkan cücükler/ Horoz oldum diye cık cık ediyor/ Küçükler büyüğe çorap giydirir/Tatlıyı insana acı yedirir/ Seyranî zamane böyle dedirir/ Şimdi kişi bildiğine gidiyor.”
Kuşkusuz insanların yaşadığı toplumda yöneticilerinden daha az yakındıkları, eleştirdikleri dönemler olmuştur. Ancak, genel olarak insanların bulundukları koşullardan yakındıklarını, sürekli bir bunalım ve felaket ortamındaymış gibi davrandıklarını söyleyebiliriz. Türk aydının da ise bu sürekli hoşnutsuzluk, yakınma ve eleştiri eğilimi biraz daha baskındır. Tıpkı aydınlar gibi Şairler de; içinde yaşadıkları toplumun bir parçası ve halkın dili, kulağı, gözü, rehberi olarak kabul görürler. Bu nedenle toplumun duygu ve düşünceleri şairlerin eserlerinde anlam bulur. Şairler; mensubu oldukları toplumun duygu ve düşüncelerini dile getirmenin yanı sıra birçok konuda ışık tutup, yol gösterirler. Halkla ilgili olan her konuyu şiirlerinde işler; beğendikleri şeyleri över, olumsuz gördükleri, beğenmedikleri konuları da olumsuz bir bakış açısıyla eleştirirler.
19. yüzyıl Osmanlı dünyasında da değişim ve dönüşüm hareketleri taraftarlarıyla karşıtları arasında şiddetli düşünsel mücadelelerin yaşandığı bir atmosfere sahip olmuştur. Tanzimatçı ekip Yeni Osmanlılarca toplumsal ve politik açılardan eleştirilmiştir. Eleştiri bu dönemde gazete köşelerinden, kahvehane sohbetlerine, edebiyatçıların hicivlerine kadar gündelik yaşam içinde geniş bir yer edinmiştir. Dönemin edebi ürünleri içinde eleştirinin en iyi örneklerinden biri Ziya Paşa’nın Zafernamesi’dir. 19. Yüzyıldan sonra Namık Kemal, Şair Eşref, Tevfik Fikret, Rıza Tevfik, Neyzen Tevfik, Nazım Hikmet, Can Yücel hiciv, taşlama, yergi şiirinin temsilerine örnek gösterilebilir. Zira Patrimonyal monarşinin Tanrı, Peygamber ve Halife-Sultan olarak belirlenen itaat hiyerarşisinde politik kararları eleştirebilmek kolay değildir.
Osmanlıyı bile eleştirebilen sosyal şair örneğinden bir tane dahi günümüzde gösterilebilir mi?
Nizamettin Biber


Özlü Sözlerim - 21

“Mikro iyilik bile faydacılık taşır.”
“Yeteneğin olduğu yerde gücün işi yoktur.”
“Temiz bir kalp düzeltme gücüne sahiptir.”
“Haksızlıkların cezasız kaldığı yerde hem adalet hem de iyilikten bahsedilemez.”
“Başkalarının küçümsediği şeyler belki de sizin en zor elde ettiğinizdir.”
“İnsanların sıradanlığına rağmen mucizeler çoktur.”
“Politik adalet, adalet değildir.”
“Kapitalistlere öfke duymakta bilgelikle başlar.”
“Cömertlik, vermenin zamanlamasıdır.”
“Başarı, zaman içerisindeki çalışmanın ve sabrın kombinasyonudur.”
“Sosyoloji, insan ilişkileri bilimidir.”
“En zorlu eğitim, insanın aklını kullanmasını öğretmektir.”
“Başkalarının deneyimlerinden yararlanan akıllı insandır.”
“Kötü muhalefet, iktidar olamadığı gibi uzun iktidarlar yaratır.”
“Açlık, adaleti tanımaz.”
“En cesur kişiler, ölüm korkusunu yenmiş olanlardır.”
“Okumak, aklın jimnastiğidir.”
“İyi bir kitap, insanın kanının yenilenmesi gibi etki yaratır.”
“Geriye iyi bakış ileriyi görmek demektir.”
“Kötülük yapmak için fırsat beklemeye gerek yoktur.”
“Küçük borçla dost, büyük borçla düşman kazanılır.”
“Gerçeğin aydınlığı bazen loş olsa da hiç sönmez.”
“Gözyaşının kuruması uzun sürmez.”
“Kusur ve hata için korkan, korkak sayılmaz.”
“Hayvani ihtiyaçlar bir yana insanın gerçek insani ihtiyacı okumaktır.”
“Gerçek, tüm rauntların sonunda gücü yener.”
“Tutuculuk, bağnazlık, yobazlık insanın pasıdır.”
“Tatlı su da dil gibi insanı kendine çeker.”
“İnsan, aklı ile baktığı kadar görür.”
“İnsanı bilge yapan saçının sakalının ağarmışlığı değil aklını kullanmasıdır.”
Nizamettin Biber

