11 Temmuz 2017 Salı

Kadın ve Estetik

İnsanoğlu daha mağara devrinde, ister sihirbazlık törenleri için, ister savaşlarda düşmanlarına korkunç görünmek için olsun, ciltlerini boyarlardı. Bugün bile Dünyadaki kimi Amerika, Afrika ve Avustralya yerlileri doğadaki buldukları boyaları tıpkı modern insan gibi yüzlerine sürerek süslenmeyi ihmal etmiyorlar.

Yunanlı tarihçi Herodot, kendi dönemlerinde de insanların vücutlarının bir yarısını beyaza diğer yarısını da kırmızıya boyadıklarını yazmıştır. Uygarlığın ilerlemesi insanların boyanmaktan duydukları zevki yıkamamıştır. Özellikle kadınlar zaman içerisinde güzelleşmeyi boyada aramışlardır. Eski Mısırlılarda erkekler, güzel gözlü görünmek için, kirpiklerini ve gözlerinin kenarlarını siyaha boyarlardı. Kadınlar ise yüzleri, elleri, tırnakları ve ayakları için boya kullanırlardı. Yahudi kadınları da antiuman boyası kullanarak gözlerini güzelleştirmeye çalışırlardı.
Eski Yunan kadınları güzelleşmek adına türlü hilelere başvuruyorlardı. Boyları kısa olan kalın mantar ayakkabı yaptırıyor, uzun boylular ise düşük tabanlı iskarpinlerle başları önlerine eğik olarak yürüyorlardı. Dar kalçalılar, bu kusurlarını yuvarlak kalça biçimli yastıklarla örtüyorlardı.
Kadınlar güzelleşmek için mide bulandırıcı yöntemlere başvurmaktan çekinmiyorlardı. Yunanlı kadınlar ciltlerini beyazlatmak için yün yağından yapılmış bir merhem kullanıyorlar, dişlerini parlatmak için de sünger taşı tozu ve çocuk idrarından imal edilen bir macuna başvuruyorlardı.
Orta çağda boyanma bir miktar gerilemişse de Rönesans’ta ivme maksimuma yükselmiştir. Kadınlar geceleri yüzlerini tıpkı bugünkü gibi güzellik maskeleriyle örterdi.
Eski güzeller sadece boya ve merhemlerle yetinmemiş, 16.yüzyılın sonunda Fransız güzelleri, yüzlerini güneşin ışınlarından koruyan ve kolay tanınmamalarını sağlayan hafif kadife maskeler takarlardı. 18.yüzyılın ortalarına doğru yapay benler modası inanılmaz boyutlara yükselmişti. Benler, yüzün yapıştırıldıkları kısımlarına göre ayrı ayrı anmalar taşıyordu. Yanağın ortasındaki “çapkınlık”, dudak kenarındaki “alaycılık”, gözün köşesindeki ise “öldürücülük” anlamları taşıyordu. Şimdilerde ise bazı kadınlar çillerinden kurtulmaya çalışmakta bazı kadın dövme meraklıları ise çilli bir yüz için binlerce lira harcamaktadırlar.
Ayrıca, saçları boyamanın binlerce yıllık bir tarihi geçmişi var. Bugün kadınlar, makyajlarında eskisi gibi basit madde kullanmıyorlar daha çok doğal görünmeye çaba sarf ediyorlarsa da boyanmaktan vazgeçmiş değiller. Günümüzde kadınların güzelleşme ve süslenme eğilimine yönelik yıllık 1 trilyon dolara yakın kozmetik sektörü oluşmuştur. Üstelik makyaj ve güzellik bakımı yanında estetik cerrahi yılların izlerini silme adına kadınlara yeni kapılar, ufuklar açmaktadır.  
Her kadın kendini her açıdan güzel hissetmek istiyor ve bunun için olağanüstü çaba sarf ediyor. Kapitalizmin tüketim toplumu yaratmak için kullandığı en etkili araçlarından birisi olan moda, tüketim çılgını bireyler oluşturabilmek için her yolu deniyor. Bu amaçla kadın bedeninin seçilmiş olması ise asla bir rastlantı değildir
Kadınlar kendi kimlikleri ya da özgürlükleri için mücadele etmeye en temelden başlamalıdır. Her şeyden önce kendileri adına üretilen kimlikleri toptan reddetmeli ve aslında erkekleri bile faşizan bir biçimde yöneten cinsiyet rejiminin tam karşısında saf tutmalıdır. Emma Goldman’ın deyişiyle “kadının gelişmesi, onun özgürlüğü, onun bağımsızlığı kendinden ve kendisi aracılığı ile olmalıdır. İlk önce, kendisini bir seks metası olarak değil, bir kişilik olarak değerlendirmeli,  İkinci olarak, herhangi birisinin kendi vücudu üzerinde hak iddia etmesini reddederek; kendisini toplumun değer yargılarının ve sınırlamalarının korkusundan özgürleştirerek” işe başlamalıdır.
Kadının tüm bu güzelleşme ve estetik çabaları onun bilincinin azalmasına ve nitelikli bir insan olmasına engel olmamalıdır.
Nizamettin Biber

Blog Yazarlığıma Öz Eleştiri!

Alışkanlık olduğu üzere günde en az bir saat kitap okuyan, yazı yazan biri olarak okuma uğraşını çok önemsiyorum. Elbette okuma eylemi, bir konuya yaklaşmanın, onu irdelemenin, derlemenin en önemli araçlarından biridir. Ancak bu okuma çabası sentez yapmadan yoksun, eleştirel nitelikte olmadığı, aynı kaynaklardan beslendiği zaman, yazılan yazılar, birbirinin benzeri gibi oluyorlar. İnsan, yazılanları daha önceden okumuş hissine kapılıyor, birbirinin tekrarı algısı yaratıyor. Özgünlükten yoksun bu durum rastlantı da değil. Eğitim yapımızdaki yaratıcı düşünmeyi engelleyen aktarmacı anlayış böyle bir sonuç doğuruyor. En eleştirel yazılarda bile bu modelin damgası hissediliyor. Bilindiği gibi, bizim eğitim sistemimiz prekast inşaat gibi her şeyi önceden verir. Doğrular, yanlışlar, eleştirilerin hepsi hazırdır. Öğrencinin öznel düşüncesine, mantık çıkarımı yapmasına gerek duyulmaz. Kalıp ve ön yargıların özümsenmesi yeterli sayılır. Okullarda çeşitli derslerde yazılı ve sözlü metin incelenmesine ve eleştirisine yer vermedikçe bu sakıncalı durum önlenemeyecektir.

Yazılarımda genelde derleme biçimi kullanan biri olarak; düşüncelerimin bir sentez oluşturmadığını, sadece yan yana durduğu kaygısına kapılıyorum. Böyle olunca da düşüncelerim ana tema çevresinde sistemli bir sıra oluşturmamakta, sağa sola savrulmuş tanecikler gibi dağılmakta ya da tesadüfî bir sıra oluşturmaktadır. Bu durum, okuyucunun yazıdan derli toplu bir anlam çıkarmasına engel olmaktadır. Çok şey söyleyerek bir konuyu iyi anlattığımız iddiasında bulunamayız. Yazının yapısal dengesini bozmamak, bütünlüğünü sağlamak için, çok şey söylemek yerine, az şey söylemeyi, ana temanın belirgin olmasına özen göstermek gerekir sanırım.
Sürekli kaynaklara bağlı olmak yazılan yazıyı bir ders notu havasına büründürmektedir. Böyle bir yazıda da yazanın kişiliği hissedilmiyor, duyulamıyor. Sanki yazılanlar bir kişinin ağzından slogan gibi anonim bir yapı şeklinde düşüncelere yansıyarak dile geliyor.
Yazılarımda demokratik–çağdaş toplum özlemlerimi ortaya koyuyorum ancak bir parti programı okuyormuş hissini içerikten koparıp atamıyorum. Bir otoriteye bağımlılık nasıl sakıncalı ise kendimizi de bir otorite olarak görmek aynı sakıncayı taşır. Bazen, herkesin benim düşüncelerimi şaşmaz gerçekler olarak benimsemesini istiyorum. İnsanların farklı dünya görüşü ve siyasal seçimlerini hiçe sayıyorum. O nedenle savunduğum düşüncenin temelini iyi atmam ve karşı düşünceleri de hesaba katmam gerektiğini dikkate almalıyım.
Özgün olmama aslında otoriteye bağlılığın bir sonucudur. Konuları araştırıyorum ama aktarmacı bir tutum izlediğim için özgün yazılar oluşturamıyorum. Yazılarımda ele aldığım konularla ilgili şeyler söylüyorum ama kendi yorumumu ortaya koyarken zorlanıyor, adeta kendimi paranteze alıyorum. Kişisel kanaatim odur ki bu durum, eğitim yapımız ile otoriteye bağlı toplumsal geleneğimizden kaynaklanan bir sonuç. Doğal olarak, düşünce üretkenliği konusunda kısır bir toplumun bireyi de kısır yazılar yazıyor.
Tek yönlü yazılar yazıyorum, yazı konusunu kuşatıcı bir biçimde ele alamıyor, konunun yalnız bir iki yönüyle kendimi sınırlıyorum. Yazının bölümleri arasında korelasyon kurmakta zorlanıyor, kopukluğunu oluşmasını önleyemiyorum. Yazılarım, parçadan bütüne, bütünden parçaya giden düşünce sıralama kurgusunda, soyut somut ilişkisini kurmakta başarısızdır. Tıpkı bir hastalığın tek tek belirtilerini sayıp, adını koyamamak, tanı yapamamak gibi bir durum bu.
Aslında yazılarımda gördüğüm ve özeleştiri yaptığım; bütünsellikten yoksun, planlama hataları, didaktik ve otoriter tavır, özgün olamama, tek yönlülük kişisel özelliklerimden ziyade eğitim sistemimizin genel yanlışlarının bendeki öznel görünümü ve yansımadır diye düşünüyorum.
Nizamettin Biber