Arap Kadınlarının Hali Pür-Melal'i

Belki bilinenler açısından klasik sıradan bir yazı olacak ama Ülkemizdeki bazı kadınların Arap kültürüne ve yaşamsal kodlarına eğilimi, benzer davranış göstermeleri beni ziyadesi ile kaygılandırıyor, yine de hatırlatmak adına bu yazının yazılması yararlı olabilir diye düşünüyorum. Bilindiği üzere kadınhakları alanında dünyanın en geri ülkelerinden biri olan Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da geçtiğimiz yıllarda düzenlenen “kadın insan mıdır?”konulu bir panelde, sadece erkeklerden oluşan Suudi bilim adamları kadınların “gerçekten memeli oldukları ve bu nedenle deve ve keçi gibi diğer memeli türleriyle aynı haklara sahip olabilecekleri” sonucuna vardılar.

Arabasitan’da, sorun yalnız kadını örtmek veya açmak değil, kadının saçının görünmesi, kadını ahlaksız ve günahkâr yapıyor olması ve hatta saç telinin görünmesi erkeklerin cinsel dürtülerini tetikliyor olması sorunu dışında, sorun kadının kimlik ve kişilik sorunudur. Örtünme, çarşaf, peçe bunların yanında zurnanın son deliğidir.  Kadın sosyal yaşamın içinde değildir. Karşı cins onun için çok tehlikeli bir canlıdır. Aslında, Araplarda kadının adı yoktur. Kadınlar, numara ya da tip ve fizyolojik görünümlerine göre bir takım nitelemelere tabi tutulur.
Örneğin; Elif, Arap alfabesinin birinci harfi, aynı zamanda Arap rakamlarında bir rakamını ifade eder. Saniye, Sani Arapça iki demektir. Doğan ikinci kıza Saniye ismi verilir. (Eski dilde ikinci: cümle içinde örnek olarak verilmek istenirse “Sultan Mahmud-u Sani.. yani İkinci Mahmud)
Tılte, Telat veya Türkçede selasede türemedir, 3. demektir. Bu isim Anadolu’da pek görünmez ama Harran’da Araplarda çok bulunur.
Rabia, Arapçada dört anlamındadır aynı zamanda dördüncü demektir. Anadolu’da yaygın bir addır, geçmişte çile çekmiş bir Müslüman kadının adıdır. Hamse, Arapça beş demektir. Bu isim Harran yöresi Arapları dışında Anadolu’da pek kullanılmaz.
Sitte, Harran’da yaygın olarak kullanılan sitte, Arapçada altı demektir. Sabe, Arapçada yedi demektir, bu kelime bir çok değişiklik geçirerek Sabiha olmuştur,  hatta İbrahim Tatlıses bu ismi Sabuha olarak kullanarak şarkısını söylemiştir.
Yedi rakamından sonra ise Araplar kadınlar niteleyen, sıfat tanımlamalarına göre yazı ismi koymaktadır.
Her zaman ilk doğan kıza Elif değil bazen de Ayşe ismi konulur. Ayşe, eve ilk gelen kıza, evin iaşe işlerini çekip çevirecek gözüyle bakıldığı için konulur, bazen de aş pişirme beklentisi için Avvaş adı konulur.
Hadce, erken doğan prematüre bebeğe, hadice adı verilir. Bu kelime, Arapçada erken doğmuş prematüre anlamı taşır. Fatma, çelimsiz doğan ufak tefek kızlara da Fatma adı verilir. Fatma, Arapçada süt yanığı, süt kesiği anlamına gelir.
Semra, koyu renkli doğan kızlara esmer anlamına gelen Semra adı verilir. Bebek biraz açık renkli doğarsa kıza aydınlık açık anlamındaki Zehra adı verilir. Daha çok beyaz ise Beyza adı verilir.
İsim konulma yöntemi dikkate alındığında ise gerçekten Arabistan’da, Araplarda; kadının kimlik ve kişilik sorunlarının örtünme, peçe ve çarşafa girmeden daha öncelikli olduğu düşünülebilir. Anadolu’da kadının bir kimliği vardır, numaralandırılan bir liste sıra numarası değildir, kadın; sıfatla tanımlanmaz.
Türklerde Anadolu’da kadın kesinlikle kişiliği olan bir insandır. Dahası Hanım Ağadır, hanım efendidir, Kraliçedir, Tanrıçadır. Arap Kültürünün ikinci plana ittiği insan olarak tanımlamadığı kadın, Anadolu’da numaralandırılmış, nitelendirilmiş bir nesne ise asla değildir. Bu bilgilerin, Arap yaşamına ve tarzına özenen kadınlar tarafından gözden geçirilmesini şiddetle öneriyorum. Arap kadınlarının hali pür-melal'i bir yana, kadının, Anadolu’da kişilikli, erdemli, onurlu bir insan olarak yaşaması en doğal hakkıdır. Anadolu’daki Bozkırın tezenesi Neşet Ertaş’ın söylediği “Kadınlarinsandır, erkekler insanoğlu” sözünü de hatırlatmak istiyorum.
Nizamettin Biber
Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev’in İslamiyet, Araplar, kadın ve giyinme üzerine konuşması; https://www.youtube.com/watch?v=UTXsuPZUYjQ



16 Eylül 2017 Cumartesi

Köpek Çıtır'ın Tradejisi

Geçtiğimiz günlerde Basında çıkan habere göre; İstanbul Beylerbeyi'nde yaşadığı mahalleden bir akşam vakti götürülen köpek Çıtır'dan 12 gündür haber alınamamış, 17 yıldır semtlerinde yaşayan köpeğe sahip çıkan hayvanseverler, kayıp ilanı vererek her yerde Çıtır'ı aramıştı. Mahallelinin ve hayvanseverlerin yaptığı araştırma sonucusunda, Çıtır'ın aynı mahallede yaşayan özel bir üniversitede öğretim üyesi Özlem K. adlı bir akademisyen tarafından taksiye bindirilip götürüldüğü ortaya çıktı. Doçent Özlem K. ise Twitter üzerinden yaptığı açıklamada "Çıtır resmi makamların elinde ve çok daha iyi şartlarda bulunmaktadır. Tutanak tutulmuştur" diye açıklama yapmıştı. Mahalleli, Çıtır'ı hayvan barınaklarında da bulamayınca kriz büyüdü. Hayvanseverler Facebook'ta bir sayfa açarak 'Çıtır'ı getir Özlem' çağrısında bulundu.

Kendini twitter sayfasında; "Yazar akademisyen, Hispanist, tarihçi, kronik gezgin, polyglot... Bilgin yoksa, fikir beyan edip asabımı bozma :)" şeklinde tanıtan söz konusu akademisyen hanım ise ; “Hakkımda sosyal medyada başlatılan karalama için suç duyurusunda bulunuyorum. Mahalle köpeği resmi makamların elindedir.” ifadesini kullandı.
28 Ağustos’ta akademisyen Özlem K. tarafından apartmanda koku yaptığı gerekçesiyle  kaçırılan ve Ataköy'de sokağa atılan Çıtır’ın 1 Eylül günü koma halindeyken Sultangazi Cebeci Barınağı‘na bırakıldığı ortaya çıktı. Maalesef yaşamının son baharında köpek Çıtır, yuvasından uzaklaştırılmış hayatını kaybetmişti.
Hayvan aktivistleri, 5199 sayılı kanunu çiğneyerek, küpeli bir köpeği yaşadığı yerden atma hakkını kendinde bulan ve köpeğin ölümüne neden olan akademisyen hakkında suç duyurusunda bulunmaya hazırlanıyor.
İnsanda hayvan sevgisi gelişmemiş olabilir ama bu hayvan düşmanlığının nereden beslendiğini ise bir türlü anlamıyorum. Hayvanların o pis patileri, en temiz yürekli milyonlarca insandan bile daha temizdir , Sokak hayvanları  ise kesinlikle mahallenin birer sakinidir. Bir tarafta yüzlerce köpeğe bakabilmek için Üniversite eğitimini yarıda bırakan kocaman yürekli Kırklareli'li Gökçer Korkmaz diğer tarafta yaşlı bir köpeğe bile tahammül edemeyerek onun ölümüne neden olan ülkemizdeki en iddialı özel bir üniversitede  akademisyen Özlem K.
Sadece hayvanlar için değil evrendeki tüm canlıların yaşamının nasıl olacağı, gelecekleri, bu yazıda adı geçen kahraman yürekli Gökçer gibilerin mi ? Yoksa vicdanı körelmiş Özlem K. gibi insanların mı kazanıp kazanmayacağına bağlı! İyilik hep kaybediyor diye insanlık iyilik yapmaktan geri durmamalıdır.
Bir kaç söz; “Köpekler centilmendir. Umarım onların cennetine giderim, insanların değil.” Mark Twain,  “İnsan ruhunun bir parçası hayvan sevgisini tadana kadar uyanmaz.” Anatole France,  “Hayvanlara karşı acımasızlık; ne gerçek eğitim, ne de gerçek bilginlik ile bağdaşır.” Alexander Von Humboldt
Son söz; "Şüphesiz eğer ki hayvanların dini olsaydışeytanı insan şeklinde hayal ederdi." William Ralph 
Nizamettin Biber

Kelimelerin Gücü Adına

Kelimeler, olaylar gibidir. Hem yazan hem okuyanı değiştirir. Aktardığı enerjiyi geri toplar ve büyütür. Karşımızdakini anlamayı sağlar ve duyguların bir araya getirme gücüne sahiptir.

“Kelimeler, tecrübelerimizi dizdiğimiz ipliktir” diyor Aldous Huxley
Onlar bizi güldürebilir, ağlatabilir, yaralayabilir ve iyileştirebilir. Bir yazıyı okurken öğretebilir, ders verebilir, şiiri dinlerken hüzünletebilir, bir komedyeni izlerken kahkahalara boğabilir, çocuğunuzdan ya da en yakın arkadaşınızdan gelen bir söz, baş ağrısı yapabilir ya da sevgilinizden gelen güzel bir söz sizi dünyanın en mutlu insanı kılabilir.
Konfüçyus’un o ünlü sözünü hatırlatmak gerekir; “Kelimelerin gücünü bilmeden, insanı anlamak imkansızdır.”
Ne iş yapıyorsak yapalım; İster öğrenci, ister öğretmen, ister psikolog, ister blog yazarı olalım, kelimelerin o etkili gücünü kullanırsak hatta kullanırken buna biraz da bilinç katarsak ve bunu tümü ile hayatımıza uygularsak, bunun insanlar üzerindeki müthiş değişimlerini görebiliriz.
Kelimelerin insan hayatındaki önemi bizim kültürümüzde de iyi bilinir, hatta bu konu ile ilgili atasözlerimiz bile vardır;
“Tatlı dil yılanı deliğinden
Acı dil akıllıyı çileden çıkarır.”
“En keskin ve tehlikeli silah dildir.”
“Silah yarası geçer, dil yarası geçmez.”
Amerikalı ünlü yazar Anthony Robbins ‘’İçinizdeki Devi Uyandırın’’ kitabının bir bölümünde şöyle der; “Kelime hazinesi yoksul olan insanların duygusal yaşamı da yoksuldur. Kelime dağarcığı zengin olanların o tecrübeyi boyayabilecekleri çeşit çeşit renkleri vardır.’’
Anlattıkları duygu, düşünce; olay; tasvir ettikleri yer ya da kişileri, ellerindeki gökkuşağı renkleri gibi kelimelere sahip olan yazarlar çok daha başarılı olurlar.
Alıştığımız kelimeler yerine; özenle seçeceğimiz yeni ve olumlu kelimelerin sihirli gücü kullanılabilir. Böylece olaylara, insanlara, yaşam şekillerine bakarken düşündüklerimiz de değişecektir. Daha olumlu, daha yapıcı, daha hoşgörülü olmayı hangimiz istemiyoruz ki? Ancak bunun yolu çalışmaktan, emek vermekten, en önemlisi okumaktan geçiyor. Bunu yapmak için; denemek, farkındalığımızın kaybolduğu anlarda sil baştan yapmak gerekiyor belki de. Böylece daha güçlü, hayata karşı daha dirayetli olmamızın basamaklarını da inşa edebiliriz.
Özellikle yazı hayatında; başarı, kelimelerin güçlü etkisinden yararlanmaya bağlı!
Kelimelerin gücü adına! Güç bizde olmalı artık!
“Kelimelerini değiştirebilen pekala dünyasını da değiştirebilir.”
Nizamettin Biber

Sert mi Olmak Lazım?

Kurban Bayramı tatili boyunca okumak için yanıma birkaç kitap almıştım. Ancak her birini okumaya başladığımda ise hızla sıkıldım. İlk günden akşam pazarında dolaşırken kitapçının tezgahının önünde yine fazlası ile zaman geçirmiştim. Geleneksel din, ahlak ve felsefe anlayışlarını kendine özgü yoğun ve çarpıcı bir dille eleştiren en etkili çağdaş felsefecilerden olan Friedrich Nietzsche’nin Putların Alacakaranlığı ya da Çekiçle Nasıl Felsefe Yapılır? kitabını satın aldım. Kitabı okuduktan sonra hem boyutu hem de içeriği açısından çok iyi bir tercih yapmış olduğumu anladım.

Nietzsche; Putların Alacakaranlığı kitabının önsözünde Kaynağının, bilginlerin merakından sakladığı bir sözün, çoktandır sloganı olduğunu söyler. “Increscunt animi, virescit volnere virtus (Lat.): Tek bir yara, maneviyatı derinleştirip erdemleri geliştirir.” Furius Antias, Aulus Gellius
Önsözün devamında; Duruma göre daha çok tercih ettiğim bir başka iyileşme de, putları yoklamaktır. Gerçekliklerden fazla put var dünyada: budur benim “ kötü bakışım” bu dünyaya, benim “ kötü kulağım ” dır aynı zamanda...
Burada bir kez çekiçle sorular sormak ve belki, yanıt olarak o ünlü içi boş sesi dinlemek, o şişkin bağırsaklardan geleni nasılda çekicidir bu, kulaklarının ardında da kulakları olan biri için tam da sessiz kalmak isteyenin, karşısında yüksek sesli olması gerektiği, eski bir psikolog ve fareli köyün kavalcısı olan benim için...
Bu yazı da başlığı ele veriyor ya her şeyden önce bir dinlenme, bir güneş lekesi, bir psikologun tembelliğine kaçmaktır. Belki yeni bir savaştır da? Yeni putlar da yoklanacak mı?.. Bu küçük yazı bir büyük savaş ilanıdır.
Sonuç bölümünde ise çekici konuşturuyor, Nietzsche;
Çekiç Konuşuyor;
“Neden bu kadar sertsin? ” demişti bir zamanlar, alelade kömür, elmasa; “Oysa biz yakın akraba değil miyiz ?” Neden bu kadar yumuşaksınız? diye soruyorum ben size, ah kardeşlerim: yoksa kardeşlerim değil misiniz?
Neden böyle yumuşak, bu kadar uysalsınız, neden bu kadar her şeye razısınız? Neden bu kadar çok inkâr ve reddediş var yüreklerinizde? Bu kadar az yazgı var bakışlarınızda?
Ve yazgı olmayacak, acımasızlar olmayacaksınız: nasıl kazanacaksınız benimle birlikte zaferi? Sertliğiniz şimşek gibi çakmak, kesmek ve deşmek istemiyorsa: günün birinde benimle birlikte nasıl yaratacaksınız?
Çünkü yaratanlar serttir. Ellerinizi, balmumuna basar gibi binlerce yılın üzerine basmayı, mutluluk olarak görmelisiniz,
—Binlerce yıllık istencin üzerine, madenin üzerine kazır gibi kazımayı mutluluk olarak görmelisiniz. Madenden daha sert madenden daha asil. En asil olandır yalnızca, bütünüyle sert olan.
Bu yeni levhayı koyuyorum üzerinize, ey kardeşlerim: Sert olun!
Victor Hugo’nun “Yumuşak olma ezilirsin, sert olma kırılırsın.”sözüne karşılık, gerçekte Nietzsche’nin dediği gibi putların alacakaranlığında sert mi olmak gerekir?
Nizamettin Biber

Düşünmek Üzerine

Üzerine milyonlarca yazı yazılmış çok ciddi bir disiplinin alanı içerisinde kalan bir kavram üzerine yazarken doğal olarak korkulur. Bu konuda eğer korku ve kaygı duyulmuyorsa ya çok bilgili olmak ya mangal gibi yüreğe sahip olmak ya da cahil olmak gerekir. Tabii ki ben üçüncü seçenekle değerlendirilebilirim. Herhangi birine; insanları diğer canlılardan ayıran nedir?diye sorulsa alınacak yanıt düşünme ve konuşabilme diye olur.

Dış çevreden gelen etkiler, yani duyum ve algılar üzerine zihin çalışır ve daha ileri işlemler yapar. Böylece bilgimiz genişler, derinleşir; problem çözme, plan yapma, gelecek hakkında tahminlerde gücümüz artar. Çevreye daha iyi uyum sağlayan davranışlar geliştiririz. Düşünme, karşılaşılan bir sorunu zihinde çözebilme gücüdür. Düşünme gibi sembolik eylemler, yüksek zihinsel eylemlerdir.
Düşünme, olaylar ve nesnelerin yerini tutan simgeler arasında bağ kurma olarak tanımlanır. Simge, bir nesnenin karşılığı olan işaret demektir. Bu işaretler sayesinde insan karşılaştığı bir sorunun olası çözüm yollarını zihinde deneme olanağını bulur.
Düşünme için simgelerin hatırlanabilmesi gereklidir. Simgeler hatırlanamadığında düşünmenin olamayacağı da doğaldır. Her düşünme mantıklı bir düzene, bir sıraya göre olmadığı gibi, düşünülen nesneye de uygun olmayabilir. Gerçeğe ve dolayısıyla mantık ilkelerine uygun olan düşünme ancak doğru düşünmedir.
İnsanların düşünmelerinin büyük bir kısmı belirli somut durum ya da olaylarla ilgilidir. Çocukluklarında yaşadıkları evi ya da hafta sonundaki maçı düşünürler. Diğer taraftan pek çok düşünme, soyutlamalara ilişkindir. Politika, ekonomi, felsefe, öğrenme, güdülenme vb. Bu genel ya da soyut şeylere kavram adı verilir. Kavram, cisimlerin ortak ve genel özelliğini ya da niteliğini temsil eden simgesel bir yapımdır. Değişik birkaç durumda ortak olan bir özelliği soyutlar. İnsan, kırmızı, üçgen, titizlik, atom, öfke, öğrenme birer kavram örneğidir.
Belli başlı düşünme biçimleri şunlardır:
a) İçe kapanık düşünme (otistik düşünme):
Belli bir mantıksal plan ve sıra izlemeyen bu düşünme biçimi; hayal kurma ve rüya olarak ikiye ayrılır. Araştırmalar, her insanın (hatta gelişmiş hayvanların) rüya gördüğünü, rüyaların gelecekle değil, geçmişle ilgili olduğunu göstermiştir.
b) Serbest ve güdümlü çağrışım:
Bir simgeyle ilgili olarak herhangi bir simgeyi hatırlama serbest çağrışım, belirli bir yönde ve plan dahilindeki çağrışım ise güdümlü çağrışım olarak adlandırılır. Örneğin, “elma size neleri anımsatıyor?” biçimindeki bir soru üzerine akla gelenlerin söylenmesi serbest çağrışım; “doğru düşünme ilkelerini söyleyiniz?” biçimindeki bir soruya karşılık, ilkelerin sayılması ise güdümlü çağrışımdır.
c) Eleştirici (tenkitçi) düşünme:
Bu düşünme biçiminde, simgeler birbirini belli bir sıra ve plan içinde izler. Belli başlı biçimleri; tümevarım, tümdengelim ve analoji (andırma) dir.
d) Yaratıcı düşünme:
Hayal kurma ile eleştirici düşünceyi kapsayan bir düşünme biçimi olduğu söylenebilir. Ana öğelerini insan belleğinden alır, bu malzemeler: çeşitli biçimlerde işleyerek yeni şeyler üretir.
Yaratıcı düşünme dört ayrı aşamadan oluşur.
1. Hazırlama aşaması: Bilgi birikimi sağlama aşamasıdır.
2. Kuluçka aşaması: Bu aşamada zihin, sorunla gizli ya da açık olarak sürekli meşgul olur. Bu, hayal kurma ve rüya sırasında da sürer.
3. İlham aşaması: Sorun, bir anda çözüme kavuşur.
4. Gözden geçirme aşaması: Çözüm, eleştirici bir düşünüşle gözden geçirilir. Çözümün geçerli olup, olmayacağı denetlenir.
Düşündüğünü sanmakla gerçek anlamda düşünmek aynı şey değildir. Gerçek anlamda düşünmek, gün içinde olup bitenler hakkında konuşmaktan öte bir şeydir. Varoluşsal bir süreçtir ve hayatımıza anlam ve değer katarak yön verir. Eğitim sisteminden beklenen de, çocuklarımıza bu varoluşsal sorgulama ve öğrenme becerilerini kazandırmaktır.
Gerçek Düşünme; Veri ve bilgi odaklıdır, Sistematik ve düzenlidir, Birikimlidir ve birbiri üstüne inşa olur, Gerçeği arama ve problemi çözmeye odaklanır, Devrimci ve dönüştürücüdür.
Düşünme, sistematik ya da rastlantısal olarak düşünce (fikir) üretimi ile sonuçlanan zihinsel bir süreçtir. Psikolojik açıdan düşünme daha çok algı ve anlakla (zekayla) ilişkilendirilmekte, problem çözme ve karar verme bağlamında ele alınmaktadır. Düşünme her türden akıl yürütmenin yanı sıra, sezme veya düş kurma şeklinde de tezahür edebilmektedir.
Düşünceler düşünen tarafından açıkça ortaya konduğunda, nesneler, kişiler, olgular ya da kavramlara ya da bunların meydana getirdiği daha karmaşık bütünlere ilişkin sembolik ifadeler biçimini almaktadır. Bu ifadeler ussal (rasyonel) olabildikleri gibi usdışı (irrasyonel) da olabilmektedir. İfadeleri meydana getirmek için kullanılan standart sembollere ve bu sembollerin kullanımına ilişkin kurallara dil denmektedir. Ancak düşüncelerin ifadesi için tek araç dil değildir: Resim, hareketli görüntü, ses, mimik ya da beden hareketleri (jestler) de düşünceleri ifade etmekte kullanılabilmektedir.
Düşünme çeşitli bakımlardan sınıflamalara tabi tutulmaktadır:
Mantıklı düşünme-mantıksız düşünme.
Somut düşünme-soyut düşünme.
Tümdengelimsel düşünme-tümevarımsal düşünme.
Bilinçli düşünme-bilinçsiz düşünme.
Bilme-inanma.
Gerçekçi düşünme-gerçekdışı düşünme-gerçeküstü düşünme.
Mutlakçı düşünme-bulanık (İng. fuzzy) düşünme.
Dikey (sistematik ya da programlı) düşünme-yanal (rastlantısal) düşünme.
Bir ülkenin gelişmişliği, o ülkenin entelektüel sermayesi ve birikiminden geçer. Salt ülkemizi değil, dünyayı daha sevgi dolu yaşanılır bir hale getirmek için; bir yargıya varmak amacıyla bilgileri incelemek, karşılaştırmak ve aradaki bağlantılardan yararlanarak düşünce üretmek, zihinsel yetiler oluşturmak zorundayız.
Bu topraklarda az sayıda da olsa bilim ve sanat insanı yetiştirmiştir. Çok sayıda yıldız yetiştirmek de, ancak toprağın verimliliğini artırmaktan geçer. O halde, anaokulundan itibaren çocuklarımıza düşünme becerilerini kazandırmamız şarttır. Çocuklarımız ve biz; bir olayın ya da nesnenin sadece görünen ya da yüzeyde kalan tarafını değil, dolaylı gerçeğini kavrayabilmemiz, görünmeyen ve yüzeyde kalmayan tarafını da algılamamız için; mantıklı, somut, tümdengelimsel, bilinçli, inanmak yerine bilmeyi, eleştirici, dışa dönük, yaratıcı, gerçekçi, mutlakçı ve dikey (sistematik ya da programlı) düşünmeyi öğrenmeliyiz.
Nizamettin Biber


Özlü Sözlerim - 21

“Mikro iyilik bile faydacılık taşır.”

“Yeteneğin olduğu yerde gücün işi yoktur.”
“Temiz bir kalp düzeltme gücüne sahiptir.”
“Haksızlıkların cezasız kaldığı yerde hem adalet hem de iyilikten bahsedilemez.”
“Başkalarının küçümsediği şeyler belki de sizin en zor elde ettiğinizdir.”
“İnsanların sıradanlığına rağmen mucizeler çoktur.”
“Politik adalet, adalet değildir.”
“Kapitalistlere öfke duymakta bilgelikle başlar.”
“Cömertlik, vermenin zamanlamasıdır.”
“Başarı, zaman içerisindeki çalışmanın ve sabrın kombinasyonudur.”
“Sosyoloji, insan ilişkilerinin metodolojik incelenmesidir.”
“En zorlu eğitim, insanın aklını kullanmasını öğretmektir.”
“Başkalarının deneyimlerinden yararlanan akıllı insandır.”
“Kötü muhalefet, iktidar olamadığı gibi uzun iktidarlar yaratır.”
“Açlık, adaleti tanımaz.”
“En cesur kişiler, ölüm korkusunu yenmiş olanlardır.”
“Okumak, aklın jimnastiğidir.”
“İyi bir kitap, insanın kanının yenilenmesi gibi etki yaratır.”
“Geriye iyi bakış ileriyi görmek demektir.”
“Kötülük yapmak için fırsat beklemeye gerek yoktur.”
“Küçük borçla dost, büyük borçla düşman kazanılır.”
“Gerçeğin aydınlığı bazen loş olsa da hiç sönmez.”
“Gözyaşının kuruması uzun sürmez.”
“Kusur ve hata için korkan, korkak sayılmaz.”
“Hayvani ihtiyaçlar bir yana insanın gerçek insani ihtiyacı okumaktır.”
“Gerçek, tüm rauntların sonunda gücü yener.”
“Tutuculuk, bağnazlık, yobazlık insanın pasıdır.”
“Tatlı su da dil gibi insanı kendine çeker.”
“İnsan, aklı ile baktığı kadar görür.”
“İnsanı bilge yapan saçının sakalının ağarmışlığı değil aklını kullanmasıdır.”
Nizamettin Biber